26 Aralık 2013 Perşembe

KIZ MESLEK LİSESİ


KIZ MESLEK LİSESİ

Resim yapmayı çok sevdiğim için, lise eğitimi bir bakıma ileride seçeceğim mesleğide etkileyeceğinden, meslek lisesi resim bölümünü tercih etmiştim.

Karma eğitimde meslek eğitimi yoktu. Kız-erkek olarak ayrılmış, kızları biran önce evlilik hayatına, ev hayatına hazırlayan meslekler olarak gruplanmıştı. Ev ekonomisi, çocuk gelişimi ve bakımı, el sanatları, dikiş, nakış gibi branşlar lise eğitimi adı altında verilmekteydi, hala da verilmekte...

Anne ve babam bizleri büyütürken erkekleri "öcü" olarak göstermediler. Kız erkek arkadaşlığını yasak ya da ayıp gibi nitelemediler. Babam kız ya da erkek arkaşlarımızı ayırt etmeden gelsinler bizle tanışsınlar, bizle otursunlar derdi. Yasak yoktu, kısıtlama yoktu. Babam, o konu her ne ise; ne kadar yasaklarsan ve baskılarsan o kadar cazip hale geleceğini biliyordu. Bizleri de kız erkek arkadaşlarımızı ayırt etmeden yetiştirdiler.

Bizim gençliğimizde yine ufak tefek mahalle dedikoduları olsa da neredeyse tüm mahalle aynı okula gittiğinden, okul dışında bir arada zaman geçirilir, oyunlar oynanır, duvar kenarlarında bitmez tükenmez sohbetler edilirdi. 

Kız lisesinde geçen o üç yılı net bir şekilde hala hatırlarım. Okul Ulus'un tam ortasındaydı. Çevrede hep oto tamirciliği yapılıyordu.   Oteller, pavyonlar ve resmi kurumlar bulunmaktaydı. Okulun bir tarafı tarihi Roma Hamamı'na bakardı. 

Öğle tatillerinde okuldan dışarı çıkmak yasaktı, öğle arasını okulda ya da okulun bahçesinde geçirirdik. Okulumuzun sanayi ve Roma Hamamı'na bakan tarafları erkeklerle dolu olurdu. Söz atanlar, mektup atanlar, göz kırpanlar... O günün nöbetçi öğretmeni kimse sinek kovar gibi kovalardı kenarda dizilen erkekleri...

Okula giriş ve çıkışlarda kapıya yanaşma cesareti olmayan kızlı erkekli arkadaşlıklarda buluşma yerleri ya çevredeki pastahaneler, ya otobüs durakları ya da kenar köşe olurdu.

Bir sabah üst komşumuzun oğlu ile aynı anda evden çıkmış, aynı otobüse binmiş, okulun az ilerisinde iş yerine giderken yol boyunca birlikte yürümüştük. Okulun kapısına geldiğimizde ben okula girip o da yoluna devam etmişti. Ne tesadüftür ki, o an okul kapısından giren öğretmen, yanıma gelip koluma bir hışımla girip, "utanmıyor musun sen, bir de kapıya kadar getiriyorsun? Çabuk içeri, doğru disipline... " deyip beni muavinler odasına sürüklemişti. Ağzımı açıp tek kelime bile edememiştim. Konuşmama bile fırsat vermemişti. Muavin olan öğretmenlerin biri tarih dersimize, diğeri yazı ve tipoğrafi dersimize girdiğinden azçok beni tanırlardı. Beni oraya getiren öğretmen benim hakkımda diyeceklerini dedikten sonra söz bana bırakılmıştı. "Yanımda görülen erkek bizim üst katımızda oturan arkadaşımdır. Aynı anda evden çıktığımızdan o da az ileride çalıştığından birlikte geldik, ben okula girdim o devam etti, bunda ne sakınca var anlamış değilim?" demiştim. Yasak olan bir şey olarak görmüyordum. Mahallede oyunlar oynadığım, ailecek görüştüğümüz arkadaşımla okuluma kadar birlikte gelmek bana aykırı gelmemişti. Daha olumlu ve daha ılımlı olan muavin öğretmenlerimiz bana hak vererek, yanlış anlaşılacağından daha sonrasında dikkatli olmamı öğütleyerek beni sınıfıma yollamışlardı.

Ne kadar yasaklanırsa, ne kadar baskılanırsa o her ne ise cazip hale geleceğini ben lise yıllarımdan iyi bilirdim. Erkekler hedef kitlesiydi kızların... Belki de tam ergen olunan yaştı lise çağları... Yanlış arkadaşlıklar, yanlış tercihler, yanlış bir hayatın temellerini atmaktı yasaklamalar... 

YENER BALTA, KASIM 2013

19 Kasım 2013 Salı

ÖĞLE ARASI



ÖĞLE ARASI
İş yerinde oturarak çalışmanın verdiği yorgunluğu yürüyerek azaltmak istediğimden, bazen öğle saatleri dışarı çıkar yürürüm.
Dört beş sokağı dikine kesen, sadece yaya açık olan sevimli sokaktan, sağlı sollu yıllanmış ağaçların arasından geçerken belediye işçilerinin yenileme çalışmalaranı ara verip dinlendiklerini farkediyorum. Hemen yanından geçtiğim iki işçinin birisi elindeki gazetenin bulmacasını çözerken, ”yukarıdan aşağı, bir tür kumaş, aba” diyerek laf atıyorum. Her iki işçide oturdukları yerden başlarını kaldırıp gülümsüyorlar, onlarla bu şekilde merhabalaşmak hoşuma gidiyor.
Birkaç sokak aşağıda bulunan çıkmaz sokakta simit fırını, bir iki av malzemesi satan dükkan, kafeterya ve benzin istasyonu varken, tam çıkmaz sokağın bitiminde cami yapısından uzak, binanın üzerine asılı Mebusevleri camii tabelası olmasa orada bir caminin varlığından habersiz olacağım.
Cuma öğle yürüyüşlerimde seccadesini, seccade amaçlı örtüleri kolunun altına alıp akın akın yürüyen erkeklerle karşılaşırım. Sokak ortasında, dizlerinin üzerinde oturdukları yerde, çıkardıkları ayakkabılarını yan taraflarına koyarak ibadet yapılması ne derece huzur verir o insanlara şaşarım. Sokak ortasında yürüyenlere, caddeden geçen araçlara aldırmadan, kafeterya kenarında öğle yemeklerini yiyenlerin önünde, benzin istasyonunu pompalarının arasında yapılan ibadete ben anlam veremiyorum. Namaza duran erkeklerin, kendilerini nasıl ibatede odaklayabileceklerini aklım almıyor. Yoldan gelen geçenlere bakanlar, yanındaki ile konuşanlar, elindeki cep telefonu ile ilgilenenler…
Hatta bir keresinde yolda yürürken eski çalıştığım iş yerinden biri ile karılaştım. Tokalaşmak için uzattığım elimi bile tutmadan selamlaştı. Kolunun altındaki seccadeden cuma namazına gittiği belliydi zaten. Bir sokak boyu birlikte yürüdük, olmayan cami avlusuna ayrıldık.  Dönüş yolu olarak kullandığım cemaatin arkasından yerde dizilmiş, dizlerinin üzerinde oturmuş erkeklere göz gezdirirken az önce konuştuğum kişiyle gözgöze geldim. Başıyla selamlayıp gülümsedi bana…
Sadece cuma günleri ile kısıtlamadan, kadın erkek bir arada, kutsal olan mekan içerisinde, en temiz halleriyle, yerlerde değil de kürsülerde ibadet yapılsa olmaz mıydı?

Yener Balta, 31 Ekim 2012

Baharın Getirdikleri


BAHARIN GETİRDİKLERİ
Geçen hafta sonu babamla birlikte dışarı çıktığımızda, yol kenarında gördüğüm ağacı ”baba bak, çicek açmış ağaç” diye heyecanla,
ilk defa bu bahar gördüğüm baharın müjdesini, ona müjdeledim. Pek fazla dışarı çıkmayan babam da, benim göstermemle o güzelliği gördü.
“Ne güzel, bahar gelmiş işte” dedi gülümseyerek. “Ağaç nerden almış ismini bilir misin?”
diye sordu? “Ak ak açmaktan” diyerek bana sorduğu soruyu kendisi cevapladı.
” ‘K’ harfi yumuşayarak ‘ğ’ olmuş” dedi.
“Biliyor muydun bunu?” diye sordu.
“Hayır, bilmiyorum” dedim.
Gülüştük…

Yener Balta, 23 Nisan 2012

Hurdacı ile Sohbet

HURDACI İLE SOHET
İş yerinde, öğle yemeği sonrası pencereden dışarı bakmak yetmediği için, sokağa çıkıp gezinmek istedim. Puslu, soğuk, karanlık kış günlerinden sonra, güneşin parlaklığı, kuşların cıvıltısı, ağaçların çiçek açması baharı müjdeliyor bana…

Bulunduğumuz sokağın biraz yukarısında düşüncesizce sağlı sollu bırakılan arabaların, belediyeye ait kamyonun geçmesine mani olduğundan sokakta yaşanan haraket dikkatimi çekiyor.

Yukarıdan gelen el arabalı hurdacı, “geçemedi kamyon, bırakıp gitmişler arabalarını” deyip, benimle paylaşıyor yukarıda yaşanan sorunu…
“Var mı evde bana verebileceğin birşeyler bacı” diyor.
“Yok, benim iş yerim burada” diyorum.
“Ha başka yerden geliyorsun sen o zaman?” diyor.
Yan tarafta duran çöp bidonununa atılmış bebek arabasının tekerlekli iskeletini alıyor. Çöp bidonunun yanına bırakılmış poşetlerin içerisindeki giysileri seçerek, kendisinin işine yarayacakları arabasına savuruyor.
Arabasında  bulunan kağıtlar, demir parçaları, naylonlar, cam ve tenekeleri göstererek, “Kilosunu kaçtan veriyorsunuz bunların?” diye soruyorum.
Dünden sohbete hazır olan hurdacıyı, sararmış dişleri arasından çıkan kelimelerini anlamak için zorlanarak dinliyorum. Sorumu cevaplamadan önce, “çok pis bu işler, çok!..” diyor. Pis olan çöpten topladıklarından çok, kendi gibi bu işleri yapanlar arasında yaşananları kastederek, “geçen üç kişiyi öldürmüşler!” diye dertleniyor.
Uzuyor da uzuyor konuşması, dediklerinden hiç birini anlamıyorum. Yokuş aşağı duran el arabasını tutmak için güç sarfettiğinden, “hadi sizi işinizden alıkoymayayım, hayırlar ola” diyorum.
Sohbeti pek bırakmak istemesede ”eyvallah” diyerek ayrılıyor bulunduğu yerden…
Yener Balta, 20 Nisan 2012

16 Eylül 2013 Pazartesi

BABASININ KIZI


BABASININ KIZI

Babasının kızının adı YenerYener, Hacettepe Güzel Sanatlar Bölümünü başarı ödülü ile bitirmiş bir grafiker.
Bütün fiziksel-ruhsal yönleriyle babasına benzer. Ne gözünü budaktan sakınır, ne de sözünü esirger.
Babasınınki gibi yuvarlak, iri, kahverengi gözler; yarı ciddi, yarı sevecen ışıklı yüzler.
Yalanı, dolanı, dünya malında gözü yoktur. “Aman zengin olsam” dememiştir, gönlü toktur.
Eşini kendi seçmiştir, düğün dernek dememiştir, çeyizim olsun istememiştir. Nikah törenine gelinlik bile giymeden günlük giysisi ile gitmiştir..
Nikah törenine anası-babası, üç yakın arkadaşı ile birlikte beş kişi gelmiştir. Anası-babası dışındaki üç arkadaşından ikisi tanıklık için gelmiştir.
Yakın akrabalarına bile haber vermemiştir. Herkes hayret etmiştir, “Bu kız deli mi ne!” demiştir. Babasının kızı ise yapılan dedikodulara gülüp geçmiş, “Evlenen benim, onlara ne oluyor?” demiştir.
Babasının kızı Yener; bir gün Ankara Samanpazarı’nda bulunan SSK Dispanserine gider.
Samanpazarı Ankara’da Osmanlı’dan kalma bir çarşı. Esnafı, tüccarı  karşı karşı.. Daha çok hac malzemeleri, ölü malzemeleri satan esnafla dolu bir çarşı.
Hacısı, hocası, abidi, zahidi, sakallısı, sarıklısı, takkelisi, cüppelisi... Esnafı, tüccarı gözden geçirir gelen geçen herkesi...
Babasının kızı patronu ile ters düştüğü için işten ayrılmıştı. Çünkü patronu namaz kılmadığını, oruç tutmadığını başına kakmıştı.
Yeni bir iş arıyordu, üzgündü, tedirgindi, gergindi.  Dokunsan ağlayacak, “nasılsın” desen patlayacak gibiydi.
Hava soğuk mu soğuk, insanlar donuk mu  donuk. Babasının kızı her yerini sıkı sıkıya kapatmış yalnızca başı açık, saçları dağınık. .
Önünü kesti orta yaşlı, kısa boylu, toparlak biri. Yener dalgın dalgın gittiği için sandı ki  adamın yolunu kesti, yol verdi, kenara çekildi.
Adam oralı değildi, Yener’in önüne geldi. Tepeden tırnağa süzdü, baktıkça hayran oldu “Aman Allah’ım bu ne güzel yüz!..” dedi.
Düşündü güzel yüzlü bu kızla nasıl diyaloga girişeceğini. Sandı ki söylediği sözler üzerine kız kendisi ile diyaloga girerdi.
“Nur yüzlü, güzel gözlü kızım, bak ne güzel giyinmişsin. Sen Müslüman değil misin, niçin dini bütün kızlar gibi saçını, başını gizlemezsin?
Tam damarına basmıştı Yener’in. Zaten soğuktan gergindi. İş aradığı için tedirgindi. Kendisini dolaylı yoldan taciz eden bu edepsiz de kimdi? Babasının kızına böyle söz söylenir miydi!
“Bana baksana sen, senin bu yaptığın tacize girer. Seni şimdi savcılığa şikayet edersem, derdest eder. Çekil git yoluna! Önce yüzünü yıka, sabun değsin şu kirli top sakalına, ondan sonra karış insanlar arasına...”
Adam neye uğradığını şaşırmıştı. Hiç beklemediği bir yanıt almıştı. Elinde olmayarak sağa sola baktı.
Kadın sesini duyan kimi  esnaf, tüccar, yoldan gelip geçen insanlar Yener’le kendisine bakıyordu. Neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.
Zılgıtı yiyen adam kendilerine en yakın olana dedi: “Çattık, amma belaya!”
Adam yanıtladı: “Sen belaya çatmadın; çattın babasının kızına!”
Yener, “babamı tanıyan bu adam da kim?”  diye dönüp baktı, tanımadı. Adam “niçin babasının kızı” dedi anlamadı.
Zılgıtı yiyen: “Kimdir bu kızın Babası?”
Adam yanıtladı: “Daha tanımadın mı?..”
Samanpazarı’nın soğuk havasına bir soğuk hava daha esti. Herkes sesini soluğunu kesti, yolcu yoluna gitti, evli evine,  esnaf tüccar işinin başına geçti...
H. B. 18.12.2004

GERİCİ ÖZGÜR KADIN İSTEMEZ! - BEKİR COŞKUN


GERİCİ ÖZGÜR KADIN İSTEMEZ!

Çünkü özgür kadın onun sonudur.
Özgür kadın kültür demektir.
Özgür kadın;sanat,resim,edebiyat,kitap,dergi,gazete,heykel,sinema,tiyatro,müzik demektir.
*
Özgür kadın,akıl demektir...
Öyle şeyh-meyh uçmaz...
Özgür kadın dürüsttür.
Şeyh uçmadığı zaman zaten 'Hani uçmadı...
Niye uçtu diyecek mişim? ...' der özgür kadın.
*
Özgür kadın;modern yaşamdır.
Çatal-bıçak demektir.
Çağdaş kadın için;insanın karnında zikir edecek diye her gün bulgur yenilmez.
Ne de sadece erkeğin canının istediği bir cuma gecesi sevişmenin kerameti vardır.
*
Özgür kadın temizdir.
Öyle kirli çorapları,kokan ayakları,tıraşsız yüzü, gülyağından parfümü olan erkeği sokmaz yatağına.
*
Özgür kadın demokrasidir.
Köle olmaz.
Mirasını ister,birey olarak tanınmak ister,söz hakkı ister,eşitlik ister.
Dayak yiyip, aşağılanıp,itilip-kakılmak istemez.
*
Özgür kadın çağdaşlıktır.
Çünkü özgür kadının doğurup büyüttüğü çocuklar gericiye asla ümmet olmazlar.
Ne dergâhlara müşteri çıkar özgür kadının yetiştirdiği çocuklardan,ne tarikatlara mürit,ne de gericiye oy verecek saflar...
*
Bu yüzden;gerici özgür kadını sevmez.
Kadın özgür olsun istemez.
Ve onu örtmek,kapatmak,susturmak,bastırmak için çarşafa-türbana sarmak ister.
'Türban' diye tutturmaları bu yüzdendir.
Gericinin sonudur özgür kadın...

Bekir COŞKUN

27 Ağustos 2013 Salı

ÜÇ SIFIR

ÜÇ SIFIR

Türk lirasından üç sıfır kalktı kalkalı kafam hala karışık. İşim
her gün parayla... Neyseki büyük paralar değil uğraştığım. Paranın
büyüğü küçüğü pek olmuyor aslında ama...

Hediyelik eşya dükkanıma geçen koca bir günün sonunda gelen
müşterilerin azlığından şikayet ettiğim bir anda,
"İyi akşamlar," sesiyle başımı kaldırıyorum, içeri giren orta yaş, iyi
giyimli kadın müşterinin selamlamasıyla...

"İyi akşamlar. Nasıl yardımcı olabilirim?" diye soruyorum kendisine...
Hediyelik bir şeyler düşündüğünü, biraz bakmak istediğini belirtiyor.
Raflardaki peştemallere, duvardaki seramiklere, vitrinde duran
biblolara bakıp, kararlı bir şekilde, "şunlar" diyerek üçlü seramik
kuşu, "şu" diyerek büyük nazarlığı, "şu peştemallerden de üç adet
almak istiyorum." deyince yüzümde yayılan tebessümle istediklerini
tezgahta toparlıyorum. Biraz önceki olumusuz düşüncem aklımdan uçup
gitmiş, bereketiyle geldi bu kadın deyip, satışların düzeleceğini umut
ediyorum bir an.

Tezgahta duran yegane yardımcım hesap makinesini elime almış, gerekli
indirimi yaparak çıkan toplamı kendisine göstererek 120 TL. olur size
dedim. "Peki" dedi. Keşke indirim yapmasaymışım diye geçirdim içimden.
Neyse, diyerek savdım pişmanlığımı aklımdan. Seçtiklerini hediye
paketi yapmam için ayrı ayrı gruplayarak, "bu şekilde düzenleyin
lütfen" diye söyledi. Bekletmemek için olanca hız ve titizliğimle
paketledim. Kredi kartı ile ödemek istediğini belirterek kartını
uzattı. Kartı aldım, post cihazından geçirdim, tutarı girdim.
"Şifreniz lütfen" dedim. Yazar kasadan da fişi kestim. Post cihazından
çıkan belgenin bir kopyasını, kredi kartını ve yazar kasadan çıkan
fişi müşteriye uzattım. Nadir müşterilere kullandığım kağıt çantalara
koyduğum hediyelikleri kadına uzattım, teşekkür ederek dükandan çıktı.

Neyse, en azından anahtarı kapıya soktuğum anda genel giderler olarak
hesapladığım para akşamın bu saatinde kasanın artı hanesine geçmişti.
En azından bugünü kurtarmıştım.

Elimde duran fişin bir kopyasını yazar kasanın bölmesine koyarkan
gözlerime inanamadım. Birkaç kez baktımsa da olan olmuştu. 120 TL.'nin
yanına fazladan üç sıfır daha basmıştım. 120.000 TL. oluyordu. Elim
ayağıma karışmıştı. Ne yapmıştım ben!.. Hemen bankayı aradım. Durumu
açıkladım. Böyle bir yanlışlık vergi dairesi ile başımın belaya
girmesi demekti. Kişisel bilgilerin gizliliğinden dolayı bana telefon
numarasını vermemişlerdi. Banka müşterinin bana ulaşmasını
sağlayacaktı.Kısa bir zaman sonra müşteri beni aradı. Kendisi de daha
sonra farkettiğini, yarın dükkana uğrayacağını söylemişti. Biraz
rahatlamıştım. Ama sorun giderilmemişti. Hemen muhasebeye bakan
arkadaşımı aradım, durumu açıkladım. Kötü bir sorun olduğunu bayağı
bir uğraşmak gerektiğini, ama çözülmeyecek bir durum olmadığını
belirtti. O akşam uyku bana haram olmuştu.

Ertesi sabah muhasebeci arkadaşı kapıda görmek omuzumdaki yükün biraz
da olsun hafiflemesine neden olmuştu.
"Nasıl yaptın böyle birşeyi?" diye sordu.
"Bak, göstereyim"dedim. Yan tarafımda duran yazar kasanın rakamlarına
önce "120", sonra ".", sonra "000" basıp el alışkanlığı ile "nakit
tuşu"na basarak, işte aynen bunu yaptım. Dedikten sonra, o anki
sesizlik durumun vahimliğini ortaya koymuştu!.. O anı şu an ifade bile
edemem!.. Yaptığım yanlışlığı bir kez daha yapmış olmanın şaşkınlığı
içerisindeydim. Yanlışlığı aşmış salaklığa ulaşmıştım. Sinirlerim
boşalmış, ağlamakla gülmek arası gidip geliyordum. Arkadaşım halime
gülüyordu. İşin içinden nasıl çıkacaktık. Hadi bir kere 120.000
basmıştım, ikinci kere böyle bir hata yapmak akıl karı değildi. Gülmem
tamamıyla ağlamaya dönüşmüştü.
"Dur bakalım, sakin ol!" demişti muhasebeci arkadaşım... İkinci
yanlışlığı iptal fişi ile düzeltmiştik.
"Sakin ol ki, bu iki yanlışı biran önce düzeltelim" demişti. Derken o
da kendini tutamıyor, gülüyordu.

Müşteri fişi bana ulaştırmıştı. Birer kopyalarını vergi dairesine
yazacağımız dilekçeye iliştirmek için almış, sanık sandalyesinde ifade
veren suçlular gibi tüm detayları tek tek anlatan bir dilekçe yazmış,
altına da imzamı atmıştım. İmzamda yaşanan olaya tüy dikmek olmuştu.


20 Ağustos 2103
-- 
YENER BALTA 

20 Ağustos 2013 Salı

BİSİKLETİM UKTE (HER ŞEY ZAMANINDA)


BİSİKLETİM UKTE
(HER ŞEY ZAMANINDA)

Benim bu yaptığım yetmiş yaşından sonra üstü açık, kırmızı spor bir arabaya binmeye benzer. Olsun, yaşım ne olursa olsun, içimde ukte kalan şeyi yapmak istemiştim. 

Çocukken mahallede birkaç arkadaşımın bisikleti vardı. Arkadaşım olmayanların daha çok... Sadece Meral adlı arkadaşım beni bisikletine bindirirdi. O önde, ben arkada o küçük bisiklete birlikte binerdik. O zamanlar Pinokyo marka bisikletler çok moda idi. Sokakta olduğumuzda ve yaz tatillerinde bisikletin üzerinden inmezdik. Upuzun mahallemizin bir başından diğer başına gider gelirdik. Bazen bize yasak olan yokuş aşağı caddeye kendimizi bırakırdık... Bisikletin üzerindeki neşemizi, mutluluğumuzu anlatamam...

Bir bisikletimin olmasını çok istedim. Çok da dillendirdim anneme, babama... Almadılar, belki de alamadılar!.. Başka bir şeyi bu kadar çok istediğimi hiç hatırlamıyorum!.. Neredeyse her gün, defalarca dillendirdiğimi hatırlıyorum. Hatta halamın oğlu kullanmadığı, sadece frenlerinin tutmadığını söylediği bisikletini, "al götür senin olsun" demişti. Ankara'nın bir ucundan diğer ucuna o bisiklet nasıl gelecekti, keşke buna çözüm bulsalardı. Ama sözüm geçmiyordu ne anneme ne babama... Demek ki bunu bile yapacak ne maddi durumları ne de zamanları vardı.

Şu an hatırladım, gülümsetti beni! Sanırım üniversite yıllarıydı. Annemin arkadaşı, bir konuşma sırasında küçük kızına yeni bisiklet aldıkları için eskisini, "al götür işine yararsa" diye bana vermişti. Aldım, akşamları hava kararınca o yaşımda sırf spor amaçlı mahallede binmiştim. Çocukluğumdaki tada varamadan... Sonrasında yine spor amaçlı, odamın bir köşesinde zincirini çıkartıp boş pedal çeviriyordum...

Yıllar yıllar sonra kendime bir bisiklet aldım. O çocuk heyecanı yoktu artık... Çocukken çok istediğim bir şeye sahip olmuştum. 

İlk zamanlar oturduğum mahallenin bisiklete uygun olduğunu düşünsem de bunu değerlendirmeye vaktim olmamıştı. Bindiğim günlerden birinde, annesiyle yürüyen küçük oğlan çocuğunun yanından geçerken, "anaaa garıya bak bisiklete biny" deyişi kulaklarımda yankılanmıştı. 

Evle iş yerimin arası bisiklet mesafesi olabilecek yakınlıktaydı. İlk zamanlar bisikletle gidip gelmeyi denedim. Özel bisiklet yolu ne yazık ki henüz olmayan şehrimizde, cadde de kullandığımda arabalar geçit vermiyordu. Kaldırımda kullansam, bozuk yollar, in çıklar, yayalar... Enerji harcandığından terlemek, tüm gün o kıyafetle iş yerinde çalışmak olmuyordu. Yine de yılmayıp gidip geldiysem de, yazın sıcağı, baharın yağmuru, kışın karı derken pek de binemedim bisikletime...

Şu zamanda her bahar bisikletimi çıkarıp, lastiklerini şişirip bineyim desem de ne zamanım oluyor ne de enerjim...

Evimin içerisinde arasıra gözüme çarpan, her şeyin zamanında güzel olduğuna bir kez daha karar verdiğim bisikletimi yine de hala seviyorum. 
YENER BALTA, 19 AĞUSTOS 2013

28 Mayıs 2013 Salı

MİSAFİRİM HAVUZDA

MİSAFİRİM HAVUZDA

Suya kim dayanabilir ki! Hele bu havuz olunca...

Ablamın yazlık evinin hemen önünde siteye ait havuzu var. Site, denize biraz uzak olduğu için herkesin tercihi havuz oluyor ister istemez. En çok da çocukların, kendi başlarına havuza gelebilecek yaştakilerin...

12-13 yaş civarı erkek çocuklar havuzda, havuzun suyu taşarcasına hareketlendirip kendilerince bir oyun geliştirmiş, yarışıyorlar.

Deniz, uzakta gökyüzü ile birleşmiş, sonsuz mavilik insanı büyülüyor.

Şemsiyenin gölgesinde okuduğum kitaba ara vererek onların oyunlarına bakıyorum.

İçlerinden biri giyinik, havuzun kenarında onları izliyor. Sanırım bir rahatsızlığı var ki girmiyor havuza diye geçiriyorum içimden...

Bu böyle devam ediyor, onlar oynuyor, o oturuyor.

Dayanamayıp soruyorum;

"Sen neden girmiyorsun, hasta mısın yoksa?"

"Hayır, benim girmeme izin vermiyorlar..."

"Kim vermiyor?"

"Sitedekiler!"

"Onlar kim?"

"Site yönetimi, dışarıdan gelenlerin havuza girmesini yasaklamış."

Saçmalık diyorum kendi kendime, bu yaşta bir çocuk için, en yakın arkadaşları havuzun tadını çıkarırken, havuza girmesinin yasaklanması...

Havuza girmek istiyor musun?"

"Hem de çok, ama girmem yasak!"

Adın ne?"

"Hasan."

"Yüzme biliyor musun?"

"Evet, hem de çok iyi yüzerim."

"Peki Hasan havuza benim misafirim olarak girebilirsin."

"Gerçekten mi?"

"Evet gerçekten, sana bir şey diyen olursa benim adımı verirsin. Anlaştık mı?"

"Evet anlaştık."

"Hadi gir ne duruyorsun?"

"Ama mayom üzerimde yok!.."

"Evin yakın mı?"

"Evet, bakın şu evde oturuyorum." diyerek evini gösteriyor.

Sitenin dışında, henüz üst katı tamamlanmamış, sıvasız bir ev...

İçi içine sığmıyor. Sevinçten uçuyor neredeyse... Bir çırpıda yanımdan uzaklaşıyor.

Şortunu giymiş, naylon terlikleri ayağında koşarak geliyor.

Kendini ıslattığı duşun altından çıkıp, yanıma gelerek;

"Size çok teşekkür ederim, öyle çok ki..." deyip ayağındaki naylon terliklerini fırlatıp, zıplayarak havuza atlıyor.

Hasan, tatilim süresince hep benim misafirim oluyor.

Yener BALTA, 24 MAYIS 2013


Yener,
Beğendim yine öykünü: Az öz...
Yoktur gereksiz söz...

Kendini zorlama,
İçinden nasıl geliyorsa öyle koy ortaya...
Ne diyeyim,
Öykülerini her zaman beklerim.

Sevgiler...
Hayri Balta, 27.5.2013

21 Mayıs 2013 Salı

STAJYERİN YAPTIĞINA BAK!


STAJYERİN YAPTIĞINA BAK!

Üniversiteden bölüm ikincisi olarak mezun oldum.

Mezuniyet töreninde plaket, diploma ve başarı belgesinin yanında ödül olarak her zaman kullanabileceğim bir çift kalem armağan edildi.

Bölüm başkanımız biri tükenmez diğeri kurşunkalem olan Cross marka altın kaplamalı kalemleri kendisi vermiş, bundan sonraki hayatımda başarılar dilemişti.

İş hayatı okul hayatından çok farklıydı. Kısa zamanda birçok işe girip çıkmıştım. O zamanlar çalıştığım yer küçük bir şirketti, ben, patron ve kardeşi dışında kimse çalışmıyordu. Hiç memnun değildim. Maaşımı doğru dürüst alamıyor, bunun yanında birçok olumsuzluklar içerisinde çalışıyordum.

Gazetede bir ilan görmüştüm. Bir dergiye grafik tasarımcı alınacaktı.

Çalıştığım yerden bir an önce kurtulmalıydım. Randevumu aldım ve görüşmeye gittim. Derginin müdürü ile görüşmem olumlu geçmişti. Bana, "Şu anki  işyerinden çıkacaksın. Diyelim ki burada başarılı olamadın. O zaman işsiz kalacaksın!" demişti. Ben de "öyle bir iş yerini rahatlıkla bulabileceğimi ama böyle bir yerde çalışmanın bir ayrıcalık olacağını düşünüyorum" demiştim.

Bu konuşmam hoşuna gitmiş olmalı ki, "Sevdim seni" demişti babacan tavrıyla... "Öyleyse yarın gel başla" demişti.

Aldığım maaşın iki katı maaş alacaktım. Mutluydum. Editörü, muhabiri, fotoğrafçısı, sekreteri, şoförü, aşçısı... çalışan eleman sayısı oldukça fazlaydı.

Kalemlerimi burada kullanmaktan büyük zevk duyacaktım.

Çalıştığım odada herkesle kaynaşmıştık, birlikte neşe içerisinde çalışıyorduk.

Her iş yerinde olduğu gibi buraya da stajyer alınmıştı. Muhasebecinin yakın akrabasıydı. Odamızda çalışırken eğleniyor, gülüyor ve yaptığımız işten zevk alarak bir şeyler çıkarıyorduk.

Herkesin uğrak yeri bizim odamızdı. Birkaç kez uyarı da almadık değildi...
Stajyer de, muhasebe bölümünden çok bizim odamızda oluyordu.

Kalemim onun dikkatini çekmişti. "Bu orijinali mi?!" diye sormuştu. Zira çok fazla taklidi olan kalem markası idi. Onu kullanmak, taşımak bir ayrıcalıktı. Dergi eskizlerimi Cross kalemimle tasarlıyor, arkadaşlarım benim için özel olduğunu biliyor ve benim kadar onlar da titizleniyorlardı. Kullanmak için izin istiyor ya da kullanmamaya özen gösteriyorlardı.

Bir öğle yemeği sonrasında masama oturmuş, işime devam edecektim.

Kalemlerim yoktu! Masamın üzerine, altına, kenara köşeye baktım yoktu. Çalışan herkese sormuştum. Kimsenin haberi yoktu. Üzülmüştüm. Ümitsizce masama otururken bir de ne göreyim kalemler yerde duruyordu.

Birileri şaka yapıyor olsa gerekti... Ama içime kaygı düşmüştü bir kere!..

İnanılır gibi değildi! Ertesi gün kalemler yine kaybolmuştu. Aynı süreci yine yaşadım. Ama bu sefer bana sürpriz yapıp gelmemişlerdi.

Kalemlerim kaybolmuştu. Kimseyi suçlayamazdım. Ama kalemlerimi kimin aldığını çok iyi biliyordum. Benimle birlikte kalemleri arayan stajyerin aldığından adım gibi emindim.

Düşünmeye başlamıştım: Kalemlerimi kendisinden nasıl alabilirdim. Stajı bitmiş, bizlere hoşça kalın demeden gitmişti.

Bunu yanına bırakamazdım... Muhasebeciden telefon numarasını istedim, bir açıklama yapmış mıydım, hatırlayamıyorum.

Aradım!.. Telefona kendisi çıktı. Sesimden beni tanımıştı. Benimle pek
konuşmadı, konuştuğunda da sesi titrekti. Olabildiğince kararlı, "kalemlerimi yeteri kadar kullandığını düşünüyorum, artık geri almak istiyorum." demiştim. "Sana bir adres vereceğim oraya bırakmanı isteyeceğim. Orası babamın ofisi ve ben orada olmayacağım" diye de eklemiştim.

Bana sadece "peki" demişti. Verdiğim zamanda, verdiğim adrese bırakmıştı.

Bana ait olan, benim için maddi değerinden çok manevi değeri olan kalemlerime kavuşmuştum. Kalemler bir zarfa konmuştu, içinde de bana yazılmış bir not vardı. "Vicdanen rahatsızdım, benden bu şekilde geri aldığınız için size teşekkür ederim. Özür diliyorum, beni affedin!" yazılıydı.

Yener Balta, 19 MAYIS 2013
+

Sevgili Yener,

Bir öykü ancak bu kadar güzel anlatılabilir.

Öyle sanıyorum ki buna benden çok Fevzi sevinir.

Kutluyorum, bu tür öyküler bekliyorum.

Sevgilerimle,

Hayri Balta, 19.5.2013