17 Aralık 2009 Perşembe

CANIM GİZEM'İME

CANIM GİZEM'İME,

İyi ki varsın, iyi ki geldin dünyaya! Heyecanla beklediğim ilk güzel doğum sensin benim için... Kendi doğum günü tarihim gibi net beynimde bu tarih. Her yıl büyük heyecanlarla tekrarlanan...
Miniciktin oysa ki; ellerin, ayakların, o minicik burnun... Ne çok öpücük kondurdum ben onların üzerine sayısız. Ne çok çektim içime mis bebek kokunu. Ne çok aldım koynuma, ne çok sokuldun yanıma, benim sevgi yumağım.
Bir an olsun yanımdan ayrılmak istemedin, bir an olsun yanımdan ayırmak istemediğim güzel Gizemim. Her gece ağladığında heyecanla annenle kalkar, o gecenin acı uykusunda altını temizler, huzur dolu süt emişini mutlulukla izlerdim.
İlk adımın aklımda, iki hecelik kelimelerin cümle olurdu kulaklarımda. Ne çok severim seni...
Anlayamadığım bir sürede, anlayamadığım bir hızla büyüdün, kendin olmaya... Şimdi çok uzaklardasın, kendi ayaklarının üzerinde durmaya başlamanın ilk adımlarını atmaktasın. Okudun, sevdin, sevildin, sevindin, hiç istemediğim şey senin üzülmendi, üzüldün. Hayat bu, tüm duyguları yaşatmazsa, tattırmazsa, tanıtmazsa olmaz. Bundan sonra mutlu olman dileğim, onu da sakın çevrende arama, zira o zaten sende, onu yakalamayı bilmen yetecek de artacak da sana.
Minik minik kapı çalışların, şimdi bu yaşımızda akıl alışların olarak duyurmakta kendini. Minik yumru ellerin sorgulamak için yumrulamakta hayatı. Hayat ne kadar zor olsa da, şimdi daha iyi anlıyorum. Bu zorluklardan hepimiz geçeceğiz. Soracağız, sorgulayacağız, aydınlatacağız kendimizi, kendi çevremizi.
Yaşam sanırım bu! Acılarda olgunlaştırırmış insanı, yaşanılan deneyimlerden çıkarılanlarla birlikte. Ama sorunların üstesinden gelecek yine biziz, kendimiz. Sakın başkasında arama! Kendine yardım edecek yine kendinsin güzelim, sakın unutma.
Seni ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha yineleyerek, yeni yaşının yeni mutluluklar getirmesini diliyorum. Hayatına kimleri almak istiyorsan onlarla olman dileğiyle...
Seni çok seven Teyzen,
12 Şubat 2008

(G. T. 14.12.2009)

21 Kasım 2009 Cumartesi

ACILI ADANA

ACILI ADANA

Öğlen yemeğinin ağırlığını midemden çok üzerimde hissediyorum. Çalışma masasına yapışmış olmaktansa, evde olup, koltukta yayılmayı tercih edeceğim bir durumdayken, elimdeki işi bitirme telaşıyla çalışmaktayım.

Kapı zilinin mekanik kuş sesi, bir çocuğun avucunda sıkıştırdığı kuş misali birden ötmeye başladı. Bu iş yerine yeni taşınmıştık. Kapıdaki kişi vergi dairesinden gelen kontrol memuruydu. Sanırım iş yeri değişikliğinde bu tür kontroller yapılıyormuş, pek bilgim yoktu bu konuda, öğrenmiş oldum sayesinde.

Bulunduğum odanın girişine karşı masamda çalışırken, gür bir erkek sesinin "selamun aleyküm" cümlesiyle başımı kaldırdım. Yüzüme yapmacık bir gülümseme yapıştırarak, beklenen cevabı vermeyip, hoş geldiniz diye yanıtladım. Hiç de hoş gelmediği ortalığa yaydığı elektrikten belli oluyordu. Davetsiz konuklar için konan koltuğa yayıldı. Her işveren gibi, işverenlerimiz gelen misafirin yüklediği görevin gerginliğini üzerlerine almıştı.

"Hoş geldiniz, yemek yer misiniz?" diye soruldu. Duymadı, ya da duymazlıktan geldi. Tekrar aynı soruyla yüzleştikten sonra, "siz ne yediyseniz ben de ondan yerim" diye yanıtladı… Bizim yediğimiz onu kesmeyeceğinden, işverenim elindeki menüden şef garsonlar gibi, tüm kebap çeşitlerini sayarak tercihinin ne olabileceğini duymak için bekledi.

"Adana, acılı olsun..." deyip isteğini belirtti, içecek olarak da "ayran" dedi. İşverenim acil olsun diye eklemeyi unutmadı telefondaki karşı sese. Ama gelen memurun gelişindeki rahatlık aciliyeti gerektirmiyordu. Belki de açlığının aciliyetiydi kaygı yaratan... O kadar kanıksamıştı ki öğle yemeğini her gittiği yerde yemeye görevinden önce görevi gibi yemeğini sipariş ettirmişti.

Yanımdaki koltukta oturan memurun üzerine sinmiş koku, yeni ateşlenmiş sigaranın dumanı gibi burnuma geliyordu. Rahatsız oldum. Varlığı bile rahatsız etmişti her nedense. Ama yapabileceğim bir şey yoktu. Kalkıp biraz gezinip oturmayı aklımdan geçirdim ama elimdeki işi bir an önce bitirmeliydim.

İşverenlerim en önemli müşterileri nasıl ağırlıyorlarsa aynı özeni gösteriyordu. Sanki memleketten gelen hemşerililer gibi sonu gelmeyecek bir sohbete girmişti. “Kirası kaça buranın?” diye sordu. Bu soru görev icabıydı. Verilen cevap için, "az değil mi?" diye fikrini belirtti. Oysa işveren kredi çekerek almıştı. Kira öder gibi evinizin taksitini ödeyin, sonunda eve sahip olun mantığı şu dönem için moda idi. İşverenlerim kendi malına kendilerini kiracı göstermişti, kendi kendisiyle kira kontratı yapmıştı... Uzun bir süre kredilerin kolaylığından, bu tür kredilerin kefilsiz faizsiz herkese verildiğinden, kendisinin de nasıl zorluklarla şu an için oturduğu eve sahip olduğunu biz çalışanlar da dâhil olmak üzere hikâyesini anlatmaya başlamıştı.
Ev sahibimiz kocasını kaybettiği için evi satmak istediğini, yabancıya gitmesin siz alın diyerek teklifte bulunduğunu söyledi. Kaçırmayalım dedik, yıllarca o evde oturmuştuk. Oğlan Kayseri de okuyor, benim kazancım yetmiyor, hanım bakanlıkların birinde görevli, kız iş hayatına yeni atılmış. Hanımı emekli ettik, peşinatını verdik, az da kredi çektik. Hanımın maaşını görmeden krediyi ödüyoruz, benim maaş oğlana gidiyor. Kızınkiyle de karnımız doyuyor. Hiçbir şeyin yeteceği yok. Kazançla bu iş olmuyor, diyerek beklentilerini dillendirmişti... Yılların birikimi kendisini bu meslekte bu kadar rahat davranmaya itiyordu. Bir yılı kalmıştı emekliliğe.

Daha yaşınız kaç ki, bu kadar borcun altına girdiniz, diyor işverene. Demek ki boyunuzdan çok kazancınız var ki kalkıştınız bu işe demeye getiriyor lafı. Genç yaşta bu kadar krediyi çektiğinize göre kazancınız iyi ki diyerek şimdi bu tarafın maddi kazancının azlığı ve çokluğunun ne olduğuna geçiyor sohbet.

Kendi kadar kalın kumaştan, içinde sıkışmış görüntüsü veren paltosunu, yemeğin gelişi ile çıkarıp sık sık geldiği ev ziyareti gibi kendisi vestiyere astı. Acılı adana odanın ağır havasını daha bir ağırlaştırmıştı.

Yemeğini yerken kalın bıyığı mı nefes alışını zorluyordu, yoksa acılı adana lokmaları mı yeme sırasında kendini zorluyordu anlamış değildim. Yağlı kıyma kokusu, soğan kokusuyla karışmış, mis gibi kokan çalışma odamız, lokanta havasına bürünmüştü. Ellerini yıkamadan yaptığı dürümleri indiriyordu mideye, şu sıralar domuz gıribi ile ölüm rekorları kıran H1 N1 virüslerini hiçe sayarak... Sehpaya uzanırken göbeği eğilmesine izin vermezken, ağzındaki lokmalar etrafa saçalanırken  konuşmasından da geri kalmıyordu.

İşine olan sorumluluk aklına gelmiş olmalıydı ki, "kaç kişi sigortalı çalışıyor?" diye sormuştu. "İki kişi" demişti işveren. Oysa çok kişi çalışıyordu ve çoğu da sigortalı değildi. Hatta bana dönüp soru sorarsa diye bir anda nasıl cevap vermeliyim diye düşünmüştüm. Aldığım maaşın çok çok altında sigortalıydım. Bunu dememem gerektiğini biliyordum, neyse ki sohbet o kadar farklı boyutlara kaymıştı ki bu sorunun bana yönelmesi çok zordu.

Yüzüne yapışan tok insan ifadesiyle koltuğun arkasına yaslandı. Az şekerli Türk kahvesini söyledi. Bir de sigara yaktı mı yemeğin keyfi çıkacaktı. Bu soğukta kim balkona çıkıp da içecekti. Şu anki hükümetin sigaraya hayır kampanyası ve 62 TL. para cezasına inat odanın içerisinde tüttürmek için iş verenin masasına uzanarak bir tane aldı. Yaktı, odanın ortasına içine çektiği dumanı savurdu. Adananın üzerine ona iyi gelmiş olabilirdi ama, sigaranın kokusuna tahammülüm kalmamıştı. Masamdan kalkmıştım. Bu tür şeylere tepkimi veren ben, tepkisizliğimin karşısında sonradan girdiğim odanın penceresini açarak odayı havalandırmak istedim. Hiç alınmamıştı bile pencereden gelen soğuk ve temiz havayı üzerine...

Kalkmak için izin istenmişti. Ortalama on beş dakikalık bir sürede yapacağı işi, bir buçuk saate yayabilmişti. Bu seferlik karı, karnını doyurmak olmuş, beklentilerinin daha çok ve farklı yönlerde olduğunu ne kadar anlatmış olsa da anlaşılmadığının burukluğu ile ayrılırken, işverence, yolunuz buralara düşerse yine bekleriz diyerek uğurlanmıştı.

Yener Balta,
20 Kasım 2009

+
Merhaba,
Öyküye başladım çok hoşuma gitti. Okudukça Babam da ne güzel yazıyo diye düşünüyordum ki, yazının sonunu gördüm. Aferin diyorum ellerine sağlık, gittikçe daha ustalaşıyor yazıların. 
Sevgiler.

Editörden kapmışsın diyorum bu arada...:)
G.T.

+
Babam,
Yüz üzerinden yüz...

+
cok cok cok cok cok cok guzel olmus, eline saglik.
:)
gercekten cok begendim.
G.Z.

+
Güzel. Sıkılmadan okudum. Elini tembel alıştırma. Sık sık yaz.
Sevgi...
FEV

10 Ekim 2009 Cumartesi

FATMA TEYZE

FATMA TEYZE

Hava öyle güzel ki... Ekim ayının ilk haftası. Yaz sonbahara elini vermiş, vedalaşıyor sanki...

Hiç cami avlusunda oturmamıştım. Esen rüzgâr can çekişen sıcağı bastırmış, kuzeye bakan caminin duvarındaki bankı hissettiğim havadan dolayı benimsemiştim. Güneş batmak için yerine doğru ilerlerken alışılagelmiş mimariden uzak kubbesiz, kare yapının sadece minaresi o mekânın cami olduğunu anlatıyordu. Minarenin gölgesi çakıl taşlı köy yoluna öyle güzel düşmüşü ki, tam kadraja girecek bir görüntüydü. Bir kaç kare çektim...

Havanın güzelliği beni çarpmıştı; ama nedense başım ağrıyordu. Bir ağrı kesici yutmak için çeşmeye doğru ilerlerken; Camiden bir anons verilmişti köy halkına…

"Gel hele gitme, otur" diyen ses beni yakaladı. Döndüm, sarılan iki beden birbirine kenetlenmiş, "canım anam, öpeyim seni bir" sesi sıcaklığını daha bir sarmalıyordu kucaklaşmanın.

"Anam benim nasılsın?" dedi oğul.

"İyiyim iyi, nasıl olam... Hele bir otur yanıma" dedi. "Ne dediler camiden duymadım oğlum, kulağım duymaz, bilem diye geldim". Diğer yanına da ben oturdum.

"Hoş geldin hele," dedi. Sanki kendi misafiriymişim gibi karşıladı beni. Sıcacık... Kıramamıştım davetini. Beyaz tülbendi yüzünü çevrelemişti. Elinde ahşap bastonu, bir elinde mor tespihi. Neredeyse elindeki tespihin boncuk sayısı kadar yaşı vardı.

"Benim anam tam 96 yaşında, dedi oğul. Tam dokuz çocuk doğurmuş. Hatta on, biri ölmüş."

Hiç kullanmadığım kelime ağzımdan dökülü verdi, "Maşaallah..." Yaşına göre dinçti, baston yardımı ile bankın bulunduğu iki basamağı pek zorlanmadan çıkmıştı. İlkin gözlerimi yüzünden kaçırdım. Bakamadım, bakışlarım yüzünü acıtacakmış gibi geldi, zira gözleri göz çukuruna kaçmış, göz kapakları o kadar düşmüştü ki, sadece gözlerinin karası görünüyordu. İçimi acıtmıştı. Dişleri dökülmüş, yerine takmaları takılmamıştı. Yüzünün dokusunu tahmin edersiniz artık. Elleri de yüzü ile aynı dokudaydı.

"Neden burada oturursun?" diye sordu. Birlikte geldiğim kalabalığın tümü köy odasında toplanmış bir tek ben dışarıda kalmayı tercih etmiştim. Köye niye gelmiştik, bu soruda o gizliydi. "Gezmeye, fotoğraf çekmeye geldik teyzeciğim" dedim.

"İyi iyi hoş gelmişsiniz" dedi.

"Evime gidelim, neden burada oturursun" dedi.

"Hava öyle güzel ki... sağol teyzem, burada oturalım" dedim.

Kulağım duymaz, gözlerim görmez, buna da şükür benim güzel kızım" dedi. "Buna da şükür buna da" dedi.

Anlatmaya başladı ben sormadan;

"Ben burada köyün misafirliğinde kalırım, bir başıma. Yanımda bir de oğlum var. O mu bana bakar, ben mi ona bakarım belli değil. O hasta, o bakamaz kendine. Hasta işte... Yemeğimi de yaparım bu halimle, şükürler olsun Allahıma... Şurda az ilerde tapulu toprağım var benim, param yok ki üzerine ev yapam."

O an caminin hoparlöründen, "imar izni olmayanların kendi toprakları da olsa ev yapmaları yasaktır" diye duyurulduğunu, teyzem sorunca ayrımsadım.

Oğlu söze girmişti, "ne yapacaksın ana bu saatten sonra evi" dedi. "Her üç ayda bir, birimizin yanına gel kal diyoruz ama gelmiyor, o sevgili oğlunu bırakamıyor" diyerek annesine takıldı.

"Nasıl gelem oğul nasıl gelem, o hasta, o kendine bakamaz, onu bırakamam" dedi. Kendine bakan gerekken, oğlunun sorumluluğunu üstlenmişti.

"Bir baba dokuz evlada bakar, dokuz evlat bir babayı bakamaz" atasözü öyle güzel uyuyordu ki. Asıl bu yaşta ev gerekti başını sokacak.

Teyzeye sordum, "kaçıncı çocuğunu kaybettin diye, duyamamış olmalı ki, oğluna tekrarlattı sorumu. "İlk çocuktu, ilk..."

"Kaç yaşında evlendin?"

"On altı, çocuktuk daha..."

Cevabını bildiğim halde, sormak istedim, "Neden 9 çocuk teyzem?"

"Bilmezdik o zaman, bir şey. Bilmezdik ki! Nerden bilelim! Şimdi ki gibi miydi o zaman!.." deyip devam etti kendi anlattıklarına. "Cahildik, bilmezdik bir şey..?"

"Aş yoktu, açlık vardı, ekmek yoktu, yoksulluk vardı... Ah anam" dedi. "Ah anam, sana bakamadım, sana yediremedim, seni giydiremedim..." derken içinde büyüttüğü özlem dolu sevgisi, olmayan gözyaşlarını akıtamadan ağlamıştı pişmanlıklarına. 96 yaşında, dokuz evlat sahibiyken, otuz altı torunu varken, anaların anası, pişmanlıkları için hala anne özlemi duyuyordu. Ne saf bir sevgiydi ana sevgisi. Şaşırmıştım!..

"Nerden çıkardınız teyzem bu ağıdı şimdi, bak beni de ağlattınız..."

"Evime gidelim ha, sana orda çay yapayım, içeriz bir güzel"

"Sağol teyzem sağol, kıyamam. Burada oturalım, temiz hava. Şimdi köy odasından bize de getirirler nasıl olsa, çayı burada içeriz."

Konuşmasına ara vermeden devam etti.

"Ah kızım ah... Zamanında Ankara'ya gitmek için yatak yorgan sırtlanır, üç gün yol alınırdı. Araba yoktu, at, eşek yoktu."

Eliyle karşımıza düşen sol yanındaki tepeyi gösterip, bak buralar bizim. Diğer tepelerde bir ağaç görüyor musun? Yok, bomboş. Bu ağaçların hepsini rahmetli dikti. Tek tek baktı onlara, orman yaptı o tepeyi. Hükümet geldi, aldı elimizden burayı.

"Hakkınızı aramadınız mı teyzecim, olur mu öyle şey..."

"Yok kızım yok, az uğraşmadık, elden bir şey gelmez" dedi. "Ne tapumuz var elimizde, ne bir belgemiz, bir şey edemedik, gitti devletin eline rahmetlinin toprakları... Atalardan kalma oralar, nasıl ispatı olur ki, bilemedik"...

Oğlu Ankara da oturur, köyde olan evinin bahçesine diktiği ağaçlarını her hafta sonu sulamak için gelirmiş. Anam anam dedikçe, gerçek anneniz mi diye sorma gereği hissettim. Dördüncü çocuğuymuş. Ana oğul kendi aralarında konuşmalarını sürdürdüler bir ara. Bir oğlunun birinci karısı hastalıktan ölmüş. İkincisi de hastaymış, "o da mı ölecek oğul" diye sorunca gülümsedik... "Nereden bileyim ana" diye cevap verdi, "Allah bilir!.."

Köyün gençlerinden biri elinde tepsi, acemisi belli, bize doğru çay getiriyordu. Bu da benim torun dedi. Ne güzel, kendi yalnızlığının içinde yine de yalnız değildi, çevresinde hep kendinden birileri vardı. Zaten köy küçük yerdi, herkes herkesi iyi bilirdi.

"Evime gitseydik kızım evimi görseydin" dedi bir kez daha.

"Yok teyzem şimdi arkadaşlar çıkar, gitme vakti, bir de onları gör" dedim.

Birlikte geldiğim gurup birer birer dışarı çıkıyordu köy odasından. “Bak şimdi göreceksin çoğu kişi senin fotoğrafını çekmek isteyecek,…” derken arkadaşlardan biriyle göz göze geldik. "Çek çek sen de çek, hadi fotoğrafımı…" dedi. O kadar dikkat ettiğim kelimeyi çoğu eğitimli kişiler bile dikkat etmezken, bir kaç kez telaffuz etse de doğru yerde kullanmıştı fotoğraf kelimesini. Resim dememişti!

Şöyle bir toplandı, elbisesinin eteklerini çekiştirdi, tülbendinin iki kenarını başına sıkıştırdı, bizler hafif çektik kendimizi kendinden. Tespihim de görünsün deyip bastonunun üzerinde birleştirdiği elinde tuttu. "Adım da Fatma Okur, bunu da bilin!" dedi, mertçe. Sonra kendi kendine, "bilseniz ne olacak ki... dedi. "Olsun teyzem bakarsın yine geliriz köye, seni ziyarette ederiz hem" dedim. Bir kaç karede ben çektim Fatma Teyzemin fotoğrafını...

İznini istedim kalkmak için, gitme vakti! Hiç yabancılık çekmeden gönülden öptüm anamın elini, canı gönülden. O da beni yanaklarımdan öpüp, oğluna sarıldığı sıcaklıkla kucakladı beni.

Otobüs hareket ederken el sallamıştım kendisine. Ayağa kalkmıştı el sallarken. Bir anlık otobüs içerisindeki konuşmaya başımı çevirmiştim ki, otobüsün arka kısmından el sallamak için baktığımda Fatma Teyzem'in bulunduğu yerde kalabalık vardı, bir telaş almıştı orada bulunanları. Meraklı gözlerle beyaz tülbentli Fatma Teyzemi aramıştı gözlerim, göremiyordum kendisini... Otobüsün şoförüne seslendimse de durması için duyuramadım sesimi...

Yener Balta,
9 Ekim 2009

25 Ağustos 2009 Salı

AYŞE TEYZE

AYŞE TEYZE

Dizlerini kırmadan eğilmişti yere. Bir o yana bir bu yana dönüp bir şeylerle uğraşıyordu. Merak ettim, gözüm onca kalabalığın arasında ona takılmıştı. Yerden aldığı minik torbaları yerdeki terazide tartıyor, geri yerine koyuyordu.

Arkasında idim, yana doğru geçip yüzünü görmeye çalıştım. Bol büzgülü şalvarındaki minik çiçek desenleri kır bahçesini andırıyordu. Şalvarından daha da desenli bir buluz, başında yöresine ait örtüsü vardı. Pullu mor yemenisi alnının bir yarısında, onun üzerine yöresel beyaz, kenarı oyalı örtüsünü dolayıp bir düğüm atmıştı. Kınalı beyaz saçları her iki yanından çıkmıştı. Örtmek değildi niyeti tümünü. Bir çiçek değil, bahçesinden topladığı bir demeti, saç bağının sağ yanına geçirmiş, geçmişin artistlerine taş çıkaracak güzellikte güzelliğine güzellik katmıştı. Sabahın erken saatlerinde başına yerleştirdiği çiçeklerin bir kısmı havanın sıcaklığı ile kendisini bırakmıştı. Belki de kendi güzelliği karşısında solmuşlardı, kim bilir. Altın minik liraları da kulaklarında parıldayarak sallanıyordu. Baş aşağı durduğu o kadar sürede bir kez olsun eli baş bağına gitmemiş, sanki oraya sabitlenmiş gibi duruyordu.

Elimdeki fotoğraf makinemle görüntülemek istedim habersiz. Biraz çekinmedim desem yalan olur. Habersiz o anı yakalamaktı niyetim. Haberi de olacağını sanmıyordum. O kadar dalmıştı ki, dünya umurunda değildi. Her anını ardı arkasına çekmek için deklanşöre basıyordum. Eğildiği yerden kendisini görüntülediğimi fark etti, bir güzel gülücük salıp işine devam etti. Alışveriş eden müşterisini yolladıktan sonra, doğruldu, çek hadi dercesine yüzüne mutluluk ifadesi katarak hafif bir tebessümle en doğal halini yakalayabilmem için bir anlık duraksadı. Çektim. Ne güzel bir kare yakalamıştım.

"Yaş yetmiş, iş bitmiş" diyenlere, yetmişi aşmış hala hayat devam ediyor dercesine tüm gücü ile tek tek ayıkladığı barbunyaları birer kiloluk ayarlayıp şeffaf torbalara doldurmuş, yan yana yerleştirmişti. Bir pazar tezgâhının önünde emeği ile ekmeğini taştan çıkarır misali kendi kazancını çıkarmak için uğraşıyordu.

"Bana da yollarsın!.." derken öyle içten söylemişti ki, göndermemeyi düşünemezdim. Arkasındaki pazarcıyı işaret ederek tekrar dönüp işine devam etti. Anladım ki o pazarcıdan adresi alacaktım. Pazarcı bizi izlemiş olacak ki, hoş bir tebessümle karşıladı beni, "teyzemin adresini alabilir miyim, çektiğim fotoğrafı yollayacağım" dedim. Kasaların üzerini örtmek için kullanılan kâğıtlardan birinin ucundan bir parça kopardı, adını adresini yazdı.

Neler düşündürdü bana Ayşe teyzem! Kim bilir gençliğinde ne gönüller yakmıştı. Bu yaşında bu konumda hala süsünü eksik etmemişti, kendinden vazgeçmemişti. Yüzünü görünce gülümsüyor insan ister istemez, dert etmemiş hiç bir şeyi kendine, ya da bundan sonra keyfini çıkar be dünyanın dercesine... O yaşta, pazarda kendi yetiştirip topladığı barbunyaları satarak mı, tadını çıkaracaktı! Mutlu olabileceği yerdi orası, ürettiğini satmaktı, gününü geçirmekti belki de. Kaç çocuk, kaç torun sahibiydi kim bilir, keşke sorabilsem, sohbet edebilseydim kendisiyle, olmadı, belki başka bir yaza, belki başka bir pazara...

Heyecanla en güzel pozunu büyük bir karta, diğer kareleri de küçük boyutlarda kartlara bastırdım. Her bir kartın arkasına güzel dileklerde bulundum kendisi için. Zarfa da adımı adresimi, belki aramak ister diye, telefon numaramı da ekledim. Kim bilir ne kadar mutlu olacaktı, tıpkı benim yollamamla mutlu olduğum gibi. Belki de kimselerin böyle bir şeyi önemsemeyip lafta, "tamam yollarım" sözünü gerçekleştirmiştim.

Tam bir hafta sonrasında öğleye doğru telefonum çaldı. Adımı sorup onayımı aldı, kendisini,"Yalıkavak pazarında fotoğraf çekmiştiniz ya" diyerek tanıttı. Sözünü kesip, "Teyzem deseniz yeter" dedim. Çok mutlu olmuştu. Çok teşekkür etti, "her biri öyle anlamlar yüklü ki çektiğiniz fotoğrafların, ne kadar memnun olduk bilemezsiniz" dedi. Duygulanmıştım!..

Ayşe teyzem çekindi dedim kendi kendime, telefonu kendi açmamıştı, uzun sağlıklı bir ömür diledim, iletmesini istedim. Dedim ya; belki bir kez daha tatil amaçlı gittiğim Yalıkavak da, Ayşe teyzemin elini öpmek için Perşembe pazarını orada bulunduğum sürece kaçırmayacağım.

YENER BALTA 24 Ağustos 2009
+
Yener Hanım,
Öyküne hayran kaldım.

Sana bu işte ekmek var.
Bir öykü güzel olur ancak bu kadar...

Usta öykücüler bile böyle güzel yazamaz.
Yaz, yaz, sen durmadan öykü yaz...

Sevgilerimle,
Hayri Balta, 24.8.9.2009

+

Merhaba,

Ellerine sağlık valla, ben orada alışveriş yaparken sen neler yaparmışsın meğer...
Sevgilerimle, yazmanın devamı dileklerimle.
G.T.

+

Yener,ciğim, teşekkür ederim.
Sevgiler.
Yalçın Efe

+

Gercekten cok guzel olmus teyzecim, gittikce kalemin alisiyor sanirim,
Ayse Teyze yi yolda gorsem tanirim sandim...eline saglik..
Optum canim,
Gigi

12 Ağustos 2009 Çarşamba

MİNİK SERÇE

MİNİK SERÇE

Yalnız, yapayalnızken evimde, evimin sokağa bakan penceresinde, geçmişe, yaşadığım günlere dalmış, anılarımın içerisinde boğulmak üzereyken, birden pır pır seslerinin içerisinde kendime, o ana döndüm.

Küçük, mini minnacık bir serçeydi pencereme konan. Ürkmedi, çekinmedi benden. Önce hiç kıpırdamadım ürkütmemek için onu. Kesik kesik baş hareketleri ile kendini kolluyordu. Yavaşça kendimi geri çektim, kaçmadı. Mutfaktan aldığım bir tutam ekmeğin içini koparıp minik minik ufaladım avucumda. Yavaşça pencereye yaklaştım, biran için havalanıp tekrar kondu pencerenin kenarına. Avucumdaki ufaladığım ekmekleri yavaşça serpeledim. Hiç ilgilenmedi. Minik gagası ile tırtıklamadı bile. Demek ki karnı aç değildi. Tekrar süzülürcesine pencereden uzaklaştım. Bir çay tabağına su doldurdum. Döndüğümde pencerenin demirine konmuş sanki bir şeyler bekliyordu. Tabağı bıraktım, elimi yavaşça kendime çektim. Merdivenden iner gibi birer birer pencerenin demirlerini sekerek ekmek kırıntılarının üzerine kondu. Suya şöyle bir daldırdı gagasını... Sanki istediği bu da değildi. Dikkatlice, gri tüylerinin üzerinde gözlerimi gezdirdim. Doğanın griliğinde, o renk cümbüşünde ne güzel de gizlerlerdi kendilerini... İncecik çelimsiz pembe ayakları sıkıca yere basıyordu. Görünürde her hangi bir sakatlığı yoktu. O an sanki kendisini incelediğimi anlamışçasına kanatlarını havalandırdığında iç kısımlarda bir terslik fark etmedim.

Evcil herhalde dedim kendi kendime. Bir serçenin evcil olabileceğini hiç duymamıştım. Belki şehir içerisinde insanlara alışmış olabilir miydi? Bilemiyorum, ne kadar evcil olsa da bu narin serçeler yine de ürkektiler. Minicik canlarından başka neleri vardı ki. Koca şehirde ne kadar yalnız hissediyorsam kendimi, belki de o da benim gibi yalnızdı. Serçeler yalnızlık hisseder miydi? Sanmam. Tüm canlılar gibi yalnız olmaya mahkûmdular. Hele ki serçeler ilk kanat çırpışlarıyla kendi başlarına uçmaya, yemeye, kendi yuvalarını yapmaya, üremeye hazırlardı. Artık yalnızlardı...

Telefonum çalıyordu, serçemi bırakıp gitmek istemedim, kim bilir ne gereksiz bir sohbete katılmak zorunda kalacaktım. Hangi sohbet beni kendine çekiyordu ki. Hiç, hiç biri... Yine de gittim, aranmak, hatırlanmak, düşünülmek bile bazen, bazı yalnızlıklarda umut veriyordu bana. "Minik serçem benim" diye açtım telefonu. Karşıdaki ses durakladı, kim olduğunu umursamadan yalnız olmadığımı, şu an için yeni tanıştığım birisi ile ilk sohbetim, belki de son sohbetim olabileceğini söyledim. Çok ürkek olduğunu tam içeri girmek için bana kendisini tanıtmak üzere olduğunu söyledim. Neler diyorsun dedi karşı ses. Ben kim olduğunu, ne dediğini merak bile etmiyordum. Aklım pencerenin kenarındaydı zira. Pencereye doğru yöneldim, telefonu bıraktım, derinden alo alooo... sesleri gelirken pencerede buldum kendimi.

Sanırım o ana kadar aklıma gelmeyen tek şey ona dokunmaktı. Zira ürkeklerdi serçeler, kaçırabilirdim. Yavaşça işaret parmağımı öne çıkarıp, yılan kıvraklığında serçeme doğru uzattım. Hafifçe yanaştırdım, bir iki geri çekildi. Sonrasında gagası ile parmağıma bir iki tıkladı. Algılayamadığım bir anlık hareketle parmağıma kondu. Benimle dost olmak istiyordu. Benden kaçmamıştı. Ne kadar şanslıydım. O an içinde bulunduğum tüm umutsuzluktan sıyrılmış büyük bir mutluluk yaşıyordum. Heyecanlandım. Parmağımdan tekrar yere kondu. Olabildiğince yavaş hareket ettirerek parmağımın ucu ile hafifçe dokundum. Kaçmadı. Kaçmaması beni heyecanlandırıyordu. Oysaki ürkeklikleri ile tanıdığımız bu küçük serçeler isterlerse kaçmayabiliyorlardı.

Bir kez daha tanık olmuştum. Dünyada ilk olarak bildiğim insanın umutla yoğun bakımdan çıkışını beklediğim hastane bahçesinde, sırf serçeler için satın aldığım simitleri minik minik onlara hazırlayıp, bankta oturduğum yerde ayaklarımın dibine kadar gelmeleri, mutsuzluğumu, umutsuzluğumu ve üzüntümü o an için dondurmuştu. O küçük gagaları ile pıt pıt toprağın üzerindeki minik simit parçalarını ne de çabuk tüketiyorlardı. Bir aracın ya da birilerinin geçişi ile biranda ortalıktan kayboluyorlardı. Ne kadar simit parçaları birikse de kendilerini güvende hissetmedikçe toprağa konmuyorlardı. Onları izlemek bana huzur vermişti o an için.

Bir süre penceremi açık bırakmaya karar verdim. İsterse evimi paylaşabilir, istediği sevgiyi ona verebilir, ekmeğimden minik parça ayırabilirdim. Gider miydi, içeri girer miydi, bilmiyorum. Pencereyi rahatça görebileceğim koltuğa geçip onu izlemeye koyuldum. Koyduğum ekmeklerden birer birer yiyordu ürkek ürkek. Koyduğum suya kafasını daldırıp, ayakları ile başını tüm doğallığıyla öyle bir hızla kaşıdı ki, neler oluyordu anlamadım. Birden yoldan geçen arabanın sesi ile havalandı. Sokakta duran ağacın dalına konmuş olabilirdi. Oturduğum yerden kalktım, gözlerimle aradım, bulamadım.

Okuduğum kitaba kendimi vermeye çalıştım olmadı. Bir sayfayı bitirmiş ikinci sayfaya geçmiş olsam da geriye doğru baktım, biraz önce bu satırları ben mi okumuştum. Hiçbir şey anlamamıştım okuduklarımdan... Kitabı sehpaya bıraktım, yerimden kalktım. Sokağın her iki kenarında yolların, yılların bekçisi kavak ağaçlarından benim evime yakın olan ağacın dallarına dikkatlice baktım. Benim serçemi ararken gözlerim, kavak ağacının sedef yaprakları arasında seçmeye çalıştığım serçemden o kadar çok vardı ki hangisi benim pencereme konmuştu seçemedim.

Serçelerin kavak ağacındaki devinimleri, şehrin en işlek caddesinde yürürken hissettiğim yalnızlığımı hissettirmişti bana. Penceremi yaz boyunca bu sevimli serçelere açık bırakmaya karar verdim. Kışın, kuşlar için özel olarak aldığım ekmeklerden, bir parça da bu ağacın dalına koyacaktım bundan sonra.

YENER BALTA,11 Ağustos 2009

+
yalçın efe
Evet, keşke ben de azıcık olsun yazabilseydim? Nerdeeee...

+
aynur elmaağaçlı
kuzi güzel bir öykü.11 ağustos doğum günüydü. öykünü kendime armağan ediyorum. sevgiler

G.T.
Ellerine sağlık, çok güzel olmuş,
Bence sen herşeyi bırakıp yaz... Öptüm.

+
Yener,
Çok güzel olmuş. Kutlarım,
Gittikçe daha da gelişiyor yazılarım.
Ne olurdu senin gibi yazar olsaydı bütün kızlarım…
Sevgiler…
HB, 12.8.2009

22 Temmuz 2009 Çarşamba

EMİNE'NİN DRAMI

EMİNE’NİN DRAMI

Üç adım attı, dizlerini kırarak küçüldü, tüm gücüyle yükseldi, havada vücudunu geriye doğru gerdi, filenin üzerinde topu yakaladı ve anlık bir hareketle topu karşı takımın sahasına doğru vurdu. Karşı takımın, savunmada bekleyen her iki oyuncusu da topa hamle yapsa da yakalamak ne mümkündü. Top yere çakılmıştı.

Skor bir sayı daha artmıştı. Yaşadığımız heyecan, biz oyuncular tarafından kendi yarı sahamızda bir araya gelerek “Hey, hey, hey!” sesimizle şenlenmişti. Emine'nin yaptığı sayıyı bireysel başarıya dönüştürmeden kutlamıştık. Seyirciler yok denecek kadar azdı, bir kaçımızın ailesi, arkadaşı, kulüp yöneticileri gelmiş olsa da salon boş sayılırdı. Bu duruma alışmıştık.

Maçı az bir sayı ile biz kazanmıştık. Karşı takım da en az bizim kadar güçlüydü. Takımın as kadrosu altı kişiyken, altı kişi de yedeğimiz vardı. İlk altıda oyuna başlamak ayrıcalıktı biz oyuncular arasında. Bazımız asların ası olup, sakatlık dışında her maçta mutlaka ilk altıda yerini alırdı. Emine de vazgeçilmez aslardan biriydi. Oyunda kendine düşeni fazlasıyla yapar, attığı servislerle takıma direkt puan kazandırırdı.

1.85 boyu ile takımın en uzun boylusu idi Emine. Antrenman dışında da kendi başına yılmadan çalışırdı. İri siyah gözleri, süt beyazı teni, sürekli kestirdiği kısa saçı ile tarzını hiç değiştirmezdi. Kadın özelliğini ön plana çıkarmaktan hoşlanmazdı. Sade görünüşten yanaydı. Emine'ydi o. Bir farkı olacaktı bizlerden. Her zaman kendisine sakladığı bir şeyleri vardı onun.

Eminelerin evi henüz yapılaşmanın olmadığı, sadece bir tepenin çevresine yaşam kurulan gecekondulardan biriydi. Geç saatlerdeki antrenman sonrasında bile servisten, evinin bulunduğu çarşı meydanında iner, evinin kapısına kadar gidilmesine izin vermezdi. Yaşadığı semtten, evinden pek hoşnut değildi. Kimseler bilsin istemezdi bunu.

Emine Dil Tarih'de, Fransız Dili Edebiyatı öğrencisiydi, okula gitmediği zamanlarda sanki işe gidermiş gibi, sabah erkenden stada gelir, bazı günler antrenman yapar, bazı günlerde orada yıkanır, giyinir, kendince süslenir nereye gittiğinden hiç kimseye bahsetmezdi. Haftanın belli günleri neredeyse tam gün ortalıkta görünmezdi. Soyunma odasında kendine ait bir dolabı vardı. Orada tüm ihtiyaçlarını karşılayabileceği eşyalar mevcuttu. Havlusu, şampuanı, yedek giysileri, arada atıştıracağı yiyecekleri her zaman bulunurdu. Orası onun evi gibiydi, zira eve sadece yatmak için giderdi, kalacak yeri olsa eve de gitmezdi bile.

Ailesi ile iletişimi yok denecek kadar azdı. Hatta hiç yoktu. Kendine örnek aldığı birileri vardı çevresinde ki ailesine her bakımdan ters düşüyordu. Kabullenemiyordu! Ablası istemediği, bilmediği birileriyle evlendirilmiş, istemediği kadar çocuk doğurmuştu. Kocası kendinden fiziken o kadar küçüktü ki ablası onun yanında kocaman kalıyordu. Bunu bir kez kendisine örnekleyerek soyunma odasında anlatıvermişti. Ablası gibi kendisini de evlendirmek, biran önce evinin kadını yapmak, kocasının hizmetinde bulunmasını istiyor, kendisi ne gördü, ne yaşadıysa tıpkı kendi hayatı gibi yaşanır sanıyordu babası. Baş kaldırıyordu, bu kadar baskı Emine' yi daha bir çıkmaza sokuyordu.

Annesi ev kadını, babası cami hocası idi. Her zaman "Al şu kitabı oku!" dese de hiç bir zaman okumamıştı. Tıpkı küçük yaşta istemediği halde her yaz tatilinde kuran kursuna zorla gönderilmesi gibi… Saçlarını örtmek için başına aldığı başörtüsü tüm bedenini örterdi. Arkasından uçuşarak gelen örtüyle kendisini daha çok sahnede şarkı söyleyen kadınlara benzetirdi. İçinde anlamadığı bin bir türlü karmaşık yazıları olan kitabı da, kucağında bebeğini taşıyan anneler gibi sımsıkı tutardı. Ablası, abisi, kendisi ve küçük kardeşi ile anlamadıkları halde babasının hocası olduğu camiye zorla, görev gibi giderlerdi. Gitmeme gibi bir durumu yoktu, hocası babasıydı. Zira anlamıyordu, dili dönmüyordu, öğrenmek, ezberlemek istemiyordu. Yaz tatilleri hiç gelmesin istiyordu. Okul onun kurtarıcısı oluyordu en azından.

Babası ile sürekli çatışır durumda idi, zaten paylaştıkları hiç bir şey yoktu ki, kavga dövüş bir şekilde kendi düzenini kabullendirmişti ailesine. Her ne kadar sık sık tartışma olsa da... Babası; "Kız kısmı dediğin okumaz, top peşinde koşmaz, hele hele top oynarken mayo denen o donu üzerine geçirip salonun ortasında, herkesin gözünün önünde orasını burasın açmaz..." deyip öfkesini sürdürüyordu her gördüğünde Emine'yi... Emine hiç duymamışçasına kaçar adımlarla babasının yanından uzaklaşırdı.

Sabahları evden çıktığında babası çoktan camiye gitmiş, kendisi eve geldiğinde de babası çoktan yatmış oluyordu. Karşılaşmaları neredeyse imkânsızdı. Böylelikle sorun kökten çözülmüş gibi olsa da, gittikçe daha da çıkmaza giriyordu.

Kulüp kendi içerisinde anlaşmazlığa girdiğinden kapanma aşamasına gelmişti. Çoğumuz üniversite öğrencisiydik. Kimimiz derslere yoğunluk vermek için sporu bırakmış, kimimiz de başka kulüplere giderek arkadaşlığımızdan ister istemez uzaklaşmıştık. Emine de bırakanlardan biriydi, zaten kendisini spor dışında görmemiz imkânsızdı, kimse kimseden haberdar değildi artık.

Bir gün şehrin en işlek caddesinde yolda karşılaştığım mahalleden arkadaşım olan Faruk’la güle oynaya otobüs durağına doğru yürüyorduk... Okul çıkışı şehrin merkezine gelmenin mutluluğu, belki de yorgun bir günün ardından eve gitmenin heyecanı üzerimizdeydi. Akşam yavaştan günün üzerine çökmüş, kendine ayrılan süreyi dolduran gün çekilmek üzereyken herkes kendi havasındaydı. Sohbet koyuluğunda geçen konuşmanın arasında karşıdan geleni Emine'ye benzettim sansam da, evet o Emine'nin ta kendisi idi.

Emine benim bildiğim Emine'den çok farklı görünüyordu. Davranışlarında aşırılık, taşkınlık vardı. Yalnız yürüyordu. Sağa sola bakıp gülücükler atıyordu. Belki birkaç kadeh bir şey içmişti bilemiyorum. Zira durup dururken normal bir insanın yansıtabileceği bir tavır sergilemiyordu. Tam karşı karşıya geldiğimizde, Emine "merhabaaaa" sını olabildiğince uzatıp, "ne haber" ini kestirip atmıştı. "İyilik!.." yanıtını verdiğimde taşkınlığı yoldan gelen geçeni kendisine baktırması için yetiyordu. “Telefon numaranı versene, arayayım seni!” dese de benim söylediğim numarayı aklında tutarmışçasına uzaklaşmıştı bile yanımızdan.

Şaşmıştım doğrusu Emine'nin bu haline. Yanımdaki arkadaş beni durdurup, gözlerini gözlerime dikerek, "Sen bunu nerden tanıyorsun?" diye bana hesap sorarcasına yanıtımı beklemişti. Emine ile aynı kulüpte voleybol oynamıştık. Söylemiştim nereden tanıdığımı. Onun söylediği söz karşısında dona kalmıştım! Bir süre kendime gelememiştim!..

Emine için bu söyleneni yakıştıramamıştım. İnanmama gibi bir durum olamazdı. O kadar emin bir dille söylemişti ki... İnanmak istemedim.

Emine’nin hayatı kaymıştı!..

YENER BALTA
21 Temmuz 2009

14 Haziran 2009 Pazar

ÇÖPLÜKTEN

ÇÖPLÜKTEN

Hiç şaşırmadım, marketin otoparkında yine bir arabalık bile boş yer yoktu. Yolu takip edip otoparktan çıktığımda, çöp koyteynırının hemen dibinde bir yer vardı. Rahatlıkla oraya bırakabilirdim arabamı.

Hazırlıksız bir alışverişti, ne alacağıma karar vermemiştim. Her akşam eve giderken bugün ne yiyeceğim kaygısı yaşıyordum. Kendim için mutfakla bir şeyler hazırlamak bazı zamanlar pek cazip gelmiyordu bana. Daha çok o anlık yiyebileceğim, pratik yiyecekleri tercih ediyordum.

Market iki katlıydı, üst kat daha çok ev eşyalarına, alt kat yiyeceklere ayrılmıştı. Tercihim yiyecek katıydı, reyonlara bakınarak gezindim, canımın istediğini aradım, bir şey bulamadım, uzun süre bekleyecek çeşitli konserveler, buzluğa koyabileceğim tavuk parçaları, çayın yanında atıştırabileceğim bisküvi çeşitlerini el arabasına koydum. Mevsim meyvelerinden birer ikişer poşetlere koyup daha fazla oyalanmadan kasaya gittim. Kasada uzun bir sıra vardı. Herkes iş çıkışı evine bir şeyler almış, televizyonun karşısında zaman öldürürken atıştıracak yiyecekler koymuşlardı el arabalarına... Sonunda sıra bana gelmişti. O markete ait özel indirim kartımın olup olmadığını sordu kasiyer, olduğu halde yok dedim. Promosyon amaçlı bu tür indirim kartları kullanmayı hiç mi hiç benimseyemedim. Aldığım ürünler barkot taramasından geçtikçe poşetlere koydum. Hiç biri neredeyse işe yaramaz dediğim yiyecekler, 50 TL. tuttu. Ne kadar gereksiz bir alışverişti bu yaptığım. Sonuçta karnım doyacaktı.

Oturduğum ev şehrin merkezine yakın sayılırdı, ulaşım her şekilde çok rahattı, işe gidiş gelişlerde kalabalık olsada zamanla ilgili bir sorun yaşamıyordum. Semti her ne kadar benimsemesem de bunun için tercih ediyordum. Çok eski bir yerleşim yeriydi, zamanında göçmenler için devletin yer ayırdığı iki üç katlı evler yapılmıştı. Sokakların her iki kenarına dikilmiş ağaçlar yolun ortasında buluşup, dar olan sokakları daha bir daraltıp, karartıyordu. Şu anda orta kesim insanların yaşadığı, hatta toptancı haline çok yakın olduğu için orada çalışan bütün pazarcılar bu semte yerleşmiş, mahhallenin eski havası kalmamıştı. Bunu çevre esnaftan sık sık duyuyordum.

Kimsenin kimseye saygı duymadığı bir trafik karmaşası vardı. Bu küçük yerleşim alanı şehrin birkaç büyük semtine geçmek için ana yol gibi işliyordu.

Arabanın bagajını elimdeki poşetleri bırakmak için açtığımda, yanımda duran çöpten ağır bir koku yayılıyordu. Marketin her türlü atığı birbirine karışmış olmalı ki bu ağır koku tüm çevreye yayılmıştı. Dayanılır gibi değildi. Henüz çöp kamyonunun biriken çöpleri almasına zaman vardı. Güneş henüz batmamıştı, yüksek binalar güneşi engellediğinden bulunduğum yerde çoktan batmış hissi veriyordu. Birden çöp koyternırının içinde haraket eden bir karartı gördüm. Küçük bir oda büyüklüğündeki çöp yığınının içindeki karartı ne bir köpek büyüklüğünde, ne de bir kedi küçüklüğünde idi. Alışık olduğumuz sokak hayvanlarının mekanı olan lezzet sofrasında çöpleri karıştıran bir erkek silüetiydi. Gözlerime inanamadım. İlk defa çöp karıştıran bir insan görmüş değildim. Alışık olduğumuz, neredeyse kanıksadığımız bu görüntü niyeyse bu seferinde beni sarsmıştı. Hatta bir keresinde ürkek bir köpek yavrusunun tepkilerini gösteren küçük bir çocuğun çöpte bulduğu yiyeceği bizim yanından geçmemizle, yemeğe devam ederek silindir çöp bidonunu kendine siper ederek yuvarlaklığı boyunca geriye doğru sürtünerek kendini saklaması, bugün gibi aklımdaydı. Birlikte yürüdüğümüz arkadaş grubundan kimsenin dikkatini çekmemesi belki de bundandı. İnsanların başkalarının attıklarıyla, atıklarıyla ve her türlü pisliğin çöp adı altında bir arada bulunmasıyla kendilerine, bu karmaşadan yiyeceği birşeyler araması insanlık adına ne onur kırıcı bir durumdu.

Keyif adı altında yapmış olduğum alışverişimin neler olduğunu düşünmeden orada kendi nemasını arayan adama uzatmak, yanımda bulunan 10 TL’nın onun sadece bir öğünlük ihtiyacı olacağından vermeye çekindiğim, bir kerelik değil, her zaman yiyecek ekmeğe ihtiyacı olacağını düşündüğüm insana nasıl yardım ederim diye düşünürken bir ömür geçirmiştim, bir kaç dakikalık duraksamamla... Belki de kadın olduğumdan çekinmiştim, sonrasında yaptığım iyilik peşimi bırakmaz bir kötülük oluşturabilirdi. Arabamın plakasını alabilir, beni takip edebilir, yaptığım yardım başıma bela olabilirdi. Kendi kurduğum senaryo, yapmayı düşündüğüm küçük yardımdan beni uzaklaştırmıştı.

Arabaya binip oradan uzaklaşmamla biraz olsun görüntü belleğimden uzaklaşmış, eve girdiğimde kendi açlığımı giderirken her lokmamda masa yerine mekanı çöp olan adamı unutturmamıştı.

11 Haziran 2009
YENER BALTA

+
Yener,ciğim
Selam, sevgi, özlem.
Öykünü okudum. Bana göre, oldukça uzun cümleler kuruyorsun. Uzun
cümleleri anlamak zor, diye düşünüyorum. İnsanı yoruyor. Ama yazanı
yormuyor mu...
Bir iki de yazım yanlışı var. Ayrı yazılması gereken "de",ler var.
Birleşik yazılmış. İkincisi, Çöpden değil çöpten. Sanıyorum, bunlar
matbaa hatasıdır.
Öyküden yararlandım. Bayan olarak, yapacağın yardım sonrası başına
gelebilecekleri belirtmen yerinde bir düşünce.
Sevgiler, özlemler.
Y.E.

+
Sait Fadik Eteğiyanık'a bir efferin...
?