31 Mart 2008 Pazartesi

MUTLULUK BİZİM İÇİMİZDE

MUTLULUK BİZİM İÇİMİZDE

Hepimiz mutluluğun peşindeyiz. Mutluluğu paraya, güce ve prestije sahip olunca yakalayacağımızı sanarız. Aslında gerçek o değildir, ne kadar masumiyetimizden uzaklaşırsak o kadar mutsuzluğun içinde buluruz kendimizi. Masumuyetimizden uzaklaşmak demek, her şeyimizi kaybetiğimiz anlamına gelir.

Mutsuzluğun diğer nedeni de her zaman kaygı içerisinde olmamız. Kaygı artık hepimizin yaşam tarzını oluşturmakta neredeyse. Korkularımız, kaygılarımız bizi esir almış durumda. İçinde bulunduğumuz anı yaşamak yerine geçmişle geleceği birbirine karıştırıp, şu anı zehir ederiz kendimize.

Bazen bir başkasının başarısızlığı yada mutsuzluğu mutlu eder bizi içten içe. Her ne kadar çirkin olsada, insanlıktan uzak olsada... Başkalarını mutlu etmek kendi mutluluğumuzdur bir bakıma. Manevi bir huzur buluruz, birilerine yardımda bulunduğumuzda. Başkalarının mutluluğunu yok etmek yerine, onların mutluluğu için zeminler hazırlamalıyız.

Kıskançlığa, rekabete, kıyaslamaya ve hırsa yer vermeden yaşamalıyız. Bunlar bizi meşgul ettiğinde mutluluğu kaybeder, mutsuzluk içinde kayboluruz.

Mutsuzluk kişinin karakteri ile ilgili değildir, kişinin bilinçli olup olmadığı ile ilgilidir. Öfke vardır, aç gözlülük vardır, sahip olma isteği vardır, kıskançlık vardır çünkü bilinç yoktur.

Karakteri değiştirmek kolaydır, önemli olan bilinci değiştirmektir. Bilinç olduğunda, öfke, şehvet, aç gözlülük, kıskançlık, hırs ortadan kaybolur. Bu tür duygulara ayırdığımız tüm enerjimiz açığa çıkacağından enerjimiz serbest kalacaktır. Açıkta kalan enerji bizim mutluluğumuz olacaktır. Mutluluk bizim içimizden gelecektir, dışardan beklemek, farklı şeylere bağlamak yanlış olur.

Mutluluğun peşinden koşmak imkansız birşeydir. Eğer mutluluğun peşinden koşarsak ve elde etmeye çalışırsak onu hiç bir zaman yakalamayız. Çünkü mutluluk içinde bulunduğumuz durumda ansızın ortaya çıkar, nasıl olduğunu bile fark edemeyiz.

Yarına ertelenen, vadedilen mutluluklar olamaz. Onu yönetemez, üretemez, ayarlayamaz ve ne kadar mutlu olmaya çabalasak da yakalayamayız. Mutluluğu yaratamayız. O zaten mevcuttur bizde. Mutluluk sadece biz rahat olduğumuzda gerçekleşir. Öyle birşeydir ki, hiç bir neden olmadan kendimizi coşku dolu hissederiz.

Mutsuz oldukça mutluluğu daha çok ararız. Mutluluğu arzuladıkça daha çok mutsuz oluruz. Mutluluğu aramak için oradan oraya savrulur dururuz.

Tam şu anda mutlu olmak bile bizim kendi elimizdedir.

YENER BALTA
15 TEMMUZ 2006

SEVGİ VE EVLİLİK

SEVGİ VE EVLİLİK

Sevgiyi de sınıflandırabiliriz sanırım. Hele ki bu kadın ve erkek arasında ki sevgi olursa, bir de bu sevgi evlilikle sonuçlanırsa...

Bağımlı sevgi, bağımsız sevgi ve karşılıklı bağımlılık...

Bu sevgileri evlilik olarak düşündüğümüzde, bağımlı evlilik, bağımsız evlilik ve karşılıklı bağımlılık olarak üç ayrı gurupta topladığımızda, günümüzde olan evliliklerle örnekleyebiliriz, biz hangi gurup evliliğe giriyoruz, ya da hangi evlilik bizim yapımıza uyuyor karar verebiliriz.

En yaygın olan sevgi, bağımlılık üzerine kurulan evliliklerde kendini gösterir. Kadın erkeğe sıkı sıkıya bağlıdır, bağımlıdır. Erkek ise her ne kadar bağımsızmış gibi görünsede o da karısına bağımlıdır. Her ikis de karşılıklı çıkara dayalı bir evlilik yaşamakta, birbirlerine hükmetmekte, birbirlerine sahip olduklarını, hatta birbirlerini birer eşyaymış gibi görmektedirler. Çocuklar sahiplenilir, benim senin tartışmasına bile girilir.

Kadın kocasının izni olmadan bir yere gidemez, yeni birşey alamaz, alsa da kendince geçerli nedenler bulacaktır. Koca bağımsız davranamaz, her ne kadar kendini evin reisi olarak görse de o da karısının baskısı, tehditleri ve kaprisleri altında kalacaktır.

Genel geçerli evliliklerin büyük bir çoğunluğunu bu guruba giren birliktelikler oluşturur.

Bağımsız sevgi ise en az bağımlı sevgi kadar tehlikelidir. Bu günümüzde çok az rastlanan türden bir birlikteliktir. Oran olarak bağımlı sevginin tam tersi durumundadır. Bu evliliğin temelinde de mutsuzluk vardır, çünkü her iki tarafta çatışma hali içerisindedir. Ortak noktayı bulmak çok zordur. Kimse kimsenin kararına uymak istemez. Aşırı özgürlükçü bir sevgidir, neredeyse kayıtsızlık hakimdir. Diğerinin yaptığı herhangi bir eylem ya da davranış, üzerinde yorum yapmaz, müdahale etmez, fark etmez bir tavır takınılmaktadır. Bir birlerini kendi alanlarının içinde terk ederler, yokmuş gibi davranırlar. Kimse kimseye ödün vermeye yanaşmaz. Aşırı bağımsız oldukları için ilişkileri yüzeyseldir. Bu tür birliktelikler daha çok sanatçılar, düşünürler, şairler ve bilim adamları gibi meslek gurupları ile uğraşan kimselerde görülür, bu gibi insanlarla bir arada olmak imkansız gibidir.

Karşılıklı bağımlılıkda ise; uyum söz konusudur. Bu birliktelik gerçekleştiğinde her iki tarafda kendini cennette hisseder. Ama bu birliktelik oldukça ender görülür. Sanki birbirleri için nefes alıyorlarmış gibidir. Son derce mutlu ve huzur içerisindedirler. En önemlisi iki bedende ki tek ruhturlar. Bu gerçek sevginin yaşandığı bir evliliktir.

Bağımlı ve bağımsız sevgide bunu görmek imkansızdır. Bağımlı ve bağımsız evlilik sadece çıkara dayalı bir anlaşmadır, her bakımdan sağlanan bir anlaşma, sosyal, psikolojik, biyolojik...

Karşılıklı bağımlılıkta sadece ruhsal bir beraberlik söz konusudur. Biz diyebilmek belki de, benden önce senin için diyebilmek, çıkar gözetmeksizin, korkmadan, cesurca paylaşarak...

Evlilik toplumca kabul gören bir kurum olduğuna göre, büyük bir çoğunluğun eninde sonunda en az bir kez yaşayacağı bu birliktelikte, örnek olan ruhsal beraberliği yakalayabilmek, herkes için tek dileğim.


YENER BALTA
12 TEMMUZ 2006

YAŞAMIN YEDİ EVRESİ

YAŞAMIN YEDİ EVRESİ

Bizler insan ömrünü üç gruba ayırıp çocukluk, gençlik ve yaşlılık olarak sınıflandırırız. Doğru olanın bu olduğunu düşünürüz. Aslında insan ömrü her yedi yılda bir ruhsal ve fiziksel değişime uğrar. Her yedi yılda bir insan bedeninin tüm hücreleri değişir, yenilenir. Ortalama ömür 70 yıl olup, her on yılda beden yaşlanır, her yedi yılda yeni bir dönem başlar, yeni bir adım atılır.

İlk yedi yılda çocuklar ben merkezci olup, tüm dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü düşünür. Tüm aile onun dediğini yapmak için hizmetinde olduğunu, isteklerinin yerine getirilmediğinde çabuk kızan ve sinirlenen bir yapıdadır.

Yedi yıldan sonra çocuk tamamı ile sorgulamaya başlar. Neden, niçin, niye soruları en çok kullandığı soru cümleleridir. Muazzam bir biçimde her şeyi merak eder. Merakını gidermek için dener, araştırır, sorar. Saatin tiktakları dikkatini çektiği için içini açar. Ağaçlar neden yeşil yapraklı gibi sorularla felsefe yönü ağır basar. Kendi yaşıtı olan karşı cinsinden olanla ilgilenmeyip, kendi cinsinden olan ilgisini çeker.

On dördüncü yıldan sonra üçüncü bir kapı açılır. Kendi cinslerinden kopup, karşı cins ilgilerin çekmeye başlar. Yedi ve on dördüncü yaş arasındaki arkadaşlıklar sıkı bağlar üzerine kurulup, hiç bir zaman unutulmayacak, sonsuza kadar hatırlanacaktır. On dördüncü yılda romantizm ağırlık basar ve cinsenlik ön plana çıkar. Kişi kendini keşfeder.

Yirmibirinci yılda ihtiraslar baş gösterir. Bir çok şeye sahip olamak ister. Gelecek için nasıl başarılı olacağını, nasıl rekabet edeceğini düşünür. Bu yaşın anlamı para, güç ve prestijdir.

Yirmi sekizinci yılda kişi maceracılıktan sıyrılmış, tüm arzularının tatmin edilemeyeceğinin daha çok farkına varır. Eğer matık ağır basarsa, maceradan uzaklaşıp güvenlik ve rahatlığın peşine düşer. Rahat ve güvenlikli bir ev ister. Hayatını garantilemek ister, düzenli bir hayat kurma peşindedir.

Otuz beşinci yılda yaşam enerjisi en yükseğe çıkmıştır. Yol yarılanmıştır ve yavaş yavaş enerji azalmaya başlar. Kurallara karşı gelmek yerine uymayı yeğler. Bir düzen kurulur ve bu düzen bozulunca altüst olur. Bu yaşlarda gelenege ve geçmişe saygı duyar. Kişi karşı görüş olmayıp, tüm kurallara uyar.

Kırk ikinci yaşlarda ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklar belirir. Enerji gittikçe azalır, sona yavaş yavaş yaklaşır. Kırk iki en tehlikeli dönemlerden birisidir. Çoğu hastalıklar bu yaşlarda ortaya çıkar. Fiziksel olarak değişiklikler tamamıyla fark edilir, saçlar beyazlar, kilolar alınır, var olan enerji yetmemeye başlar. Din önem kazanır. Diğer taraf düşünülmeye başlanır.

Sadece yirmi sekiz yıl kaldı!

Kırk dokuz yaşında herşey netleşir. Kişiler karşı cinse ilgi duymamaya başlar. Yerine getirilmesi gereken sorumluluklar bir bir yerine getirilir, çocuklar evlenip yuva kurarlar. Bu yaşlarda kişi doğaya yönelir, kendi içine döner.

Elli altı yaşında yeniden bir değişim, bir devrim yaşanır. Yaşam sona yaklaşıyor! Bu yaşlarda kişi topluma, karşı cinse, sosyal ilişkilere ilgi duymamaya başlar.

Altmış üç yaşında kişi çocuk gibi olur. Sadece kendisi ile ilgilenir. Çocukluğun masumiyetine tekrar döner, tüm olgunlukla, edilinen bilgiyle, anlayış ve zekayla... Sona hazırlık vardır bu yaşlarada...

Sadece yedi yıl kaldı!

“Yaş yetmiş iş bitmiş” diye bir atasözü vardır, sonun geldiği noktadır. Çok ilginçtir ki sonu gelen kişi, dokuz ay önceden bunu farkeder, kendi içine doğru yönelir.

Ne mutlu ki tüm yaş dönümlerini o an ki dönemde yaşamış kişilere. Alınması gerken sorumlulukların yaşından önce ya da sonrasında almak gibi, sahip olunması gerekenlere sahip olunamayıp, çok sonraları olunması gibi, yaşanmamış eksik kalmış duyguların ve paylaşımların sonrasında tadına varılmasındaki eksiklik ya da taşkınlıkların yaşanması gibi...

YENER BALTA
14 TEMMUZ 2006

BEDENİMİZ BİZİ ELEVERİR

BEDENİMİZ BİZİ ELEVERİR

Yine mutsuzuz bugün, neden mutsuz olduğumuzu bilmeden. Sıkıldım kelimesi ile bazen dile dökeriz o anki huzursuzluğumuzu. Omuzlar düşük, boyun bükük, sırtımız eğik, ele verir kendi bedenimiz bizi ister istemez.

İçimizdeki sıkıntının da bedenimizden kaynaklandığını aklımıza getirirsek eğer, hemen toparlarsak bedenimizi, sıkıntımızın da bedenimize yüklediği yükten kurtulmuş oluruz.

İçimizde yaşadığımız sıkıntının asıl kaynağı beden dilimizdir. Beden dilimizle duygu ve düşüncelerimizi, dilimizden dökülen kelimelerden daha net ve anlaşılır şekilde ifade ederiz çevremize.

Hepimiz beden dilimizi farkında olmaksızın günlük yaşantımızda son derece etkili bir ifade biçimi olarak kullanırız. Kelimelerimizi rahatlıkla kontrol edebilsek de, beden dilimizi kontrol etmemiz daha zordur. Bedenimiz olaylara ve durumlara karşı kendiliğinden tepki vereceği için kontrol etmemiz zorlaşır.

Sinirlendiğimizde bir bakış, bir el hareketi, başımızın hareketi ya da yüzümüzde yarattığımız mimikler o anki tepkimizi çok güçlü bir şekilde ifade eder. Dünyanın neresine gidersek gidelim, beden dili ulusal bir dildir. Üzüntülüyken de, sevinçliyken de, şaşkınlığımızda da verdiğimiz tepkiler hep aynıdır.

Gerçek duygu ve düşüncelerimizi kelimelerin arkasına gizlemek mükün olsa da, beden dilimizi gizlemek o kadar kolay değildir. Duygu ve düşüncelerin anlaşılmasında kelimeler değil, beden esastır.

Eğer karşımızda ki kişiyle iletişim kurmak istiyorsak, önce beden dilimizin olabildiğince açık olması gerekiyor. Bedenimiz dik, göğüs alanımız açık, kollarımız ve bacaklarımız düz olduğu sürece iletişime geçmek için bir başlangıç yapmış oluruz. Aslında çoğumuz beden dilinin ne olduğunu bilmesekte, ister istemez de olsa o dili kullanıyoruz.

Bir insanın kendini ifade etmesinin en etkin yolu, gögüs açıklığını ya da merkezini kullanma biçimidir. Başka bir özelliğine bakmaksızın karşımızdakinin içinde bulunduğu duygu yogunluğu ve kişilik yapısı hakkında bilgi sahibi olabiliriz. Bir insanın kendine güvenip güvenmediğini bile beden dilinden anlayabiliriz.

Beden dilli sağlıklı olan insanlar, diğer insanlarla da sağlıklı ilişkiler kurar, haklarını savunabileceği gibi, karşısındakinin de haklarına saygı gösterirler.

Bir insanın içinde bulunduğu durumdan rahatsızlığını, kendine olan güvensizliğini, göğüs kısmının içe doğru kapanmasıyla, omuzların düşmesiyle, bedeninin hafifçe öne eğilmesiyle gayet rahat anlarız. Bu duruşa sahip olan insanlar hayat enerjileri azalan, yaptıkları işten ve bulundukları durumdan memnun olmayan insanlardır. Çekingen ve dışa kapalı bu duruşa bir de zayıf ve tereddütlü ses tonu eşlik eder. Bu yapıya sahip insanlar haklarını aramakta güçlük çektikleri gibi “hayır”demektede zorlanırlar.

Bu duruşun tam tersi olan omuzların geriye doğru gitmesi, kolların genişleyerek yana doğru uzaması da merkezin çok fazla açılması demektir. Kişinin sınırlarını genişletip, dışarıdan gelecek her hangi etkiye daha şiddetli karşılık vereceği anlamına gelir ki, bu da olumsuz bir duruş biçimidir. Kavgacı, saldırgan, şiddet içeren davranışları barındıran bir insan bu duruşu ile diğer insanların hak ve duygularına da duyarsızdır. Bu tür insanlar haklarını eninde sonunda zorlama ve zorbalıkla alacaklarını bir şekilde ifade edip, etraflarına da rahatsızlık vermektende çekinmezler.


YENER BALTA
13 TEMMUZ 2006

SÖYLENMİŞ SÖZLER

SÖYLENMİŞ SÖZLER

Son zamanlarda en çok internet ortamında güzel sözlerle karşılaşıyor olsak da kendimce topladığım, ama kimlere ait olduklarını bilmediğim sözlerin birkaçını sizlerle de paylaşmak istedim. Belki bir yol gösterici olur size, belki hatırınızda kalır, belki de sizi etkiler düşündürür birkaçı!..

Eğer gerçeği konuşuyorsanız hiçbir şey hatırlamaya gerek kalmaz.

İyi bir günle kötü bir gün arasındaki tek fark sizin ruh halinizdir.

Eğer hoşunuza gitmeyen bir şeyler varsa değiştirin. Eğer değiştiremiyorsanız, bunları olduğu gibi sevmeyi öğrenin ama lütfen şikayet etmeyin.

Bir kişi herhangi bir tartışma sırasında öfkelenirse, artık gerçeği aramaktan çıkmış, kendisiyle savaşmaya başlamıştır.

Saadet ne acı ne de zevk tarafından rahatsız edilmeyen mutlak huzurdur.

Yalnızlık bağımlılıktır, tek başınalık ise saf bağımsızlıktır.

Zamanımızı alan insan kendisini borçlu saymaz. Ödemeye kalksa onuda yapamaz.

Aşk bir hayal, evlilik ise gerçektir. Hayal ile gerçeği birbirine karıştırırsanız, hayalleriniz bu işten zararlı çıkar.

Hiçbir vakit, öğüt verirken olduğumuz kadar cömert değilizdir.

Gerçek sevgi iyilik gördüğünde artmayan, kötülük gördüğünde eksilmeyendir.

Küçük kafalar kişileri, orta kafalar olayları, büyük kafalar fikirleri konuşurlar.

Gerdanımda pırlantalar olacağına, masamda çiçekler olmasını tercih ederim.

Bilgi insanı şüpheden, iyilik acı çekmekten, kararlı olmak korkudan kurtarır.

İnsanlar ağaçtan ders almalıdırlar. Ne üzerinde barınan kuşların, ne gölgesinde yatan insanların, ne de verdikleri yemişlerin hesabını tutarlar.

Gel dese de bakma cimri aşına, bir fırsat arar da kakar başına.

İnsanlardan hiçbir şey beklemeyen mutludur, hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramayacaktır.

Yalanlamak ve reddetmek için okuma! İnanmak ve her şeyi kabullenmek için de okuma! Tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için oku!

Güzel konuşmak için bir yol vardır; dinlemeyi öğrenmek.

Kusurumuz ne kadar çoksa, o kadar kusur ararız.

Sakladığın bir sır senin esirindir, açığa vurursan sen onun esiri olursun.

Küçük şeylere gereğinden çok önem verenler, elinden büyük iş gelmeyenlerdir.

Büyük insan büyüklüğünü, kendisinden küçük insanlara karşı davranışlarıyla gösterir.

İnsanların gerçek mutluluğu sağlık ve neşedir.

Cimriler çok iyi insanlardır, ölmelerini isteyenler için servet toplarlar!

Cimrilik, zenginlik içinde fakirliktir.

Bir şeyi doğru olarak yapmak, onu niçin yanlış yaptığımızı açıklamaktan daha az zaman alır.

İnsanların en büyük kusuru kendilerini görmeyip başkalarının kusurunu ortaya çıkarmalarıdır.

Zaman geçiyor ve biz hala bunun farkında değiliz.

YENER BALTA
10 TEMMUZ 2006

ARA VERMEK!..

ARA VERMEK...

Her ne kadar örtüsü beyaz olsada rengi karanlık olan kış mevsimini geride bırakalı çok oldu. Karın üzerinde yürürken bırakılan izler gibi bizde de izler bıraktı. Acısıyla tatlısıyla... Daha bir zorladı ayakta kalabilmek için mevsimlerin en beyazı ama aslında en karası... Sabahı akşama bağlayan günlerde içimizi ısıtan sıcaklıkları arar olduk. Belki de sevgiyle bakan iki göz, tüm sevgisi ile bize dokunan sıcak bir el, tatlı bir dil aradık duymak için bir çift güzel söz. Tümü geride kaldı.

Tüm açlığımızı doyuracak enerji her sabah hiç şaşmadan gülümser bize, bazen kızgın, bazen puslu doğarak uzaklarda ama aslında içimizde... Tüm canlıların yaşam kaynağı güneş yaşatır bize o yaydığı sıcaklığını baharlarıyla, kışıyla, yazıyla... Nasıl da içimizi ısıtır, nasıl da enerjimiz olur bizim. Bazı sabahlar yağmur yağıyorsa, hava kapalı ise eğer yataktan çıkmak istemez insan, işe gitmenin sorumluluğu omuzlarda hissedilirken. Ama boşuna, belki bugün diğer günlerden daha bir farklı olur diyerek bir umut! Haftanın rutin günleri pazar sabahları şaşırır saatini...

Hepimizin beklediği şu günlerde en çok arzu edilen uzaklaşmak, kaçmak bir yerlere. Belki de hiç geriye dönmemek. Keşke gittiğimiz yerden hiç gelmesek, keşke buralarda kalabilsek, bu mavilikte, bu yeşilin yaydığı oksijende... Hep ertelenen hep sonraya itilen, sorumlulukların omuzlardaki yükü hissedilince emekliliğe bırakılan gerçek istekler.
Ait olduğumuz yere geri dönmek olmasa, hep bir sonra ki gidilen yer kalan olsa geride. Yeni bir yaşam, yeni bir mekanda, yeni insanlarla, yeni bir çevrede. Her şeye sıfırdan başlasak mesela, kullandığımız bilgisayarları yeniden başlattığımız gibi tek tuşa basarak yenilesek kendimizi. Keşke olabilse...

Yaşam var oldu olalı bu yaşadığımız düzen olması gereken ki böyle kurulmuş gidiyor. Rutin düzeni ile, bazen sağlımızla sarsıyor bizi, anlıyoruz ki bu tek düzelik bile güzel, her şeyin başı sağlık deyip şükretmesini biliyoruz.

Yaşamda var olabilmek, ayakta kalabilmek herşeyden önce insan olabilmek için üretmemiz gerektiğini hepimiz biliyoruz. Meslek olarak seçtiğimiz işe ara verme zamanı şu güzel sıcak yaz aylarında geldi çattı. Bir yıl boyunca çalışıp yorulduğumuz günleri belki onbeş gün, belki bir ay süreye sıkıştırıp dolu dolu geçirmek tek isteğimiz.
Kenara birkaç kuruş koyabildiysek, kendi yaşam standardımızda keyfini çıkarabilmekse eğer, bir an önce gelse şu özgür olabileceğimiz kısıtlı günler.

Yeni yerler, yeni keyifler, yeni tatlar... Şöyle uzanmak denizin verdiği eşsiz huzurda, yeşilin içinde kaybolup koklamak havayı, o güzelim havayı depolamak ciğerlere dönüşte kullanmak üzere. Belki de bir yerlere kaçmadan evimizden hiç çıkmasak. Tüm rahatlığı ile çıkarsak tadını evimizin. Hep sonraya bıraktığımız, yapmak istediğimiz uğraşlarımızı bir bir gerçekleştirsek zevkine vararak.

Belki de doğduğumuz toprağa geri dönmek, çocukluğumuzda yaşadıklarımızı anılarımız da yaşasak belki biraz buruk.

Herkesin hakkettiği bir ödül diye düşünüyorum bu dinlenme sürecini. Herkese iyi tatiller diliyorum.

Yener Balta
17 Haziran 2006

SOKAK MEKANLARI ONLARIN

SOKAK MEKANLARI ONLARIN

Ne çok şeye malzeme oldu şu İstanbul sokakları. Ne çok şeye tanıklık etti, ne çok şey yaşandı her bir sokağında. Herkesi, her kesimi kendine çeken koca şehir İstanbul!

Yeni bir yıla günler kala, çarşı ve mağazalarımızı, evlerimizi, bahçemizi ışıklarla süslerken, her bir rengin yanıp söndüğü, yeni bir yılın yeni umutlar getireceği beklentisi ile ömürden bir yıl daha giderken, zamanın bize neler kattığı kar kalırken yanımıza...

Çocukların ilgisinden çıkıp kendini çocuk hisseden büyüklerin ille de süsledikleri çam ağaçları. Gavur işi deyip de, ülkemizde pek kabul görmeyen, içten içe özenilen çeşit çeşit minyatürlerle süslenen ışıklı çam ağaçları.

Bostancı İskelesi'nin karşı caddesine düşen sokakların birinde, eskinin en lüks apartmanlarından birinin girişi önünde, ışıkların oynaştığı çam ağacından sonra gördüğüm manzarayı unutamam her niyeyse...

Soğuk geceyi biraz kıracağı ümidiyle, apartmanın girişi önündeki kuytu yer mekanları olmuş o gece için. Her gece yatılacak bir yer değil zira. Beyinlerin uyuşup da uykuya yenik düştüğünde, oracıkta kıvrılıp kalınacak anlık mekanlar. El ayak çekildiğinde, herkesler evlerine girdiğinde, sokakların gecenin sessizliğine gömüldüğünde, alınan tiner kokusu ile kafalarının ve bedenlerinin uyuşma aşamasında, alt alta, üst üste bir yığın halinde iç içe geçerek yatışları unutulacak gibi değil.

Sabah olup da henüz güneşin ışımadığı, sokak lambalarının oluşturduğu loşlukta seçmeye çalışıp da tam seçemediğim, gözlerimde yol boyunca bitirmek için çabaladığım geceden kalan uykumla, işe gittiğim aracın kırmızı ışıkta durması ile, araladığım göz kapaklarımı sonuna kadar açıp, karşılaştığım manzarayı algılamak için, bir süre öylece donup kaldığım manzarayı şu gün bile unutmuş değilim.

Bir film seti değil mekan. Hepsi neredeyse aynı yaşta, aynı kaderi paylaşan çocuklar. Soğuk henüz onları dondurmamış; hepsi, bedenler ne kadar birbirlerine sokulurlarsa o derece vücut ısılarını koruyabileceklerini bildiklerinden birbirlerine geçmişler.

Hiç biri sokak olsun istemez mekanları. Belki özgür olabilmek istedikleri için, belki baskıdan, belki acıdan, belki de zorlamadan kurtulmak için evlerinden kaçmakta bulmuşlar çareyi…

Özgürlük bu mu onlar için? "Sıcak bir ev, sıcak bir aile, iyi bir eğitim ve gelecek ümidi ile doğar her çocuk diye bilinir…" hep. Sonucun ne olacağı düşünülmeden, gelecekte ne olabilir kaygısı gütmeden, hayata merhaba dedirttirilen küçük bedenler...

Neredeyse her biri aile ilgisinden yoksun, geçim sıkıntısının ne olduğu iyi bilinen, bir dilim ekmeğin çöplüklerde arandığı yaşamlar...

Beyinlerde, bedenlerde bir keresinin bile silinmez izler bıraktığı tiner kokuları. Her bir çekişte ciğerlere dolan, beyinde hasarlara neden olan, gün be gün daha da uyuşabilmek, gerçeklerden kaçıp, hayal alemine dalabilmek için çekilen tiner kokuları, yarınlar için bir ümit olabilir mi sanki...

Yarınının ne olacağı şimdiden belli olan gençler… Sokakta yaşanılan hayatın kaçta kaçı iyi ile sonuçlanabilir ki...