31 Mayıs 2011 Salı

KORKARAK İYİLİK YAPMAK…

KORKARAK İYİLİK YAPMAK…

Bu bahar bir kez daha denemeye kararlıyım. Kaç bahar geçti? Hatırlamak istemiyorum.
İki çam fidanı kurudu, iki sarmaşık gül, bir iğde ağacı, bir de söğüt...
Sedimleri, rengarenk menekşeleri, kokan laleleri saymıyorum bile... Ne diktiysem tümü kurudu. Tümünden vazgeçip kaya sarmaşığı kaplasın üzerini dedim. O da diktiğim boyutta öylece duruyor sanki... Aynı gün aynı sarmaşıktan evimin bahçesine de dikmiştim. Neredeyse iki yıl oldu. Bahçemdeki sevimsiz otların içinde kendini gösterdi bile... Dallandı budaklandı, demir parmaklıkların bir köşesine dolandı.
Sanırım sıcağı, soğuğu, yağmuru, güneşi direkt aldığı için ne ektiysem başarılı olamamıştım. Korunaksızdı, tepedeydi, oldukça yüksekteydi. O sabah esrarengiz sis bulutu beni büyülemişti. Sabahın serinliği hafif ürpertmişti tenimi. Orada, gün öyle kızıl sonlanıyordu ki, sanki altında mavi deniz eksikti...
Çapayı, kazmayı, küreği arabanın arkasına yüklemiş, yola koyulmuştum. Bir iğde, bir de leylak fidesini seracılardan satın alıp bir an önce dikmek için hareketlenmiştim.
İnsana huzur veren farklı bir ortam olarak değerlendiriyordum burayı. Kimilerini ürperten, korkutan bu ortamda huzur buluyordum. Kimseler yoktu benden başka. Artık yaşamadıkları için orada bulunan onca insanı saymıyorum. Şehrin uğultusu bile ulaşmıyordu bulunduğum yüksekliğe. Bir iki serçe cıvıltısı, adını bilmediğim, sesini hiç duymadığım küçük kuş sesleri, sessizliği bozuyordu. Vızıltısıyla yüzümü sıyıran sineğin sertliğini elimin üzerinde hissetmiş, huylanmış üzerime silivermiştim.
Bir uçtan bir uca sıralanıveren, bir ayağın bile giremeyeceği aralıklarla dizilmiş, henüz mermerle kapatılmamış küçük parselleri şans sayarak çukur kazmalıydım. Eldivenleri elime geçirmiş, topraklı ağaç köklerini toprakla, yeni yerleriyle buluşturmak için işe koyulmuştum. İğde ağacını üst başa dikmek daha doğruydu. Bu bana iletilen bir vasiyetti!..
Ayağa kalkıp boyca yüksekte olan yürüyüş alanından su bidonunu alacaktım ki, bir taksi benim arabanın arkasında duruverdi. İçerisinden bir kadın, bir de erkek iniverdi. Benim bulunduğum alana doğru yaklaşıyorlardı, küçük bir baş hareketi ile erkek olanla selamlaşmıştım. Hemen yanımdaki yerde durmuşlardı. Kadın çantasından bir örtü çıkarıp, başına örttü. Birlikte aşağı boşluğa inip yanyana duvara oturdular. Ellerini önlerinde açıp, duyamayacağım, anlayamayacağım şekilde mırıldanıyorlardı.
İğde ağacını suladığımda suyun ağaç dibinde birikmesi için toprağı kenarlara doğru çekip çukur açmıştım. Birden ağlama, hıçkırık sesi ile irkildim. Baktım, kadın ağlıyordu, hıçkırıyordu, kendisini yanındaki adamın üzerine bırakmış, nefes almakta zorlanıyordu. Oralı olmamaya çalışsam da kadın gittikçe kötüledi. Hıçkırıklar nefesini tıkamış, kendinden geçmişti. Kucağında kadın yarı baygın sinir krizi geçirir gibi kasılmış, bana bakarak, yardım isteyen gözlerle, hastaneye gitmek istediğini belirtir bir şeyler geveledi ağzında...
Huylanmıştım, o saatte bir tek ben vardım. Erken bir saatte, hemen yanımdaki yere gelmiş, üstüne üstlük taksiden inmiş, taksiyi de göndermişlerdi. Bir an aklımdan geriye dönüp olanları sıralamıştım, olay bir tezgah olabilirdi. Dikkatli olmalıydım, kanmamalıydım. Bir iki çapa ile toprağa boş boş vurdum, büyük bir çelişki içerisinde ne yapacağımı şaşırmıştım. Tüm dikkatim kadının üzerindeydi, bu bir rol olabilir miydi? Rol ise iyi oynuyor diye düşündüm! Gerçek mi oyun mu ayırt edemez olmuştum. Adamın tepkilerini izledim, şaşkındı, ne yapacağını bilemiyordu. Öylece kadını sakinleştirmeye çalışıyordu. Gençlerdi, üstleri başları pek de kötü sayılmazdı.
Çok hassas bir andı. Verdiğim karar benim için, yaşayacaklarım için kritik bir andı. Eğer kadına orada bir şey olsa hayat boyu vicdan azabı çekecektim. Şöyle bir baktım, bir şey olsa bile erkeğin üstesinden gelebilirdim. Ne de olsa güçlü kuvvetli, gençliğimde güreşmiş biriydim.
"Haydi" dedim. "Gidelim!.."
En yakın hastaneye gitmek için onlar arkaya, ben öne oturmuştum.
Hala tedirginlik yaşıyordum. Her an her şey olabilirdi. Gözlerim yoldan çok dikiz aynasından onların üzerindeydi. Her an tezgah olabileceği ihtimalini unutmamış, her an bir girişimde bulunacaklar diye korku içerisindeydim.
Hastanenin önüne gelmiştik, üzerimden büyük bir yük kalkmış, hafiflemiştim.
"Allah ne muradınız varsa versin!" dedi erkek olanı... Tek muradım vardı o da sizden bir an önce kurtulmak diyemedim. Ama benim için dileği yerine gelmişti bile, istediğim olmuştu.
Kimselere güvenemez olmuştuk, ne biçim bir toplumdu, iyilik yapmaktan bile korkar olmuştu insan...
Leylak fidanım, kazma küreğim orada öylece kalmıştı. Kendimde bu yaşadığım heyecan sonrasında tekrar gidecek gücü bulamamıştım. Yol boyunca yaşadıklarımı aklımdan atmamıştım.
Yener Balta, 26.5.2011

TARÇIN

TARÇIN

Apartman kapısını açtığımda dışarı fırlayan Tarçın, bina girişindeki demir parmaklıkların hemen dibine her zaman ki gibi arka ayaklarının birini kaldırıp işaretledi. Akşam gezilerini binanın sol tarafında kalan küçük parka, sabah gezilerini de sağında kalan büyük parkta yapardık. Arkasından çıkmış, çöp bidonuna attığım çöpü bırakırken tam karşımda duran midibüsü, içerisinde oturan üç genci fark etmiştim. Sokak lambasının aydınlattığı arabanın içerisindeki gençler 16-17 yaş civarında olsa gerektiler. Bizim çıkmamızla onlar da hareketlenmiş, yandaki binanın otoparkına doğru yönlerini çevirip, kaldırımda yürürken sürücü koltuğunda oturan genç ile göz göze gelmiştim. Gözlerinde, korku, endişe, telaş vardı. Bana çok dikkatli bakmışlardı. Altı dairelik apartmanda kış mevsimi boyunca bir tek ben yaşıyordum. Hırsızlık aklıma gelmişti ilkin, gayri ihtiyari baktığım aracın plakası nasıl olduysa, ezberimin kuvvetli olmamasına karşın aklımda kalmıştı. "Bir sorun mu var?" diyecekken vazgeçmiştim.
Tarçın, her zamanki gibi beni beklemeden fırlamış gitmiş olacaktı, ortalıkta görünmüyordu. Geriye dönüp baktığımda araba köşe başından sokağa dönerek kaybolmuştu.
Sokağın diğer başındaki küçük parka geldiğimde Tarçın'ı görememiş, çalılıklara, bekçi kulübesine, ağaçların arkasına baktımsa da yoktu. Fark edilmemesi imkansızdı, bem beyaz tüyleri o karanlıkta, kış karalığında fark edilirdi hemen.
Küçük parkın hemen bitiminde, diğer sokağın köşe başında bulunan Tarçın'ın bir türlü vazgeçemediği dişi köpeğin bahçesine görevimizmiş gibi her sokağa çıkışımızda gidip, kokusunu takip eder, kenar köşeyi işaretler, Köpük'ün onun gelmesi ile o içerden, Tarçın dışarıdan sesli sesiz birbirleriyle haberleşirlerdi. Tarçın o evin bahçesinde de yoktu, tekrar parka doğru yönelmiştim. Tarçın ortalıkta görünmüyordu. Büyük bir ihtimal, arasıra yaptığı gibi, büyük parka doğru gitmiş olacağını düşünerek, kendi sokağımızdan geri döndüm.
Sağlı sollu apartmanların bakımsız, bir avuç denecek küçüklükte toprak olarak bıraktıkları alanları kontrol ediyor, bel hizasındaki demir parmaklıklara astıkları ekmeklerin beyaz poşetleri akşamın karanlığında parlıyordu. Ne çok ekmek bırakıyorlardı dışarı insanlar. Ayaza kaçan kış sabahlarının bazı günlerinde Tarçın'la sokağa çıktığımızda bu poşetleri asılan parmaklıklardan toplar, parkın müdavimleri olan serçelere, saksağanlara, güvercinlere, küçük parçalar halinde koparır atardım. Tarçın çalı ve ağaç diplerinde kendine yeni kokular ararken, kuşlara ekmekleri atmak beni dinlendirirdi. Sabah sessizliğinde, kuşların çıkarttıkları sesler, birbirlerinin lokmalarını almak için çırpındıklarında ya da onları ürküten bir ses ile hepsinin bir anda havalanmasıyla kanatlarından çıkan ses beni büyülerdi. Ekmek parçalarının bazen tazeliği, bazen hiç dokunulmadan bir bütün halinde bayatlayan, küflenen, hiç bir şekilde değerlendirilmeyen ekmekleri bırakan kişileri merak ederim.
Sokağın diğer başına doğru bir hareketlilik sezmiş, Tarçın'ın havlaması kulağıma gelmişti. İki apartmanın boşluğunda ses iyiden iyiye yankılanıyordu. Tarçın havlıyor, komşum Adem usta; "Tarçın sus, Tarçın" diyerek bir çocuk eylermiş gibi eyliyordu.
Beni görünce Tarçın kuyruğunu sallayıp, bana doğru koştu, Adem usta; "ya... Tarçın'ı kaçıracaklardı az daha. Bir ses oldu, pencereden baktım, fırladım dışarı. Arabadan inen çocuk Tarçın'ın üzerine doğru yeltenip tutmaya çalıştı. Tarçın kaçtı, havladı, üzerine üzerine gitti. Tarçın’ı almak isteyenler beni görünce vazgeçip kaçtı. Araba da iki kişi vardı, bir anda kayboldular ortalıktan" dedi.
Anlamıştım, kuşkulanmakta haklıydım. Demek hırsızlığın başka türlüsüydü başımıza gelen. Aklımda kalan, doğruluğundan şüphe duyduğum plakayı eve girer girmez kağıda yazmıştım. Vazgeçmeyebilirlerdi, tekrar bizi rahatsız edebilirlerdi. Daha önceden bizi takip etmiş, izlemiş, bizi bir şekilde biliyorlardı ki, bu kadar emin bu işe soyunmuşlardı.
Bir köpeği niye kaçırırlardı ki, anlayamamıştım. Belki bağsız gezişi, belki eğitimli oluşu, dur, bekle, geç, hayır gibi komutları parkta duymuş olup, hayran kalmış, kendilerinin olmasını istemiş olabilirlerdi. Kim bilebilirdi ki neden böyle bir şey yaptıklarını!..
Bağlı bulunduğum karakolu aramıştım ertesi gün, yaşadıklarımı anlatmıştım. Telefondaki bu tür olayları kanıksamış ses; "isterseniz geliriz, şahit gösterebilir misiniz, tutanak tutar kayda geçeriz. Bu da sizin bir işinize yaramaz. Köpeğinizi bağlayarak gezmenizi öneririm, bu en güvenlisi olur" diyerek, olayın basitliği karşısında bir şey yapılmamasının daha doğru olduğunu savunarak telefonu kapamıştık.
Plakayı trafikle ilgisi olan bir arkadaşımı arayıp, olayı anlatıp bildirmiştim. Plaka doğruymuş. Aracın kime ait olduğunu, bizim mahallede oturduğunu öğrenmiştim bile. O akşam Adem usta'ya aracın kime ait olduğunu öğrendiğimi söyledim. "Kimmiş, bu mahalledense tanırım" dedi. Zira kendisi o mahallede doğmuş, ilk göçmenlerdendi. Adını söylediğimde, bir an duraksadı, hatırladı. "Çankırılı Mikail, tamam tanırım!.. ileride oturur" dedi. Sustu, biran durdu, "iyi biri değil o" dedi.
Tanıyordu, iyi birinin çocukları da zaten böyle bir olaya kalkışmazdı. Bulaşmamalıydı, beklemekte yarar vardı. Köpek için bunu yapan bana, evime zarar verebilir diyerek bir süreliğine daha dikkatli olmalıyım diye düşünmüştüm. Adem ustaya, "madem öyle, siz de bakar olursunuz eve gündüzleri, belli mi olur gelirler tekrar, iyi biri değil dediğinize göre, olayı baba ile de paylaşmanın anlamı yok, bekleyelim" demiştim.
Bazıları için bir köpek olan, benim için dünya tatlısı bir Tarçın'dı. Bir iki arkadaşıma bu olayı anlattığımda, daha ne kurtulmuş olurdun işte, gezdirmesi, veterineri, yemeği, bakımı derken hazır yaşı da bir hayli geçti, yaşlılığı zor olur, kaybettiğinde çok üzülürsün deseler de, Tarçın benim için iyi bir dostu, kıyabilir miydim ona...
Yener Balta, 24 Mart 2011

ANNEM KAYBOLDU…

ANNEM KAYBOLDU…

Annem ve babam biraz hava değişikliği olsun diye; İstanbul'a, ablamın yanına gitmişlerdi. Bir haftadan fazla gittikleri yerde kalmadıkları için dönüş hazırlıkları başlamıştı. Annem ve babamın bir yerlere gitmesi, onlar için küçük de olsa bir değişiklik oluyordu.
Annem ve babamı giderken yolcu eder, gelirken de karşılardım. Treni tercih ediyorlardı, onlar için her bakımdan kolay oluyordu.
İstanbul'dan sabah trenine binecekler, öğle sonrası Ankara'da olacaklardı. Heyecanla gelmelerini bekliyordum.
İş yerinde yoğun bir çalışma içerisindeydim ve o akşam işin yetişmesi gerekiyordu. İzin alıp çıkmam imkansız gibi görünüyordu. Ankara' da ki ablamı aradım, durumu kendisine aktardım, müsait olmadığını söyledi? "Gar iş yerine yakın, bir saat izin alıp karşılamana bir şey demez işveren" diyerek benim adıma ne diyeceğime karar vermişti.
Bunu kendisine açıkladığımda, "taksiye binip gitsinler madem öyle" dedi. Her ikimizin de kendimize ait arabası vardı, ablamdan bu yanıtı duymak beni üzmüştü. İstanbul'da ki ablamı aradım, konuyu onunla paylaştım. "Bir de ben arayıp durumu onunla konuşayım" dedi. Annemiz ve babamızdı, yaşları ilerlemişti, kendi işlerini kendileri görebilseler de, saygı gereği karşılanmalıydı.
İstanbul'daki ablam beni aramış, "Senin iş yerinde sorun olmasın, gidip karşılayacak, ben konuştum" demesiyle içim rahatlamıştı. En azından önümdeki işi iç huzurumla bitirecektim. Benim ya da ablamın, ablamızı araması arasında ne fark vardı? Bu ayrıca üzerinde durulabilecek bir konuydu. Kafam takılmıştı!..
Annemlerin gelme vakti yaklaşıyordu, ablam varmış olmalıydı, annem ve babam karşılanmalarının mutluluğu içerisinde evlerine varacaklardı. Eve vardıklarını düşünerek bir süre sonra evi telefonla aradım, ama açan olmamıştı. Meraklanmıştım!..
Cep telefonumdan ablam aradı, tedirgin, çekingen, titrek bir sesle "annem kayıp" dedi. "Nasıl olur, annem mi kayıp?" dedim. "Evet, annem kayıp buraya gel" dedi. Olayı tam olarak anlatmamış, aklıma hiç gelmeyecek durumlar gelmişti. Anneme bir şey mi olmuştu? Trende bir insan nasıl kaybolabilirdi? Meraklanmış, kaygılanmış ve korkmuştum...
Fırlayıp çıkmıştım iş yerimden, tren garı çok yakın olduğundan hemen varmıştım. İlk olarak babamı görmüştüm, babam tren garının ana girişindeki merdivene oturmuş, ablam sağa sola koşuşturuyor, taksiciler, gar görevlileri birbirleriyle konuşuyorlardı. Ablamdan neler olduğunu anlatmasını istedim.
Tren gelmişti, annem ve babam orta peronda inmiş, ablam elindeki valizleri babamla birlikte arabaya doğru taşıyıp, daha sonra yürürken zorluk çeken annemin yanına dönerek koluna girip destek olacaktı. Annem, ablam gelene kadar oradaki bankta bekleyecek, ablam ve babam da elindeki valizlerle arabaya doğru gideceklerdi. Ama hiçbir şey konuştukları gibi olmamıştı.
Ablam döndüğünde annem yerinde yokmuş. Defalarca etrafa baktığı halde annemi görememiş. Taksicilere annemi tarif ederek, binip binmediği sormuş, anlatılana göre binen olmadığı söylenmiş.
Bir kez de ben bakayım diyerek, trenden indikleri perona doğru gittim. Annemi görmemek imkansızdı. Zira ortalıkta ne tren ne de insanlar vardı. Korkarak tren raylarının aşağıda kalan yerlere kadar bakmıştım. Başı dönüp düşmüş olabilir miydi? Bu düşüncem beni bile korkutmuştu. Tuvaletlere, bekleme salonlarına tek tek bakmıştım. Annem yoktu!
Annem nereye gidebilirdi? Bulamıyordum! Tren peronlarından çıkınca sağa ve sola ayrılan tünelin diğer tarafına bakmak hiç aklımıza gelmemişti. İhtimal vermiyordum, o tarafa gitmekte yarar vardı. Az ilerde annemi görür gibi oldum, koşarak yanına gittim, şaşkın ve kaygılıydı. Beni görünce çok mutlu olmuştu, sarıldım anneme... Peron ayrımında kalabalığın da etkisiyle tünelin sağa tarafına gideceğine, sol tarafına gitmiş, ilerledikten sonrada yanlış olduğunu anlasa da, bacaklarında yürüyecek gücü kalmadığı için yavaş yavaş geri dönerken rastlamıştım ona.
Ablama ve babama kızmıştı, yürüdüğümüz sürece söylenmişti.
Ağır adımlarla bizimkilerin yanına gitmiştik. Annem, ablama gerekeni söylemiş, ablam da; "Bavulları taşıdıktan sonra senin bulunduğun yere geldim, yoktun! Bekleyecektin, öyle anlaşmıştık, neden kızıyorsun ki..." deyip anneme açıklama yapıyordu. Annem; "Yavaş yavaş yürür, senin dönüşünde nasılsa yolda karşılaşırız diye düşünmüştüm", dedi.
Annem bulunmuştu ya daha ne isterdik. Hem kızgınlık hem sevinç bir arada yaşanıyordu. Annem ve babam dönüş yolu boyunca hiç konuşmamışlardı.
Yener Balta, 8 Mart 2011
G. T. 18.4.2011