25 Aralık 2014 Perşembe

KEHLEYM


KEHLEYM

İş yerindeydim, henüz öğlen olmamıştı. Cep telefonum çalıyordu. Bilmediğim bir numaraydı. Açmakla açmamak arasında kararsız kaldım.

Telefonda söylenenler karşısında şoka girmiştim. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Babam, babam... diyerek kapıya yöneldim...

Bilmediğim ses bana "Babanız kalp krizi geçirdi. Şu an Batıkent Camii'sinin yanındaki pazar yerinde, ambulans gelmek üzere" demişti.

O iş yerine yeni taşınmıştık. Annem ve babamın evine yürüyerek 2 dakikaydı. Babamın kalp krizi geçirdiği yerde hemen yokuşun aşağısındaydı. Koşarak babamın bulunduğu yere gittim.

Babamı gördüğümde yerde yatıyordu. Yüzü bembeyazdı, üstü başı toz içindeydi. Kusmuştu... Gözleri donuk, takma dişi, gözlüğü, cep telefonu, şapkası yanında duruyordu. Babamı görür görmez gözlerim dolmuştu.

Metin olmalıydım. Yufka yüreğime sözümü geçirmeliydim. Babamın o sönük gözlerindeki ani değişikliği fark etmiştim. Yanında artık ben vardım!..

Ambulansın ön koltuğuna oturmuştum. Babam arkada sedyede yatıyordu. Şoför, “hangi hastaneye gidelim?” diye sordu. “Hangisi yakınsa” dedim. Yolu yarılamıştık, arkadaki hemşire şoföre, "sireni çal, hızlan!.." demişti. Bu babamın durumunun daha da tehlikede olduğuna işaretti.

İner inmez elektroşok uygulamışlardı babama. Kapının önündeydim. Doktorun ellerinde tuttuğu aleti babamın göğüs kafesine her değdirdiğinde neredeyse yattığı yerden havalanıyordu. Bir, iki derken duran kalbi, üçüncü şokta tekrar atmaya başlamıştı.

O an kendimi tutamamış, hıçkırarak ağlamıştım. Babamı hemen yoğun bakım ünitesine aldılar. Yoğun bakımın kapısında geçen süre ömrümden ömür almıştı.

Kalbinin düzenli çalışabilmesi için kalp pili takılmıştı. Babam kendisine bu ameliyat sonrasında "Pilli Dede" ismini koymuştu.

Kısa bir süre sonar kontrole gelmemiz istenmişti. Ben, ablam ve babam birlikte gitmiştik. Güler yüzlü genç doktorun odasına hep birlikte girdik. Hoş bir sohbet sonrasında doktor babama "sizi şöyle alalım" deyip sedyeyi gösterdi.

Babam, mevsimlerden yaz olsa da kışı yaşıyormuşçasına kat kat giyinmişti. Ceketi, yeleği, gömleği, içliği, nihayet fanilasını da çıkarttıktan sonra zaten babam soluk soluğa kalmıştı. Ablam bana babamın üzerinden çıkanları göstererek, daha önce anlattığı muzır fıkraya gönderme yaparak, "tarladaki tümsek misali!" deyip gülümsemişti…

Doktor, boynunda stetoskopu babamın göğsünü dinlerken, "herhangi bir şikayetiniz var mı?" diye sordu.
Babam, Gaziantep şivesiyle; "ara sıra kehleym doktor bey!.." demişti.
Ablam ve ben bu sözcüğe alışık olduğumuzdan önce garipsemedik...
Doktor, "efendim, anlayamadım?" demişti.
Babam gayri ihtiyari tekrarladı...
"Ara sıra kehleym..." dedikten sonra durumun farkına vardı... Kendi aramızda gülüştük...
Babam doktora, "ne dediğimi anladın mı sen?" diye babacan bir tavırla sordu.
Doktor, "ara sıra kesiliyormuşsunuz" diye anladığı şekilde açıkladı.
Babam yüzündeki tebessümle, "kehleym Antep’çe bir sözcüktür, bazen nefes alırken zorlanıyorum anlamında kullanılır" diye açıkladı.

Babam giyinmiş, doktor masasına oturmuştu. Bilgisayardan bakarak reçete numarasını yazan doktor, kalemini elinden yere düşürmüştü. Eğilip bulmaya çalışsa da bulamamış, oturduğu yerden kalkmış, masanın altına yuvarlanan kalemini almıştı. Yerden kalkıp doğrulan doktor elini beline koyup, yüzündeki muzır ifade ile, “bakın ben de Kehleym!” demişti…

16 Haziran 2014, Yener Balta

18 Nisan 2014 Cuma

ÜÇ HARFLİLER


ÜÇ HARFLİLER


Hiçbir şey anlamamıştım, söylediği kısa cümleden!..
"Ne oldu, ne dedin?" diye muzır bir ifadeyle tekrar sordum. Cevaplamadı. Odada bulunan diğer arkadaşa sordum.
O da cevaplamadı. "Amannn, anladın işte! Üsteleme." diye konuyu kendince kapatmıştı.

İş yerinde olağan sohbetlerdendi. Yan odada bulunan iş arkadaşımız bizim bulunduğumuz odaya gelerek, hal hatırımızı sordu. Bir iki konuya değinip kendisini rahatsız eden sağ elini göstererek, "Bu sabah kalktım elimde bu leke vardı." diyerek bize göstermişti.
"Adı lazım değil, üç harfliler yine yoklamış beni! Yine kına yakmışlardı elime!.."
İşte tam da burasını anlamamıştım konuşmasının; "adı lazım değil, üç harfliler!"

Yine düğün mevsimi başlamıştı. Kına gecesine gittiğini düşündüm önce. Kendi rızası olmadan kim kına yakabilirdi ki eline...

"Geçen gece de avucumun içine kına yakmıştı. Ne çok geliyor bunlar!" diyerek sıkıntısını belli etmişti, sonrasında...

Neden bahsettiğini diğer arkadaşla odada yalnız kaldığımızda, sorumu tekrar sorarak açıklık kazandırmıştık. Bahsettiği şey cin, adını telaffuz etmiyor ki tekrar gelmesin diye... genelde üç harfli derler... Kendisine göre adını söylerse çağrıldığını sanarak gelirmiş, diye düşünüyor!" açıklamasında bulunmuştu.
Şaşırmıştım!..

Babamın kitaplarını baskıya hazırlarken "Cin ve Şeytan" konulu yazısı, bu yüzyılda hala geçerliliğini koruması bakımından ilgimi çekmişti. Bu konuşmanın ardından bir kez daha baktım. Bu dört cümle üzerinde durmuştum!..

"Onlar da insanlar gibi yer, içer ve çoğalırlar."
"Cinler de melekler gibi görülmeyen gizli varlıklardır."
"Allah'ın izniyle çeşitli şekil ve suretlere girmeye muktedirler."
"Cenabı Allah'ın izni olmadıkça hiç kimseye zarar vermezler."

Bizim gibi yer, içer, çoğalırlarsa, hadi cinler görünmez varlıklar, yedikleri içtikleri nesnelerde mi görünmezdi? Görünmeyen bir varlık olur muydu? Çeşitli şekil ve suretlere girerler derken, benim iznim olmadan benim suretimi kullanmasına nasıl izin verecektim! Allah kulunun bir cin tarafından zarar görmesine niçin izin verecekti?

İş arkadaşım elindeki kına lekesini görmüştü de neden kınayı görmemişti. Cin kınayı eline yakarken neden uyanmamıştı? Cin kınayı nereden bulmuştu?

Arkadaşımın açıklamasından sonra,
"Olur mu öyle şey, mutlaka bir rahatsızlıktan dolayı elinde bu leke çıkmıştır." dedim. Dediğimde bana gelen bir telefonla açıklık kazanmıştı. Arayan ablamdı, elinde çıkan kınaya benzer leke için doktora gitmiş. Doktor, "yediğiniz bir şeyden olmuş olabilir" diyerek bir solisyon verip, birkaç gün içerisinde kendiliğinden geçeceğini söylemiş. Ben ablamın açıklamasına gülmüştüm. Gülmemin nedenini ona da anlatmıştım. O da şaşırmıştı.
O gün, bu olan bitenden sonra cin çarpmışa dönmüştüm.

17 NİSAN 2014
YENER BALTA

2 Ocak 2014 Perşembe

ARKADAŞ ZİYARETİNDE


ARKADAŞ ZİYARETİNDE
Arkadaşımız ağır hasta, şu adını bile yazmak istemediğim hastalık...
Hepimiz moral olsun diye yılbaşından önce bir araya gelip birlikte ona
gidelim dedik. Haberi olmayanlara haber saldık.

Arkadaşımız neşeli, enerjisi bol, esprili, hayat dolu biri. Tümünü
tüketti hastalığı, tedavisi...

Herkes yapabildiğini yapıp, alabildiğini alıp, onu mutlu edecek küçük
armağanlarla geldi. Onbeş kişinin kalabalığı, neşesi, enerjisi
arkadaşımızı oturur hale getirdi. Küçücük bir sesten rahatsızlık duyan
o güzel arkadaşımız sesimize bile ses çıkarmadı. Ne kadar dikkat
etsekte yinede sesimiz yükseliyor, konuşmalar, gülüşmeler uğultuya
dönüşüyordu.

Masa yiyecek bakımından zengindi. Hepimiz işten çıkmıştık, dolayısıyla
karınlarımız açtı. Yaprak sarma, börek, çörek, kek, salata, yaş pasta
ve tümüne eşlik eden çay tamamladı masayı...

Ne zaman bir araya gelsek benden kısır yapmamı isterlerdi. Zira
doğduğum şehirden dolayı yaptığımı beğeniyorlardı. Bu sefer onları
şaşırtım. Bir önceki akşamdan minik minik çikolatalı köstebek pasta
yapıp götürmüştüm. Küçük pasta kağıtlarına koymuştum sunumu güzel
olsun diye... Kimse inanmadı benim yaptığıma, hazır bu diye... Bir
arkadaşım (ki bir gün önce telefonla konuştuğumuzda şu an pasta
yapıyorum yarın için demiştim kendisine.); "senin yaptığın pastadan da
yemek istiyorum bir tane bana verebilir misin?" deyince herkesi benim
yaptığıma ikna etmiştik.

Tuzlular yenmiş tatlılar tüketilmeye başlanmıştı. Bu kadar övgüyü
hakeden pastamdan yemek isteyen arkadaşlardan biri; şöyle baştan ayağa
beni süzerek "hımmm, neden böyle olduğun şimdi anlaşıldı" deyip
iltifat etmişti aklısıra kilolu oluşumu ima ederek... Bunları böyle güzel yapıp bir güzel
yiyordum onun demesiyle...

Yıllar önce annemin yaşadığı durumu şimdi ben yaşıyordum. Annem bizler
için yapmadığı yiyecekleri gelenleri memnun etmek için o güzelim
elinin tadını yaptıklarına geçirir, yiyen bir daha yemek isterdi. O da
"niye böyle olduğun anlaşılıyor!" laflarına çok maruz kalmıştı. Acaba
yapıp yediği için mi öyleydi, kiloluydu, hastaydı!..

Yazık... Ağızdan çıkan lafın nerelere gittiğinin farkında olmayan
düşüncesiz insanlar. Ya da iltifat ederken lafının nerelere gideceğini
bilemeyenler...

Yiyen tüm bayan arkadaşlar benden tarifini almak istediler.
Ben de şu an yazamam ama hepinize mail atarım demiştim.

Biraz önce benim makinemle çektiğimiz fotoğrafları ve pastanın
tarifini yazıp yolladım arkadaşlara. Ardından da; "A bu arada niye böyle olduğum
anlaşılıyordu ya, bakalım size birşey olacak mı? Sevgiler hepinize, afiyet
olsun... " yazmıştım.
YENER BALTA, 29 ARALIK 2013