3 Aralık 2008 Çarşamba

MUTLU SON

MUTLU SON

Tam tamına üç yılı doldurmuştu kendine ait şirketinde. Birkaç tanıdığın muhasebesini tutuyor, bu tür işler tanıdığın tanıdığa tavsiyesi üzerine olduğu için muhasebesini tutacak yeni bir şirket bulamıyor, borçlarla boğuşur bir halde çözüm arayışlarına gidiyordu.

Merkez Bankası’nda çalışan bir arkadaşı, Türkiye’nin durumunun iyiye gitmediğini, paranın gittikçe değer kaybettiğini, yakında devalüasyon olacağını, dolar olarak ödediği dükkan kirasının kendisini zorlayacağını, Türk lirası ile ödeyebileceği bir iş yeri bulmasını önermişti kendisine. Arkadaşının bu konuşmalarını pek dikkate almamış, elbet bir çıkar yol bulurum diyerek uyarıları kulak ardı etmişti. Kendine güveni sonsuzdu, kendi kendinin patronuydu, hırslıydı, başarılı olacağından emindi.

Belma aradı kendisini, yeni bir şirkette işe başladığını, şirketin muhasebesini tutup tutmayacağını sormuştu. Tercih yapması söz konusu değildi elbet. İş yoktu, canı sıkkındı, böyle bir teklifi bekletemezdi, aldığı adrese bir saat içinde gitmişti.

Belma, Mehmet’i iyi tanıyor, ona güveniyor ve işine ne kadar saygı duyduğunu birlikte çalıştıkları için biliyordu. Güvenilir insandı Mehmet, sözünün ve işinin eriydi. Belma, kendi işvereni ile tanıştırırken “Çok iyi bir insan” diye tanıştırmıştı.
“Belma sizden bahsetti bana” diye söze girmişti iş veren. Muhasebe işlerini konuşurken yeni bir alışveriş merkezi inşa ettiklerini, bitmek üzere olduğunu bitişiğinde de küçük bir akaryakıt istasyonu kuracaklarını açıklamıştı. “Güvenebilecekleri, önerebileceği birileri var mı?” diye kendisine sorulmuştu. O an için pek dikkate almamış, “Aklımda bulunsun, uygun olan birileri olduğunda haber veririm size” demişti. Aradan birkaç gün geçmiş, muhasebe işlemlerini bildirirken, yöneticilik için uygun adayın olup olmadığı sorulmuştu kendisine. Hiç kimse yoktu çevresinde şu an için, kimseye de kefil olmak istemiyordu. Yardımcı elemanı yoktu, gerekli evrakları almak için kendisi gitmişti Belmaların şirketine. İşveren Mehmet’e, “Elemanı boşverelim, gel bu işin başına sen geç” demişti. Bir anda şaşırmıştı, iş aramıyordu ki, hem o kendi kendinin patronuydu, yıllardır başkalarının emri altında çalışmış, kendisi işini eninde sonunda kurmuştu. Belma söylemiş olmalı, onun sözüne güvenmiş olmalı ki bu işi bana teklif ediyorlar diye düşündü.

Yanıtlamalıydı, kendisi bozulsa da yapılan teklif güzeldi, “Güveninize teşekkür ederim ama bu işle ilgilenmiyorum, yine aklımda bulunsun uygun biri çıktığında size yönlendiririm” demişti.

İşler gün geçtikçe kötüye gidiyor, kirayı nasıl ödeyeceğini düşünüyordu. Yüz yüze görüşülen iş teklifi, üç kez de telefonla yöneltilmişti kendisine. Belki de denemeliyim diye düşündü, her işte vardır bir hayır diyerek, “Teklifinizi değerlendirmek istiyorum” diye telefon etmişti. Şartları öğrenmek için akaryakıt istasyonunda buluşup, oradaki ofiste konuşmayı uygun görmüşlerdi. Böylelikle çalışacağı yeri görmüş olacaktı. Mevsim kıştı, aylardan Ocak ayıydı, akaryakıt istasyonu tam anlamıyla tamamlanmamıştı. Şantiyede ofis olarak kullandıkları bölümde elektrik ocağının başında çay içerken konu açılmıştı. “Piyasa kötü, daha da kötüleşecek bu gidişle, gelin teklifimi kabul edin, güvenebileceğimiz birilerine ihtiyacımız var dedi” işveren.

O an için ağzından “Peki” kelimesi çıktı. “Madem bana bu kadar güveniyorsunuz iş konusunda, bu güveniniz benim işi kabul etmem için yeterli” dedi. “Burada yönetici olarak çalışacak kişiden beklentileriniz nelerdir, ayrıca bu iş kolunda hiçbir tecrübeye sahip değilim” diye sürdürdü konuşmasını. “Biz burada her şeyden önce güveneceğimiz birisinin olmasını istiyoruz. Akaryakıt işine ilk defa giriyoruz, biz de sizinle birlikte öğrenip uygulayacağız. Anlaşma yaptığımız firma Türk Petrol. Bize gereken tüm eğitimi verecekler. Söylenen şu ki; hırsızlığı, yolsuzluğu çok olan bir iş, hem çalışandan hem müşteriden kaynaklı olabilirmiş” diyerek sözünü tamamladı. Maaş ve şartlar çok cazip gelmişti, sorun yoktu. Şubat ayın başında inşaat bitecek, kullanılır halde istasyon teslim edilecek, hemen işe koyulacaklardı. Zaten kendi işinde bu kadar parayı bir araya getiremiyordu, bu şartlar onu mutlu etmişti. Bekir Bey’le birlikte kararlaştırılan ilk iş gününde buluşulmuş, kahveler içilmişti. Bekir Bey’in şoförü gelmiş, “Kapıda efendim” dedikten sonra, “Buyrun Mehmet Bey çıkalım” demişti. Mehmet Bey bir şey anlamamış, kapıya doğru yönelmişti. Sıfır bir araba kapıda duruyordu, anahtarı uzatarak, “Bu sizin” dedi Bekir Bey... İnanamamıştı, araba konuşulmamıştı, heyecanlanmış, bu nazik davranış onu çok etkilemişti. İstasyonda kurulacak tüm donanım Türkiye’de ilk defa kullanılacak son model pompalardı. Tankerler yola çıkmış, her şey pazar günü ilk satışa göre ayarlanmış, tam tamına iki gün kalmıştı açılışa.

Ancak bir malzeme vardı ki, bir tek o eksikti, yurt dışından bir iki ay gibi bir süre içerisinde gelecekti. Bu da istasyonun tüm satışını, tanklarda kalan akaryakıt miktarını gösteren otomatik ölçüm cihazıydı. Ölçüm cihazı gelene kadar günlük satışları elle tutulması uygun görülmüştü. Tanklarla gelen malın miktarı belli olduğu için, satışlarda deftere işleneceğinden ortada hiçbir sorun görünmüyordu.

Satış başlamıştı, açılış günü için satışların sonucu hayli mutlu ediciydi. İşi kavramış, hareketli bir iş olduğu için zaman nasıl geçiyor hissedilmiyordu. Mart ayı itibarıyla yine benzine zam geleceği haberi kendilerine ulaşmıştı bile. Her zamanki gibi ekonomi ayarında gitmiyordu. Tüm tanklar her zaman dolu bulunduruluyor, tankerlerde sürekli mal çekilerek dolu tutuluyordu.

Benzinin çalınma riski çok fazlaydı, bu korkunun yanında tehlikeli olduğu içinde çok tedirgindi. Para kazanma uğruna büyük risklere girişmiş, herhangi beklenmedik bir problem yaşayabileceğini düşünerek, kendini bir anda işin sorumluluğu karşısında zayıf hissetmişti. Her işte olduğu gibi bu işinde kendine göre riskleri vardı.

Arkadaşının dediği de olmuştu, Türkiye’de o dönemin Başbakanı Tansu Çiller, beklenen devalüasyon olmuş, dolar bir anda yukarı fırlamıştı. Akaryakıt fiyatları uçmuştu, her şeye rağmen tanklar ve tankerler sürekli dolu tutuluyordu. Batan batmış, çıkan çıkmış, piyasa buna da alışmış, tekrar bir hareketlilik başlamıştı.

Nisan ayıydı, beklenen ölçüm cihazları yurt dışından gelmiş, tüm tanklara ve pompalara bağlanmıştı. İlk denemeler yapılmış, nasıl kullanılacağı tüm çalışanlara tek tek gösterilmiş, iş herkes tarafından kavranmıştı. Ertesi sabah erkenden vardiya başlamış, her şey problemsiz işliyordu, tüm personel durumdan memnun, en çok da bu durumdan memnun olan kişi kendisi idi. Hangi pompadan satış ne kadar yapıldıysa anında ekranda görülüyor, elle tutulan günlük satış ve stokları bir düğmeye basarak sonucu alabiliyorlardı. En önemlisi bunca zaman tutulan tüm bilgilerin doğruluğu da bu alınan sonuçla doğrulanacaktı.

Akşam vardiyasıyla hesaplar kesilmiş, ölçme işleminin ilk raporu alınmıştı. Elle tutulanla karşılaştırdı, gözleri yuvasından fırlamış halde “Bu imkansız” dedi. Her iki tutulan hesap arasında 7000 Litrelik fark vardı. “Sanırım hesaplamada yanlışlık yapmış olmalıyım” diyerek bir kez daha gözden geçirdi. Tüm personele tuttukları hesapları yeniden gözden geçirmelerini bildirdi. Yanlışlığın nereden kaynaklandığını bulana kadar bu işi çözecekti. Bu durumu Bekir Bey’e iletmeliydi, bu aradaki farktan onun da bilgisi olmalıydı, belki bir çözüm bulabilirlerdi birlikte.

Bekir Bey ertesi sabah istasyona geldi, olan biteni tüm açıklığıyla anlattı. O da, “Hesapta yanlışlık olabilir, eğer hesabın doğruluğundan eminsen, o zaman çalınmış olabilir, başka bir açıklaması yok bunun” diyerek, en hassas noktaya bağlamıştı olayı.

Yapmadığı bir şey için kendisini suçlu hissetmiş, “Büyük yolsuzlukları işletme müdürleri yaparmış” lafı kulaklarında çınlar olmuştu. Kafası iyice bulanmıştı, nasıl çıkacaktı bu işin içinden, çözümleyemiyordu.
Bekir Bey “Elbet çözümlenir” diyerek oradan ayrıldıktan sonra, gecesi gündüzüne karışmış, belki yüz, belki bin kez hesapları gözden geçirmiş, bir türlü açığı yakalayamamıştı.

Kendinden emindi, herkesin kendisini hırsız olarak gördüğünü düşünüyor, o da herkese hırsız gözüyle bakıyordu. Herkes herkesten sakınır olmuştu. Tüm çalışan tedirgindi. Artık hesapların doğruluğundan emindi, bunca yakıt çalınmıştı. Pompada görevli ustalar bu işi nasıl yapacaktı, bunca litreyi nasıl çalacaktı, olsa olsa bu işi tanker sürücüleri yapabilirdi, en uygun onlardı.

Kendi kendine kuruyordu. Her zaman tankerleri gelen zamlardan dolayı dolu tuttuklarından, “Gece boyunca dolu tankerler başka istasyonlara satılıyor, tanker sürücüleri de malı boşalttım diyerek dolum yapmak için tekrar yola çıkıyor, böylelikle hırsızlık gerçekleştiriliyordur” deyip kendince çözüm arayışlarına gidiyordu.

Tanker sürücüsü olarak iki kişi çalışıyordu, genç olanı bu işte yeniydi, henüz işi yeni öğreniyordu. Tüm kuşkularını babası yaşında olan ihtiyara çevirmişti, bu işe yıllarını vermişti ne de olsa...

İstasyonda daha önce yaşanan yolsuzluklar anlatılır olmuş, işin ne kadar sahtekarlığı varsa dillerde dolaşır olmuştu.

Kafaya koymuştu, yolda olan tanker sürücülerini bekler olmuştu. Tankerler gelmiş boşaltma işlemleri gerçekleşmiş, genç olanı yanına çağırtmıştı.

“Söyle bakalım olanlar hakkında ne düşünüyorsun” diye suçlayıcı bir ifade takınarak soruyu yöneltmişti. Şaşkın bakışlar içinde,

“Gerçekten ne olduğunu bilmiyorum efendim” diyerek cevaplamıştı.

“İhtiyar yapmış olabilir mi sence?” diye sordu.

“Bilemem, günahını almak istemem, ancak daha önce çalıştığı yerlerde sicili kabarıkmış, onu duymuştum” dedi. Genç sürücünün bunu demesiyle kafasında netleşmişti her şey, zaten neden arıyordu, bu işi ihtiyarın yaptığı kesindi.
Akaryakıt istasyonunun alt katında personel soyunma odaları bulunuyordu, giysi dolapları, yıkanabilecekleri küçük alan ve yemek saatlerinde dinlenebilecekleri bir mekandı. İhtiyarı orada bekliyordu, gelsin diye haber salmıştı. İhtiyar karşısında belirdi.

“Buyrun efendim beni emretmişsiniz” diyerek huzuruna geçti. Ön yargılıydı, onun yaptığından emindi, gerekirse kaba kuvvet bile gösterebilirdi, kapıyı kapattırdı, karşısına oturtturdu.

“Bu konuşmalar aramızda kalacak anladın mı?” diyerek küçük bir gözdağı verdi.

“Tabi ki efendim, siz nasıl buyurursanız, her sözünüz emirdir benim için” diyerek dinlemeye geçti. İhtiyar çaresiz, elleri önünde, omuzları ve başı düşük mahcup bir ifadeyle amirinin ne diyeceğini az çok biliyordu.

“Durumu biliyorsun” diye söze başladı.
“Ne düşünüyorsun bu 7000 Litre açık hakkında, bizden eskisin bu işte, en iyi sen açıklarsın bu açığı” diye, imalı konuşmuştu.

“ Ben nerden bilirim efendim, her şey olabilir” diyerek ortada bir laf etmişti. Mehmet Bey’i kızdırmaya yetmişti bu laf. Mehmet Bey üstüne üstüne gidiyor,
“Peki şöyle olabilir mi; sabah tanklara boşalttım diyerek boşaltmadığın malı alıp gitmiş olmayasın”.
“ Hayır efendim ne haddime, ben böyle bir şey yapmam, yaptıysam şerefsizim, en adi insanım” demesine kalmamış, her iki yakasından kavramış soyunma dolaplarının arasında sıkıştırıvermişti ihtiyarı. Gözünün beyazı diye bir şey kalmamış, tüm kılcal damarları kızarmış, kan çanağına dönüşmüştü gözleri, yüzündeki o ifade olayın sonrasında bile biran olsun gözlerinin önünden gitmeyecekti.

“Sen yaptın değil mi? Söyle!” diye haykırmasıyla kendine gelmiş, yaptığından utanır olmuştu.
İhtiyar “ben yapmadım” diye hıçkırıklar içerisinde ağlıyordu. Adam babası yaşındaydı, düştüğü duruma kendisi bile inanamıyordu.

Bu olay sonrasında kendisine uzun bir süre gelemedi, günlerdir gitmediği evine gidip doğruca yatağına girdi. Onca günün yorgunluğu bir anda üzerine çökmüştü.
Ertesi sabah odasına girdiğinde ihtiyar onu bekliyordu. Hala gözlerinde suçlayıcı bir ifade hakimdi.
“Ne var, ne istiyorsun?” diyerek sertçe derdini dile getirmesini söyledi.

“Efendim, ben istifa etmek istiyorum” demesiyle, hemen yanıt hazırdı.

“Ne istifası, istifa edersen seni kesinlikle suçlu bulurum, bu olay çözüldüğü anda istifa edersin, ama şu an itibari ile buradasın, hemen işinin başına” diyerek odasından çıkmasını işaret etmişti eliyle ihtiyara.
Kendisi bile istifa etmek istiyordu, ama olamazdı, kendiside hırsız konumuna düşecekti, bu işi açıklığa kavuşturmadan hiç bir yere gidemezdi. Bekir Bey kendisini aramıyordu bile, işlerin takibini yapmıyor, kendisi de bu konuda meraklanıyor, sanırım o da beni suçlu buluyor diye kendi kendine kuruyordu. Dayanamayıp, istifa dilekçesini hazırladı, doğru genel merkezin yolunu tuttu, Bekir Bey’in önüne kağıdı uzattı.

“Bu ne böyle Mehmet Bey” dedi.
“Efendim istifa dilekçem, ben bu işi beceremedim” dedi.

“Lütfen Mehmet Bey, o dilekçeyi geri alın. Bu işi sizin yapmadığınızdan adım kadar eminim. Size karşı olan güvenimden hiçbir şey kaybetmedim. Bunu birlikte çözeceğiz, sizin orada olmanız gerekiyor.” diyerek dilekçesini kabul etmemişti.
Tekrar hesaplara bakmalıyım diyerek sayısını hatırlamadığı takibi bir kez daha yapmaya oturmuştu. Bir şey dikkatini çekmişti, ilk gün 7000 Litre olan açık, gün geçtikçe artar olmuştu. Her akşam litre gittikçe yükseliyordu. Geceleri istasyon çevresinde gezinir olmuş, hiçbir olumsuzlukla karşılaşmamıştı. Litreler gittikçe artarak, 8000’lere çıkmıştı. Bitmişti, tükenmişti, çıldırmak işten bile değildi, çözmesi gerekirken çözümsüzlüğe doru ilerliyordu.

Çok bunalmıştı, kafasını biran olsun dağıtmalıydı. İstasyonun çevre düzeni tam anlamıyla yapılmamış, odasının önündeki camekanın altında çiçek için yerler ayrılmış, henüz bir şey ekilmemişti. Çiçek alırsam burası biraz renklenir diye aklından geçirdi.

Zaten Nisan ayıydı, baharın tüm güzelliğine ulaşmak mümkündü. Yakınındaki ilk seraya gitmiş, mevsimine uygun birbirinden güzel rengarenk çiçekler almıştı kasa kasa...

Daha önce bahçe işinde çalışmış, şu an için pompada görevli ustaya, “Bu işi sen iyi becerirsin, hadi bakalım.” diyerek kasaları indirtmişti kamyonetten. Odasından ustayı izliyordu. Çiçekleri renklerine göre ayarlamış, küçük çukurlar açarak, yer hazırlıyordu. Bazı bitkilerin boyları uzundu, onlar için daha derinden toprağı kazması gerekiyordu. Hatta, “Efendim keşke hepsini aynı boyda alsaydınız işim daha kolay olurdu” diyerek, kazma işine devam ediyordu. Birden usta küreği bırakıp, toprağı eliyle kazmaya başladı, eline bir avuç toprak aldı. Burnuna götürdü, kokladı! Bir anda neye uğradığını şaşırdı, Mehmet Bey’in odasına doğru koşar adımlarla gitti.

“Efendim bu toprak benzin kokuyor, burada bitkiler ölür, kazdıkça da koku çoğalıyor” demesi ile bir anda oturduğu yerden kalktı, “Kaçak var” diyerek doğru dışarı fırladı.

“Kaz usta, daha derin kaz,” diyerek heyecanla bekliyordu. Evet kazdıkça derinlere doğru benzin kokusu çoğalıyor, ıslaklık artıyordu. Tüm personel bir araya gelip o bölgeyi kazmaya başlamış, kazdıkça alanda kokular çoğalmıştı. Bu alana en yakın olan pompaya doğru ilerledikçe toprakta biriken yakıt çoğalıyordu. Tüm alan kazılmıştı, her şey açıklığa kavuşmuştu, pompanın alt bağlantısı iyi yapılmamış, o pompadan her satış yapıldığında bir miktarda toprağa sızmıştı. Artık olay çözülmüştü.

İstasyonda bayram havası esiyordu. Hiç bu kadar sevindiğini, hiç bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu. Günlerce yaşadığı sıkıntıyı bir anda üzerinden atmışken, tankerden inen ihtiyar gözüne takıldı. Birden sevinci utanca dönüşmüştü. İhtiyar, kazının bulunduğu alana merak içinde gitmiş, olayın çözümlendiğini anlamıştı. Ağır bir suçlamanın altında ezilmişti günlerce, olgun adamdı ihtiyar. “Elbet çözülür” demişti kendi kendine. Kırgın değildi, kim olsa aynı kuşkuyu yaşardı.
İhtiyar başını kaldırdı, Mehmet Bey’le göz göze geldi. Sıcak bir tebessüm kaplamıştı her ikisinin de yüzünü, aralarında yaşanan o olay gözlerinden düşen birkaç damla göz yaşı ile mutluluğa dönüşmüştü karşılıklı.

YENER BALTA
11 EYLÜL 2008

16 Ağustos 2008 Cumartesi

KIRIK AYAKLA BEŞ KAT…

KIRIK AYAKLA BEŞ KAT…

"Pazartesi sabahı telefonla Ortopediden randevu alıp mutlaka doktora görünün, zira biz ilk müdahaleyi yapıyoruz" diyor acil doktoru.
Acile gidip de kontrol olmak o kadar da kolay değil ayrıca, giriş yaptırıyorsunuz, gelen hastaların aciliyetine göre sizin durumuz ne ise ona göre sıraya alınıyorsunuz. Zira trafik kazası, kalp krizi, sinir krizi, kocasından dayak yiyenler, birbirlerine horozlanmış erkek kavgaları sonucu yenik düşenler gibi çeşitli aciliyeti olanlar bekleyemeyeceği için öncelikli oluyorlar. Bir diyeceğimiz yok buna, başa gelen çekiliyor nasılsa.
Çekinerek gidiyorum; zira, benim önemsemeyip de beşinci günü gittiğim acil servisi de, bana bakıp "Bir şeyiniz yok, neden buraya geldiniz?" gibi bir cümle ile karşılaşacağım korkusunu üzerimde yaşıyorum, her niyeyse. Ama üzerine düşüp aradan beş gün geçmesiyle ağrılarım, şişlik ve üzerine basamama sonucu yürüyemediğimden artık doktora gitmem gerektiğini ayağım bana söylüyor zaten.
Bir hafta sonu akşamın bir vaktinde gittiğim acil servisten ayağım alçıya alınmış hali ile sabaha karşı inanması oldukça güç bir sonuçla evime geliyorum. Koca üç hafta iyileşmek için ilk belirtilen süre. Bana düşen üzerine basmamak ve bir an önce iyileşmek umudu ile sabretmek.
En ufak kişisel ihtiyaçları bile bir başkası ile gidermenin ne kadar güç olduğunu anlıyorsunuz. Laf olsun diye evin içinde atılan bir adımın ne kadar kıymetli olduğunu, uzanırken yatakta, uzun uzun düşünmeye başlıyorsunuz. İlk günler bu kadar süre nasıl geçer diye beklerken, "sabrın sonu selamettir, başa gelen çekilir" atasözü ile sabretmeyi öğreniyorsunuz.
Tek ayak ile yürüyemediğim için sıçrayarak gittiğim, en küçük mesafe bir iki sıçrayışta yorgunluk olarak bana geri dönüyor. Baston yardımı ile beceremediğim zorunlu ihtiyaçlarım için tek ayağımın üzerine kalkışlarım, koltuk değnekleri ile feraha kavuşuyor. Hastane koridorları da tekerlekli sandalye ile daha bir kolaylaşıyor. Tabi bir tekerlekli sandalyeye sahip olabilmek için bölümden bölüme koşuşturmanız ve teslim alabilmek için mutlaka kimlik vermeniz gerekiyor.
Her zaman kullandığım koltuk değneklerinin de o kadar kolay bir dayanak olduğunu söyleyemem. Avuç içlerim ve koltuk altlarımın ne derece hassas olduklarını iyileştiğim süre sonrasında bile hissetmek, "sağlık her şeyin başı" demeden başka bir şey söyletmiyor insana. Tabi bir de tüm vücudun yükünü çeken diğer bacak...
Pazartesi sabahı gidilen hastanede ilk olarak ne yapılacağı bilinmediğinden, sıra için bir saniyenin bile ne kadar kıymetli olduğunu düşünemeyip, belli bir süre boş boş ordan oraya ne yapmanız gerektiğini öğrenmek için geçiriyorsunuz. Ortopedi sırasına girmeden önce numaratörden sıra almak için numaratör sırasına giriyorsunuz, sıra alındıktan sonra bir fiş veriliyor, çocukluğumda her şeyin yok olduğu ancak uzun bekleyişler sonucu alınan yağ kuyrukları gibi bir bekleyişten sonra sıra size geldiğinde, gişe görevlisi, ismimi ve dosya numaramı soruyor. Gerekli bilgiler verildikten sonra "randevunuz görünmüyor" diyor. Sabahın bir vaktinde kalkıp büyük bir şans eseri düşürebildiğim hastane santralindeki bayan memurun bana bir sonraki pazartesi için verdiği randevu gününe itiraz edip, başta belirttiğim "acilden dolayı arıyorum" ibaresini bir kez daha hatırlattığımda "baştan söylesenize" azarı ile "bugün gelebilirsiniz" diyor. "Adımı sormayacak mısınız?" dediğimde çoktan telefon kapatılmış oluyor.
Daha sonra karşı gişelerden anlayamadığım bir başka muayene sırası veriliyor. O da öğle sonrasına kalan bir muayene numarası. Bu işe aklım ermediği için tekrar ortopedi sırasında bir boşluk bularak, "randevulu olduğum halde neden öğle sonrasına kaldığımı anlayamıyorum" diyorum. O da "bilgisayarda randevunuz görünmüyor, yapabileceğim bir şey yok" diyor. "İstiyorsanız (camekanın iç kısmını göstererek) Hasan Bey bizim şefimiz, onunla görüşün, belki o size yardımcı olabilir" diyor. Ayağımın acısını uzun bir süre erteleyerek, Hasan Bey'e ulaşamaya çalışıyorum. Derdimi anlatıyorum, telefondaki diyalogsuzluğun benim problemimin olmadığını, ben muayene için ne yapabilirim en azından onun için bana yol göstermesini istiyorum.
Bana öncelikle sakin olmamı önererek, "sizin için elimden geleni yapacağım" diyerek, beni ortopedi gişesinin önüne çağırıyor. Gittiğimde oradaki görevli sabah muayenesi için 48. sırayı veriyor. Numara almanın muayene olmaktan daha zor olduğunu anladıktan sonra bir türlü hareket etmeyen tekerlekli sandalye ile ortopedi bölümüne gidiyorum. Benimle aynı kaderi farklı uzuvlarında yaşayanları görünce bir tek ben değilmişim diye farklı bir paylaşım yaşıyorum içimde.
Mucizevi bir biçimde doktorun yanına girdiğimde, henüz bu meslekte yeni olduğu her halinden, zaten doktor kaşesinden de araştırma görevlisi olduğu anlaşılıyor. Kapıdan girerken kafasını bile kaldırmaya gerek duymadan "dosyanız" diyor. Geçmişi okuyup bir iki şey de bana o soruyor. Orada sanki biri yokmuş gibi, sadece alçıda bulunan ayak muamelesi görmek beni üzüyor. Bu doktorların eğitiminde insan psikolojisi, ya da iletişim dersinin çok eksik olduğuna karar veriyorum. "Bu kağıtla röntgen çektirin" diyor, bir dosya kağıdını uzatarak. Kelimeler ağzından büyük bir pazarlık sonucu dökülüyor, bir kelimenin bile kendisi için çok değerli olduğunu düşünerek fazladan sarfetmiyor.
Ayağımdaki kırık kemiğin ne durumda olduğunu bana acısız, en kısa sürede ve en net biçimde gösteren mucizevi buluşa aklım ermediğinden, bu keşfe adı verilen Wilhelm Rontgen'i bir kez daha saygı ile anıyorum. Ama röntgen çektirmek ne kadar kolay olsa da, röntgen sırası için başta yaşadıklarımın biraz azını yaşayarak, masaya oturma şansını yakalıyorum. 10 dakika içerisinde alınan röntgen sonucunu almış olsam da, sonucu göstermek için öğle sonrası için kontrol sırası alıyorum, daha az işkence yaşayarak. Ne bu, film sonucunu göstereceğim.
Öğle sırası doktorun odasına girmek sabahkinden daha kolay oluyor, zira herkes sonuç gösteriyor. Doktor filme bakarak "evet kırığınız var, üç hafta istirahat veriyorum, zorunlu ihtiyaçlarınız için koltuk değnekleri öneririm. Asla üzerine basmayın, haftaya kontrole gelin, durumunuza bakarız" diyerek gerekli açıklamayı yapıyor.
SSK güvencem olduğundan, çalıştığım iş yerine "iş göremez" raporunu sunabilmem için ayrı bir maraton da orada başlıyor. "Bu kağıdı beşinci kattaki ortopedi bölümünün sekreterliğine bırakın, üç hafta olduğu için heyete girmesi gerekiyor" diyor.
Asansöre binmek için uzun bekleyişten sonra; sağlamların öncelikli olduğu gibi yanlış bir mantıkla, tekerlekli sandalyedeki hastalar olarak bir fırsatını bulunca binebiliyorsunuz asansöre. Katları takip edip kaçırmamak lazım. Acı, merak, şefkat dolu bakışlardan sonra tekerlekli sandalye ile inmem gereken kata ulaşıyorum. Sekreterliğe gidince kağıdı uzatıyorum, gerekli açıklamalar yapıldıktan sonra "iki adet vesikalık fotoğrafınız gerekiyor, yanınızda var mı?" diye soruluyor. Uzun süredir cüzdanımda gerek olur diye sakladığım fotoğraflarıma büyük bir heyecan ile ulaşıp veriyorum. "Haftaya Pazartesi alabilirsiniz" diyor.
İşin bu kadar kolay olmadığını giriş katındaki rapor odasında yüzü gülmeyen, saat beş olsa da gitsek edası ile çalışan memurun, "Bu kağıt yeterli değil, doktorun size vermiş olduğu dört nüsha kağıt olması gerekiyor ve bir de iş yerinden raporunuzun başladığı tarihli sevk getirmeniz gerekiyor" demesi ile şaşkına dönüyorsunuz. Gerekenler daha sonra getiriliyor ama işkence bununla bitmiyor. Eline verilen bir başka belge ile başhekimlik aranıyor ki, bir imzasını almalıyım, oradan güvenliğin yanındaki Muzaffer Beye ulaşmalıyım. Ulaşmak da çözüm değil, "Burada tarih yanlış yazılmış ve doktorunuzun imzası eksik, bunları tamamlamanız gerek!" deniyor.
Öğle sonrası muayene için ara verdiğimizde doktordan çıkışımızda saat beş olmuş ve bizim yüzünde tebessümü eksik memurumuz evine gitmiş olmalı ki, rapor odasının gişeleri huzurlu bir sessizliğe bürünmüş.
Bir sonraki kontrol için gittiğim Pazartesi günü rapor için kaldığım yerden devam ediyorum. Doktora eksik imzalarını attırıyorum. Rapor odasına gittiğimde, inanılmaz bir sırayı aşarak koltuk değneklerimle odaya girerek işlemlere devam etmek istiyorum. Oradaki erkek memur tüm sevimsizliği ile "Evrakınız eksiz, fotoğraflı heyet raporunuz nerde? Ayrıca sevkinizin de olması gerekiyor." dedikten sonra durumu tüm sakinliğimle açıkladığım halde anlaşamamakta ısrarlı görünerek, "Sanırım beni anlamıyorsunuz, o belgeler olmadan işleminizi gerçekleştiremem" diyor. Bu karmaşaya görevli bayanı göstererek, evrakları kendisine teslim ettiğimi söyleyerek, "Şu havuza bakın varsa ordadır…" diyerek bizi geçiştiriyor. Sonra da hatırlamış olmalı ki "O gün gelmediniz tekrar!" diyerek o günkü azarımı da alıyorum.
Açıklamamı gayet düzgün aktarsam da dinlendiğimi sanmıyorum. Tekrar erkek memura dönerek, rapor işlemine bir umutla devam ediyorum. Evrakların tarihlerinde bir yanlışlık olduğunu, raporun üç haftayı geçmesi durumunda Kurula girdiğini, ama burada bir tarih yanlışlığı olduğunu belirterek muayene olduğum doktora düzelttirmemi öneriyor. "Peki ne yapmam gerekiyorsa söyleyin, yapayım geleyim, zira ben ne yapacağımı bilmiyorum!" diyorum. "Neyse, diyerek insafa gelip, sizi yormayalım, burada ben düzeltebilirim." Dedikten sonra SSK ve iş yerimdeki takip etmem gereken işlemler için beni aydınlatıyor.
Bir mucize gerçekleştirmiş gibi bu kadar acının içerisinde bir de sevinç yaşayarak evime dönüyorum. Asansörü olmayan apartmanda, beşinci kattaki evime acil dönüşü tek ayakla korkuluklardan tutunup zıplayarak çıktığım merdivenleri, koltuk değnekleri ile nasıl çıkacağımı, bu işlemin her kontrole gittiğimde aynısını yaşayacağımı düşündükçe işin içinden nasıl çıkacağım korkusu beni sarıyor…

Ama bu merdivenleri çıkacağım, mecburum... Koca bir günün yorgunluğunu bir an önce üzerimden atmak için o zorlu yarışın üstesinden gelmeliyim. Bedenimdeki tüm enerjimin en son damlasını basamaklarda harcadığımdan biran evvel yatağıma uzanıp dinlenmek istiyorum bir günlük yaşamımı göz önüne getirerek…


YENER BALTA
15 AĞUSTOS 2008

3 Temmuz 2008 Perşembe

HAPBA NİNEMİN ÇORAPLARI


HAPBA NİNEMİN ÇORAPLARI

Yine çoraplarıyla uğraşıyor Hapba Ninem!

Ne anlıyor onlarla uğraşmaktan, ne çok zaman geçiriyor çoraplarıyla uğraşarak...

Tek tek, özene bezene elleriyle düzeltiyor, çiftliyor. Antep harbinden kalma, büyük ceviz sandığının içine, parmak uçlarından yuvarlayıp iç içe geçirip top yaptığı çoraplarını... Artan kumaş parçalarını bir araya getirerek diktiği bohçaya koyuyor her sabah yaptığı gibi. Dedemden kalan çorapların neredeyse tümünün topuk ve parmak uçları ya yamalı, ya örülmüş...

Savaşı gören her yaşlının yaptığını yapıyor, bir lokma ekmeğin ne demek olduğunu, yokluğun ne olduğunu varlıktayken bile iyi biliyor.

Hapba Ninem iki oğul, iki de kız doğurmuş, her iki oğlundan dörder torun sahibi olmuş. Kızları saymıyor evlattan, çünkü öyle biliyor, değeri yok kadının, “kadın erkek için yaratılmış” diye öğreniyor kendi büyüklerinden.

Oğullarının her ikisi de, Alleben Deresi'nin kenarında, debbağlıkla uğraşıyor. Eski Antep evlerinden birinin küçük, ahşaptan yapılmış kuytu, karanlık odasında yaşıyor, tek başına.

Oğullarıyla, gelinleriyle, torunlarıyla mümkün olduğunca görüşmüyor, her öğünde yemeğini kapı eşiğine bırakmaları yetiyor. Kendi alıp yiyor her gün yaptığı gibi… Boş kabınıda dolunun yerine koyuyor, getirenin önemi yok onun için.

Pek konuşmaz Hapba Ninem, pek değil, neredeyse hiç konuşmaz. "Adamın boşu boş konuşur, dolusu gerektiğinde konuşur" der durur boş konuşan birini duyduğunda.

Duvar sertliği yüzünü hiç gülerken gören olmadı. Kimselerin yüzüne bakmazdı konuşurken, zaten pek de konuşmazdı. Neydi içinde sakladığı acısı, kızgınlığı, öfkesi, yüzüne vuran!..
Kara çarşafından bir tek yüzü görünürdü. Yüzü çarşafının boz bulanık rengini almıştı sanki. İki kat olmuş bedeni, küçük bedenini daha bir küçük gösteriyor, kırışmış derisi, büzüşmüş elleri görünmese yaşını tahmin etmek çok zordu Hapba Ninemin.

Bağa gitmediği zamanlar avluda geçirirdi gününü, en çok tahta merdivenlerin kenarına doladığı, hönüsü üzümünün tadına doyulmadığı asmasının gölgesinde oturmaya bayılırdı. Üzümler olduğunda yeşilleri örterdi o kara, mor, kırmızı, pembeye çalan üzümler...

Avlunun içinde bir yerden bir yere zembille taşıdığı şey, her neyse onun yorulmasına yetiyordu. Asmanın gölgesinde oturup iki kat olmuş bedeni, başı önde soluklanmak için derin nefes alırdı sık sık…

Torunların uzak tutulduğu, yerden ayak bileği yüksekliğinde, üzeri yer yer paslanmış kara teneke ile kapatılmış, geceleri bağın kenar duvarlarını belirlemek için kullanılan büyük taşla kapatılırdı her niyeyse kuyunun üzeri. Kuyuya saldığı satılla doldurduğu şapşaktan içtiği şeker tadında suyu her içtiğinde "yarabbi şükür" demeyi ihmal etmezdi.

Mevsimlerden bahardı, önümüz yazdı, Hapba Ninem evin direğiydi, bağ bozumunda toplanan üzümlerin işi çoktu. Bizim için ayırdığı üzümlerden ne çok şey yapılırdı. En çok cevizli sucuğun tadı damağımda hâla. Bir kol uzunluğunda kesilen iplere cevizler yorgan iğneleriyle geçirilir, belli aralıklarla dizilir, kıvama gelen kazanın içine defalarca batırılıp ipe atılırdı tek tek.
Beyaz bezlere serilen bastıklar güneşte kurutulup, bezden ayrılarak katlanıp, daha sonra bizlerin yemesi için günümüzün buzdolabı mağaralara konması benim için merak ve heyecan dolu bir süreçti.

Ne çok ayakbağı olurduk bizler, ne çok laf işitirdik büyüklerden. Yinede bozmazdı onların azarlamaları bizlerin eğlencelerini. Üzümlerin eşsiz tada dönüştüğü koca kazanlarda sapı uzun tahta kaşıkla karıştırılmasında yanına yaklaştırılmasakda, yukarı süyükten bakar, o altın sarısı dönen hareyi izlerken sanki beni içine çekecekmiş gibi hissederdim.

Ne olduysa o yaz oldu işte. Amcam o zamanlarda debbağlıktan geçinemediği için pek rağbet gören Almanya'ya gitmişti. Yalnızca her iki kızı evlenme çağı geldinde gelmişti Gaziantep’e… Babamında sağlığı debbağlık yapmaya elvermediğinden baba mesleklerini ister istemez bırakmaları, bağ bozumu gibi aile bozumu yaşatmıştı evimizde.

Antep evlerinin tipik özelliği olan sarıya kaçan taşlar, artık griye dönüşmüştü. Bahçedeki asma yaprakları sararmıştı. Kötü kötüyü çeker gibi o dönemlere denk gelen en kötü şey olmuştu. Hapba Ninem yolun karşı tarafına geçip, Alleben Deresi kenarında soluklanmak isterken, marul dolu el arabasını fark etmeyip, satıcınında bir sağa bir sola bakarak "semiz yeşil bunlar" diye sürdüğü el arabasının kendisine çarpmasıyla yere yığılmıştı. Habba Ninem, başını derenin kenar taşına çarptığından oracıkta gidivermişti.

O anı bugün gibi hatırlıyorum, babam beni avludan çıkmamam için tembihlemişti; çıkmadımda, çocukların ölümle tanışması doğru değildi onlar için.

Hapba Ninem gitmişti, o gülmez yüzü benim için gülüyordu artık. Pek bize hissettirilmeyen ölümü büyükler kendi aralarında yaşamışlardı. En çok ağıtlar kulağımdan gitmez nedense.

Bir de tepsi tepsi gelen cenaze yemekleri... Kendi gibi bereketliydi gelenler. Babama ağır gelmişti Hapba Ninemin gidişi. Amcam Almanya'da umduğunu bulamamıştı. Halamlar da gelin gittiği evde huzur bulamamıştı. O güzelim Antep evi satılmıştı, herkes payına düşeni almıştı.

Biz damı olan tuğladan yapılmış eski bir eve taşındık, babam Antep'te pek geçerli olan baklavacılığa temelden başlamıştı, annem dikiş dikerek evin büyük yükünü üstlenmişti. Biz ise hayatın ne kadar zor olduğunu bilmeden büyüyerek, zorlukları onların üzerinden kendi sorumluluklarımız için üstlenmeye hazırlanıyorduk.

Hapba Ninemin neden çorapları ile o kadar zaman geçirdiğini büyük halamın; "sandığı açalım, sandığı açalım" ısrarları üzerine anlamış oldum. Acele etme deseler de halam ısrarlıydı sandık konusunda.

Bir akşam halam, Hapba Ninemin o gizemli yaşantısına girdi sesizce, herkesler üst odada otururken. Kapının açık kalan aralığından ışığın izin verdiği ölçüde gördüklerim beni meraklandırmıştı. Halam, Hapba Ninem'in yatağının üzerinde sandıktan çıkardığı parça bohçasını açarak tek tek özene bezene iç içe geçirdiği çorapları acelesi varmış gibi, bir şey ararmış gibi bakmasıyla anlamıştım.

Hapba Ninem tüm parasını o çoraplarında gizlermiş meğer!.. 


Habba Ninemin tek salkımına kıyamadığı üzümlerinin, bizim için tırmanılması en eğlenceli olan, gölgesinde dinlenilen ceviz ağaçlarının, sonu belli olmayan verimli toprakların yerinde verimsiz beton yığınları dikili şu an.

Çocukluğumun o unutulmaz anılarının üzerinde yapılan apartmanların birinde oturuyorum şu an geçmişin anılarını silerek. Evin balkonundan geceleri gökyüzüne baktığımda, çocukluğumuzda bağ evinde kaldığımız gecelerde ki yıldızlar göz kırpmıyorlar her niyeyse. Zaman zaman çocukluk anılarım aklıma gelsede, çağın yaşam akışına uymazsak sanki eksik kalacakmışız gibi. Hapba Ninem' den babama kalan, torunlarımızın torunlarına yetecek kadar bereketi olan toprakların bu şekle dönüşmesi ne acı.

YENER BALTA
2 TEMMUZ 2008

8 Nisan 2008 Salı

ÇATIŞMAYI ANLAMAK

ÇATIŞMAYI ANLAMAK

Her ikimizde korunma kalkanlarımızı indirip birbirimize yakınlaşarak, aramızda derin sevgi adını verdiğimiz bu aşkı güneşin doğuşu gibi bir kez daha yükseltiyoruz.

Bizim yaşadığımız derin sevgi, içten geldiği gibi davranılan bir sevgi.

Biz tekrar zevki, aşkı, doyasıya paylaşıyor, yaşıyoruz şu an. Çünkü kendimiz gibi davranıyoruz.

İkimizde daha sevecen, daha kabul edici, daha hoşgörülü ya da daha az yargılayan biri olacağımızın garantisini veremeyiz, ama neden böyle olamadığımızın araştırmasını yapacağımızın sözünü verebiliriz birbirimize.

Aramızda çıkan sorunların ve kısıtlamaların korkularımızdan ve kendimizi güvensiz hissetmemizden kaynaklandığını kabul eder, tüm dikkatimizi bunları araştırıp yok etmeye veririrsek problem kalmaz.

En önemli şey, şu an için her ikimizinde, kendimizi tanıyıp çözüm buluncaya kadar çatışmayı araştırmamızdır. Çatışmak yerine, çatışmayı dondurmak yerine...

Kendimize neden bunlar oluyor, neden böyle davranıyoruz diye sorarsak ve şu anın güzelliğini sorgulamak yerine çözüme ulaşabiliriz. Zira şu an biz bir adım atıp ilişkimizin evrimleşmesini sağlamaktayız. Beklenen sonucun iyi ya da kötü bitmesi ya da sürmesi tamamı ile bizim elimizde...

Şu anda her ikimize düşen tek şey ilişkinin sihiri bozulmasın diye konuşmamak değil, aksine isteklerimizi, davranışlarımızı, olanı biteni tartışabilmemizdir. Açıklık bizi korkutsada, ilişkimizin güvenliği açısından bu gereklidir. Sözle verilen güvenin sağlamlığı açısından, korkuları yenmemiz açısından...

Ve karşılıklı birbirimizin gözünde var olan değeri tekrar kazanabilmemiz için paylaşıp konuşmamız gerekir.

Kabul ettiğim tey şey aslında çatışmalarımızın ve çatışmaya yol açan durumlarımızın, kendimizi korumak adına, nedenlerini çözemediğimiz gibi, böyle davrandığımızı kabul edememekti. Ama anladık ki, bu kendimizi birbirimize karşı korumaktı, karşılıklı suçlamaktı. Evet hem de ne suçlamak, haksızlığa uğramış kişiyi oynuyorduk her ikimizde.

Aslında yine aynı şeyler yaşanıyor, bunların farkına vardık ve bunların yanlış olduğunu bilmemiz aramızdaki ilişkinin çoğu problemini çözmemize, pek çok değişim olacağını bize göstermesine ve yerini sevgiye ve yakınlığa ve aşka ve sınırsız birlikteliğe bıraktığını farketmemiz oldu, yoksa ne ben değiştim ne de sen...

Şu kısa sürede tam tersi bir aşk yaşamamız var olan aşkımızın devamı bence. Bizi her ne kadar korkutsada. Ama korkumuz için duygularımızı bastırmanın bir anlamı yokmuş. Hele ki sonucu kaybetmekse. Eğer kaybetme korkumuzu saklasaydık, bastırsaydık içimizde, kurtulamayacaktık ondan. Birbirimizi kabul etmemizle, yendik bu korkumuzu.

Yerini yeni korkularımız alsada... Sevgimizin seyri korkutmamalı, sevgimizin paylaşımı korkutmamalı, yeni korkular yaşayacağız diye korkmamalı, korkuya yer vermemeliyiz ilişkimizde.

Evet şu an farkında olarak yaşıyoruz var olan aşkımızı. Tüm engelleri kaldırarak, bundan eminiz her ikimizde. Çocuksu, bencil bir aşktı yaşadığımız aşk... Hep benimle ol, hep yanımda dur, sana dayanmak, kendi güvenimi senin üzerinden sağlamaktı, ama neyseki ne sen izin verdin buna, ne ben yapabildim bunu. Senin gücün gücüm olacaktı oysa ki olamadı tökezledim, iyi de oldu. Tüm yaşadığım mutsuzluklar, sen kaynaklı olsun dedim ki sorumlusu sen ol diye. Kendimi kurtarmaktı niyetim. Yoksa sende mi bunları hissettin diye sorsam kızar mısın bana!..

Olması gereken aşk; birbirimizden uzak olabilmeliyiz arasırada olsa, bir diğerimiz olmaksızın birşeyler yapabilmeli ve anlayışla
karşılamalı diğer birimiz. Çünkü o zaman karışımızdaki kişi kendi olabilir ancak. O zaman sevgimiz yaşayabilir.

Korkularımız vardı farkına vardık, yanlışlarımızın farkına vardık, birbirimizin kişiliklerini kabul etmemekte ısrarlıydık. Ama bir
diğerimiz olmaksızın bir şeyin anlamı olmadığını anladık. Bu ani değişim bizi korkutmasın. Ne ben değiştim, ne de sen. Sadece
yaşadığımız hayattaki o en ufak davranışlarımıza bakış açımız ve yaklaşımımız değişti. Gözümüzün ve beynimizin üzerindeki sis perdesi bir anda kalktı üzerimizden. İyi de oldu.

Acıtan sevgimiz yaşatan sevgiye dönüştü. Kinimiz, öfkemiz, şiddetimiz sadece mutsuz etti birbirimizi ve hep "bitsin bu ilişki" ile ad buldu. Oysaki öyle birşey istediğimizden mi; hayır!

Daha olumlu, daha anlayışlı, daha sevecen yaklaşmak olmalı niyetimiz. Varsa bize uymayan yine ben benim, sen de sen, tepkimizi verebiliriz.

Kendimizi diğerimize rakip görüyorduk, savaşıyorduk birbirimizle, kendimizle, ilişkimizin sürecinde. Yanlış yapıyorduk, her yaptığımız yanlış diğerimize yanlışlar yaptırıyordu.

Her ikimizde istiyorduk birbirimize dokunmayı,her ikimizde arzuluyorduk, ne şanslıyız bir bilsem, bir bilsen, bir bilsek. Ama inadımız, sevgimizle cezalandırmaktı niyetimiz bir birimizi, şimdi daha iyi anlıyoruz. Her fırsatta birlikte olmamızı bile yanlış yorumlamışız. Şimdi bile farklı kaygılar yaşamıyor muyuz, ama yersiz olduğunu biliyoruz artık, çünkü sevgimizin farkına vardık, sevgimizi sevgisizliğimiz olarak bir birimize yansıtmışız.

Birbirimizi istememiz, birbirimizin üzerinde kurmak istediğimiz güc olarak algılandı. Bu nedenle birbirimizi sevmekten ve en büyük korkumuzu yaşamaktan korkuyorduk. Birbirimizi terketme korkumuzla yüzleştik.

"Seni gerçekten seversem ve istersem seni kaybedeceğim"i sanıyorduk. Onun için sevgimizi birbirimize ifade ederken arada "artık" ekliyorduk başına. Gelgitler olarak algılanan "artıklar" ama çok yanlış davranmışız.

Hayır herşeyin iyi gitmesi bizi korkutmamalı, nasıl son bir kez fırsat verdiysek birbirimize, nasıl olanı biteni değerlendirip, temiz bir sayfa açabildiysek, bu sayfalar üst üste geldiğinde ciltletebiliriz sevgimizi...

Aslında her ağızımızdan çıkan kelime karşı taraf için o kadar önemli ki. Neyin neyi ifade ettiğini bilmeden, neyin doğru neyin yanlış olduğunu düşünmeden her şeyi her şekilde rahatlıkla söylüyoruz. Aslında ne anlamlar yüklü ağzımızdan çıkan kelimelerde; suçlama, yarğılama, aşağılama, yerme, cezalandırma, öç, kin, nefret, güç, baskı...

Çatışmanın nedenlerini araştırmanın en uygun zamanı çatışmayı yaşadığımız andır. Konuşma sırasında kendimizi savunmaya kalkar ve kavga edersek, havayı gerginleştirmekten başka bir işe yaramaz. Oysa birbirimize sevgiyle yaklaşırsak, içimizi dökeriz. Ama biz neler yapıyoruz, açıklama yapmıyoruz, susuyoruz, haykırıyor öfkeleniyoruz. Her iki tepkide "seslilik ve sesizlik" karşı tarafta aynı etkiyi yaratıyor. Biri sesli biri sesiz, ikimizde aynı şiddette tepkiyi veriyoruz.

Yaşadığımız olay sırasında ağızımızdan çıkan kötü kelimeler aklımızdan hiç bir zaman silinmeyecek. Ama onu deme sırasındaki yaşanılan olay belki unutulacak gidecek. Üzerinde konuşulmadan, sorun çözülmeden üzeri örtülerek ilişkiyi sürdürürsek, şişmiş balonun ince bir deliğinden sızan hava gibi ilişkiyi söndürür. Belkide şu aşamadan sonra karşılıklı oturup olabildiğince sakin, olabildiğince anlayışlı, en son yaşadığımız olayı, o aklımızdan silinmeyecek kelimeyi neden sarfettiğimizi araştırmalıyız. Bunları konuşmayarak özden uzaklaşıyoruz niyeyse...

Her şeyi karşılıklı konuşarak açıklığa kavuşturmalıyız, bir de bu şekilde elimizi uzatmalıyız birbirimize, ne dersin?

YENER BALTA
29 MART 2008

31 Mart 2008 Pazartesi

MUTLULUK BİZİM İÇİMİZDE

MUTLULUK BİZİM İÇİMİZDE

Hepimiz mutluluğun peşindeyiz. Mutluluğu paraya, güce ve prestije sahip olunca yakalayacağımızı sanarız. Aslında gerçek o değildir, ne kadar masumiyetimizden uzaklaşırsak o kadar mutsuzluğun içinde buluruz kendimizi. Masumuyetimizden uzaklaşmak demek, her şeyimizi kaybetiğimiz anlamına gelir.

Mutsuzluğun diğer nedeni de her zaman kaygı içerisinde olmamız. Kaygı artık hepimizin yaşam tarzını oluşturmakta neredeyse. Korkularımız, kaygılarımız bizi esir almış durumda. İçinde bulunduğumuz anı yaşamak yerine geçmişle geleceği birbirine karıştırıp, şu anı zehir ederiz kendimize.

Bazen bir başkasının başarısızlığı yada mutsuzluğu mutlu eder bizi içten içe. Her ne kadar çirkin olsada, insanlıktan uzak olsada... Başkalarını mutlu etmek kendi mutluluğumuzdur bir bakıma. Manevi bir huzur buluruz, birilerine yardımda bulunduğumuzda. Başkalarının mutluluğunu yok etmek yerine, onların mutluluğu için zeminler hazırlamalıyız.

Kıskançlığa, rekabete, kıyaslamaya ve hırsa yer vermeden yaşamalıyız. Bunlar bizi meşgul ettiğinde mutluluğu kaybeder, mutsuzluk içinde kayboluruz.

Mutsuzluk kişinin karakteri ile ilgili değildir, kişinin bilinçli olup olmadığı ile ilgilidir. Öfke vardır, aç gözlülük vardır, sahip olma isteği vardır, kıskançlık vardır çünkü bilinç yoktur.

Karakteri değiştirmek kolaydır, önemli olan bilinci değiştirmektir. Bilinç olduğunda, öfke, şehvet, aç gözlülük, kıskançlık, hırs ortadan kaybolur. Bu tür duygulara ayırdığımız tüm enerjimiz açığa çıkacağından enerjimiz serbest kalacaktır. Açıkta kalan enerji bizim mutluluğumuz olacaktır. Mutluluk bizim içimizden gelecektir, dışardan beklemek, farklı şeylere bağlamak yanlış olur.

Mutluluğun peşinden koşmak imkansız birşeydir. Eğer mutluluğun peşinden koşarsak ve elde etmeye çalışırsak onu hiç bir zaman yakalamayız. Çünkü mutluluk içinde bulunduğumuz durumda ansızın ortaya çıkar, nasıl olduğunu bile fark edemeyiz.

Yarına ertelenen, vadedilen mutluluklar olamaz. Onu yönetemez, üretemez, ayarlayamaz ve ne kadar mutlu olmaya çabalasak da yakalayamayız. Mutluluğu yaratamayız. O zaten mevcuttur bizde. Mutluluk sadece biz rahat olduğumuzda gerçekleşir. Öyle birşeydir ki, hiç bir neden olmadan kendimizi coşku dolu hissederiz.

Mutsuz oldukça mutluluğu daha çok ararız. Mutluluğu arzuladıkça daha çok mutsuz oluruz. Mutluluğu aramak için oradan oraya savrulur dururuz.

Tam şu anda mutlu olmak bile bizim kendi elimizdedir.

YENER BALTA
15 TEMMUZ 2006

SEVGİ VE EVLİLİK

SEVGİ VE EVLİLİK

Sevgiyi de sınıflandırabiliriz sanırım. Hele ki bu kadın ve erkek arasında ki sevgi olursa, bir de bu sevgi evlilikle sonuçlanırsa...

Bağımlı sevgi, bağımsız sevgi ve karşılıklı bağımlılık...

Bu sevgileri evlilik olarak düşündüğümüzde, bağımlı evlilik, bağımsız evlilik ve karşılıklı bağımlılık olarak üç ayrı gurupta topladığımızda, günümüzde olan evliliklerle örnekleyebiliriz, biz hangi gurup evliliğe giriyoruz, ya da hangi evlilik bizim yapımıza uyuyor karar verebiliriz.

En yaygın olan sevgi, bağımlılık üzerine kurulan evliliklerde kendini gösterir. Kadın erkeğe sıkı sıkıya bağlıdır, bağımlıdır. Erkek ise her ne kadar bağımsızmış gibi görünsede o da karısına bağımlıdır. Her ikis de karşılıklı çıkara dayalı bir evlilik yaşamakta, birbirlerine hükmetmekte, birbirlerine sahip olduklarını, hatta birbirlerini birer eşyaymış gibi görmektedirler. Çocuklar sahiplenilir, benim senin tartışmasına bile girilir.

Kadın kocasının izni olmadan bir yere gidemez, yeni birşey alamaz, alsa da kendince geçerli nedenler bulacaktır. Koca bağımsız davranamaz, her ne kadar kendini evin reisi olarak görse de o da karısının baskısı, tehditleri ve kaprisleri altında kalacaktır.

Genel geçerli evliliklerin büyük bir çoğunluğunu bu guruba giren birliktelikler oluşturur.

Bağımsız sevgi ise en az bağımlı sevgi kadar tehlikelidir. Bu günümüzde çok az rastlanan türden bir birlikteliktir. Oran olarak bağımlı sevginin tam tersi durumundadır. Bu evliliğin temelinde de mutsuzluk vardır, çünkü her iki tarafta çatışma hali içerisindedir. Ortak noktayı bulmak çok zordur. Kimse kimsenin kararına uymak istemez. Aşırı özgürlükçü bir sevgidir, neredeyse kayıtsızlık hakimdir. Diğerinin yaptığı herhangi bir eylem ya da davranış, üzerinde yorum yapmaz, müdahale etmez, fark etmez bir tavır takınılmaktadır. Bir birlerini kendi alanlarının içinde terk ederler, yokmuş gibi davranırlar. Kimse kimseye ödün vermeye yanaşmaz. Aşırı bağımsız oldukları için ilişkileri yüzeyseldir. Bu tür birliktelikler daha çok sanatçılar, düşünürler, şairler ve bilim adamları gibi meslek gurupları ile uğraşan kimselerde görülür, bu gibi insanlarla bir arada olmak imkansız gibidir.

Karşılıklı bağımlılıkda ise; uyum söz konusudur. Bu birliktelik gerçekleştiğinde her iki tarafda kendini cennette hisseder. Ama bu birliktelik oldukça ender görülür. Sanki birbirleri için nefes alıyorlarmış gibidir. Son derce mutlu ve huzur içerisindedirler. En önemlisi iki bedende ki tek ruhturlar. Bu gerçek sevginin yaşandığı bir evliliktir.

Bağımlı ve bağımsız sevgide bunu görmek imkansızdır. Bağımlı ve bağımsız evlilik sadece çıkara dayalı bir anlaşmadır, her bakımdan sağlanan bir anlaşma, sosyal, psikolojik, biyolojik...

Karşılıklı bağımlılıkta sadece ruhsal bir beraberlik söz konusudur. Biz diyebilmek belki de, benden önce senin için diyebilmek, çıkar gözetmeksizin, korkmadan, cesurca paylaşarak...

Evlilik toplumca kabul gören bir kurum olduğuna göre, büyük bir çoğunluğun eninde sonunda en az bir kez yaşayacağı bu birliktelikte, örnek olan ruhsal beraberliği yakalayabilmek, herkes için tek dileğim.


YENER BALTA
12 TEMMUZ 2006

YAŞAMIN YEDİ EVRESİ

YAŞAMIN YEDİ EVRESİ

Bizler insan ömrünü üç gruba ayırıp çocukluk, gençlik ve yaşlılık olarak sınıflandırırız. Doğru olanın bu olduğunu düşünürüz. Aslında insan ömrü her yedi yılda bir ruhsal ve fiziksel değişime uğrar. Her yedi yılda bir insan bedeninin tüm hücreleri değişir, yenilenir. Ortalama ömür 70 yıl olup, her on yılda beden yaşlanır, her yedi yılda yeni bir dönem başlar, yeni bir adım atılır.

İlk yedi yılda çocuklar ben merkezci olup, tüm dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü düşünür. Tüm aile onun dediğini yapmak için hizmetinde olduğunu, isteklerinin yerine getirilmediğinde çabuk kızan ve sinirlenen bir yapıdadır.

Yedi yıldan sonra çocuk tamamı ile sorgulamaya başlar. Neden, niçin, niye soruları en çok kullandığı soru cümleleridir. Muazzam bir biçimde her şeyi merak eder. Merakını gidermek için dener, araştırır, sorar. Saatin tiktakları dikkatini çektiği için içini açar. Ağaçlar neden yeşil yapraklı gibi sorularla felsefe yönü ağır basar. Kendi yaşıtı olan karşı cinsinden olanla ilgilenmeyip, kendi cinsinden olan ilgisini çeker.

On dördüncü yıldan sonra üçüncü bir kapı açılır. Kendi cinslerinden kopup, karşı cins ilgilerin çekmeye başlar. Yedi ve on dördüncü yaş arasındaki arkadaşlıklar sıkı bağlar üzerine kurulup, hiç bir zaman unutulmayacak, sonsuza kadar hatırlanacaktır. On dördüncü yılda romantizm ağırlık basar ve cinsenlik ön plana çıkar. Kişi kendini keşfeder.

Yirmibirinci yılda ihtiraslar baş gösterir. Bir çok şeye sahip olamak ister. Gelecek için nasıl başarılı olacağını, nasıl rekabet edeceğini düşünür. Bu yaşın anlamı para, güç ve prestijdir.

Yirmi sekizinci yılda kişi maceracılıktan sıyrılmış, tüm arzularının tatmin edilemeyeceğinin daha çok farkına varır. Eğer matık ağır basarsa, maceradan uzaklaşıp güvenlik ve rahatlığın peşine düşer. Rahat ve güvenlikli bir ev ister. Hayatını garantilemek ister, düzenli bir hayat kurma peşindedir.

Otuz beşinci yılda yaşam enerjisi en yükseğe çıkmıştır. Yol yarılanmıştır ve yavaş yavaş enerji azalmaya başlar. Kurallara karşı gelmek yerine uymayı yeğler. Bir düzen kurulur ve bu düzen bozulunca altüst olur. Bu yaşlarda gelenege ve geçmişe saygı duyar. Kişi karşı görüş olmayıp, tüm kurallara uyar.

Kırk ikinci yaşlarda ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklar belirir. Enerji gittikçe azalır, sona yavaş yavaş yaklaşır. Kırk iki en tehlikeli dönemlerden birisidir. Çoğu hastalıklar bu yaşlarda ortaya çıkar. Fiziksel olarak değişiklikler tamamıyla fark edilir, saçlar beyazlar, kilolar alınır, var olan enerji yetmemeye başlar. Din önem kazanır. Diğer taraf düşünülmeye başlanır.

Sadece yirmi sekiz yıl kaldı!

Kırk dokuz yaşında herşey netleşir. Kişiler karşı cinse ilgi duymamaya başlar. Yerine getirilmesi gereken sorumluluklar bir bir yerine getirilir, çocuklar evlenip yuva kurarlar. Bu yaşlarda kişi doğaya yönelir, kendi içine döner.

Elli altı yaşında yeniden bir değişim, bir devrim yaşanır. Yaşam sona yaklaşıyor! Bu yaşlarda kişi topluma, karşı cinse, sosyal ilişkilere ilgi duymamaya başlar.

Altmış üç yaşında kişi çocuk gibi olur. Sadece kendisi ile ilgilenir. Çocukluğun masumiyetine tekrar döner, tüm olgunlukla, edilinen bilgiyle, anlayış ve zekayla... Sona hazırlık vardır bu yaşlarada...

Sadece yedi yıl kaldı!

“Yaş yetmiş iş bitmiş” diye bir atasözü vardır, sonun geldiği noktadır. Çok ilginçtir ki sonu gelen kişi, dokuz ay önceden bunu farkeder, kendi içine doğru yönelir.

Ne mutlu ki tüm yaş dönümlerini o an ki dönemde yaşamış kişilere. Alınması gerken sorumlulukların yaşından önce ya da sonrasında almak gibi, sahip olunması gerekenlere sahip olunamayıp, çok sonraları olunması gibi, yaşanmamış eksik kalmış duyguların ve paylaşımların sonrasında tadına varılmasındaki eksiklik ya da taşkınlıkların yaşanması gibi...

YENER BALTA
14 TEMMUZ 2006

BEDENİMİZ BİZİ ELEVERİR

BEDENİMİZ BİZİ ELEVERİR

Yine mutsuzuz bugün, neden mutsuz olduğumuzu bilmeden. Sıkıldım kelimesi ile bazen dile dökeriz o anki huzursuzluğumuzu. Omuzlar düşük, boyun bükük, sırtımız eğik, ele verir kendi bedenimiz bizi ister istemez.

İçimizdeki sıkıntının da bedenimizden kaynaklandığını aklımıza getirirsek eğer, hemen toparlarsak bedenimizi, sıkıntımızın da bedenimize yüklediği yükten kurtulmuş oluruz.

İçimizde yaşadığımız sıkıntının asıl kaynağı beden dilimizdir. Beden dilimizle duygu ve düşüncelerimizi, dilimizden dökülen kelimelerden daha net ve anlaşılır şekilde ifade ederiz çevremize.

Hepimiz beden dilimizi farkında olmaksızın günlük yaşantımızda son derece etkili bir ifade biçimi olarak kullanırız. Kelimelerimizi rahatlıkla kontrol edebilsek de, beden dilimizi kontrol etmemiz daha zordur. Bedenimiz olaylara ve durumlara karşı kendiliğinden tepki vereceği için kontrol etmemiz zorlaşır.

Sinirlendiğimizde bir bakış, bir el hareketi, başımızın hareketi ya da yüzümüzde yarattığımız mimikler o anki tepkimizi çok güçlü bir şekilde ifade eder. Dünyanın neresine gidersek gidelim, beden dili ulusal bir dildir. Üzüntülüyken de, sevinçliyken de, şaşkınlığımızda da verdiğimiz tepkiler hep aynıdır.

Gerçek duygu ve düşüncelerimizi kelimelerin arkasına gizlemek mükün olsa da, beden dilimizi gizlemek o kadar kolay değildir. Duygu ve düşüncelerin anlaşılmasında kelimeler değil, beden esastır.

Eğer karşımızda ki kişiyle iletişim kurmak istiyorsak, önce beden dilimizin olabildiğince açık olması gerekiyor. Bedenimiz dik, göğüs alanımız açık, kollarımız ve bacaklarımız düz olduğu sürece iletişime geçmek için bir başlangıç yapmış oluruz. Aslında çoğumuz beden dilinin ne olduğunu bilmesekte, ister istemez de olsa o dili kullanıyoruz.

Bir insanın kendini ifade etmesinin en etkin yolu, gögüs açıklığını ya da merkezini kullanma biçimidir. Başka bir özelliğine bakmaksızın karşımızdakinin içinde bulunduğu duygu yogunluğu ve kişilik yapısı hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Bir insanın kendine güvenip güvenmediğini bile beden dilinden anlayabiliriz.

Beden dilli sağlıklı olan insanlar, diğer insanlarla da sağlıklı ilişkiler kurar, haklarını savunabileceği gibi, karşısındakinin de haklarına saygı gösterirler.

Bir insanın içinde bulunduğu durumdan rahatsızlığını, kendine olan güvensizliğini, göğüs kısmının içe doğru kapanmasıyla, omuzların düşmesiyle, bedeninin hafifçe öne eğilmesiyle gayet rahat anlarız. Bu duruşa sahip olan insanlar hayat enerjileri azalan, yaptıkları işten ve bulundukları durumdan memnun olmayan insanlardır. Çekingen ve dışa kapalı bu duruşa bir de zayıf ve tereddütlü ses tonu eşlik eder. Bu yapıya sahip insanlar haklarını aramakta güçlük çektikleri gibi “hayır”demektede zorlanırlar.

Bu duruşun tam tersi olan omuzların geriye doğru gitmesi, kolların genişleyerek yana doğru uzaması da merkezin çok fazla açılması demektir. Kişinin sınırlarını genişletip, dışarıdan gelecek her hangi etkiye daha şiddetli karşılık vereceği anlamına gelir ki, bu da olumsuz bir duruş biçimidir. Kavgacı, saldırgan, şiddet içeren davranışları barındıran bir insan bu duruşu ile diğer insanların hak ve duygularına da duyarsızdır. Bu tür insanlar haklarını eninde sonunda zorlama ve zorbalıkla alacaklarını bir şekilde ifade edip, etraflarına da rahatsızlık vermektende çekinmezler.


YENER BALTA
13 TEMMUZ 2006

SÖYLENMİŞ SÖZLER

SÖYLENMİŞ SÖZLER

Son zamanlarda en çok internet ortamında güzel sözlerle karşılaşıyor olsak da kendimce topladığım, ama kimlere ait olduklarını bilmediğim sözlerin birkaçını sizlerle de paylaşmak istedim. Belki bir yol gösterici olur size, belki hatırınızda kalır, belki de sizi etkiler düşündürür birkaçı!..

Eğer gerçeği konuşuyorsanız hiçbir şey hatırlamaya gerek kalmaz.

İyi bir günle kötü bir gün arasındaki tek fark sizin ruh halinizdir.

Eğer hoşunuza gitmeyen bir şeyler varsa değiştirin. Eğer değiştiremiyorsanız, bunları olduğu gibi sevmeyi öğrenin ama lütfen şikayet etmeyin.

Bir kişi herhangi bir tartışma sırasında öfkelenirse, artık gerçeği aramaktan çıkmış, kendisiyle savaşmaya başlamıştır.

Saadet ne acı ne de zevk tarafından rahatsız edilmeyen mutlak huzurdur.

Yalnızlık bağımlılıktır, tek başınalık ise saf bağımsızlıktır.

Zamanımızı alan insan kendisini borçlu saymaz. Ödemeye kalksa onuda yapamaz.

Aşk bir hayal, evlilik ise gerçektir. Hayal ile gerçeği birbirine karıştırırsanız, hayalleriniz bu işten zararlı çıkar.

Hiçbir vakit, öğüt verirken olduğumuz kadar cömert değilizdir.

Gerçek sevgi iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde eksilmeyendir.

Küçük kafalar kişileri, orta kafalar olayları, büyük kafalar fikirleri konuşurlar.

Gerdanımda pırlantalar olacağına, masamda çiçekler olmasını tercih ederim.

Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.

İnsanlar ağaçtan ders almalıdırlar. Ne üzerinde barınan kuşların, ne gölgesinde yatan insanların, ne de verdikleri yemişlerin hesabını tutarlar.

Gel dese de bakma cimri aşına, bir fırsat arar da kakar başına.

İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen mutludur, hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramayacaktır.

Yalanlamak ve reddetmek için okuma! İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma! Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku!

Güzel konuşmak için bir yol vardır; dinlemeyi öğrenmek.

Kusurumuz ne kadar çoksa, o kadar kusur ararız.

Sakladığın bir sır senin esirindir, açığa vurursan sen onun esiri olursun.

Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.

Büyük insan büyüklüğünü, kendisinden küçük insanlara karşı davranışlarıyla gösterir.

İnsanların gerçek mutluluğu sağlık ve neşedir.

Cimriler çok iyi insanlardır, ölmelerini isteyenler için servet toplarlar!

Cimrilik, zenginlik içinde fakirliktir.

Bir şeyi doğru olarak yapmak, onu niçin yanlış yaptığımızı açıklamaktan daha az zaman alır.

İnsanların en büyük kusuru kendilerini görmeyip başkalarının kusurunu ortaya çıkarmalarıdır.

Zaman geçiyor ve biz hala bunun farkında değiliz.

YENER BALTA
10 TEMMUZ 2006

ARA VERMEK!..

ARA VERMEK...

Her ne kadar örtüsü beyaz olsada rengi karanlık olan kış mevsimini geride bırakalı çok oldu. Karın üzerinde yürürken bırakılan izler gibi bizde de izler bıraktı. Acısıyla tatlısıyla... Daha bir zorladı ayakta kalabilmek için mevsimlerin en beyazı ama aslında en karası... Sabahı akşama bağlayan günlerde içimizi ısıtan sıcaklıkları arar olduk. Belki de sevgiyle bakan iki göz, tüm sevgisi ile bize dokunan sıcak bir el, tatlı bir dil aradık duymak için bir çift güzel söz. Tümü geride kaldı.

Tüm açlığımızı doyuracak enerji her sabah hiç şaşmadan gülümser bize, bazen kızgın, bazen puslu doğarak uzaklarda ama aslında içimizde... Tüm canlıların yaşam kaynağı güneş yaşatır bize o yaydığı sıcaklığını baharlarıyla, kışıyla, yazıyla... Nasıl da içimizi ısıtır, nasıl da enerjimiz olur bizim. Bazı sabahlar yağmur yağıyorsa, hava kapalı ise eğer yataktan çıkmak istemez insan, işe gitmenin sorumluluğu omuzlarda hissedilirken. Ama boşuna, belki bugün diğer günlerden daha bir farklı olur diyerek bir umut! Haftanın rutin günleri pazar sabahları şaşırır saatini...

Hepimizin beklediği şu günlerde en çok arzu edilen uzaklaşmak, kaçmak bir yerlere. Belki de hiç geriye dönmemek. Keşke gittiğimiz yerden hiç gelmesek, keşke buralarda kalabilsek, bu mavilikte, bu yeşilin yaydığı oksijende... Hep ertelenen hep sonraya itilen, sorumlulukların omuzlardaki yükü hissedilince emekliliğe bırakılan gerçek istekler.
Ait olduğumuz yere geri dönmek olmasa, hep bir sonra ki gidilen yer kalan olsa geride. Yeni bir yaşam, yeni bir mekanda, yeni insanlarla, yeni bir çevrede. Her şeye sıfırdan başlasak mesela, kullandığımız bilgisayarları yeniden başlattığımız gibi tek tuşa basarak yenilesek kendimizi. Keşke olabilse...

Yaşam var oldu olalı bu yaşadığımız düzen olması gereken ki böyle kurulmuş gidiyor. Rutin düzeni ile, bazen sağlımızla sarsıyor bizi, anlıyoruz ki bu tek düzelik bile güzel, her şeyin başı sağlık deyip şükretmesini biliyoruz.

Yaşamda var olabilmek, ayakta kalabilmek herşeyden önce insan olabilmek için üretmemiz gerektiğini hepimiz biliyoruz. Meslek olarak seçtiğimiz işe ara verme zamanı şu güzel sıcak yaz aylarında geldi çattı. Bir yıl boyunca çalışıp yorulduğumuz günleri belki onbeş gün, belki bir ay süreye sıkıştırıp dolu dolu geçirmek tek isteğimiz.
Kenara birkaç kuruş koyabildiysek, kendi yaşam standardımızda keyfini çıkarabilmekse eğer, bir an önce gelse şu özgür olabileceğimiz kısıtlı günler.

Yeni yerler, yeni keyifler, yeni tatlar... Şöyle uzanmak denizin verdiği eşsiz huzurda, yeşilin içinde kaybolup koklamak havayı, o güzelim havayı depolamak ciğerlere dönüşte kullanmak üzere. Belki de bir yerlere kaçmadan evimizden hiç çıkmasak. Tüm rahatlığı ile çıkarsak tadını evimizin. Hep sonraya bıraktığımız, yapmak istediğimiz uğraşlarımızı bir bir gerçekleştirsek zevkine vararak.

Belki de doğduğumuz toprağa geri dönmek, çocukluğumuzda yaşadıklarımızı anılarımız da yaşasak belki biraz buruk.

Herkesin hakkettiği bir ödül diye düşünüyorum bu dinlenme sürecini. Herkese iyi tatiller diliyorum.

Yener Balta
17 Haziran 2006

SOKAK MEKANLARI ONLARIN

SOKAK MEKANLARI ONLARIN

Ne çok şeye malzeme oldu şu İstanbul sokakları. Ne çok şeye tanıklık etti, ne çok şey yaşandı her bir sokağında. Herkesi, her kesimi kendine çeken koca şehir İstanbul!

Yeni bir yıla günler kala, çarşı ve mağazalarımızı, evlerimizi, bahçemizi ışıklarla süslerken, her bir rengin yanıp söndüğü, yeni bir yılın yeni umutlar getireceği beklentisi ile ömürden bir yıl daha giderken, zamanın bize neler kattığı kar kalırken yanımıza...

Çocukların ilgisinden çıkıp kendini çocuk hisseden büyüklerin ille de süsledikleri çam ağaçları. Gavur işi deyip de, ülkemizde pek kabul görmeyen, içten içe özenilen çeşit çeşit minyatürlerle süslenen ışıklı çam ağaçları.

Bostancı İskelesi'nin karşı caddesine düşen sokakların birinde, eskinin en lüks apartmanlarından birinin girişi önünde, ışıkların oynaştığı çam ağacından sonra gördüğüm manzarayı unutamam her niyeyse...

Soğuk geceyi biraz kıracağı ümidiyle, apartmanın girişi önündeki kuytu yer mekanları olmuş o gece için. Her gece yatılacak bir yer değil zira. Beyinlerin uyuşup da uykuya yenik düştüğünde, oracıkta kıvrılıp kalınacak anlık mekanlar. El ayak çekildiğinde, herkesler evlerine girdiğinde, sokakların gecenin sessizliğine gömüldüğünde, alınan tiner kokusu ile kafalarının ve bedenlerinin uyuşma aşamasında, alt alta, üst üste bir yığın halinde iç içe geçerek yatışları unutulacak gibi değil.

Sabah olup da henüz güneşin ışımadığı, sokak lambalarının oluşturduğu loşlukta seçmeye çalışıp da tam seçemediğim, gözlerimde yol boyunca bitirmek için çabaladığım geceden kalan uykumla, işe gittiğim aracın kırmızı ışıkta durması ile, araladığım göz kapaklarımı sonuna kadar açıp, karşılaştığım manzarayı algılamak için, bir süre öylece donup kaldığım manzarayı şu gün bile unutmuş değilim.

Bir film seti değil mekan. Hepsi neredeyse aynı yaşta, aynı kaderi paylaşan çocuklar. Soğuk henüz onları dondurmamış; hepsi, bedenler ne kadar birbirlerine sokulurlarsa o derece vücut ısılarını koruyabileceklerini bildiklerinden birbirlerine geçmişler.

Hiç biri sokak olsun istemez mekanları. Belki özgür olabilmek istedikleri için, belki baskıdan, belki acıdan, belki de zorlamadan kurtulmak için evlerinden kaçmakta bulmuşlar çareyi…

Özgürlük bu mu onlar için? "Sıcak bir ev, sıcak bir aile, iyi bir eğitim ve gelecek ümidi ile doğar her çocuk diye bilinir…" hep. Sonucun ne olacağı düşünülmeden, gelecekte ne olabilir kaygısı gütmeden, hayata merhaba dedirttirilen küçük bedenler...

Neredeyse her biri aile ilgisinden yoksun, geçim sıkıntısının ne olduğu iyi bilinen, bir dilim ekmeğin çöplüklerde arandığı yaşamlar...

Beyinlerde, bedenlerde bir keresinin bile silinmez izler bıraktığı tiner kokuları. Her bir çekişte ciğerlere dolan, beyinde hasarlara neden olan, gün be gün daha da uyuşabilmek, gerçeklerden kaçıp, hayal alemine dalabilmek için çekilen tiner kokuları, yarınlar için bir ümit olabilir mi sanki...

Yarınının ne olacağı şimdiden belli olan gençler… Sokakta yaşanılan hayatın kaçta kaçı iyi ile sonuçlanabilir ki...

22 Şubat 2008 Cuma

HOŞ GELDİN BEBEK!

HOŞ GELDİN BEBEK!

Yeni bir hayat için karar verilmiş dokuz ay öncesinden. Bu uzun süre öncesinde eşinden aldığını kendisine katarak. Ne umutlarla kim bilir, ne heyecanlarla. Bilinir mi ki kenetlenen iki bedenin o an ki mutluluğu ve heyecanı, o doğacak bebeğin hayat boyu üzerinde taşıyacağını!
Mutluluğunun, başarısının ve yaşam enerjisinin ilkini o andan sonra onda kalacağını ve hayatı boyunca temelinden aldığı duygularını. İstenerek dünyaya gelen bir bebek olmanın ayrıcalığını üzerinde taşıyacağını... Fark ettirmeden.
Eğitimli, bilgili bir annenin yetiştirdiği insan seçilir, belirir diğerlerinin arasında. Daha iyi nesiller için en iyi yatırım analara mı olmalı ilkin! İlk ten, ilk göz, ilk nefes ana ile paylaşılmaz mı? Hayat boyu hiç bitmeyecek paylaşımın atılan temelleridir bu paylaşımlar.
Yeni bir hayat bağladı bugün diğerleri gibi, doğa kendini yenilemeli, yenileyebilmeli ki, yaşam devam edebilsin.
Çalan telefondaki ses müjdeledi yeni nefesi. Ürperen bir ten, göz yaşı ile dolan iki göz. Mutluluk da ağlatır üzüntüler gibi bazen!
Birkaç yıl öncesi üzerinde okul forması, uzun saçları iki omzunda örgülü, kırmızı yanaklar, öğretmeni ile gelmiş, "Eti senin kemiği bizim!" diyerek iş hayatının en alt basamağına bırakılmıştı oracıkta. Yalnız, yapayalnız hissetmişti kendini, ilk kez annesinden ayrılan bir yavru misali, o anası bildiği öğretmeninden ayrılıp iş hayatının ortasına bırakılmıştı.
Güler yüzlüydü, biraz ürkek. Ürkekliği gözlerinde ki pırıltıyı gizlemeye yetmiyordu. Kaçamak bakışları ile ortamı süzse de, biraz çekinir hali seziliyordu. Sezgi yanıltmıştı bu sefer. İlk günün ardından yeni iş yerleri araştırmasını istemiş olsa da öğretmeninden o an ki kararı ile ne kadar yanıldığını daha sonra ondan içtenlikle duymak duyanları hem mutlu etmiş, hem de onurlandırmıştı.
Katıldığı ortamın yaşça en küçüğü idi, kimilerinin çocuğu olacağı yaştaydı.
Aradaki yaş farkı bazen unutulup gidiliyordu, çünkü ona yaklaşımlarının ne kadar içten ve sevecen olduğunun farkında idi. Hiç bir zaman kötüye kullanmadan, aradaki mesafesini korudu. Verilen her hangi bir işi büyük bir dikkatle dinliyor, özümsüyor ve uygulayarak olur almak istiyordu. Ondaki bu hevesin ve heyecanın ne olduğu iyi bilindiğinden, eleştiriler olumlu yönde yapılıyor, eksiklerine göz yumularak. Yapıcı olunduğu sürece daha iyi öğreneceği diğerleri tarafından biliniyordu.
Öğrendi de. Kısacık zamanda bilgisayarı kullanmayı, işin tekniğini az
çok kavramıştı. İşin en önemli evresi olan tasarıma kalmıştı. Bilinenler sonuna kadar öğretilmeye ve iletilmeye hazırdı. Eğer almak ona yeterli gelmeyecekse sorduğu yanıtlanıyor, sormadığında da yeri geldiğinde
iletiliyordu. "Söylenen ve gösterilen bir kez daha anlatılmaz" diyerek de kulaklarını dört açması hatırlatılıyordu.
Ne zorluklar bekliyordu onu, üniversite sınavına girecekti, meslek lisesi mezunu olacaktı ve aldığı teorik eğitim sınav için yeterli gelmeyecekti belki de. Ama bir kez deneyecekti. "Bildiğimle sınava gireceğim" diyordu.
Her hangi bir ek bilgi hazırlığına girişmeden. Üniversiteye yetenek sınavı ile alınan bir fakülte düşünüyordu. İstediği mesleğe başlaması sınav sonucu ile olmasa da, o bire bir çalışarak öğrenecekti. En azından bir kez denedi ve olmadı.
Kısa sürede başarısı işveren tarafından da onaylandığı için aldığı maaş da azımsanmayacak miktarda idi. Oysa ki şunun şurasında ilk başladığında yol masraflarını bile karşılamıyordu iş veren.
Durgundu, mutluydu, heyecanlıydı ve bazen de kaygılı!.. Bir anı bir anını tutmuyordu. İçi içine sığmıyordu. Ufak kaçamakları vardı, bir şeyleri gizler gibiydi. Pek fark etmemiş gibi davranılsa da.
Sonunda herkes öğrendi. Onaylanmayacağını, verdiği karar için çok erken olacağını, acele etmemesi gerektiğini büyüklerinden defalarca duyacak olsa da o kararını vermişti bir kere.
Kızımız gölünü bir delikanlıya kaptırmıştı. Yaşının küçük olduğunun bilincindeydi evlilik kararı için. Ama onlar kararını vermişti, büyükler onaylamasa da. Tebrikler o anda sunuldu. "Hep mutlu ol, şu anda olduğun gibi, hep ama hep" denmişti.
Daha önce evliliği yaşamış olanlar kendisini edindikleri tecrübeleriyle
uyardı. "Bizimki farklı olacak" cümlesi artık yeni evlenen her çift için klasik bir evlilik sloganı haline gelmişti. Bilmeden o da söze döktü. Buruk bir gülümseme paylaşıldı o duyguyu paylaşanlar arısında, sezdirilmeden.
Paylaştığı iş kolunun ustası işten ayrılıyordu, işler tümüyle ona kalıyordu. Başarabilir miydi, altından kalkabilir miydi, gidenin yerine gelen neleri değiştirirdi? Paylaşılan aynı iş yerinden, aynı ortamdan, aynı günler artık kalmamıştı. Bunlar o an için düşünülmüyordu. Gidilmesi ne kadar üzse de, inceden inceye bir sevinç yaşanıyordu. Ustalığın basamaklarına öyle ya da böyle tırmanacaktı.
Hayata gözlerini açmasına neden olan bebek anneliğin özverisini bir kez daha gündeme getirmişti. Mesleğinde bir yerlere geleceği kaygısını yaşarken birden bire annelikle tanışmış, belki de bebeği ile yaşamın üstesinden gelecekti. Mutluluğu, zamanını, yaşamını bir bebekle pekiştirecek, onu en güzel şekilde yarınlara hazırlayacaktı. Uykusuz geceler, kendisi için zaman bulamayacağı anlar, bebeğini kucağına aldığı anda siliniverecekti bir anda aklından.
Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu karar vermesi için anlık zamanlarla yarışacaktı bebeği için. Bebeğinin tehlikeli bir durum anında vereceği karar önemli idi o an için. Bütün merkez bebeği olacaktı. Bebeği büyük bir huzur içinde uyurken her şeyden habersiz; henüz büyükler tarafından köreltilmemiş, tüketilmemiş fazlası ile onda varolan tüm değerleri izleyecek, bir parçasını o an için paylaşacaktı o mışıl mışıl uyurken.
Bozmadan, kırmadan, düzene uydurmadan yetiştirebilecek miydi bebeğini? Kendi değerleri mi ağır basacak, yoksa toplumun içinde ezilmemesi için güçlü olması mı öğretilecekti. Güç güçsüzlükle karıştırılmadan. Neyin "güç" olduğunu ayırt edebilecek miydi?
En az kendisi kadar güzel, en az kendisi kadar mutlu bir bebek olacaktı o da biliyordu. Çok genç yaşta anne olmanın sorumluluğunu hiç bir zaman unutmadan. Kendisini yetiştiren annesinin desteği ile daha da güzel bir insan olacak bebeği biliyordu.
Hayat boyu alınabilecek en zor kararlardan biri olan ama bir o kadar da kolay gelen herkeslere. O kararını vermişti!..
Yeni bir insan, yeni bir hayat!
Benden
25.9.2006