19 Mart 2010 Cuma

ZOR YAŞAM!..

ZOR YAŞAM!..

Saman Pazarı'nın ara sokaklarında dolaşırken, mahallede oynayan çocuklara, eski Ankara evlerine, turistik dükkanlara, evinin ve dükkanın kapısında oturan insanlara bakarak geziniyordum. Alışılmış görüntülerin dışında birden karşımda beliriveren adamdan gözlerimi alamadım. Kendisine baktığımı fark etmiş olmalıydı. Gözlerimi kaçırmış olsam da, yanımdan geçtikten sonra yolun sonunda, gözden kaybolana kadar arkasından bakakaldım.

Üzülmüştüm, hem de çok!

Her şeye rağmen içinde bulunduğu duruma göre olabildiğince bakımlıydı. Kemikli uzun yüzü tıraşlı, tepesinde dökülen saçlarının kalanları su ile taranmış, düzgün duruyordu. Ayakkabısını, ökçesine basarak giydiği için kundurasının sivri uçları daha bir önde duruyordu. Çorabının topuk kısımları nezelmiş, o kısım asıl renginden açık duruyordu. Gömleğinin görünen kısmı ütüsüz olsa da beyazdı. Ceketinin önündeki üç düğme iliklenmiş, her iki kolu da katlanmış, dirseğinin üzerinden birer çengelli iğne ile tutturulmuştu.

Yoktu kolları...

Uzun bir süre bulunduğum dükkânın önünde, kalakaldım. Arkamda bulunan dükkânın kapısındaki esnaf ben sormadan anlatmaya başladı. Üzüntümü farketmiş olmalıydı.

"Şu yukarıda bulunan otel var ya, bak!" deyip eliyle işaret ederek, "işte orda yaşıyor" dedi.

Ankara Kalesi'nin tarihi ile yarışan eski, köhne, daha çok işçilerin, evsizlerin bir iki kuruş bulup kaldığı otel havasındaydı.


"Orda yaşlıca bir kadın bakıyor kendisine. O kadın da hem orada kalıyor, hem de otelin temizlik işlerini yapıyor. O kadın var ya o kadın cennetlik!.. O adamın eli kolu. Tıraşını da, banyosunu da, yemeğini de o kadın yapıyor. Hatta kaşık kaşık yediriyor, her öğün. O kadın da zamanında...," deyip duralıyor bir soluk. Anlaşılıyor ne demek istediği ifadesinden!.. " Şimdi yaşlanmış, kimi kimsesi olmadığı için bu otelde yaşayıp gidiyor."

"Adam zamanında bir kereste fabrikasında çalışıyormuş. Kollarını hızar makinesine kaptırmış. O kazadan sonra karısı çocuklarını alarak ana evine gitmiş. Bir daha da dönmemiş. Bu hali ile yaşlı anası bakmış kendisine, o da ölünce buralara gelmiş. İş göremez maaşının tümünü buraya vererek burada yaşayıp gidiyor işte..."

Arkasından üzüldüğüm, düşündüğüm, merak ettiğim, kalakaldığım adamı, koca bir hayatı, birkaç dakikada, birkaç cümleye sığdırarak anlatıvermişti. Yüzümde acı bir tebessümle teşekkür ederek, hayırlı işler dileyerek ayrıldım bulunduğum yerden.

Ne zor bir hayattı yaşadığı. Elsiz kolsuz bir "hiç" olurdu insan.

Üzülmüştüm, hem de çok.

YENER BALTA,

17 MART 2010

3 Mart 2010 Çarşamba

YENİ BİR HAYAT

YENİ BİR HAYAT

"Bilinçsizce kendi kopyalarını yeniden üretip duruyorsun. Önce düşün: Şayet bir çocuk doğurursan dünyaya bir armağan sunuyor olacak halde misin?

Ve sonra düşün: Bir çocuğa annelik ya da babalık yapmaya hazır mısın? Koşulsuz olarak sevgi vermeye hazır mısın?"

Bir arkadaşım benimle özel bir konuyu, kendisi için büyük bir sorun olan konuyu konuşmak istedi. En yakın arkadaşlarımdan olduğu için kendi sorunummuş gibi yardımcı olayı isterdim. İkimiz için de uygun zaman ve yeri belirledik.

Buluştuğumuzda beni görür görmez gözleri doldu. İçinde bulunduğu sorun kendisi için büyük, çözümsüz bir konu olduğu belli idi.

Bana direkt olarak "hamileyim" dedi. Kendini bırakıp ağlamaya başladı. "Bir bebeğim olsun istemiştim. Bebek içimdeyken duygularım, düşüncelerim, kaygılarım, korkularım, birden değişiverdi. Hazır değilim, kendimi hazır hissetmiyorum, doğurmak istemiyorum," dedi. "Doğurursam kendimi daha da kötü hissedeceğim, bundan eminim," diyerek bir süreliğine hiç konuşmadı. Kendisine nasıl yardım etmem gerektiğini bilmiyordum. "İçinden ne geliyorsa, sen ne istiyorsan o kararı ver, doğru olan bu olacak," dedim.

Ne büyük bir tesadüf ki, yanımda okuduğum, OSHO Çocuk adlı kitap vardı. Hatta bu kitap Osho'nun konuşmalarının kitaba dönüştürüldüğünden, tam da arkadaşımın yanıt bulacağı soru, bir başkası tarafından sorulmuştu. Altını çizmiştim, zira ben de çocuk doğurmanın hayatta en önemli kararlardan olduğunu çok iyi bilirdim.

Arkadaşıma bu sorunun bulunduğu sayfayı açtım. Kalın ve biraz daha büyükçe yazılmış soruyu okuyabileceği şekilde kendisine uzattım. Gözleri dolu dolu kelimeleri seçmeye çalıştı. Soru ilgisini çekmişti. Kendisini biraz toparladı. Giriş bölümü bile hemen kendi düşündüklerini pekiştiriyordu. Sonra bir süreliğine izin istedi ve satırları okumaya başladı. Konuşma sonrasında kitabın adını, yazarını ve yayın evini not alıp “Tümünü en kısa zamanda okumam benim için iyi olacak" dedi. Zira kendi düşüncelerini onaylayan bir yakınını bulmuş gibi sevinmişti. Bebeği içinden atmak için yaptığının vicdanı ile büyük bir savaş olduğunu biliyor ve bu savaşın yanıtını kitapta bulmuş olmanın sevincini yaşıyordu.

Soru şu idi: Hamileyim. Kürtaj yaptırmaya karar vermiştim ve bu karardan memnun olduğumu düşünmüştüm. Ama o zamandan beri bunu ne zaman düşünsem üzülüyorum.

Bu anlık bir üzüntü olacaktır. Eğer bir anne olmak istersen o zaman daha büyük sorunların içine girmek istiyorsun demektir. Çünkü bu bir kez çocuk olduktan sonra kolayca çözülebilecek bir mesele değildir.

Anne kendi gelişimini sağlayamaz, çalışamaz; çocuklara bakmak zorundadır. Sonrada zorluklar başlar.

Bir kez kendi gelişim işini bitirdikten sonra bu son derece iyidir. Bir çocuk boş zamana ait bir şey olmalıdır, o en son lüks olmalıdır. O zaman anne olmanın tadını çıkarabilirsin. Aksi takdirde bu karmaşa yaratacaktır. O yüzden sen karar ver. Seni kimse zorlamıyor, bu senin kararına kalmış: Eğer bir anne olmak istiyorsan o zaman bir anne olmak istiyorsundur. Ancak o zaman sonuçlarına da katlanırsın.

İnsanlar dünyaya bir çocuk getirmek istediklerinde ne yaptıklarının farkında değildir. Aksi takdirde kürtaja üzüleceklerine bunun için üzülürlerdi. Her iki olasılığı da sadece düşün: Çocuğa ne vereceksin? Çocuğa verecek neyin var?

Onun varlığına kendi gerginliklerini yetiştireceksin ve o seninkiyle aynı türden bir hayatı tekrar edecek. Psikanalizciye gidecek, psikiyatra gidecek ve tüm hayatı boyunca bir problem olacak. Tıpkı herkese olduğu gibi. Bir kişiye bütün ve sağlıklı bir varlık veremiyorsan, bir ruhu dünyaya getirmeye ne hakkın var. Bu bir suçtur! İnsanlar tersini düşünür: Onlar kürtajın bir suç olduğunu düşünür. Sana anne olma demiyorum; bir anne olmanın çok büyük bir sanat olduğunu söylüyorum, çok büyük bir başarıdır. Önce bu niteliği, içindeki bu yaratıcılığı, bu coşkuyu, bu kutlamayı yarat ve sonra çocuğu davet et. O zaman senin çocuğa verecek bir şeyin olacaktır. Ve sen hastalıklı bir varlık yaratmayacaksın.

Bir anne olmaya hazır mısın? Önemli olan budur. Eğer hazır olduğunu düşünüyorsan devam et: Çocuğu yap. Hazır olduğunda çocuk sahibi olmaktan mutlu olacaksın ve çocuk senin gibi bir anneye sahip olduğu için mutlu olacaktır.

İnsanların sorunu nedir? Bu tek bir şeye indirgenebilir: Anne. Çünkü anne psikolojik bir rahim sunmaya yeterli değildi, anne manevi bir rahim sunmaya yeterli değildi. Psikolojik olarak nevrozluydu, manevi olarak boştu. O yüzden çocuk için manevi besin yoktu, beslenemiyordu. Çocuk dünyaya fiziksel bir varlık olarak gelir, bir ruhu olmadan, merkezi olmadan. Anne merkezde değildi, çocuk nasıl merkezde olsun? Çocuk basitçe bir devamdı, annenin varlığının bir devamı.

Şayet bir insan bunun ne ifade ettiğini anlayabilirse çok daha az insan anne ve baba olmaya karar verecektir. Ve çok daha az insan anne ve baba olmaya karar verseydi çok daha iyi bir dünya olurdu. O daha az kalabalık, daha az nevrozlu, daha az hastalıklı, daha az deli olurdu.

Kendin Olma Özgürlüğü, ÇOCUK, OSHO. OVVO Basım Yayın Hizmetleri
Yener Balta, 30 Ocak 2010

2 Mart 2010 Salı

YAŞLILIK VE YALNIZLIK

YAŞLILIK VE YALNIZLIK

Sağlı sollu dört kattan oluşan eskinin binaları. Önceden yeşillikler ve ağaçlarla dolu olan bahçeler şimdinin artan araba sevdasından otopark olarak düzenlenmiş. Ağaçların dalları sadece kaldırım kenarlarında salınıyorlar bir sağa bir sola... Hele ki birbirine paralel yokuş olan sokakları dikine kesen ara sokağı insana huzur veriyor.

Bu sokaklardaki yıllanmış ağaçlar gökyüzünün maviliğini, güneşin ışığını dalların ve yaprakların yarış edercesine yukarıda buluşmalarıyla gizlediklerinden öyle güzel serinletiyorlar ki yaz günleri bu sokağı, sokaktan geçen insanları...

Yeni yeni iş yerlerine dönüşen bu semtte her öğle arasında çalışanlar o sokaklarda turluyorlar yokuş olmasını umursamayarak.

Öncenin seçkin, zengin ve ayrıcalıklı kişilerinin oturduğu Anıtkabir'in bir yanına düşen Mebusevleri... Şu anki iş yerlerini saymazsak hala ev sahiplerinin oturduğu bir yer. Genç nüfusun olmadığı, yaşayanlarının büyük çoğunluğunun yaşlı insanlar olduğu, karılı kocalı…

İki ayrı sokağında, iki ayrı iş yerinde çalıştığım süreyi toplarsak yedi yılı aşkındır o semtte çalışıyorum. Şu anki iş yerimde, cam kenarında konforlu sayılabilecek bir masada çalışmaktayım. Sıkıldığım zamanlar başımı çevirip sokağa, gelene geçene, dışarıda neler olup bittiğine bakabiliyorum.

Sabah ve akşam saatlerinde, biraz ileride bulunan iki ayrı kreşin küçük misafirlerinin geliş ve gidiş trafiği sokağı fazlasıyla hareketlendiriyor. Sokaktan geçen simitçilerin sesi, bazen hurdacılar, yaz aylarında kavun karpuzcular el arabalarıyla geçiyorlar. Bazen gelen ambulansların acı sesi, saksağanların, serçelerin, güvercinlerin cıvıltılarını bir anda kesiyor, alıp götürüyorlar bizim sokağın yaşlı sakinlerini...

Bahar ve yaz aylarında her öğle yemeğini ön balkonda yiyen yaşlı amcamız, hemşire diyebileceğimiz bir genç kızın bakımıyla ilgilendiği, hastane ve acil durumlar dışında sokağa çıkamayan mahallemizin sakini, o sesiz sakin sokağını bir daha görmemek üzere, gelen cenaze aracı ile bir daha dönmemek üzere götürülmüştü. Balkonda salınan siyah kedi sanki sahibinin gidişini anlamış gibi acı acı miyavlamıştı gün boyu...

Bundan önce şu an bulunduğum yerden birkaç sokak aşağıda çalışıyordum. Her gün aynı saatlerde dışarı çıkan, dökülmeyip başında kalan kızıla boyadığı saçlarını kendisi kabartıp biçim veren, yüzüne sürdüğü allığı, göz kapaklarındaki yeşil farı, dudağına sürdüğü pembe ruju, yaşlılıktan kırışan derisinin arasında birikir, elinin titremesi ile kaşının üzerinden geçtiği kahverengi kalemi kaşının biçimini bozar, yakası kürklü yeşil mantosu, kendisinden büyük eski deri kol çantası, havanın soğukluğuna aldırmadan giydiği ince çorabı ve kalın topuklu ayakkabıları, elinde bastonu, asil bir duruşla gezmesine giderdi.

Hergün evinden çıkar, Tandoğan’ı Ulus’a bağlayan altgeçitten geçer, tren garının havasını koklar, geçmişinin anılarını tazeler, çok önceleri kaybettiği eşinin anıları ile dolaşır gelirdi.

Bir kapı aralığında ettiğimiz küçük sohbette, geceleri eşinin işi gereği toplantılar, kokteyller, gezmeler derken, kendisiyle ve güzelliğiyle ilgilenmiş, çocuk doğurmayı aklından geçirmemiş. Sonrasında da çok geç olduğundan kimsesiz, yapayalnız kalıvermişti... Bu nedenle olsa gerek: “Aman siz siz olun mutlaka bir çocuk doğurun!” diye de büyük nasihati etmişti.

Evine davet ettiği kahve sohbetlerine hiç gitmedim, gidenler de evinin üzerlerinde bıraktığı izleri anlatarak bitiremezlerdi. Kimi ağır kokusundan, kimi yeni hiç bir eşyanın olmayıp ne varsa gençliğinden bu güne kaldığını, halılara çıplak ayakla basılamayacak kirlilikte olduğunu, her şeyin dokunulmayacak kadar pis olduğundan sözederlerdi.

Bir gün öğrendim ki Memnune hanım ömrünü tamamlamıştı. O sokaktan geçerken evinin balkonunda "Anıtkabir Derneği" tabelası görmüştüm. Evini ve tüm kalan varlığını bu derneğe bağışlamıştı. Atatürkçü ve aydın bir kadına da ancak bu yakışırdı.

Geçen bahar, bahçesinde kokusu sokağa yayılan sarmaşık güllerin bulunduğu karşı binanın giriş katında oturan yaşlı karı kocayı, yılların ayıramadığı beraberliklerini gelen ambulans ayırmıştı. Gelen yakınlar, hiç bir zaman kalabalık olmayan evlerini bir süreliğine doldurmuşlardı. Amcamız camın kenarında tek başına oturmayı, sokağı izlemeyi sürdürüyor. Bazı sabahlar yanındaki yardımcısına aldırdığı simitle kahvaltısını yapıyordu cam kenarında.

Bir keresinde kendisi de neredeyse yaşlı sayılacak evin kızı, bir alt katımızın arka tarafında oturan anne ve babasını telefonla arayarak konuşma sırasında babasının telefonu yarıda bırakıp bir daha da bakmamasından meraklanıp, atladığı taksiyle kısa bir sürede kapıya koşmuştu.

Apartmanın içerisinde yıkılırcasına vurulan kapı sesi inletiyordu tüm katları. Merakımdan çıkıp bakmıştım. İndiğimde telaşlı yaşlı kızımız, “Annem ve babam bu saatte ayakta olmalılardı. Tam babamla telefonda konuşuyordum, birden konuşmaz oldu. Hadi babam duymuyor, alzheimer, bir anda ne yaptığını unutuyor, peki annem nerede?” diyerek savrulup duruyordu oradan oraya.

Oldukça kısa boyu ile girişte bulunan dairenin penceresinden içerisini göremediğinden, benden rica etmişti. Mutfağı, odayı, salonu görebiliyordum, aykırı bir durum görünmüyordu. Apartman girişinin bitişiğindeki odada, koltukta birisi oturuyordu, perdeden zor seçebilmiştim. “Tamam anlaşıldı, bu kadar sese babam duymadığından tepki vermiyor, annem de büyük bir olasılıkla markete kadar çıkmış olsa gerek…” dedi.

“Keşke bir yedek anahtarları olsa sizde…” dedim, kendimden örnek vererek… “Verirler mi hiç, verirler mi...” deyip ayaklandırdığı diğer teyzenin evinde beklemek için üst kata çıkmıştı. Evine gittiği teyze de yalnız yaşıyordu.

Her katın kendine ait bir öyküsü vardı neredeyse. Hatta bir gün apartman görevlisinin bizim dairenin zilini çalarak; " Bir süreliğine sizde bekleyebilir mi amca, anahtarı içeride unutmuş, oğlunu aradık birazdan gelir," diyerek geçici bir süreliğine misafirimiz olmuştu.

Uzun zamandır tıraşsız saçları, kalın çerçeveli gözlüğü, üzerinde o soğuk kış günü için sadece giydiği ceketi...

Özür dileyerek girdi içeri, tam bir beyefendi... “Hay Allah!” deyip durdu bir iki, sonra “Rahatsız ettim sizi, iş yerinizde... Efendim, anlatayım işinize devam edin bu arada... Bizim oğlanla telefonda münakaşada bulunduk, dolayısıyla o dalgınlıkla dışarı çıktım. Anahtarı içeride unuttum sanırım.”

Bir limonlu çay ikram etmiş, kısa bir sohbete girmiştik. Kendisi emekli albaymış, 86 yaşındaymış. “Ağır hastaydım, herkes benim gitmemi beklerken, hiç bir şey yokken hanım bırakıp gitti!” diyerek zamansız gidişini anlatmıştı karısının.

“O günden beri de yalnız yaşıyorum. Eh yaş malum unutkanlık yapıyor daha çok.” Bir yandan da hala bir umut ceplerini karıştırıyor, anahtarı kontrol ediyordu. Bir iki aramadan sonra, sonraki denemesinin birinde, “Hay Allah!” deyip, anahtarı ceketinin yan cebinde buluverdi. “İşte benim oğlan kafa bırakmadı bende, yaş malum unutturuyor…” deyip kapıya gelen oğlu ile bir kez daha rahatsız ettiğini bildirerek çıkıp gitmişti.

Daha biraz önce, camdan dışarı baktığımda, arabanın içinde oturduğu yerden çıkmaya çalışıp da çıkamayan teyzenin bir şeyler dediğini fark ettim. ”Öndeki araba size aitse, bacağımdan yürüyemiyorum, alır mısınız lütfen!” demişti.

Araç iş yerimize aitti, çekmek için arkadaşımız inmiş, teyzenin arabadan inmesine eşiyle, oğluyla birlikte yardım etmişti. Ben de dayanamayıp indim, zira benim de annem aynı zorlukları yaşamıştı. Kollarının altından kavrayarak sandalyeye oturmasına yardım ettim. Erkeklerin iki kenarından tutup kaldırdığı sandalyenin üzerinde biraz korktu… “Düşecek gibi oluyorum aman, başım dönüyor indirin beni!” deyip, kısa mesafede sık sık ara verip kendi dairesine getirilmişti el üstünde. “Çok geçmiş olsun!” diyerek buruk ayrılmıştım kendisinden.

Yıllar önce burada oturmuş, Eğe kıyılarında bir ev satın alıp orada uzun bir süre yaşamış, kocasının sağlığı yüzünden tekrar eski evlerine gelen Neşe Hanım kombiyi çalıştıramamış olacak ki “Birazdan eşimi getirecekler, o gelmeden evi ısıtmalıyım ki daha çok hastalanmasın..” diyerek bizden yardım istemişti. Meğerse kombiye gelen doğal gazın ana vanası kapalıymış. En üst katta oturdukları için eşinin her rahatsızlığında sandalye şeklindeki sedyede taşıyan acil elemanları, zorlanmadan indirebiliyorlardı. Neredeyse bir yumru şeklini alan eşi gittikçe küçülmüş, bir deri bir kemik kalmıştı. Bir bayram tatili dönüşü eşini kaybeden Neşe hanım'a başsağlığına çıkmıştık.

İşte yaşlılık bu olsa gerekti. Zaman akıp gitmiş, yaşanılanlar yaşanmış, çocuklar kendi yuvalarını kurmuş, tekrar başa dönülmüş, sağlık tek uğraş olmuştu. Bunca birikimle sağlık söz konusu olmamalıydı, bilgi birikimi olmasa da yaşanmışlığın verdiği bir tecrübe, bir edinim vardı. Sağlık her şeyi bir kenara bıraktırıp, tek ilgilenilmesi gereken konu durumuna gelmişti.

Hatta ikinci iş yerim olan binanın girişinde hemen hissedilen ağır kokunun nedenini, yeni satın aldıkları daireye yerleşen, yönetimi eline alan komşumuzla öğrenmiş olduk.

En üst katta yaşayan yatalak bir anne ile özürlü kızından kaynaklandığını, onların sayesinde öğrenmiştik. Haftada bir gelen bakıcının yaptığı yardım işe yaramıyor olsa gerekti. Tuvalet ihtiyacını bir başkasının yardımıyla gideren annesinin, alt bezlerini kızı apartman boşluğuna atıyormuş. Bunlar da ortadan kaldırılmayıp kaldıkça ağır koku apartmana yayılıyor, havalandırmak için açılan banyo pencerelerden daha ağır koku yayılıyordu.

Tüm apartman baştan ayağa temizletilmişti. Hatta bir gün apartmanda yükselen sesler, acı çığlıklara yerini bırakmış, gidemez, götürmeyin, beni yalnız bırakmayın diyen annenin, sara nöbetine girmiş kızının gitmesine izin vermeyen çığlıklarıydı.

Ambulans görevlileri taşıyamadıklarından bizim iş yerindeki erkeklerden yardım istemişlerdi. Yardımdan dönen arkadaşın yüzündeki ifade hala gözümün önünden gitmez. Annenin, bayın kızının arkasından yataktan sürünerek yere inip, peşinden yerlerde sürüklendiğini, içeri girmenin imkansız bir ağır kokunun hakim olduğunu, pislikten içeri girilecek hal kalmadığını, anne ve kızın yataklarının yatılamayacak durumda olduğunu isteksizce anlatmıştı.

Sedyede baygınlıktan çok, ölmüş gibi yatan kızın teni hiç gün ışığı görmemişe benziyordu. Üzeri yarı çıplaktı, sedyede yatarken üzerine örtülen örtü kaymış, hareketsizlikten vücudu yağ bağlamıştı. Dolayısıyla taşınması da oldukça güç olmuştu. Aynı şey hastane dönüşü için de geçerli olmuş, yukarı taşınılması için yine yardım istenmişti.

Oraya taşındığımızdan beri hiç yıkanmamış, yarı tül, yarı güneşlik, yarı aralık olan perdeler hiç yerinden oynatılmamış, öylece duruyorlardı. Balkon demirine ara sıra asılan boz renkli biçimsiz bezler, mum ışığını andırır puslu oda ışığından başka hayat belirtisi olmayan evde, kurban bayramı dönüşü o komşuyu da kaybedişimizle, tamamıyla hayat belirtisi kalmamıştı. Anne hayatını kaybedince tek tanıdıkları olan akrabaları kendi başına hayatını sürdüremeyeceğinden evin kızını bakım evine yatırmıştı.

Yönetici ile yaptığımız bir sohbette, hiç bir şeye aklı ermiyormuş gibi duran anne kızın sadece para olunca canavar kesildiğini, zamanında seçkin ailelerden birileri olduğunu, lüks ve zenginlik içinde yaşadıklarını, eşinin ölümü ile yatağa düştüğünü söylemişti.

Bakıcı kadınla yaptığı sohbetten para gidecek diye hiç bir şeyi temizletmediklerini, hiç bir şeye el sürdürtmediğini, sadece bir iki tencere yemek yapmasına izin verdiğini söylemişti. O yemekleri de yemeyip dolapta küflendirdiklerini, onun yerine kavanoz kavanoz aldırttıkları reçelleri yediklerini söylemişti. Çok fazla paralarının olduğunu, harcamaya kıyamadıklarını söylemişti.

Gecenin en derin sessizliğinde, rahatlıkla yöneticiyi arayıp, “Gelin annemi yataktan kaldırın…” diyebilecek yetkinliğe sahip olduğunu, aman bize karışmasınlar, bakım evine göndermesinler diye, bir kaç ayın aidatını, apartman masraflarını önceden verdiğini söylemişti.

Yönetici bir iki kez yardım etmiş, eve girerken içinin almadığını belirtmiş, maske takarak girdiğini, içeride nefes almanın imkânsız olduğunu söylemişti. Sonra ardı arkası kesilmeyen isteklerin devam etmesi üzerine zamansız çalan telefonları açmadığını belirtmişti.

Şu kış gününde evin balkon ve pencereleri sayısız gün açık kalmış, yağmurlu, karlı, fırtınalı günlerde perdeler rüzgârda savrulmuştu. Apartmanın önünde bir minibüs durmuş, bir erkekle bir bayan inmişti. En üst katın penceresinde hareketlenmeler olmuştu. O gün, gün boyu izlemiştim olan biteni. Kucaklarında kutu dolusu eşyalar, ellerinde sarkan poşetler, birkaç kez inilip çıkıldıktan sonra, çok çekmeceli ceviz rengi dolabı arabanın kenarında görünce antikacı oldukları hallerinden anlamıştım...

Gün kararmış, salonda kristal avizeler ilk defa görünür olmuş, zamanın en zengin evlerinde bulunan iri desenli kâğıt kaplı duvarlar seçilir olmuştu loş karanlıkta.

Birkaç gün arayla evle ilgilenen yakınları poşet poşet eşyaları çöplerin biriktirildiği ağacın dibine bıraktırmıştı. Perdeler de sökülüp atıldıktan sonra "satılık" yazısı camda belirir olmuştu.

Mevsim ilkbahara dönüyordu, baharda daha bir serpilsin, daha bir boy versin diye o güzelim ağaçların bütün dalları belediye çalışanları tarafından budanmıştı. Ankara sokaklarında son zamanlarda fazlalaşan geveze saksağanlar, yapraklar arasında gizlenen minik serçeler, kumruların gölgesinde serinleyeceği bir dal bile kalmamış, tümü budanmıştı. Kış günlerinde yağan karların, dallarında biriken kar taneleri ile beyaza bürünen güzelliği, yağmurlu bahar aylarında yıkanmış parlak dalları, kolu, bacağı kesilmiş insanlar gibi çırılçıplak bırakmıştı o güzelim sokağı...

1 Mart 2010
YENER BALTA

MEVLANA DEMİŞ Kİ;

MEVLANA DEMİŞ Kİ;

“Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya …
Kalp durur …
Akıl unutur …
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur … “

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi…
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla…
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi…
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu…
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra…
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi…
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta…
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde…
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün…
Ve gerçeğin acı olduğunu…
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya …
Kalp durur …
Akıl unutur …
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur …

MEVLANA