25 Kasım 2010 Perşembe

ASALAKLAR

ASALAKLAR...

Karşımıza sık sık çıkabilecek insan türü... Bu tür insanlar, sizdeki her şeyi paylaşmaya hazırdır. Ama, siz onun hiç bir şeyini paylaşmazsınız. Zira, paylaşacak hiçbir şeye sahip değillerdir.

Enteresan bir yaşam tarzı!..

Aslında asalaklar birazcık akıllı olsa veya kaynaklarını etkin kullanımı hakkında öğretiler ile donatılsa, yaşantılarını süper bir yaşam şekline dönüşebilirler. Oysa ki asalak, üzerinde yaşadığı formu (!) sonuna kadar sömürerek, aslında kendi sonunu hazırlar... Yiyip bitirdiği kendisidir.

Kurtulmak için tek yapılması gereken, kendisinden bir şey istemektir.

Bir organizmanın içinde veya üzerinde yaşayarak ona zarar veren veya ondan beslenen yaşam formu. Asalakların başka organizmalara ihtiyaç duymalarının nedeni, besinlerini kendi başlarına sağlayamamalarıdır.

Bunlardan bazıları devamlı, bazıları ise geçici asalaklardır. Devamlı asalaklar bazı hayati organlarını yitirerek bağımsız yaşayamayacak hale gelmiş olanlardır.

Alıntı: Ekşi Sözlük

Yener Balta,
24 KASIM 2010

11 Kasım 2010 Perşembe

BİR KURBAN BAYRAMI

BİR KURBAN BAYRAMI

Bayramları oldum olası sevmem.
Çocukluğumda yeni giysilerin bayram adı altında alınması beni hiç mutlu etmezdi.
Bir çift rugan ayakkabının her çocuk gibi benim de başucuma konması heyecan vericiydi. Ayakkabının bayram diye değil, ihtiyacım olduğu için alınması daha da mutlu ederdi. Zaten annem ve babamın bayram için bana yeni bir şey almasına izin vermez, alsalar da bayram günlerinde giymeyi hiç sevmezdim.
Hele hele bayram günleri bize gelen büyüklerin yüzüme doğru ittikleri şefkatten uzak ellerinİ hiç mi hiç öpmezdim. Annemle bu konuda hiç anlaşamazdık. Annem daha bir geleneğe bağlı olduğu için, belki de anne olduğu için büyüklerin ellerinden öpmemiz için pek ısrarcıydı.
Bayram öncesi evde yaşanan gerginlik, alışılagelmiş düzenin bozulup, bizim için değil, gelecek olanlar için temizlenmesi, düzenlenmesi, hazırlanması evin huzurunu kaçıran nedenlerdendi. Annem de babam da aile büyüğü sayılırdı, bir iki gidilen ziyaret dışında hep bize gelinirdi.
Şeker Bayramında, sütlaç, zerde, yuvarlama yapılır, yuvarlamanın yapılış aşamasında aramızda çok tartışmalar olurdu. Zira annem dört kızının dördünü birden tıpkı kendi annesinin, kendi kardeşlerini topladığı gibi sofraya oturtup yuvarlamamızı isterdi. Altı kişilik ailemiz için yapılmış olsaydı neyse ne de, gelenleri de düşünüp yapılan yuvarlama işleminden kollarımızın ve bileklerimiz ağrırdı.
Bayramların güzel yanı yok muydu? Bu bayram sonrasında unutulmaz sohbetlere dalardık. Yuvarlamanın tek tek yuvarlanmasındaki eziyeti çekmemek için yeni formüller arardık.
Şimdi istense de bir araya gelmek mümkün değil artık. Ne büyüklerimiz kaldı, ne bayram heyecanları, ne de bayramların anlamı!..
Kurban kesmek bizim ailede hiç kabul görmeyen bir ibadetti. Bir cana kıymak, ne acı. Bazen kurban eti yerken kesildiği aklıma gelince boğazıma düğümlenen lokmaları yemekten vazgeçerdim.
Ben, ilkokul çağlarındayken bizim kesmediğimizi bilen ve kendisi de kurban kesmeyen dayım, kurbanı bizim evin bahçesinde kestirmiş, etini de İhtiyacı olana dağıtarak ibadetini yerine getirmişti.
Bir kurban bayramından aklımda kalan, beton zeminli bahçemizin, mutfak penceresinin demir parmaklığına iple bağlanan koyunun, kesme zamanı gelince de orada kesilmesiydi.
Bir leğene su koyup getirmemi istemişlerdi. Sanırım kesilmeden önce son bir kez su içmesi içindi hayvanın.
Kurbanın gözlerini beyaz bir bezle, ön ve arka ayaklarını da iple bağlayıp yere yan yatırdıklarını görmüştüm. Anlayamadığım Arapça kelimeler birbiri ardına sıralanırken, kesecek olan kişinin elinde bıçağı görmemle içeri kaçtığımı anımsıyorum.
Çıktığımda baş gövdeden ayrılmış, derisi yüzülüyordu. Kesilen yer kan gölüne dönmüştü. Akan kan mutfak penceresinden içeri uzatılan hortumdan gelen su ile yıkanmıştı.
Deri yüzülme işleminden sonra iç organlarının çıkarılmasına sıra gelmişti. Yere dizilen leğenlere hayvanın eti, butu, içi, dışı, artanı konmak için gruplanmıştı. Mide, ciğer, böbrek, bağırsaklar derken karın bölümüne gelince herkes bir duralamıştı. Büyüklerin kimisi ayakta, kimisi çömelmiş yerde kendi aralarında konuşurlarken kesilen kurbanın gebe olduğu anlaşılmıştı. Kurbanın kabul olup olmayacağı, ne yapılması gerektiği, kesmeden önce satıcıların bunu bile bile satmaları derken kendi aralarında geçerlilik nedeni ararlarken, işin içinden bir şekilde çıkmışlardı. Kendimce araladığım aralıktan küreğin içinde duran, sıvı zar kesesinin içinde mini minnacık şeffaf bir kuzu görmüştüm. Bir baş, dört ayak ve gövde tamamıyla seçiliyordu. İki küçük kara nokta gözlerinin çukuru olsa gerekti.
Sokağın alt kısmında kalan beton bahçemizde konuşmalar uğultu halinde kulağımda gezinirken, sokaktan geçen kamyonetin megafonundan çıkan metalik ses, "kurbanlarınızı Türk Hava Kurumu'na bağışlayın" anonsu yapılıyordu.
YENER BALTA, 10 KASIM 2010

9 Kasım 2010 Salı

TEYZEM

TEYZEM

Kapıda kızı karşılamıştı bizi. "Hoş geldiniz" deyip telefondaki kişiye bizim geldiğimizi söylüyordu.
Uzun yıllar sonra karşılaşmanın ardından soğuk denecek bir kucaklaşmaydı bizimkisi. Aynı kardeşlerin, aynı yıl, aynı gün doğan çocuklarıydık oysaki. Yıllar, çocukluğumuzdaki arkadaşlığımızdan bir şeyleri alıp götürmüştü.
"Teyzem nerede?" diye sordum.
"Teyzen odasında, birazdan gelir o da yanımıza" demişti.
Teyzemin salona gelişini beklemeden, yeni taşındıkları evde, uzun koridorun sonunda bulunan odasına gittiğimde kapıya sırtı dönük, odanın ortasında plastik sandalyede oturuyordu. Önünde küçük bir sehpa, sehpada bulunan kâsede kuruyemiş kabukları vardı. Bir de çubuk kraker. Annem de çok severdi o krakerleri... Halı yoktu odasında. Bir küçük televizyon, kapı girişinde tek kişilik yatak duvara dayalı yerleştirilmişti. Sanki her an gidecek, ya da henüz kendisine ait eşyalar gelecek havasındaydı.
Eski evlerinde hakim olan, nem, kasvet bu evde yoktu. Dışarıda bulunan güneş, camın izin verdiği ölçüde içeriyi aydınlatıyor, ısıtıyordu. Pencereden görünen parkın yıllanmış ağaçları orman havası veriyordu.
"Merhaba Teyze, ne yapıyorsun böyle, burada?" diye sormuştum.
"Aha geliym" demişti Antep şivesiyle. Yerde yatay şeklinde duran metal bastonuna uzanmıştı. Annem de metal bastonunu yanına yere koyardı. Bir yere dayadığında, yere düşerse çok ses çıkartmasın diye.
Oturduğu sandalyeden kalkmasına yardım etmiştim. Sarıldım, sımsıkı, tıpkı anneme sarılır gibi. Annemin kokusunu bulamasam da teyzemde, annemden çok şey bulabiliyordum. Ne de olsa kardeşlerdi. Dudakları sımsıkı kapalı iki yanağımdan öpmüştü. Nedenini biliyordum, ağzım kokarda huylanır bizim kızlar diye düşündüğündendi...
Bir eliyle bastonundan destek almıştı, diğer koluna da ben girmiş destek oluyordum. O uzun ince koridorda yan yana yürümemiz zor olacaktı. Çıktım kolundan. Yavaş yavaş diğer eliyle duvardan destek alarak yürüyordu.
Kızı bana seslenmiş, "Sen gel hele, o gelir, birini gördü mü şımarır!.." demişti. Oysaki şımarmamıştı. Kendisiyle ihtiyaçları dışında ilgilenen birilerinin, kendisini görmek için gelen bizlerin sevgisi ve ilgisi onun hoşuna gitmişti. Kimin gitmezdi, kim isterdi kendine duyulan bir iki saatlik ilgiden mahrum kalmayı.
Salona gelmişti, kapıya en yakın koltuğa yavaşça oturmuş, oturduktan sonra;
"Eh hoş geldiniz hele" demiş, der demez bir kez daha yanına gidip oturduğu yerden kendisine sarılmış, geçmiş olsun teyze demiştim.
Dört yıla yakın bir süredir kendisini görmemiş, sık sık rahatsızlandığını duymuştum. Hepsinde de hastanenin aciline götürülmüş, kısa süre sonra çıkarılmıştı. Bu acı heyecanın ne demek olduğunu iyi bilirdim, tıpkı annemi götürüşlerimizde olduğu gibi.
Yanımda kendisi için aldığım armağanı getirmiştim. İlkin bir çift el yüz havlusunun paketini açıp;
"Çam sakızı çoban armağanı teyze!" diyerek uzatmıştım.
Çıkarttığımda "Pek de güzelmiş!" dedi.
"İstersen kullan, istersen kaldır teyze sen bilirsin…" dedim.
Kızı; "Kullanmasın da çeyizine mi kaldırsın…" diye söze karışmıştı.
Bildiğim kadarı ile kullanılmaya kıyılamayan bu tür armağanlar daha sonra gidilecek bir ziyaret için götürülebilecek en iyi armağan olurdu.
Sabahları erken kalktığından kahvaltı hazırlayanı olmadığı için bisküvi ve sütü tercih etmiş, paketlerini de mutfağa bırakmıştım.
Döndüğümde gözleri dolu doluydu, tutamadı gözyaşlarını. Kendimi tutamadım, ben de ağladım…
Kızı; "Durmadan ağlar, ağıdı hiç bitmez!.." diyerek söylenmişti. Elbette duygulanacaktı… Belki o da çok sevdiği kardeşini bizleri görünce hatırlamıştı. Tıpkı benim onu gördüğümde annemi hatırladığım gibi...
Teyzem, başka bir şehirde bulunan diğer teyzemi ziyarete gitmiş; böylece tüm sorumluluklarını çoktan geride bırakıp sadece sağlıkları ile ilgilenen teyzemler bir araya gelmişlerdi. Orada da aynı rahatsızlıkla acile gitmiş, kızı yanına giderek, alıp evlerine gelmişlerdi. Anneleri üzerindeki paylaşılması gereken eşit sorumluluk kendisi ile yaşayan kardeşlerine bırakılmış, sadece onun annesiymiş gibi; "İşi ne baksın" denilip, diğer kızları hiç ilgilenmemişlerdi.
"Daha ne kadar buradasın? Yine gel, ne istersen söyle de yapayım sana" demişti. "Olur mu öyle şey teyze, kıyabilir miyim sana hiç!" demiştim. "Sayılı gün gelirim dersem yalan olur, gelirsem de sürpriz. Seni geldim gördüm, elini öptüm ya teyze, bakalım, gelmeye çalışırım" demiştim.
Üzerindeki elbise annemin giydiği elbiseler gibiydi. V yaka, kumaşın kendi renginin tonlarında minik çiçek desenli, uzunluğu dizlerinin altında bitiveriyordu. "Elbisen çok güzelmiş teyze!" dedim. "Sağ ol, kızım aldı" demişti. Başka şehirde yaşayan kızını ima ederek…
Annem ne zaman teyzemle bir araya gelse üzerindeki giysiler gibi giysiler armağan ederdi. Ya da kendisine aldığı, hiç giymediği giysileri ona verirdi. Aralarında bu tür giysi armağanları çok olurdu.
Kızı, teyzemin duymayacağı bir sesle tuvalet sorunu olduğunu, kendisini tutamadığını söylemiş, kışın da koridora ve odasına halı açmayacağını söylemişti. Kolay yürümesi için anneme doktorun tavsiye ettiği gibi koridor boyunca tutunabileceği bir tutamak önermiştim.
"Aman sorma, bu yeni ev sahibi bir çivi çakmamıza bile izin vermedi, baksana duvarlar bomboş" demişti.
Teyzem sessizdi, söze az karışıyordu, bir şey söylese de söylediğinden çok açıklamasını yapıyordu. Çantamdan fotoğraf makinemi çıkartmış, daha ne olduğunu anlamadan fotoğrafını çekmiştim.
"O ne kızım elinde ki?" diye sormuştu.
"Senin fotoğrafını çekmek istiyorum" dedim.
"Ey" diyerek oturuşuna çekidüzen vermiş, eliyle topuz yaptığı bembeyaz saçlarının iki yanını geriye doğru sıvazlamıştı. Çektiğim kareyi ona da göstermiştim.
"Beh kele, ne de yavan çıkmışım" demişti, koyu kıvam Antep şivesiyle.
Kızı söze karışıp, "Hala güzellik derdinde, sanki yarışmaya gönderecek…" demişti. Yanına gitmiş, boynuna sarılarak birlikte de fotoğraf çektirmiştik. Bir de iyice yanaşıp portresini çekmiştim. Annemin de çok portresi vardı bende.
"Çekme yeter heerif" deyip o da hiç bırakamadığı şivesiyle bana kızardı. Annemle, yeni çıkan dijital makineler sayesinde anlaşmıştık. Çekmeme izin veriyordu, çektiklerimi gösteriyordum, beğenmediklerini siliyordum. Böylelikle annemden çok fotoğraf kalmıştı bana.
"Karnınız aç mı, bir şeyler hazırlasın mı kız?" demişti.
"Bir kahve içerim, sade olsun ama…" demiştim.
Kahve güzeldi, fincanları ters çevirip tabağa koymuştuk, her ne kadar inanmasak, saçma bulsak da.
Yollar, paralar, kısmetler, haberler, güzellikler, gözler, sözler... kahve falının telfesinin bıraktığı izlerde anlam bulsa da...
"Bize müsaade teyze…" diyerek kalkmak istediğimizi belirtmiş, "Bir daha gelemezsek kusura bakma. Hoşça kal teyze!.." deyip kalkmıştık.
"Yanlış bir laf ettiysem aman ha kızım bilmeden etmişimdir, kusura bakmayın…" demişti ve arkasından da eklemişti:
"Bazen ne dediğimi, lafımın nereye gittiğini bilmeden söz söyleym de…" demişti.
Sessizliğinin nedeni bu olsa gerekti.
"Olur mu teyze hiç, hangi lafına alınır, hangi lafına güceniriz senin tatlı dilinin…" demiştim. Ayrılırken bir kez daha "Hakkınızı helal edin!" demişti.
Yıllar önce bir kere yine bize gelişinde kışın karda ayağı kaymış, kalça kemiği kırılmıştı. Platin takılmış, tedavi iyileşme derken 6 ay bizde kalmış, benim yatağımda yatmıştı.
Teyzemle birlikte olmak her ne kadar yerini tutmasa da annemle birlikte olmak gibiydi. Onu bir önceki ziyaretimde annemin de çok sevdiği sarı, küçük çardak gülleri ile ziyarete gitmiştim.
“Misafir kalabalığında seninle de hiç konuşamadık kızım!" derken bakışlarımızla çok şeyi paylaşmış, o an her ikimiz de sadece ikimizin görebildiği gözyaşlarına boğulmuştuk.
"Hak "derken bunu mu kastediyordu!..

O haliyle bizi kapıya kadar yolcu etmek için kalkmış, kapı sohbetimiz uzayınca, ayakta durmakta zorlandığı için, bastonuna dayanarak bizi yolcu etmişti…
Yener Balta, 7.11.2010

xxx
Yener Hanım,
Sevgiler sunarım…

Öykünü okudum,
Hayran oldum.

Her zaman belirttiğim gibi
Gözlemlerin derin.
Anlat bu gözlemlerini derin derin…

Sende öykücülük yeteneği yaratılıştan
Sana derim ki hiçbir zaman vazgeçme yazmaktan…

Öykünü iki bölümde vereceğim.
İlkini 12.11.2010 Cuma günü gireceğim…

Şimdi kal sağlıcakla,
Senin yerin var canda…

Av. Eren Bilge, 8.11.2010


XXXXX
GÜLÇİN TEZCAN

Ellerine sağlık. Duygu dolu bir yazı olmuş. Hislerini çok güzel anlatmışsın. Yzmayı bırakma bence devam...Sevgiler.

xxxx
UFUK KALELİOĞLU
Bir ziyaret bu kadar güzel anlatilabilir. Harika, bi okadar da dokunaklı. Ben buna benzer ziyaretleri ve vedalasmaları her izinde yasıyordum. Her seferinde, "bir daha ki izinde görebilecek miyim sevdiklerimi?" düşüncesiyle ayriliyordum. Her seferinde boğazım dügüm dügüm oluyordu. Korkunc birsey. Şimdi de hiş bir şekilde ayrılıkları kaldıramıyorum. Çok ağır bir duygu! Seni çok seviyorum yener. Ben de Nezihe teyzeyi görmüş kadar oldum. Öptüm, selamlar. Bir tanesin...

xxx
GİZEM ZENCİRCİ
Ay teyze ya... Ağlattın beni cok fena. Şimdi nasıl derse gidicem ben?
Çok güzel yazmıssın.
Çok özledim sizi, orayı, annanemi, hele acayip... Keske ölum olmasa.
Öptum çok,
Giz

xxx
ZEREN ESEN
Ellerine sağlık Yener ablacım, ne güzel yazmışsın...
Öpuyorum, ben de arada karaladığım şeyleri yollayacağım :)

xxxx
Merhaba Yener,
"Teyzem" adlı öykünü okudum. Gözlemin ve değerlendirmen çok iyi.
Öykülerin gün geçtikçe daha da akıcı ve sürükleyici olmuş.
Çevreyi incelemeye, bizlerin göremediğini görmeye devam...
Öykülere devam...

12.11.2010
Orhan Okuducu


xxxxxx
MERHABA YENER,

YENİ YAZIN TEYZEM 'İ OKUDUM.
TEK KELİME İLE HARİKA... DUYGULARINI İFADE EDİŞİN BENİ ÇOK ETKİLEDİ. TEKRAR O ANI YAŞADIM, DUYGULANDIM. OKUYUCUNUN DUYGULARINI HAREKETE GEÇİREBİLİYORSAN YAZMAYA DEVAM ETMELİSİN. BUNDAN SONRAKİ YAZIN HAYATINDA BAŞARILAR DİLİYORUM. ELİNE, KALEMİNE SAĞLIK...
11.11.2010
ELGİN OKUDUCU