3 Ekim 2007 Çarşamba

SIRADAN KADIN YOKTUR

SIRADAN KADIN YOKTUR

Kadın ayağa kalktı, doğrudan bana baktı:
- “Ben seni seviyorum”, dedi. Böyle bir şeyi hiç beklemiyordum. Karşımda duran kadına belki de ilk kez bu sözün anlamıyla bakmıştım. Kadının dikkat çekici hiçbir özelliği yoktu. (Belkide benim için yoktu demeliyim). Yani ne bileyim, her gün her an karşılaşabileceğiniz bir kadındı. Aramızda böyle özel yakınlığı yaratacak hiçbir şey olmamıştı, bunu iyi anımsıyorum. Çirkin bile denebilirdi. Üzerinde günlük bir giysi vardı. Şimdi “nasıldı” desen onu bile anımsamam. Ama gözlerinde öyle bir parlaklık vardı ki kayıtsız kalamadım. Söylediğini anlamazlıktan gelmeyi denedim:
- “Ben de sizi severim.”
Kadın tepkiyle karşıma dikildi:
- “Yok öyle değil, ben seni seviyorum.”
Bu kez anlamamak olanak dışıydı. Durumu kabul etmeliydim.
- Peki ne olacak?...”
Kadın şiddetle bakıyordu:
- “Olacak bir şey yok, evleniriz”, dedi.
Arıtık bu kadarı da fazlaydı:
- “İyi ama nasıl evleniriz?”, dedim. “Sen evli değil misin?”
Parmağındaki yüzüğü görmüştüm.
Kadın bir an bile duraksamadı:
- “Ayrılırım”, dedi. Kadının kararlı davranışı beni şaşırtmıştı. Bütün bunları nasıl güçlükle söylediğini anlamak zor değildi. Ona biraz yardım etmeyi düşündüm:
- “İyi de ben evliyim.”
Kadın hiç oralı olmadı:
- “Sen de ayrılırsın...”
Bir an kadına dikkatle baktığımı Şu anda bile anımsıyorum. Bütün bunları ona düşündürtecek hiçbir şey olmadan nasıl böyle bir karara vardığını düşünüyordum. Ama bu işi burada kesip atmak gerekiyordu:
- “Şimdi bakın”, dedim. “Ben hiç böyle bir şey düşünmedim. Bunları neden düşündüğünü bilmiyorum. Bence bütün bunları unutsak daha iyi olur. Benim hiç böyle bir niyetim yok.”
Önümde duran belgelerin işi bitmişti. Kadına uzattım.
Kadın gözlerime baktı. Belgeleri aldı. Çıktı gitti. Bir daha da görmedim. Ama inan bana, hayatımda çok düşündüğüm kadınlardan birisi odur...”
***
Arkadaşımı tanırdım. Bir bankada çalışıyordu. Yakışıklıydı, kadınlarla istediği gibi ilişki kurmasını bilirdi. Duyarlı olduğunu da bilirdim. Merak ettim:
- “O kadında seni bu kadar düşündüren neydi?”
Arkadaşım düşünceli yanıtladı:
- “...Kararlılık. Beni etkileyen kadının kararlılığıydı. Ama asıl dehşete düşüren, kadının kararlığının kendine ait oluşuydu. Düşünebiliyor musun, kadın beni hiç hesaba katmıyordu. Kendisi bir karar vermişti ve gözü hiçbir şey görmüyordu. Evliydi, kendi evliliğini gözden çıkarmıştı. Hadi diyelim ki mutlu değildi ve ayrılmak istiyordu. Ama benim evliliğim de umrunda bile değildi, tek sözcükle ikimizi de eşlerinden ayırıyordu ve biz evleniyorduk...”
- “Düşüncesiz biriydi belki de...”
- “Sanmıyorum. Tersine bütün bunları çok düşündüğünü sanıyorum. Belki gecelerce...”
- “Senin hayatını biliyor muydu? Eşini tanıyor muydu?”
Arkadaşım irkildi:
- “Yok canım, bizim çevremizle falan ilgisi yoktu. Tanıdığını hiç sanmıyorum, onunda böyle şeyler umrunda değildi. Sanırım, duygusuna kendisi için bir kurgu yapmıştı, bunu da tutkuya dönüştürmüştü.”
- “Peki, bunca tutkuyla seven bir kadın nasıl bir daha görünmedi?”
- “Bilmiyorum. Belki de kurgusunda ben de ona aşıktım. Belki de benim kendisine açılamadığımı düşünüyordu, bilemem.”
- “Sakın ona bir biçimde umut vermiş olmayasın...”
Arkadaşım bu kez sitemle bana baktı.
- “Artık pes derim. Öyle bir şey olsaydı, söyleyecek sözüm olabilir miydi?...” Doğruydu, söylenecek söz yoktu...
Sonradan bu öyküyü ben de çok düşündüm. Bu, gerçekten yaşanmış bir olaydı. Belki de insanların başından kaç kez geçmiş bir olay. Ama bizi neden bu kadar düşündürmüştü? Sonraları bulduğumu sandım. Ancak bir kadın bu denli kararlı davranabilirdi. Böyle kararlı bir erkek görmemiştim. Erkekler, genellikle böyle durumlarda “sonra ne olacağını” düşünür, hesaplar, ona göre karar verirdi. Ama bir kadın karar verirse, sonradan ne olacağını düşünse bile göze alırdı. Kadınlar erkeklerden daha mı kararlıydı?
Düşündüklerimi arkadaşıma sordum:
- “Anlattıkların beni çok düşündürdü. Sence de kadınlar daha mı kararlı? Biz erkekler kadın ilişkilerimizde daha çok mu hesap yaparız? Kadınlar daha mı gözü kara davranır?”
Arkadaşım ciddi bir tavırla yanıtladı:
- “Bu olay önce bana bir şey anlattı, ‘Sıradan kadın yoktur’. Hani biz erkekler aramızda konuşuruz da, kimi akadaşlar ‘ben kadınları tanırım, kadınlar şöyledir, kadınlar böyledir’ derler ya, bil ki bunlar yanlıştır. ‘Kadınlar’ diye bir şey yoktur, ‘kadın’ vardır. En önemsemediğin kadın bile ‘özel bir kadındır’. Bunu bilmeyen erkek, gerçekte kadın konusunda deneyimsiz erkektir. Kadınları tanımış bir erkek hiç bir zaman ‘kadınlar’ demez. Her kadının ‘özel bir kadın’ olduğğunu bilir. Soruna gelince, evet diyorum. Kadınlar her zaman erkeklerden çok daha kararlıdır. Bir şey yapmayı aklına koyan kadını bundan döndürecek hiçbir güç yoktur. Belki bekler, planlarının gerçekleşmesi için bekler, ama vazgeçmez. Bekler planını uygular ve yapar. İnan ki, bu kadının yaptığını yapacak bir erkek tanımadım. Ben hiçbir zaman onun yaptığını yapamazdım.”
- “Nasıl yani?...”
- “Yani, ben bir kadını çok beğenseydim, onun karşısına dikilip de, ‘ben seni seviyorum. Sen ayrıl, ben de ayrılayım, sonra da evlenelim’ diyemezdim.”
- “Ne derdin peki?...”
- “Ne mi derdim? Doğrusu pek düşünmedim ama böyle köklü çözümler bulayım diye kararlar vermezdim sanırım. Böyle köklü çözümlere gitmeden konuyu idare edelim derdim herhalde...”
- “O da çapraşık durumlar yaratmaz mıydı?”
- “Yaratırdı ama köklü çözümlere ulaşmak çok daha zor...”

Erdal Atabek, Kırmızı Işıkta Yürümek, Altın Kitaplar, 1991, Sayfa: 127

2 Ekim 2007 Salı

EVET YA DA HAYIR DİYEBİLMEYİ BİLMEK

EVET YA DA HAYIR DİYEBİLMEYİ BİLMEK

"Özgür olabilmek" sadece doğruları mı kapsar? Doğru ya da yanlış her ikisi de birlikte olduğunda özgür olunabilir bence. Yanlışı da doruyu da özgürlük adına yapabilmeli, göğüsleyebilmeli insan.

Özgür olabilmek için "evet" ve "hayır" diyebilmeli yerli yerinde. Eğer istenmeyen bir şeyse net bir şekilde "hayır" çıkar ağızdan. İsteniyorsa "evet" dökülür dillerden erir gider kelime...

Hayır diyerek insan kendini daha özgür hisseder sanki. Her ne kadar evet daha özgürlükçü bir kelime olsada. Evetin yüklendiği anlam biraz boyun eğmeci gibi gelir insana. Teslim olmak kendini kaptırmak gibi gelir sonrasında. Bir şeyin kararını verirken onun sonu hayırla bitiyorsa eğer, kendini daha güçlü hisseder, daha bir otoriter olur. Hayır da bir inatçılık, bir mesafe konuyor gibi gelsede takınılan tavır aslında bir maskelemedir. Bir şekilde hakkını savunmak gibi, savaşa hazır olmak gibi gelir insana. Hayır kişiyi evetten daha net bir şekilde tanımlar. Kelime sert ve katıdır. Evet daha belirsizdir, hafiftir, yumuşaktır kelimesinde olduğu gibi.

İzlediyseniz eğer çevrenizde daha çok ergenlik döneminde hayırlar çok fazla tüketilmeye başlar. Kendini kanıtlama ve ifade biçimidir ağızdan çıkan her hayır. Hayırı çok tüketen yetişkinler de yok değildir!

Ebeveynlerin gençlere yaptırmak istedikleri herşeye aldıkları cevap hep; "hayır" olsa da her iki tarafta bıkmadan yılmadan kendi fikrilerinde ısrarcı olur her nedense. Odanı topla, ders çalış, dışarı çıkma, o arkadaşınla görüşme, erken kalk gibi hep büyüklerin küçüklerden istediği bu tür şeyler hayırla yanıtlanır nedense. Aslında tek nedeni büyükler otoritesini sağlamak için, küçükler de kendilerini kanıtlamak için karşılıklı evet ve hayırlar sürer gider.

Çünkü gençlerin hayırlarında alttan alta özgür olabilme hissi vardır. Kendilerini biraz daha zeki hissederek hayırı kullanırlar. Evet demek pasif ve edilgin bir etki bıraktığından daha bir kabullenicidir. Çünkü evet dendiğinde akasından neden, niye, niçin gibi sorular sorulmasını gerektirmez. Ama hayır her türlü soruyu arkasından getirir, bu kaçınılmazdır.

Hayır kelimesi bir uyumsuzluk ifadesidir. İnsanlar bir arada olduğu sürece uyumsuzluk sergilerler, çünkü uyum bilinçli olmayı gerektirir. Bilinçle birlikte kişi kendini özgür hisseder, özgürlükle birlikte kişi ne zaman evet denmeli, ne zaman hayır denmeli bunun kararını sağlıklı bir şekilde verebilir.

Hayır kelimesinin insana verdiği özgürlük basit ve çocukca bir özgürlüktür. Yaşamı boyunca hayırlarla birlikte sürdürürse yaşantısını bir yerlerde takılı kalıp, sağlıklı bir hayatı sürdürmeyi başaramaz.

Aslında ne kadar rahatlıkla hayır denebiliyorsa o kadar rahatlıkla evet diyebilmeliyiz. İşte o zaman özgür olabiliriz. Yoksa hayırlar tutsak eder insanı...

Benden...
30 HAZİRAN 2006

MEVSİM SONBAHAR

MEVSİM SONBAHAR

Yine havalar soğudu, mevsim sonbahar. Kış kapıda, kasım ayından kendisini hissettiriyor. Darılmasın bana kasım ayı sevemedim bir türlü! Duygu yoğunluğum gözlerimde son buluyor, her yer her an puslu, buğulu ve nemli...

Mevsim mi beni bu duruma sokuyor, ben mi mevsime ayak uyduruyorum, bilemiyorum.

Sıcak yaz aylarının ardından sonbahar yumuşak bir geçiş yapmak için yazla kışın arasına sıkışsada, yine hazır hissetmiyorum kendimi kışa.

Hele ki sonbahar! Yeşil yaprakların binbir tona bürünüp yerlere yavaş yavaş süzülüşleri, izlerken ki paylaştığım duygular. Ne kadar da nazlı nazlı iniyorlar rüzgarı beşik ederek kendilerine, sevgi yüklü bir buse gibi yapraklar konuyor yerlere. Birken bin oluyorlar, her şeyde olduğu gibi görkemleriyle.

Ressam yapabilir mi bu tonların tümünü, fırçasıyla paletinde. Sürebilir mi her bir tonunu her bir yaprağı ayrı ayrı yansıtırken tuvaline...

Bir bir geçiyor kafamdan düşünceler... Kaptırmamalıyım diyorum, sonbaharın karanlığına kendimi. Kuvetli olmam lazım, sımsıkı sapasağlam. Beni havasının içine almamalı. Dıflarısında kalıp, kapılmadan, yaklaştırmadan izlemeliyim onu. Kara kışı beyazlar kaplayıp, örtene kadar. Örtmeliyim, tüm temiz duygularımla, beni saran kara duygularımı.

Tek tek kristal parçacıklarının üst üste geldiğindeki yığınların, çığlığım karşısında çığa dönüştürmeden durdurmalıyım. Tüm iyileri üst üste koyup, bir çığ yığını oluşturup hiç bir seste kaymayacak kuvveti bulmalıyım kendimde. İç içe geçirip, kenetlendirmeliyim duygularımı.

Atmalıyıp o kara bulutu üzerimden, elimi kaldırıp savurmalıyım hava da hızlıca sağa sola defalarca. Tüm parlaklığıyla çıkmalı o capcanlı gökyüzü maviliği. Parlamalı üzerimde apaydınlık. Belki bulurum diye aramalıyım o sonsuz mavilikte bir ışık süzmesini, çıkabileceği bir aradan. İzlemeliyim tüm dikkatimle ışıkta oynaşan toz zereciklerini sessiz, hafif ve nazlı...

Karanlık biliyorum, karanlık olmalı ki, ışığın etkisiyle, görebilmeliyim beyaz perdede yaşamın tüm geçmişini, her bir karenin bir bütünü oluşturduıu yaşam filmini, iyisiyle, kötüsüyle, güzeliyle, çirkiniyle oynamalıyım, bana düşen rolümde... Sonu var mı bu filmin? Hayır, bitmeyecek bu film bitmesini hiç istemiyorum.

İnsanlar bir bir geçecek beyaz perdenin henüz durmamış film makinesinin önünden, her birinin düşecek gölgesi beyaz perdeye bir bir çıkmak istedikleri o karanlık salondan henüz sonu gelmemiş filmi beklemeden!


Benden...
16 KASIM 2006

TOPLULUK İÇİNDE YALNIZ OLMAK

TOPLULUK İÇİNDE YALNIZ OLMAK

Gençliğin en başta gelen öğrenimlerinden biri yalnızlığa katlanmayı öğrenmek olmalı; yalnızlık mutluluğun, ruh dinginliğinin kaynaklarından biridir çünkü.

Öte yandan ise, insanları toplumcul kılan, onların yalnızlığa, bu yalnızlık içinde de kendilerine katlanma yeteneğinden yoksun olmalarıdır. İçsel boşluk ve bıkkınlıktır onları gerek topluluğa gerekse yabancı ülkelere, yolculuklara sürükleyen. Onların zihinlerinde, zihne kendi devinimini verecek esneklik eksiktir. Bundan ötürü farklı uyuşturucu maddelerle hızlandırmaya çalışırlar bu devinimi, bu yolla da pek çoğu bağımlı olur. Sürekli dış uyarıma, hem de en şiddetlisine, yani yapı olarak kendilerine benzeyenlerden gelen uyarıma gereksinim duymaları da işte bundandır. Bu uyarım olmadığında zihinleri kendi öz ağırlığı altında çöker ve kasvetli bir uyuşukluğa düşer.

Toplumculuğa ayrıca, yanyana duran insanların birbirlerini tinsel olarak ısıtması diye de bakılabilir, tıpkı çok soğuk bir havada bir araya sıkışmakla bedenlerini ısıtmaları gibi. Kendisinde epey tinsel sıcaklık bulunan kişinin yalnızca bu tür kümeleşmelere gereksinimi yoktur.

Hemen bütün acılarımız topluluktan kaynaklandığından, sağlığın yanısıra mutluluğumuzun en temel unsurunu oluşturan ruh dinğinliğini her topluluk tehlikeye attığından, dolayısıyla da epey miktarda yalnızlık olmaksızın mutluluğumuzun sürmesi mümkün olmadığından, kişinin topluluğa gereksinim duymayacak kadar çok şeye bizzat kendinde sahip olması başlıbaşına büyük bir mutluluktur.

Gençlik yıllarında insanlardan duyuğu ve haklı da olan hoşnutsuzluk onu yalnızlığa ittikçe bu yalnızlığın ıssızlığına zamanla katlanamıyorsa, ona kendi yalnızlığının bir bölümünü topluluğa giderken beraberinde götürmeye alışmasını, yani topluluk içinde de belli ölçüde yalnız olmayı öğrenmesini, dolayısıyla da ne düşündüğünü hemen başkalarına bildirmemesini, öte yandan ise onların söyledikleri üzerinde titizlikle durmamasını, ne ahlaksal ne de entellektüel açıdan bu söylenenlerden fazla bir şey beklememesini, bu nedenle de onların düşüncelerine ilişkin olarak övülesi bir hoşgörüyü hep canlı tutmanın en güvenilir yolu olan o kayıtsızlığı kendi benliğinde sağlamlaştırmalıdır.

Bundan sonra o kişi diğerlerinin arasında bulunmasına rağmen, gene de tam olarak onların topluluğunda olmayacak, onlarla ilişkisinde salt nesnel davranacaktır daha çok. Buysa onu toplulukla pek yakın temastan, böylelikle de karalanmanın ya da yaralanmanın her türünden koruyacaktır.

Yaşam Bilgeliği Üstüne Aforizmalar (Seçmeler)
Arthur Schopenhauer
Türkçesi: Güven Savaş Kızıltan
Ara Yayıncılık - Basım Yılı Ekim 1990

SÖYLENMİŞ SÖZLER

SÖYLENMİŞ SÖZLER

Son zamanlarda internet ortamında güzel sözlerle karşılaşıyor olsak da defterimde topladığım, ama kimlere ait olduklarını bilmediğim sözlerin birkaçını sizlerle de paylaşmak istedim. Belki bir yol gösterici olur size, belki hatırınızda kalır, belki de sizi etkiler düşündürür birkaçı!..

Eğer gerçeği konuşuyorsanız hiçbir şey hatırlamaya gerek kalmaz.

İyi bir günle kötü bir gün arasındaki tek fark sizin ruh halinizdir.

Eğer hoşunuza gitmeyen bir şeyler varsa değiştirin. Eğer değiştiremiyorsanız, bunları olduğu gibi sevmeyi öğrenin ama lütfen şikayet etmeyin.

Bir kişi herhangi bir tartışma sırasında öfkelenirse, artık gerçeği aramaktan çıkmış, kendisiyle savaşmaya başlamıştır.

Saadet ne acı ne de zevk tarafından rahatsız edilmeyen mutlak huzurdur.

Yalnızlık bağımlılıktır, tek başınalık ise saf bağımsızlıktır.

Zamanımızı alan insan kendisini borçlu saymaz. Ödemeye kalksa onuda yapamaz.

Aşk bir hayal, evlilik ise gerçektir. Hayal ile gerçeği birbirine karıştırırsanız, hayalleriniz bu işten zararlı çıkar.

Hiçbir vakit, öğüt verirken olduğumuz kadar cömert değilizdir.

Gerçek sevgi iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde eksilmeyendir.

Küçük kafalar kişileri, orta kafalar olayları, büyük kafalar fikirleri konuşurlar.

Gerdanımda pırlantalar olacağına, masamda çiçekler olmasını tercih ederim.

Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.

İnsanlar ağaçtan ders almalıdırlar. Ne üzerinde barınan kuşların, ne gölgesinde yatan insanların, ne de verdikleri yemişlerin hesabını tutarlar.

Gel dese de bakma cimri aşına, bir fırsat arar da kakar başına.

İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen mutludur, hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramayacaktır.

Yalanlamak ve reddetmek için okuma! İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma! Tartmak, kıyaslamak, ve düşünmek için oku!

Güzel konuşmak için bir yol vardır; dinlemeyi öğrenmek.

Kusurumuz ne kadar çoksa, o kadar kusur ararız.

Sakladığın bir sır senin esirindir, açığa vurursan sen onun esiri olursun.

Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.

Büyük insan büyüklüğünü, kendisinden küçük insanlara karşı davranışlarıyla gösterir.

İnsanların gerçek mutluluğu sağlık ve neşedir.

Cimriler çok iyi insanlardır, ölmelerini isteyenler için servet toplarlar!

Cimrilik, zenginlik içinde fakirliktir.

Bir şeyi doğru olarak yapmak, onu niçin yanlış yaptığımızı açıklamaktan daha az zaman alır.

İnsanların en büyük kusuru kendilerini görmeyip başkalarının kusurunu ortaya çıkarmalarıdır.

Zaman geçiyor ve biz hala bunun farkında değiliz.

Benden...
10 TEMMUZ 2006

BİR SIRDI ARAMIZDA, BEN ÖLÜNCE PAYLAŞILAN

BİR SIRDI ARAMIZDA, BEN ÖLÜNCE PAYLAŞILAN

Kadınım, kadınlığımı yaşamak istiyorum. Doyasıya... Bitmez tükenmez tutkulu sevişmelerin sularında boğulmak istiyorum. Dudağı dudağıma deydiğinde, ıslaklığı her yanımı sarsın isityorum.

Gözlerimi kapadığımda, hiç aklımdan gitmeyen gecelerimiz canlanıyor bir bir gözümde, oysa ki o zamanlarda birlikte yaptığımız tek şey sevişmek derdim kendi kendime. Belki de benim ilk erkeğimdi, ilk deneyimim, ilk heyecanım.

Her gece bana sarılsın, minicik öpücükler kondursun yüzümün her bir yerine, bir sonra ki sürpriz olsun bir öncesinin ardından... Gözlerimi kapadığımda yüzümdeki mutluluk, dudaklarımdaki tebüssümle bütünleşsin, bir bir konan öpücükleri ılık nefesinde konacağı yeri beklesin...

Ne güzeldi, ne çok severdim o oyunu. Benim sevdiğimi, benim heyecanımı biliyordu ki, mutluluğum, mutluluğumuz adına her gece, her gece öpüşmelerimiz sevişmeye dönüşmesede bu oyunu oynardı benimle.

Özlem! Özlemek ne kötü, hiç gelmeyeceğini bile bile beklemek, o sıcaklığı içinde hissetmeye çalışıpta çaresiz oracıkta kalakalmak. İsteyip de yaşayamamak, o ateş sıcaklığını dokunuşlarda, ılık nefesleri dudaklarda hissedememek...

Daha ne kadar bekleyeceğim, erkeğimin erkekliğini bana hissettirmesini. Bunlar anılarda kalmamalı. Kadınım kadınlığımı yaşamak istiyorum, ilk heyecanımla.

İnsanın kendi kendine yetmemesi mi, bir dokunuşu arzu etmesi mi, bilmiyorum. Bildiğim tek şey bir elin bedenimin en gizli yerlerini keşfetmesi, beni o hazzın en doruklarına tırmandırması.

Çıldıracağım!.. Ne kadar oldu bir elin sevgi yükü ile dokunması hatırlamıyorum. Kendi kendime dokunuşlarım tat vermiyor artık. İki bedenin bir beden olduğu günlerin tadına varmışken, kendi bedenim bu yalana daha fazla kanamıyor.

Yalnızım, birazdan gelecek, anahtarını anahtar deliğine sokacak, her seferinde olduğu gibi diğerini deneyerek açacak. Onu görünce heyecanlanıyorum. Susuzluğu mu, açlığım mı giderebilir mi? Paylaşmalı mıyım gençliğini? Saflığını çalmalı mıyım? Bilemiyorum. Kirletmeli miyim o temiz yüreğini, açlığım onu ne derece bozar bilemiyorum. Ama kararlıyım, yanıma çağırıp, bana dokunmasını istemeliyim. Yoksa çıldıracağım.

Aldığı sigara paketini masama koyarken, belleğimde yeri olmayan nefesini hissediyorum, ama hiç bilmediğim o nefesi arzuluyorum. Masama uzanan kolunu yavaşça tutuyor, gözlerimle gözlerini yakalıyorum. Sanırım bu bakışımın her zamanki bakışlarımdan farklı oluşunu anlıyor. Hisediyor, çekiyor kendini benden, kolunu daha bir kendime çekerek, iri mememlerime dokunmasını istiyorum. Anlamsız bakışları, ne olduğunu anlamadan bedenimde dolaşıyor o ürkek elleri. Sadece elleri yetiyor beni titretmeye, o kadar açım ki!.. Yıllar geçti üzerinden ben bile hatırlamıyorum en sonuncusunu.

Birden kendime geliyorum, utanıyorum. Utanıyor bakamıyor yüzüme, ne oluyor, neler oluyor anlayamıyor. Utancım beni yiyip bitiriyor. Özür diliyorum ondan, defalarca... Ağlıyorum, yanımdan gidiyor uzaklaşıyor, yüzüme bakmak istemiyor biliyorum. Tiksiniyor belkide benden.

Oysa ki ne sevecen “abla” derdi bana, bir daha der mi, seslenir mi, çay içermisin diye, demlisinden...


Benden…
MAYIS 2007
Bilge Hanım anısına…

CANIM ANNEM

CANIM ANNEM,

2 Şubat 2007
Bugün seni oraya bırakalı 16. gün anne. Gün geçtikçe daha bir acı koyuyor bana yokluğun.

Senin apar topar gidişinin ardından tüm seni tanıyanlar senin arkandan acımızı paylaşmak için bizi yalnız bırakmadılar. Seni sağlığında bile zaman bulup gelemeyenler, senin yokluğunda seni ziyarete geldiler. Keşke o yalnızlığını paylaşabilselerdi senin varlığında...

O ne olduğunu anlamadığımız günler yerini sessizliğe bıraktı. Hepimiz evlerimize döndük tekrar. Tekrar kaldığımız yerden devam ediyoruz anne senin yokluğunla. Buna inanamıyorum, bunu bir rüya olarak kabul ediyorum. Yakıştıramıyorum ölümü sana anne.

Bazen babama kızdığında, bırakır giderdin ya hani biz küçükken. Sanki o günlerden biriymiş gibi geliyor anne. Tıpkı döndüğünde biraz rahat edesin, biraz mutlu olasın diye evle ilgili her şeyi yaptık anne.

Ama sen bu sefer dönmeyeceksin.

Hep başkaları annelerini kaybederdi. Ben seni kaybetmeyi hiç düşünmedim. Hele şu son zamanlarda ki paylaşımlarımız daha bir arkadaş, daha bir dostça idi seninle. Nice sırlar paylaştık aramızda kalan ve kalacak olan. Kimilerine kırılmıştın oysa ki, birini bile dillendirmedin. Kimilerini çok sevdin dilinden eksik etmedin.

Ölüm kelimesi çok yavan, çok acı, çok karanlık geliyor bana kullanamıyorum, ne dilim varıyor ne de parmaklarım... Anlamını yüklenmese de yerine kullandığım kelimeler, ısrarlıyım.

Sizleri kaybetmeyi aklıma getirdiğimde sizden önce tanımadığım, duygusal olarak bağlı olmadığım birilerinin gidişi ile tanışmayı düşündüm hep. Ama sen benden önce davranıp bana bu acıyı gidişinle tanıttın.

21 Aralık 2006 sabahı hastaneye gittik güle oynaya, acılarını bir anlığına unutarak. Gidiş geliş zorlamasın diye yatarak kontrollerini yaptırmaktı amacımız. Böylesi daha iyi olacaktı hepimiz için, özelliklede senin için, ama çıkışının bu şekilde olacağı aklımızın ucundan bile geçmemişti giderken. 14 gün yoğun bakımda geçti yarı acılarla, yarı acısız. Genelde uyutulduğun söyleniyordu, solunumda zorlandığın için.

17 Ocak 2007 sabahı aradılar ablaları temsilen Elgin, “hadi gel hep birlikte burada olalım” diyerek. Anlamıştım, hiç beni çağırmamışlardı ki yaptığımız program dışı. Anlamıştım senin gittiğini, inanmadım, inanamadım, konduramadım annem gideceğine. Belki bir süren yatakta geçer sandım, bir süre seninle oluruz sandım ama annem gideceğini hiç sanmadım.

Seni gitmeden bir gün önce, yanına seni görmeye girdim, dayanamayacağımı söyleseler de, engelleseler de beni. Annemdin, acın  dayanılır hal alırdı seni görmemle. Sen canın için savaşırken nefesinde, nefesin bile yetmezken sana, sadece saçlarında gezinirken elim, dilimden düşen kelimelerin hiç birini duymuyordun. Senin yanında kalsaydım eğer daha fazla, o sesiz, sadece sesi kıran makine seslerini benim çığlıklarım, katılarak ağıtım bozacaktı zira anne. Senden özür dileyerek ayrıldım, duymadığın halde beni. Seni görmeden önce senin için hiç olumsuz düşünmezken, o anda belki de annemi bu son görüşüm olacaktı dedim.

Çok çaresizdim anne çok, senin için keşke bir şeyler yapabilseydim. Bir soluk verebilseydim kendimden. Seni istediğin yere götürebilseydim, senin o güzel narin ellerinin tırnaklarını bir bir kesebilseydim, o her zaman ağrısı dinmeyen bacaklarını ovabilseydim. Ve sen “senin elin değince iyi geliyor, hemen geçiyor ağrılarım” diyebilseydin. Seni son bir kez güldürebilseydim anne.

Ama hiçbir şey yapamadım anne, hiçbir şey.

Ne zor bilsen anne. Olmadığını bilmek, seni görememek, sesini duyamamak. Sana sarılıp sımsıkı öpememek. Annem benim, gitmek istiyorsan çabalama git dedim günlerce kendi kendime. Eğer kalacaksan da hadi bir kez daha çabala ve nefesini al, kalk artık dedim. Kendimi hep teselli ettim yazılarımla.

Sen nice acılar çekmiş biri olarak bir kez daha başarabilirsin anne. Her şeyden önce dördümüze hayat vermişsin. Seni tebrik ediyorum anne. Ben birine bile cesaret edemezken! Anne, sen onca çocuğunu da kaybetmişsin bizi yaşam verdiğin kadar. Kalk artık anne.

Onca boğazı o koca tencerelerde en azıyla en lezzetli en bereketli hale dönüştürüp, yoktan var edip, sanki sofralarımız her gün o zenginlikteymiş gibi gösteren sendin anne. Oysa ki senin tadın bulaşırdı o yemeklere. Yiyen bir daha gelip yemek isterlerdi her yaptığın yemeği. Dillere destandı elinden her çıkan iş gibi.

18 Ocak saat on buçuk, işte sen kararını verdin ve gittin anne. Yarın da hep kalacağın yere bırakacağız seni. Ben ölümü ilk seninle tadıyorum. Kötü bir duygu anne. Varsın ama yoksun, bu garip çok garip bir durum anne.

Yıllardır ölümden bahsederdin, ben ölümle alay ederdim. Hiç aklıma gelmezdi seni kaybedeceğim. Tatlı annem, acı çekmedin umarım yatağında. Yeteri kadar acıtıyordu seni her şey. Benim küçük kızımdın sen. Seni koklamak, seninle şakalaşmak ne kadar hoşuma giderdi bilir misin? Sen de çok hoşlanırdın benimle olmaktan. Gezmelere gidecektik anne...

Ne olacak anne onca sevdiğin eşyalar şimdi? Her şeyini şu an senin gidişin için kullanıyoruz. Ölüm için sakladığın yataklara nasıl yatarız biz anne. O yün yataklardan sen de sıkılmıştın biliyorum. Ama sen bu günleri yaşayarak tecrübelerine taşıdın, biliyorsun onun için bu yün yatakları kendi gidişine sakladın.

Olsun, bir süre sonra yaşam kendi seyrine dönecek, yavaş yavaş olanlar unutulacak. Tesellim benimle kırk bir yaşıma kadar beraberliğin olacak. Ben en şanslı insanlardanım anne. Benimle kaldın ya bu yaşıma kadar, teşekkür ederim sana anne. Seninle arabamıza binip gittik ya bir yerlere, gezdik ya seninle, seni istediğin yerlere götürdüm ya anne. Keşke daha sağlıklı günlerde olsaydı da bu imkanlar, daha da tadını çıkarsaydık anne.

Babam seni çok seviyor anne, bunu belki yalnız kaldığınızda biliyordun, sana hissettiriyordu ama, inan seni çok seviyor. Ben babamı böyle ağlarken ilk kez görüyorum anne. Belki de sen onu çok seviyordun da onun son kalp krizine tanık olduktan sonra onu kaybetme acısına dayanamayacağından acele ettin anne.

İnanmıyorum anne, gerçekten inanmıyorum. Gittiğine, gitmiş olacağına... Başın sağ olsun diyorlar, senin için bana. İnanmıyorum. İnanamıyorum, gitmiş olduğuna. Yoğun bakım da yatışın, o kutunun içinde oluşun ve kutu açılıp ta kımıldamadan o bembeyaz mis kokulu kumaşın içinde yatışın. O sessizliği, o donukluğu anlayamıyorum. Yine varsın, yine benimlesin ama benimle konuşmuyorsun, hareket etmiyorsun.

İnanmıyorum, inanasım gelmiyor anne.

Sanki sen hep benimle olacaktın, hiç gitmeyecekmişsin gibi geliyordu. Ne kadar yabancıydım her şeye. İlk kez o ortama senin için giriyordum. Çünkü sen vardın anne, senin beni, benim seni hissedemediğimiz andı o an. Sen ilk kez bana seslenmedin.

Seni kaybedeceğimi hiç aklıma bile getirmezdim. Gerçekten, hiç bir zaman benden ayrılacağın aklıma gelmezdi. Sana çok bağlıydım anne.

Sen bu günler için hazırladın o evi. O kaşık çatal bıçak takımını, o çok beğenip te bakmaya doyamadığın perdelerin sen yokken bile senin için orada asılıydılar anne. Senin sevgin, senin bakmaya doyamadığın perdelerin, seni temsil edercesine orada asılılar anne.

Şimdi ya size uğrayacaktım kendiliğimden, ya da daha önceden belirlemiş olacaktık. Ya da telefon açıp ya bir şey istemiş olacaktın, ya da benim için pişirdiğin çorbayı içmeye gelecektim.

Anne ben inanmıyorum hala.

Benim canım annem. Bugün mü ayrılacaktın bizden?.. İzin verseler evime gidip yalnız yapayalnız kalmak istiyorum anne. Bu dayanılmaz acıyı saklamadan ağlamak istiyorum”.

2 Şubat 2007
YENER BALTA



ACI İLE AĞIT ARASI BİR SES

ACI İLE AĞIT ARASI BİR SES

İş yerinde ki yoğun sesden midir nedir, aslında müziksiz geçmeyen bir anımı, niyeyse eve geldiğimde sesizlik kaplasın istiyorum. Zihnim yoruluyor sanrım, sesizlik istiyorum.

Televizyonun sesine tahammül edemediğim gibi, bir film izlemek için televizyonun karşısına geçtiğimde filimden çok reklam izlemek zorunda kalıyor, film süresi kadar reklam izlettiriyorlar zorla.

Yaygaracı haber sunucuları! Daha çok izlenme kaygısı ile şişirdikleri haber programları. Bazı gazetelerin üçüncü sayfa habelerinden kalır yanı olmayan, haber diye niteledikleri yetmiyormuş gibi, görüntüleri de şişirip duruyorlar tekrar tekrar. Hiç cazip gelmiyor bana. Aklı başında haberi verip geçen kanallar haber almam için yetiyor.

Sesizliği dinlemek de bazen yorucu oluyor. O yalınlığın, o dinginliğin, o yalnızlığın tanımı olan sesizliğin tam ortasını yarıp geçiyor o acı ağıt sesi! Nedir, kimdir, nedendir, bilmiyorum!..

Sokaktan geçen araba sesleri azalıyor akşamın ilerleyen saatlerinde. Zaten çok sesiz bir mahalle burası. Bir gurup göçmenin yerleşim yeriymiş bir zamanlar. Oturduğum ev sokağa bakıyor, gece ile sesizleşiyor tüm sokak. Her gece çöp aracının gelişi hariç. Bir de ramazan ayından yeni çıkmış olmanın sevinci, tüm sesizliği bozan ritimsiz davul sesi. Kamyonetin arkasına binilmiş, en düşük kilometre ile ne kadar sokağı dolaşırsak kardır deyip, geçmişin nostaljisinden eser kalmayan davula vuran tokmak sesi. Tüm sesizliği bir an için bozuyorlar.

Apartmanın giriş katında oturuyorum. Apartmana giren ve çıkanların tüm sesi olduğu gibi içerde. Kapı kapatılırken elleri arkaya dönmediğinden mi nedir, kapının bırakılma gücü ile kapanmasıyla çıkan ses yankılanıyor tüm boşlukta. Basamaklardan iniyorlar mı, çıkıyorlar mı, acelesi mi var, yorgun mu, içinde bulundukları psikolojileri anlaşılıyor atılan adımlarından. Gelenim olmayacak eminim, hiç bir sesi üzerime almıyorum.

Tam tamına üç yıl oldu benim bu eve gelişim. Güneş girmese de, ışık almasa da, ısınmada zorlansam da seviyorum bu evi. Belki de kendime ait oluşundan. Çok şanslı olduğumu da düşünmüyor değilim, bu yaşta bir ev sahibi olmak. “Babam sağolsun” lafı çok doğru burda. Sağolsunlar anam da, babam da, sağlıkla çok yaşasınlar, hayat mücadeleme katkıda bulundukları için. Yoksa bir devlet dairesine bile kapak atamayıp, özel şirketlerde bunca yıl çalışmış, dayanabildiğim kadar zorluklarına dayanmış, çalıştığım sürenin neredeyse yarı yılı kadar boşta kalmakla bu evi asla alamazdım.

Sesizliğimi bozan, tüylerimi diken diken eden, o ne olduğunu anlayamadığım sesin kaynağını çözmüş olsam da bir süre önce, dayanmak, tahammül etmek mümkün değil. Bana ne kadar yorucu gelse de, örtsün diye o sesi, duymayacağım ve dayanabileceğim yükseklikte açıyorum müziğin sesini. Dinlediğim müziğin türünün ne olduğu hiç önemli değil o an için. Yeter ki ses olsun, yeter ki örtsün o dayanılmaz sesi. Acı ile ağıt arası bir ses! Neredeyse her gece. Gecenin sesizliğinde kendini duyuran, gündüzün sesinde kaybolan o ürpertici ses! Bazen ele geçen bir nesnenin herhangi bir şeye vurularak o ürpertici sese eşlik eden tok sesi.

Parkta yürüyüş yaparken tanıştığım bir bayanla sohbet sırasında daha önce benim yan bina da oturduğunu öğrenmem üzerine de sesin kime ve neye ait olduğunu anlamış oluyorum.

Doğuştan özürlü bir çocuğunun çıkardığı acı ağıt olduğunu öğreniyorum. Her ne kadar hala her duyuşumda beni ürpertse de, o sır perdesini aralayan sesin kaynağını öğrenmiş oluyorum.

Benden...
15 EKİM 2006

ÇALI ÇIRPIDA BİR YUMURTA BİR DE BAKTIK Kİ YOK ORTADA

ÇALI ÇIRPIDA BİR YUMURTA BİR DE BAKTIK Kİ YOK ORTADA

"Alma o yumurtayı ordan, lütfen anne. 'Yumurtayı yuvasından alanın yuvası dağılır' diyen sen değil miydin? Lütfen anne söz ver bana, ben gidince de alma olur mu?" desem de o an için engellemiş oluyorum
annemi.

Ama anlamamış; yine almış yuvasından yumurtayı, her bahar olduğu gibi. "Her bahar kiraya mı vereceğim onlara ben balkonu mu?" diyor kızarak annem. Birkaç gün çıkmasa balkonuna; pislikleri, çok konan gübrenin bitkiye zarar vermesi gibi zarar veriyor balkona ve de tüm çevreye, kokusuyla, pireleriyle, görüntüleriyle...

Daha önce birkaç yumurtayı almamıştı; yumurtadan çıkarak büyümelerine izin vermişti… "Kaç kuş büyüttük yeter diyor" haklı olarak. Bütün yaz çıkmamış neredeyse evden dışarı hiç. "Yaşlandık diyor artık, dışarıyla tek bağlantım balkonum."

Yaş ilerlediği için zorunlu haller dışında çıkmıyor pek dışarı. Sıkılıyor koca evde yalnız. Her bahar olduğu gibi hava almak balkona çıkıp hava alamıyor, sıcak havalarda balkona çıkamıyor…

Kendisi de analık duygusunu çok iyi biliyor, dört çocuk büyütmüş kolay mı? Bir de torunları ekledin mi buna sayısı yok yuvadan uçup giden yavrularının, kendi yuvalarını kurmak için...

Ana yüreği dayanmıyor, geliyor ana kuş, bakınıyor çalı çırpısına. Uçup uçup giderek, sonra geri dönerek, tek tek her dalını taşıyıp, derleyip çattığı çalı çırpı yuvasını göremiyor. O küçük beyaz yumurtasını ısıtarak süresi gelince çıkaracaktı kabuğundan.

Kırılmış yumurtadan çıkan sapsarı ince tüylerin arasından görünen pembe derisini gizlemeye çalışacak tüm gövdesiyle yavrusunun, daha bir kabartarak kendisini, ana sıcaklığıyla. Gidecek, yine ucup gelecek, yavrusunun kursağına bırakacağı yemini arayıp bularak.

Nice çözümler arıyor annem, ip geriyor balık ağı misali, gazete kağıtları düğümlüyor iplerin üzerinden. Korkuluk dikmeyi düşünüyor bir ara. "Çocuk kıyafetlerinin içini doldurup, bir de baş yaparım" diyor. "Hasır şapkanı da geçirdim mi tepesine bak bakalım gelecekler mi bir daha" diyor. Sonra kendi söylediğini kendisi çürütüyor, "bu kuşlara bir haller olmuş, bizi bile dinlemiyorlar ki, biz varken bile geliyorlar yüzsüzce balkona" diyor. Hala şivesini değiştiremediği Gaziantep diliyle. "Bunların alayı hırsız ne koysam yiyorlar" diyordu. Tüm ailenin her bayramda bir arada olacağı, bayram arifesinde koli ile aldığı
yumurtaları yer olmadığından balkona koyduğu gazete kağıdı ile paketlenmiş paketi parçalayıp, gagaları ile kırıp yedikleri kaç
yumurtayı heba etmişti o kuşlar. Bayram ikramı diye tek tek özenle sardığı yaprak sarmalarının üzerindeki streci parçalayıp yemişlerdi hep. Memleketten getirttiği nice ceviz ve fıstığını saçalamışlardı kurusun diye serdiği balkonuna.

Apartmanın en üst katında olan dairelerinin yatak odasını havalandırmak için açtığı penceresinden içeri girmişti güvercin bir
keresinde. Annem bir yandan, babam bir yandan pencereden dışarı çıkması için kovalasalar da güvercini, can havliyle çıkmaya çalıştığı odadan kanadını zedelemiş olmalıydı ki bir türlü havalanamıyordu. Annem ve babam hayvanı ürkütmemek için bir gün süreyle pencere açık, odanın kapısı kapalı tutarak güvercin çıkar elbet diye beklemişlerdi. Sonunda yıllardır oturdukları evin kuş sorununa balkon ve pencerelerinin kapatılması ile çözümü bulmuşlardı. Balkonun çevresini
son zamanlara da pek rağbet gören camla kaplatıp, pencerelere de tel taktırarak kendilerini meşgul eden kuş konusunu da kıt kanaat geçindikleri emekli aylıklarının bir kısmını kuşlar için ayırarak kapatmışlardı.

Benden...
3 KASIM 2006

AYRILMAYI BİLMEK

AYRILMAYI BİLMEK

Kadın erkek ilişkisinin en önemli yanlarından birisi de “ayrılmayı bilmek” olmalı.

Nasıl geldiğini anlayamadığımız, bir an da bütün kalbimizi saran sevgi çemberi, sadece sevilen kişiye odaklanmış bir düşünce, tüm yaşantımız yaşadığımız aşk üzerine kurulmuşken. Sevginin ne kadar süreceği henüz bilinmezken, karşılıklı yaşanan aşkın bir süresi var ki o güzelim bir saniyelik ayrılıklara katlanılmazken, bir anda herşey tam tersine dönebiliyor ki, katlanılmaz anlar yerini alıyor. Her ne kadar herkes başlayan bir birlikteliğin bir ömür boyu devam etmesini dilesede.

Birlikteliğin bitmesinin en önemli yanı bu olsa gerek. Belki de kişiliklerimizin en belirgin özelliği burada ortaya çıkmakta. Hani eskiler bir insanı tanımak istiyorsan eğer; ya bir yolculukta, ya bir yemekte, ya da içki masasında anlarsın derler. Sanırım bu tanımlamalara ayrılığı da eklememiz yanlış bir karar olmaz. İnsanlar kişiliklerini saklayamadıkları, gizlenmiş bencilliklerini, yapmacık kibarlıklarını burada daha bir ele verirler. En objektif gözlemdir bu. Kadın olsun, erkek olsun bir insanın niteliklerini, yetişme biçimini, davranışlarını, yapısını, olgunluk derecesini anlamak istiyorsak, onun “ayrılırken nasıl davrandığını” görmek yeterlidir.

Bitme noktasına gelmiş bir arkadaşlık, heyecanı ucup gitimiş bir aşk, tükenmiş bir evlilik “ayrılık” aşamasına gelince kişilerin nasıl davrandığı önem kazanır.

Topluma karşı verilecek bir hesap yoktur ortada. En önemli hesaplaşma kendimizledir. Kendimizi haklı çıkarmaya çalışmadan, kendimizi aldatmadan, kendimizi yanıltmadan, dürüstçe hesaplaşabilmek. Bunu birey olarak yapabilmek için kendi kimliğimizi bulmuş olmak, kadın-erkek ilişkisini çıkar ilişkisine oturtmadan, kendi kararlarımızı verebilmek, daha da önemlisi bu kararları taşıyabilmek. Belki başka şeyler de var ama en önemlisi kendimizle hesaplaşmak böyle zamanlarda önem kazanıyor.

Yapılması ya da dikkat edilmesi gereken diğer şey de karşımızdaki ayrılmayı düşündüğümüz kişidir. Biten yanları ona fatura etmeden, biten ilişkinin yıpranışını ille de o insanda aramadan.

Yaşanmış ortak güzellikleri çamura bulamadan ayrılmayı başarabilmek, belki de insan hayatının en önemli davranışlarından biri olsa gerek.

Ayrılmakta olan kişilerin “kendilerine ve birbirlerine” vermeleri gereken hesaptan başka borçları yoktur. Hele topluma verecekleri hesapları hiç yoktur. Bunu bilmemek, insan ilişkileri için umut kırıcı. “Doğru ayrılmayı bilmemek” sevgiyi bilmemek, değeri bilmemek, insanı bilmemek belki de.

Oysa toplumumuzda yaşanan “ayrılık olgusu” bu değerlendirmeden çok uzak. İnsanımız önce “topluma hesap vermek”le yükümlü olduğunu sanıyor. Belki de böyle öğrenmiş, böyle görmüş, böyle yapmakla birşeylere tutunmaya çalışıyor.

Erdal Atabek, Kırmızı Işıkta Yürümek, Altın Kitaplar, Sayfa 173

YABANCIYIZ, HATTA KENDİMİZE BİLE!

YABANCIYIZ, HATTA KENDİMİZE BİLE!

Yakınlığın anlamı kendimizi bir yabancının önünde açığa vurmamızdır. Hepimiz birbirimize yabancıyız, hatta kendimize bile. Hiç birimiz, kim olduğumuzu bile bilmiyoruz.

Yakınlık bizi bir yabancıyla yan yana getirir. Bütün savunmaları bırakmamız gerekir ancak o zaman mümkündür yakınlık.

Korkuyoruz; eğer savunmaları, maskeleri bırakırsak; “kim bilir o yabancı bize ne yapacak” düşüncesinden de kurtulmuş oluruz. Bin bir türlü şey saklıyoruz; sadece başkalarından değil, kendimizden de saklıyoruz çoğu şeyimizi. Çünkü her türlü baskı, çekingenlik ve tabuylarla yetiştiriliyoruz.

Korkuyoruz; karşımızda ki yabancıyla aramızda biraz savunma, biraz mesafe tutmak bize kendimizi daha güvenli hissettiriyor. Ya benim zaaflarımı, kırılganlığımı, incinebilirliğimi bana karşı kullanırsa? O insanla otuz - kırk yıl birlikte yaşamış olsak bile fark etmiyor, yabancılığı hiç kaldıramıyoruz ortadan.

Hepimiz yakınlıktan korkuyoruz.

Bu karmaşık bir sorun, çünkü hepimiz yakınlık istiyoruz. Hepimiz yakınlık istiyoruz, aksi halde bu evrende yapayalnızız; arkadaşsız, sevgilisiz, güvenip yaralarını açabileceğimiz hiç kimse olmadan. Yaralar da açılmazlarsa asla iyileşemezler. Gizlendikçe daha tehlikeli olur, kansere dönüşürler.

Yakınlık temel bir ihtiyaç; hepimiz onun özlemini çekiyoruz. Bir taraftan karşımızda ki insanın bize yakın olmasını, savunmaları bırakmasını, kırılganlığını ve yaralarını göstermesini, maskelerini ve sahte kimliğini bırakıp çıplak kalmasını istiyoruz. Öbür taraftan da yakınlıktan korkuyoruz; yakın olmak istiyoruz ama kendi savunmalarımızı bırakmıyoruz.

Dostlar, sevgililer arasındaki çelişkilerden biri bu: Hiç birimiz savunmayı bırakıp çıplak ve içten olmak istemiyoruz ama hepimiz yakınlık istiyoruz.

OSHO, Yakınlık, 1. Basım, Önsöz

SIRADAN OL

SIRADAN OL

Sıradan ol; olağandışı olursun. Olağandışı olmaya çalış; sıradan olursun.

Herkes olağandışı olmak istiyor. Egonun arayışı bu “özel biri olmak” eşsiz, karşılaştırılamaz biri olmak. Farklı olmaya ne kadar çabalarsan o kadar sıradan görünürsün; çünkü herkes olağandışılık peşindedir. O kadar sıradan bir arzudur bu. Eğer sıradan olursan, bu sıradan olma arayışı olağandışı olur; çünkü birinin sadece bir hiç kimse olmak istemesine çok az rastlanır.

Bu bir şekilde gerçekten olağandışıdır çünkü kimse onu istemez. Sıradan olduğunda olağandışı olursun ve elbette birden, hiç aramazken eşsiz olduğunu keşfedersin.

Aslında herkes eşsizdir. Sürekli hedefler peşinde koşmayı bir an bırakabilsen eşsiz olduğunu anlarsın. Bu keşfedilecek birşey değildir; zaten vardır. Var olmak eşsiz olmaktır. Olmanın başka bir yolu yoktur.

Aynı şeyden iki tane var olmaz. Olağandışı olma arzusu çok sıradandır çünkü herkeste vardır bu. Sıradan olacak kadar anlayışlı olmak çok olağan dışıdır çünkü çok ender olur bu.

Zaten eşsizken nasıl daha eşsiz olabilirsin? Eşsizlik zaten orada; onu keşfetmen gerekiyor. Onu icat etmen gerekmiyor; o zaten senin içinde. Onu varoluşa açman gerekiyor o kadar. O senin varlığın, varlığının özü.

Ama öyle hızlı koşuyorsun, başarmak için öyle bir acelen var ki onu kaçırıyorsun.

Bazen bu gözlük kullanan insanlarda olur. Gözlük gözündedir ama gözlügünü arar. Acelesi vardır, aceleyle her yeri arar ve gözlüğün gözünde olduğunu tümüyle unutmuştur. İnsan paniğe kapılabilir. Hayatında böyle deneyimler olmuştur; arayışın yüzünden öyle bir paniğe kapılırsın, öyle endişelenip huzursuz olursun ki görüşün bulanır, gözünün önünde olan şeyi göremezsin.

Eşsizliği aramaya ihtiyacın yok; zaten eşsizsin. Bir şeyi daha eşsiz yapmanın yolu yoktur. İnsan bunu ancak sıradan olmaya hazır olduğunda anlar.

OSHO, Yakınlık, Owo Yayınları

BİR ANLIK KARE

BİR ANLIK KARE

Hiç unutamamış, gördüğü gün sonrasında uzun bir süre aklından çıkmamıştı. Hatta o gece uyku bile tutmamıştı.

Orada bulunan herkes, sanki daha önce hiç görmedikleri bir şeyi görümüş büyülenmiş gibiydiler. Baktıkları şey için yorum bile yapıyorlardı.

Odaya girdiğinde çember oluşturmuş, atılan bir gol sonrasında kafa kafaya vermiş golün sevincini yaşayan futbolcular gibi çoşku içindeydiler. O’nu gördüklerinde, daha bir kapandılar üzerine, ondan gizlemeye çalıtıkları şeyin. Göstermediler, ayrıldılar birbirlerinden.

Karakterinin henüz oluşmadığı, kişiliğinin oluşma aşamasında zorlandığı herşeyinden belli olan Ramazan’da kalmıştı saklanan şey her ne ise.

Daha da dikkatini çekmek için, daha bir cazip hale getirmek için elinden geleni yapıyor, bir yandan da göstermemek için direniyor, her konuşmasında vücut dilini olabildiğince ön plana çıkarttığı yetmiyormuş gibi, ağızından çevreye saçtığı tükürüklerle daha bir sevimsizleşiyordu.

Bulunduğu işyerinde sorumlu olabileceği bir işi bile olmayan, “hamili kart yakinimdir” edası ile işe alındığı, “ne iş olsa yaparım abi” tavrıyla, işe giren herkesin sıkı elemelerden geçtiği insan kaynaklarından ancak göz yumularak geçtiği her halinden belliydi.

Merak içindeydi, merakını yenmek istiyordu, açık saçık bir kadın fotoğrafı olabilir mi diye aklından geçirdi. Öyle bir şeye cesaret edemezdi, sonuçta o’ da bir kadındı. Uygun düşmezdi. Tavrı iyice sinirine dokunmuştu. Vaz geçti. Çalışma masasına döndü.

Ramazan bu; kafaya koymuştu. Eninde sonunda sakladığı şeyi gösterecekti. Uğraştığı bir işi olmadığı gibi, işi ile uğraşanlarla uğraşmayı kendine iş edinmişti.

Üzerine üzerine gitti. “Hayır görmek istemiyorum” dese de Ramazan ısrar ediyordu. Diğer odaya çağırdı. “Dayanamaya bilirsin” dedi. “Pişman olabilirsin, ben karışmam ona göre” diyerek pantolonunun arka cebinden kartı çıkardı. Bir fotoğraftı, yanına sokuldu ve...

Bir anlık görmek bile beynine kazımıştı görüntüyü. Gözlerini sımsıkı kapadı, o görüntüyü bir kez daha görmeye cesareti yoktu. Midesi ağzına geldi. Hiç birşey diyemiyor, haraket bile edemiyordu. Fotoğraf makinesi ile böyle bir karenin çekileceği hiç aklına gelmezdi. Ağzından sadece “korkunç” kelimesi çıktı ve gözleri dolu dolu oradan uzaklaştı.

Ramazan askerliğini yeni bitirmişti. Yaşadıklarını henüz üzerinden atamamış, psikolojisi için de uzmandan destek alıyordu. Belki de haklıydı, ölmemek için öldürmüştü. Öldürmek için bir kurşun, belki ikinci bir kurşun gerekecekti. Sıkılan kurşunun haddihesabı yoktu, atış talimde ki hedef tahtasından farksızdı. Delik deşik bile değil, oyuk oyuktu. Kolları bacakları gövdeden itibaren yoktu.

Estetikten uzak Rönesans heykelleri gibi cansız bedeni yerde, kim olduğu anlaşılamacak derecede yanmış bir kadın vardı görüntüde. O’nu daha da üzen, ölmek için öldürmemin ötesinde, görüntülenmesiydi. Hele hele buralara gelip göstermesiydi.


Benden…
3 Eylül 2006

BİR DEMET SEVGİ

BİR DEMET SEVGİ

Görür görmez durdu, sağına soluna bakındı, çevrede kimse yoktu. Bankın üzerinde öylece taptaze duruyordu, tüm canlılığı ve renkleriyle. İzlenecek bir manzara bile yoktu, gökyüzünün maviliğini yansıtan ne bir su, ne de yeşilin bin bir tonunu oluşturan bir park.

Caddeye bakan banklar amaçsızca tek sıra halinde yola paralel dizilmişti. Yürüyüş yolu bile değildi, ama banklar konmuştu oturulsun, bir soluk alınsın diye.

Araçların yoldan geçişleri ona kara sinek sürülerinin geride bıraktığı çirkinliği hissettirdi bir anda. İçi almıyordu orada oturmaya.

Görmek onu durdurmaya yetmişti. Uzandı, eğildi, elini uzatmakla uzatmamak arası bir kararsızlıkta geri çekti. Ne çok şey geçmişti aklından bir anda. Sanki birilerine bir mesaj iletiliyordu. Ya da kabullenilmemiş bir sevginin "hayır" ifadesi miydi? Belki de biten bir aşkın özür demetiydi bırakılan. Belki unutulmuştur diye düşündü. Tam bana ne ki diye düşünürken çevrede
hastanelerin olduğunu fark edip, umut dolu bir duygu ile alınmış olup, amansız bir hastalığa yakalanan birilerini görmeye gelip de görememek miydi?

Tüm sıraladıklarını bir anda aklından sildi. Ne kadar heyecanlanmıştı, her şeyin ilkiydi o anda yaşadığı. Uzun siyah saçları omuzlarından dökülürken, kara gözleri gözlerinin akıyla inatlaşırken, gözleri gözlerine deydiği anda
kilitleniyordu bakışları.

Okuldan dönüyordu, üzerinde ki siyah önlüğü onu daha bir asi gösteriyordu, yakışıyordu da. Belki de onun bu inadı idi beni çeken diye düşündü. Bir kez görebilmek, söze dökebilmekti tek istediği. Bir kez daha konuşabilse sanki kabul edecek gibi geliyordu. Kaç kez geçmişti onların sokağından. İşte şimdi karşısındaydı. Kalbi tüm hızı ile çarpmaya başladı, duracak gibi oldu bir an. Tüm bedeni ateşler içindeydi. Diyemedi. Onun için hissettiklerini bir sonra ki heyecanlı rastlaşmaya bıraktı istemeden.

Bankın üzerindeki renk cümbüşü kendi geçmişine götürdü bir anda. Çalan korna ve ani firen sesi çocuğu için alacağı kitabı aklına getirdi. Bir türlü bitmiyordu yol, yürümek bu karmaşada yorucu gelmiş, ulaşımın daha sonra rahatlaması için kapatılan yollar ve yağan yağmurla birlikte çekilmez bir hal almıştı.

Kalp kırmak kolaydı, bir düşüncesizlik yapmıştı ve özür dilemek için bile bir fırsat tanımamıştı. Fırsat kaç kez yakalanırdı ki! Aklından atamamıştı. Çoğu şey onu hala hatırlatabiliyordu. Aradan yıllar geçmiş, ona olan sevgisi evliliğe dönüşecekken nedensiz, anlamsız bir sebepten görüşemez olmuşlardı.

Ailesi ile birlikte sevdiği insanın evine gitmek için hazırlanmış, özel günler için sakladığı kıyafetlerini giymişti. Çok sevdiği çiçeklerden kocaman bir demet yaptırmış, giderken bir kutu çikolata ile formaliteyi yerine getirmişti. Ailelerin tanışması o kadar da önemli değildi onlar için, onlar birlikte olsunlardı yeterdi. Bir çatı altında her anları birlikte geçsin yeterdi.

Aileler iki sevgilinin sevgisini tek sevgiye dönüşmesi için engel olmuştu. Kuralları yıkamamış, değerleri çiğneyememişti, bir türlü yapamamıştı işte. Çiçek kabul görmemiş, vazoya bile konup odaya getirilmemişti.

Camlarda biriken su damlacıkları gibi gözlerinde biriken göz yaşlarını içine akıtarak, geçmişin hatırlanması o anı çıkmaza dönüştürmekten başka bir şey değildi.

Benden...
2 EKİM 2006

BAĞIMSIZLIK KORKUSU

BAĞIMSIZLIK KORKUSU

“Yalnız olmaktan nefret ediyorum. Keseli hayvanlar gibi bir başkasının derisinin altında yaşamak isterdim. Emniyette olmayı, sıcak, bakılıp gözetiliyor olmayı, havadan, hatta yaşamdan daha çok istiyorum.”

Yukarıda ki paragraf ‘Sindrella Kompleksi” adlı kitaptan alıntıdır. Severek sayfalarını karıştırdığım, aldığım notları geri dönerek tekrar tekrar okuduğum kitaplar arasındadır.

Belki de bağımsız olabilmek, kadınların kendi ayakları üzerinde durabilmesinin ne derece zor olduğu toplumumuzda en çok üzerinde durulması gereken konulardan birisi... Bağımlı olmakan korkacağımız yerde bağımsız olmaktan korkar durumdayız, ne acı!

Çünkü iş bağımsızlığa gelince, “Gerçekten kendi ayaklarımızın üstünde durduğumuz zaman, kadınlıktan uzaklaşacağımızdan, sevgisiz, sevimsiz, çaresiz kalacağımızdan korkuyoruz. Belli bir yaşa kadar ana-babamıza bağımlı yaşarken, onların sorumluluğundan çıkar çıkmaz kocanın sorumluluğu altına girerek hayat boyu birilerine bağımlı halde yaşar buluyoruz kendimizi.

Bunun için de başkalarını suçlamanın ötesine pek geçemiyoruz. Ama “Onları” suçlayarak ya da dizimizi döverek özgürleşemeyiz. Özgüven eksikliğimizden, bağımsız olabilmenin gerçek gücünün bir kadına daha da güç katacağını bildiklerinden ya da bilmediklerinden midir nedir, ondan da yoksun bırakılarak yetiştiriliyoruz.

Kendimizde varolan gücümüzden korkar hale gelerek bağımsız olabilmek için bir çaba sarfetmeden, içinde bulunduğumuz çıkmazdan yakınır dururuz. İliklerimizi donduran bağımsızlık korkumuzu gizler dururuz.

Bağımsızlık, başkalarının bize bahşedebileceği bir armağan değildir. Bu gücün kendimizde olduğunu hissederek, gücümüze güç katarak adım atmalıyız. Ama değil uygulamak, düşünmesi bile korku veren bir mücadele haline geliyor bazen. Herşeyden elimizi ayağımızı çekip, mutlu olmayan evlilikleri, çalışabileceğimiz bir işi yapamamak korkusu ile başlamadan vazgeçtiğimiz, “ne derler” diyerek çevrenin etkisini ve baskısını üzerimizde hissederek düşünce aşamasında vazgeçer oluruz.

Her şeyden “onları” sorumlu tutmaktan vazgeçemediğimiz, kendi sorumluluğumuzu üstlenmediğimiz ve bu sorumluluğun sonuçlarını göze almadığımız sürece özgürleşemeyiz.

Öğrendiğim bir şey varsa o da, özgürlüğün ve bağımsızlığın, başkalarından (genelde toplumdan, ya da erkeklerden) alınamayacağı! Sadece yoğun emekler sonucu içeriden geliştirilebileceğidir. Buna ulaşmak için, kendimizi emniyette hissetmek amacıyla kelepçe gibi kullandığımız her türlü bağımlılıktan vazgeçmek zorundayız.

Yine de bu alışveriş o kadar tehlikeli değil. Kendine inanan kadın, yetenekleri dışındaki şeyere ilişkin boş hayallerle kendini aptal yerine koymak zorunda değil. Aynı zamanda, usta ve hazırlıklı olduğu işlerle karşılaşınca geri de çekilmeyecektir.

Böyle bir kadın gerçekçidir, ayakları yere basar, kendini sever. Sonunda, başkalarını sevmekte de özgürdür, çünkü kişi kendini sevmektedir.

Bütün bunlar, özgürlüğe uyanan kadının bir özelliğidir. Kendini bilen her kadına, “benim” diyebilmesi için, kendinde o cesareti bulamayan bütün kadınların bir adım atması için, bir şeylerin kendilerini tetiklemelerini beklemeden bir rehber oluşturur umarım bu yazım.

Benden…
1 EYLÜL 2006

GRAFİK TASARIMI

GRAFİK TASARIMI

Renklerin, şekillerin ve harflerin bir araya gelipte, bir de fotoğrafı koydun mu içlerine, ne nereye uygun gider diye belirlenmiş bir alan içinde tasarlayıp uygulayınca bunun adına “grafik tasarımı” deniyor. Bir de bunları bir araya getirecek bir konu olmalı ki, kimi zaman bir fikir ile ifade edilebilsin, kimi zaman da verilen bilgileri en net, en anlaşılır, en çarpıcı şekilde anlatılabilsin.

Grafik tasarımı günlük hayatımızda o kadar etkin ki, bir ürünü almak, onu satmak, bilgilenmek, yönlendirmek, hatta hatta eğitmek konusunda bile ilk planda yer almaktadır. Her an elimizin altında kullandığımız ya da tükettiğimiz birçok şey grafik tasarımı ürünüdür.


Grafik Sanatı aslında bir sanat dalı. Ama çoğu insan bunun sanat olduğunu bilmiyor. Bir yaratım süreci, bir ifade biçimi olduğunu azımsayarak her bilgisayarın başına oturup, var olan programları kullanabilyorsa, herkes tasarımcı oluyor. Kimileri “benim grafikçim” diyor, kimisi”grafiker” diyor, kimileri “bilgisayarcı” diyerek isimler yakıştırıyor, grafik tasarımı uygulayan kişinin adına. Olması gereken “grafik tasarımcı” ya da “grafik sanatçısı” tabi grafik sanatı adına ürünler verdiyse.

En büyük haksızlığı bir üniversiteye kapak atmak için uğraşıp, sonuçta bir yerlere giremeyen çoğu sanata yatkın olmayan gençlerin bir tanıdık yardımı ile bir fakülteye kapak atması oluyor. Ama ben buna inanmıyorum, inanasım gelmiyor. Sadece duyduklarım. Çünkü insan sırf bir diploma uğruna sevmediği, beceremediği bir bölümü, kendine meslek edinmemeli.

Günümüzde pek de bilinmemekte grafik tasarımı. Yeni tanıştığınız biri ile “mesleğiniz nedir” diye sorulduğunda, “grafik tasarımcıyım” dedikten sonra, soru işaretleri ile bakıldığından bir açıklama gereği duyuluyor. Basılı işlerin ön hazırlığı diye genel bir tanımlama yeterli gelmediğinden, en açıklayıcı biçime geçerek “afiş, kartvizit, broşür gibi basılı işlerin tasarımı” örneklemesi daha anlaşılır kılıyor bu mesleği.

Olabildiğince keyifli mesleklerden biri. İçerisinde yaratım var, bir konuyu görsele dönüştürmek var, bir fikri afişe, bir konuyu tek bir şekille ifade etmek var... Sanatı biçimlendirilen bir konu ile ifade etmek ve karşılığında geçim kaynağınız olan parayı almak, biraz uzakaştırıyor sanattan bence. Çünkü piyasada yapılan grafik tasarımı sadece ihtiyaca yönelik oluyor. Zaten her zaman geç kalındığı için işi talep eden taraf hep, “çok acele” ibaresi ile getirdiğinden belli bir tasarım süresi konmadan ilk olabilirliği düşünülerek, belki esinlenme adına daha önce yapılan birkaç çalışmayı kopyeleyerek ortaya kısıtlı zamanda işi çıkarabilmek, grafik tasarımını aslından çıkarıyor.

Onaltı yıllık meslek hayatımda, severek ve çok isteyerek seçtiğim grafik tasarımcılığı farklı iş yerlerinde uyguladım. Şu anda bu kadar süre sonunda bilinçli ve başarı ile bu mesleği yaptığımı düşündüğümden ve geçen süreyi de dikkate alarak en olgun dönemin içerisinde olduğumu düşünüyorum.

En büyük zevki uyguladığım tasarımda başkalarının beğenisinden çok kendi beğendiğimde alabiliyorum. Eğer “tamam” diyebiliyorsam yaptığım tasarımdan haz alabiliyorum. Kaç meslekte vardır ki bu yaptığın işte haz almak. Şanslı mesleklerden biri olarak niteliyorum.

En yorucu kısmı her hangi bir işin müsteri tarafından biz grafik tasarımcılara aktarılırken yaşıyoruz. Kimi müşteriler, bir işi istiyorlar ama (bu afiş olsun, broşür olsun) bizim orada neyi vurgulayacağımızı bilmiyorlar. Biraz da müşterileri bilinçlendirmek gerekiyor. Sadece ne yaptıracağına karar vermeleri yetiyor onlara. Bu da yapılan işi çıkmaza sürüklüyor.

Dileğim bildiklerimi bilmek isteyenlere aktarmak bundan sonra... Kendim için de işin sanat boyutuna geçmek dileğim.

Benden...
19 HAZİRAN 2006

BABAMA,

BABAMA,

Çok düşündüm. Babama ne armağan verebilirim diye. Sen dünyadaki her şeye sahip olduğun için sana verebileceğim bir armağan henüz bulamadım. Çünkü sen hiç kimsenin sahip olamayacağı en güzel şeye sahipsin!..

Bu bir kitap olabilir mi? Hayır. Ben senin okuyabileceğin kitabın kararını veremem. Çünkü sen herkesin okuyabileceği kitapları yazıyorsun. Belki bir yelek, bir hırka, ama zaten sana bunları istediğimde armağan olarak verebiliyorum, özelliği olmalı diyorum babama verebileceğim armağanın. Sonunda buluyorum.

Son birkaç aydır öykülerim dergide yayınlanıyor. En büyük desteği ve yersiz olmadığını bildiğim övgünü aldığım için, yazabildiğimi düşünerek sana da bu yazıyı armağan ediyorum. Hem de bu sanal ortamdan yollayarak iletmek istiyorum. Biliyorum ki postacıyı beklemeden elektronik ortamda "gelen postaları" her sabah ilk iş olarak gözden geçiriyorsun. 

Sana en güzel armağan, senin beni senin yolunda ilerlerken izlemen olur ancak. Yanlışıyla, doğrusuyla... Şimdiye kadar yanlışlarımla, doğrularımla her zaman beni destekleyen ve yanımda olan oldun. Senin onaylamadığın yanlışları bile bana öyle güzel ilettin ki, yanlışlarımın arkasında durabilmeyi öğrettin. Kırdığın bir günü hatırlamam çok zor, çünkü sen hiç kırmadın beni, ben seni kırdığım halde.

Hayatım boyunca yaşamımı etkileyecek kararımı alırken bile beni bir sözünle uyardın, "ama sen sevdiysen biz de severiz" diyerek aldığım kararı uygulamamam için karşı durmadın. Ama ben gençliğin verdiği heyecan ve gözü karalıkla, kendi doğrularımı doğru bilerek attığım adımla, yıllar sonra aldığım kararın ne kadar yanlış olduğunu anlamış olsam da... Bunu şimdi daha iyi anlıyorum! Ama hayat bu sanırım. Herkes kendi yanlışları ve doğrularıyla yaşamayı tercih ediyor her nedense. Tıpkı benim yaptığım gibi.

Senin yolunu izlemekle ne kadar doğru bir karar verdiğimi şu an yaşadığım küçük problemi seninle paylaşırken bile, "sabret kızım bak göreceksin, kokusu çok yakında çıkar" diyerek sabırla bekleyip de dediğin gibi sonuçlanması, senin doğruları görebilmen konusunda bana örnek olmanı bir kez daha kanıtladı. 

Kendimi bilgi ile doldurmaya çalışıyorum ama, bunda da çok yavaşım biliyorum. Senin gibi olmayı çok isterim ama bunun için çok çalışmam gerektiğini biliyorum. Hatırlıyorum da yılmadan, yorulmadan çalıştığın günleri. Bizlerin yükü ile birgün olsun o disiplinini bozmadan, sapmadan sürdürdüğünü. Onca yaşam mücadelesi verip bu günlere gelebilmenin yolunu en yakından izleyenin olarak ne kadar mücadeleler verdiğini iyi bilirim.

Bizlere olan sevgini öyle güzel ilettin ki, bir kez olsun bize olan sevginde eksiklik hissetmedik. En ufak başarılarımızı en büyük başarılar kadar destekleyip, bize cesaret verdin her konuda. Başarısızlıklarımız karşısında hiçbir zaman kızmadın, darılmadın, kırmadın. Nasıl düzeltme yoluna gidebiliriz onu öğrettin. 

Senin kızın olmaktan her zaman gurur duyuyorum. Bunu senin bana koyduğun "Babasının Kızı" ismini de, senin bana olan armağanın olarak kabul ediyorum. Bu ismi de "Balta" kadar kabullenip benimsiyorum. Bu yaşımda bile seni çok sevdiğimi söylemekten büyük mutluluk duyuyorum.

İyi ki senin kızın olarak dünyaya gelmişim, iyi ki senin gibi bir babanın kızı olmuşum. Benim sana bulamayıp da veremediğim armağanı sen bana veriyorsun babacığım.

Bana, ben olmayı öğrettiğin için teşekkür ederim.

Babasının Kızı
12 HAZİRAN 2006

FARKINDALIĞIN FARKINDA MIYIZ?

FARKINDALIĞIN FARKINDA MIYIZ?

Hepimizde bir bilinçsizlik hakim. Hepimiz sefil durumdayız çünkü ne yaptığımızın, ne hissettiğimizin, ne düşündüğümüzün farkına varamıyoruz. Kendimizin farkında olmadığımız için de her an kendimizle ve çevremizle çatışma halindeyiz. Eylemlerimiz bir yöne giderken, düşüncelerimiz bir yöne, hislerimiz ise bambaşka bir yöne gidiyor. Uyum içerisinde bir bütün olamıyoruz. Sürekli bölünüyor ve sürekli parçalar haline ayrılıyoruz.

En büyük sefaletimiz bu olsa gerek. Bütünlüğümüzü ve birlikteliğimizi yitiriyoruz. Yaşadığımız hayatta farkına varamadığımız sürece yaşantımız perişan bir hal alıyor, trajik oluyor, taşınması gün geçtikçe ağırlaşan bir yük halini alıyor. Istırap dolu günler yaşıyoruz. Bu ıstırabı azaltmak için de farklı çıkışlar yollar arıyoruz. Ama çözümün kendimizde olduğunun farkına varmadan, kendimizi daha da çıkmaza sokarak çözümler arıyoruz.

“Ben sana bir ahlak dersi vermiyorum. Bu doğru, bu yanlış, bu ahlaklı, bu ahlaklı değil” demiyorum. Bunların hepsi çocukçadır.
Ben sana çok basit bir kriter veriyorum: “FARKINDALIK” *

Eğer farkındayken bir şeyi yapıyorsak her ne ise doğru yapıyoruzdur. Farkında olarak yanlış bir şey yapmak imkansız gibidir.

Eğer farkındalık olmadan bir eylemde bulunuyorsak o sadece bir gösteriş ya da iki yüzlülüktür, başka birşey değil. O tür davranışlar bizi doğallıktan uzaklaştırır, yapmacık hale getirir. İnsanı özgür kılmaz, tutsak eder.

İlk adımı kendi bedenimizi izleyerek atabiliriz. Her hareketimize, her mimiğe dikkat kesildiğimizde, önceden yaptığımız çoğu şeyi yapmamamaya başlarız. Tüm bedenimizde bir rahatlama, bir gevşeme ve huzur hissederiz.

İkinci adım da düşüncelerimiz olmalıdır. Düşüncelerimiz bedenimizden daha zor fark edilir ve daha tehlikelidir. Zihnimizde ki tüm düşünceler iyi ya da kötü bizi etkiler, hayatımız olarak bizle var olur.

Bedenimiz ve zihnimiz huzurlu olduğunda her ikisinin bir bütün olduğunu, birbirleriyle uyum içerisinde olduklarını farkederiz.
Üçüncü adım ise, duygularımız, hislerimiz ve ruh hallerimizin farkına varmaktır ve gittikçe daha da zorlaşmaktadır.

Bu üç adımın bütünlüğü ise tek bir olguda toplanır. Dördüncü adım olarak kendiliğinden ortaya çıkar. Herşeyin farkına varmış bir insan haline sokar, kişi kendi farkındalığının farkına varır. Sonsuz mutluluk bu dört adımın sonucunda gerçekleşir.

“Beden zevki bilir, zihin hoşnutluğu bilir, kalp coşkuyu bilir ve kişi sonsuz mutluluğu bilir. Sonsuz mutluluk amaçtır ve farkındalık da ona doğru giden yoldur.” *

* OSHO (Farkındalık, Türkçeye Çeviren: Amrit Sangeet, Ovvo Basım Yayın ve Tanıtım Hizmetleri Tic. Ltd. Şti.)

Benden...
9 HAZİRAN 2006

1 Ekim 2007 Pazartesi

POLİTİKA GÜÇ ARZUSUDUR

POLİTİKA GÜÇ ARZUSUDUR

Bana soruyorlar “ne zaman politika hakkında yazacaksınız” diye. Bunun cevabı hiçbir zaman. Çünkü herkesin bildiği ve çoğumuzun farkına bile varamadığı politikayı kastettiklerinden emin olduğum için ilgi alanım değil. Kastedilen politika sınıflandırması için yaşanılan olayları daha derinden takip etmeliyim ki, politika yapanların üzerine kendi yorumlarımı yazabileyim. Ama dediğim gibi politika hiç mi hiç ilgimi çekmemekte. Belki şu soru akla gelebilir, seni yönetenlere neden bu kadar ilgisizsin diye. Bana gereken kadarını bildiğimi düşünüp, o konu üzerinde yazılması gerekenleri benden daha bilgili ve ilgili kişilerin yorumlarına bırakıyorum.

Politika için burada çok severek okuduğum “OSHO”nun kitaplaştırılmış söyleşilerinden politika için düşüncelerine birkaç paragraf alarak yeri geldiğince yer vereceğim.

Bu düşüncelere tamamen katıldığım için de politikacıları ve politikayı bu şekilde düşündüğüm sürece benim dışımda gelişecektir. Kendi yaşantım çerçevesinde de politikaya yer vermediğim sürece kendimi başarılı hissedeceğim. Zira politika benden çok uzakta.

“Siyaset dünyası temelde içgüdüsel seviyededir. Orman yasalarına aittir. Güçlü olan haklıdır. Politika neredeyse tek bir matematiksel formüle indirgenebilir: Politika güç arzusudur.”

Politka aslında bizim bildiğimiz siyasetle kısıtlı kalmayıp, ne zaman birileri diğeri üzerinde güç gösterisi yapıyorsa orada politika vardır. Yani meydanlarda gövde gösteri yapan politikacılar, ülkeyi yöneten liderler, parti yöneticilerinin yaptıkları ile dar bir çerçevede kalmıyor. O kadar yakın ki bize yaşantımızda heran politika ile iç içe yaşıyoruz.

Politika aslında anlaşılandan daha kapsamlıdır. Erkekler tarih boyunca kadınlar üzerinde bir politik strateji uygulamış ve kadınların erkeklerden daha düşük seviyede olduğunu söylemişler. Kadınlar bu konuda ikna olmuşa benziyor ki erkeklerin kendi koydukları kuralları bir güç gösterisi olarak kabul ettikleri yetmiyormuş gibi bir de kadınlara kabul ettirmişler.

“Kadınlar ne erkeklerden düşüktür, ne de onlardan üstündür. Onlar insanlığın tamamen farklı iki kategorisidir, kıyaslanamazlar. Onları kıyaslama düşüncesi bile aptalcadır ve kıyaslamaya başladığın zaman, işin içinden çıkamazsın.”

Dünyanın neresine gidersek gidelim, kadınlar her zaman erkeklerin yanında ikinci sınıf insan uygulaması görmektedir. Eğer kadın ve erkek eşit olsa idi ne olurdu, bence erkekler kendilerinin var olan güç duygularını kadınlar üzerinde gösteremediğinden kendi içlerinde daha bir çatışacaklardı. Sanırım doğalarında var!.. Kadınlar erkeklerden sadece kas gücü olarak zayıflar, onun dışında bir fark yok ortada. Bir de erkeklerin kendilerince koydukları farklılıklarla; kadınların kısa boylu ve daha zayıf olmaları, erkekler tarafından engellenerek her konuda başarı gösterememeleri. Kadına istenilerek verilen tek sorumluluk ev kadınlığı. Kadının üstlendiği hiç bir görevi erkek üstlenemez. Ev işi ile ilgilenemez, bebeğe bakamaz, erkekler erkek olarak kendileri ile ilgilenemez... Yapsa da çok kısa bir süre sonra herşeyi akışına bırakır, sorumluluğu üstlenemez.

“Sorumluluk her zaman daha üst düzeyde olanda bulunur.”

Kadınlar bu kadar bastırıldığı halde her konuda erkeklerden daha güçlüler. Ve erkekler bunu daha çok başında fark ettikleri için, en başından kadınları engellemişler.

“Kadınların daha çok sorunu var. Kendi sorunları ve erkeklerin onlar için yarattığı sorunlar.”

“Birinin devlet, hükümet ve benzeri şeylerle ilgilenmesi gerekmiyor. Her güç saplantısı seni bir politikacı yapar. Karısından üstün olmaya çalışan bir koca da.”

Yaşantımızın hangi aşamasında olursa olsun hep bir güçlü olma, diğerinden üstün olma mücadelesi var, iş yerinde yaşınılan ast üstlükler, arkadaşlık ilişkisinde ben sen çekişmesi... Ama kimse asıl uğraştığı konu ile ilgilenmez her nedense de herkes işin politikası ile ilgilenir.

“Herkes bir merdivenin basamağında daha üste çıkmaya çalışırken, diğeri onu paçasından tutup aşağıya çekmeye çalışır. Daha üstekiler ise onlarla aynı seviyeye çıkmaması için kafasına basar.”

Eğer iyi bir gözlem gücüne sahipseniz, merdivenin hangi basamağında olursanız olun, bu durum her alanda, her yerde ve her basmakta yaşanmaktadır. İnsanın doğasında olsa gerek ki, sürekli dahasını istediğinden akla gelmeyecek her türlü yolu dener, diğerinden daha yüksekte ve daha üstün olmayı hedefler.

Benden…
30 MAYIS 2006

KENDİMİZİ BİLİYOR MUYUZ?

KENDİMİZİ BİLİYOR MUYUZ?

Kendine dönüp bir bak, başkalarını yargılamadan. Önce kendini yargıla, sorgula. Ben kimim diye sor kendine, sonra ara başkalarında görmeye çalıştıklarını kendinde. Sen nerede olduğunu biliyor musun, o eleştirdiğin insanın karşısında...

Ne rahat aslında başkalarını eleştirmek, yapabiliyor muyuz bire bir yüz yüze onlarla olduğumuzda eleştirilerimizi. Yokken ne kadar da rahat konuşuyoruz onun için düşündüklerimizi, söylemek istediklerimizi, kızgınlıklarımızı, kırgınlıklarımızı...

En rahat bir başka kişiyle konuşuyoruz, diğeri hakkında. “Aman kimse duymasın” desekte, bir tek “duyulmasın aman” diyen duymuyor diğerlerine duyurulduğunu. Karşı tarafın bizim onun için düşündüklerimizi kaldıramayacağını mı düşünüyoruz, yoksa olumsuz eleştiriyi, ya da var olan problemi yansıtamamak mı aramızdaki çözemediğimiz.

Belli bir olgunluk gerektiriyor sanırım onu diyebilmekte, onu duyabilip, hazmetmek, gerekli olgunlukta yanıtlamakta. Yapabiliyor muyuz? Hayır.

Yalan yanlış duymak bile yetiyor bir başkasından bizim için denenler, tam olarak bilmeden çözüme ulaşmak yerine, iyice düğüm yapıyoruz herşeyi.

Boşa geçiyor zaman. Belli bir yaşa geldikten sonra geçen zamana üzülürken dönüp baktığında, kalan zamanın ne kadar da azaldığını fark ediyorsun bir anda.

Görmemek en rahatı, ne gerek var ki kendimizle uğraşmaya. Bir başkası ile uğraşmak varken meşgul etmek kafayı, takıntılı hale gelip sürdürmek herşeyi.

Çok basite alınıyor herşey. Yaşam basite alınmamalı, detayları olmalı ilişkilerin. Bu kadar basit konularla geçirilmemeli, harcanmamalı bu değerli zaman ve yaşam.

Sık sık uyarır büyükler; aslında ne güzel, onların uyarılarını dikkate almak. Ama henüz o bilinçte olmadıktan sonra yaşanılmış tecrübeler bile işe yaramıyor. Onların bize sunduğu hazır tecrübeleri, yaşayarak tecrübe ediniyoruz kendimize. Tıpkı onların yaptığı gibi...

Belki dinlenmeli büyükler “o adamdan hayır gelmez” dediklerinde bizim yıllar sonra yaşayarak görebileceğimizi onlar işin başında görüyorlar. Belki ileride ekmeğini kazanacağımız mesleği seçerken bile “o okuldan mezun olunca iş bulamazsın” dediklerinde bir iş bile bulamayıp, beş parasız nasıl geçinemeyeceğimizi çoktan görmüş oluyorlar. Zamanı boşa harcamayı en iyi şekilde başarırken, “eline bir kitap al oku”yu boşuna demiyorlar. Sıradan günlük yaşamla kazanılan pek bir bilgi yok sanırım, onu da biliyorlar. Kitabın insana kattığı değeri biliyorlar.

Kendimizi ortamdan soyutlayıp tüm gözlem gücümüzle çevremize bakabilsek içinde kendimiz olmadan. Kendimizi katarak değerlendirebilsek daha sonra. Karşılaştığımız olumlu ya da olumsuz olaylardan, ilişkilerden, tüm yaşanılanlardan bir ders alabilsek... Yanlışlar doğruya çevrilebiyor mu, doğrular kendimizde bir değer oluşturabiliyor mu, anlayabilsek...

En büyük mutluluğun almış olduğumuz sorumlulukları hissederek, yaşayabiliyor muyuz, kimsenin takdirini beklemeden içimizde hissedebiliyor muyuz? Diğerinin davranışları bizim problemimiz olmadan, onun problem ettiğinin aslında küçük bir anlık şey olduğunu, unutup kaldığı yerden başlayabileceğini söyleyebiliyor muyuz?

Her anın farkındaysak eğer; o anda kendimizin farkındaysak, gözlemleyebiyorsak kendimizi, tümü ile değerlendirebiliyorsak ne mutlu bize...

Benden...
19 MAYIS 2006