29 Mart 2015 Pazar

FLAMENKO DANSI

FLAMENKO DANSI

Rüzgar sıcağı ve nemi okşayarak esti geçti. Birden ortalık gecenin rengine büründü. Seyircilerin uğultusu kesildi. Önce yuvarlak beyaz ışık sahnenin ortasında belirdi. Uzun kuyruklu kostümü kan kırmızısıydı. Işık onu karanlık sahnede parlattı. Tüm bedenini saran kırmızı kostümü, kat kat olan etek uçları arkasından nazlı nazlı süzüldü.

İki elini birbirine vurdu, sessizliği elinin ritmi bozdu. Sert bir hareketle döndü, elbisesinin uzun eteği tüm bedeninin kıvraklığı ile savruldu. Alto sesi süzülerek havada yankılandı, müziksiz, melodisiz... Ayaklarını yere vurmasıyla çıkan tak tak sesleri ellerinin ritmiyle buluştu...

Açık havada, karanlık sahnede, beyaz ışık dansçıyla raks ediyordu.
Ürpermiştim, atmosfer büyülemişti beni, sahneyle bütünleşmiştim.

Sahnenin arkası birden aydınlandı, sıra ile dizilmiş dansçılar birazdan baş dansçıya eşlik edecekti. Müzik sadece gitardı, kadının o büyülü sesine eşlik eden, el çırpmaları ve ayak sesleri bir orkestrayı andırıyordu...

Bir an sessizlik oldu, sessizliği bir köpeğin havlaması, ardından seyircilerin alkışları bozdu. Bodrum Kalesi tıklım tıklım doluydu. Sanki tüm tanınmış yüzler sözleşmiş gibi oradaydılar.

O gece Flamenko dans topluluğunun gösterisi vardı, aynı zamanda Kadir gecesiydi. İslam dinine göre, Kur'an'ın vahiy yoluyla İslam Peygamberi Muhammed'e gönderilmesine başlanan gündü!

Beni gecenin diğer yanı ilgilendiriyordu! Kaçırmadığım için mutluydum, görebildiğim için şanslıydım. Sanat benim için bir ibadetti!..

Bodrum Kalesi'nin hemen arkasındaki camide Mübarek Kadir gecesi yadediliyordu. Hoparlörden çıkan hoca efendinin sesi sahnedeki sesi bastırıyor, bazen de sahnedeki coşkulu sesten baskın çıkıyordu. İki ayrı sesin birbirine karıştığı da oluyordu. Sanatçılar İspanyol'du, dinleri katolikti. Bu gecenin İslam alemi için önemini biliyorlar mıydı? Festival boyunca bir kez sahneye çıkan topluluk bu mübarek geceyle çakışmıştı. Sanat ve din birbirine karışmıştı!..

Flamenko bu, bazen hüzünlü, bazen coşkulu, bazen romantik, bazen de hırçın ve kavgacı olabiliyordu, sesleriyle, danslarıyla, müzikleriyle... Bodrum Kalesi'nin açık havasında bin beş yüz kişiye yakın seyircisinin ayakta alkışları beğeninin göstergesiydi.

Huzur içerisindeydim, gösteri beni büyülemişti. Kaleden ayrılırken, köşelerde yerlerini almış dilenciler verilecek sadakalarla Kadir gecesinden nemalanacaklardı.

Sokak köpekleri havlıyordu!.. Denizin suyu her zamanki gibiydi, boğucu yaz sıcağı, ara sıra esen rüzgarın değip geçmesiyle ferahlatıyordu.
Güneş yine yarın sabah kızıl doğacaktı, tıpkı diğer günlerde olduğu gibi...
Yener Balta, 25 Mart 2015

X
Yener,
Bu da güzel bir anlatı olmuş.
Baban,  bundan mutluluk duymuş…

Yazdıkça daha güzel yazıyorsun.
Babanı kıskandırıyorsun.

En büyük arzum: Yaşam boyunca yazmandır…
Yaza yaza büyük bir yazar olmandır…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 27.3.2015

21 Mart 2015 Cumartesi

NALBANT’IM…



NALBANT’IM…

Bir şehirden başka bir şehre göçmek!.. Kendi memleketini, kendi toprağını, çocukluğunu, tüm anılarını, acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini, mutluluklarını, geçmiş hayatını geride bırakarak... Bırakmak zorunda kalarak!.. Neden? Onlardan biri gibi olmadığından, onlar gibi düşünmediğinden, seni anlayamadıklarından, senin onlar gibi yaşamadığından...
Bizim gibi düşünmeyeni yaşatmayız diyerek. Herkes aynı fikirdeyken onun farklı bir fikri savunmasını, inanmamasını, ifade etmesine izin vermeyerek, onun olan yerde onu yaşatmayarak...
İşte, bir şehir dolayısıyla bir insana dar gelir, sığdırmazlar... Hayat mücadelesi yeni bir şehirde yeniden başlayarak, belki daha da zorlanarak... Onca çilenin, onca acının, onca suçlanmanın yıldırmadığı insan olarak, yeni bir şehirde yeni bir hayata başlamak... Belki de her şeyin çok daha iyi olacağı yeni bir şehir...

Yıllar geçse de memleketinden kopamadı. Hep bir neden için Gaziantep'e gidip gelmişti. İşte yine bir nedenle Gaziantep yollarına düşmüştü bile... Derin düşüncelere dalacağı, belki onca saat gözüne uyku bile girmeyeceği uzun yolculuğa...
Her zaman okuyacak bir dergisi, kitabı, günlük gazetesi yanında olurdu. Gece yolcuğu olduğundan kitabından bir iki sayfa okusa da zorlanmıştı, ışık yetersizdi. Kapadı, çantasına koydu. Arkasına yaslanıp bedenini koltuğa yerleştirdi, hafif gerindi ayaklarını ön koltuğun altına uzatarak...
Yanında oturan adam kendinden yaşça büyüktü. Gece de olsa kasketini başından çıkarmamış, ellerini önünde birleştirmiş ayaklarını uzatmıştı. Başını hafif ona doğru çevirerek;

"Nerelisin hemşerim? diye sordu.
Bu sorunun istenmeyen bir sohbetin başlangıcı olduğunu çok iyi biliyordu.
"Gaziantepliyim." demişti. O sormadı ona, onun nereli olduğunu.
"Neresinden?"  diye ikinci soru gelmişti ardından,

"Evli misin?" demişti.
"Evet." demişti ve devam etti.
"Çocuğun var mı?"
"Var." demişti.
"Kaç çocuğun var?" diye devamı gelmişti sorunun.
"Dört." demişti sıkılarak...”
“Oğlan mı, kız mı?” demesin mi…”

Sorudan çok ne vardı. Zaman öldüren boş insan sorularıydı bunlar... İyice sıkılmıştı gelen sorularla... Anlamıyordu da, kendi bir soru bile sormamıştı karşısındakine...
Biraz sessizlik olmuş, çaylar ikram edilmiş, muavin koridordan gelip geçmiş, sorulara kaldığı yerden devam etmek için, can alıcı soru sorulmuştu işte...

"Mesleğin ne?" demişti. Bu sorular sohbete dönüşmediğinden sabaha kadar sürebilirdi. Bir yerden yakalayıp, sohbete dalmak istiyordu. Bundan önceki yolculuklarından dolayı tecrübeliydi.
"Nalbant’ım!.." demişti.
Sohbet burada kendince bitmişti. Eğer gerçek mesleği olan avukatlığı söyleseydi, kırk yıllık davaların, danışacağı soruların ardı arkası kesilmeyeceğinden emindi. Nalbant’ım diyerek gelecek soruları noktalamıştı.

Bir an nalbantlıkla ilgili sorular gelir mi diye aklından geçirse de, başını cama yaslayıp gözlerini kapamıştı.



YENER BALTA, 18 MART 2015

X
Yener,
Çok güzel olmuş, ne desen değer…

Ben yazsam bu kadar güzel yazmazdım
Sendeki bu yaratıcılığa hayran kaldım…

Umarım bu yetini ömür boyu kullanırsın.
Böylece beni de hatırlatırsın…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yürekten sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 20.3.2015

12 Mart 2015 Perşembe

KÖŞE YAZISI


KÖŞE YAZISI

Ben küçükken, babam işe giderken her sabah Cumhuriyet gazetesini aksatmaz alırdı. Babam o zamanlar Gaziantep'in yerel gazetelerinden birinde günlük köşe yazısı yazardı. O gazeteler de bir iki gün sonra iş adresine postalanırdı. Her iki gazete de akşam eve geldiğinde çantasında olur, bizlerden biri okumak istediğinde çantasından alır, almasak da okumamızı istediği için çıkarır masaya bırakırdı.
Saklayacağı bir yazı varsa keser, tarihini not alır, sarı samanlı kağıtlara yapıştırır, telli pembe dosyasında biriktirirdi. Geri kalan gazeteler, kimi zaman annemin üzerinde sebze ayıkladığı, nane kuruttuğu, kışın bizim ve komşuların sobalarını tutuşturmak için kullanılırdı.
Her ikisi de renksiz gazetelerdi! O zamanlar pek ilgimi çekmeyen gazeteler siyaset, ekonomi ve köşe yazıları ile doluydu. Sanat ve kültür sayfasındaki ilgimi çekerse şöyle bir bakardım.
Hele hele babamın köşe yazısını yazdığı yerel gazete, pek sevimsizdi. Ofsete geçildiyse de hala klişe ile basılan teknikleydi. Daha da bir karamsardı. Yine ön sayfa gündemdeki konular, hükümetin aleyhinde ya da lehinde haberler olarak düzenlenmiş olurdu.
Babamın yazısına gelince!.. En çok zorlandığım şeydi o gün için. Minicik harflerin eğri büğrü dizilişleri, yer yer daha koyu, ya da silik oluşları... Okumak zül gelirdi bana. Hiç ilgimi çekmezdi. Bazen okur ama anlamazdım. Çünkü ardından babamın sorusu gelecekti. Nasıl bulduğumu soracaktı, beğenip beğenmediğimi soracaktı, fikrimi soracaktı!.. Bir fikrim yoktu o zaman, sadece okurdum... İstemeyerek de olsa, zorlansam da...
Bazen daktilo ile yazdığı sarı samanlı kağıdı, gazeteye yollamadan önce bana uzatır; "bak bakalım, nasıl olmuş?" derdi. Büyük harflerle başlığını yazdığı, paragraf boşluğu ile giriş yaptığı, yer yer yanlış yazdığı bir kelimeyi ya da harfi daktilo merdanesini geri sarıp büyük X harfi ile üzerlerine ardı ardına sıraladığı... Bir sayfayı geçmezdi. Çünkü o bir sayfa yazı, gazetedeki köşesinin alacağı kadar yazı demekti.
Sarı samanlı kağıt da mutsuzdu, renksizdi, tatsızdı! Belki de okumaktı bana öyle gelen!.. Babam örnek olamamıştı bana o sıralar, örnek almayı çok istediysem de... Onun bilgisi karşısında kendimdeki bilgisizliğin belki de yükü ağır geliyordu!
Dedim ya küçüktüm!..
Şimdi, okumak bir yana, onun yazılarının kovalayanı oldum. Her yazdığı yazısını ilk bana yolladığı zamanlar olur, düzeltmelerini kırmızı ile belirler tekrar ona yollarım. Bazen üzerinde yorum yapar fikrimi belirtirim. Yeni kitabının hazırlığındaki heyecanı onunla yaşarım. Mesleğim gereği kitaplarının hazırlayıcısıyım. Bu konuda sağ koluyum babamın. Ne büyük mutluluk benim için...
Hem benim hem onun için mutluluğun en büyüğü de sanırım benim de yazmam. Hatta şu an benim de yerel bir gazetede köşe yazmam!.. Yazdığım yazıları ilk ona yollarım. Okur, bazen yazımın başlığını onun koyması beni mutlu eder, varsa gözden kaçan yanlışları düzeltir...
En heyecanlı yanı da, adımı ve tarihini yazdığım satırın altına bir X işareti koyar; "Yener, çok güzel olmuş, sanki ben yazmışım..." gibi alt alta şiir tadında beğenisini sıralar, kimi yazılarıma, "Yener, okudum. Hayran kaldım. Sen bu yeteneği nereden aldın? O kadar güzel anlatmışsın ki, değme öykücüler bile eline su dökemez. Umarım Yener, buna devam eder, tökezlemez..." gibi notlar yazarak, adını ve okuduğu tarihi de not düşüp sevgisini ve mutluluğunu belirtir...
Ne güzel bir yanı kalmış babamın bende, umarım tüm özelliğini alabilirim kendisinin...



Yener Balta, 11 MART 2015

8 Mart 2015 Pazar

MÜBAREK CUMA

MÜBAREK CUMA 

Yine günlerden cuma!.. Bana göre diğer günlerden farkı olmayan, haftanın son günü, sonrasında iki tatil gününün habercisi!.. 

İşte o günlerden bir gün, iş yoğunluğu ve yorgunluğuna ara vermek için dışarı çıkmaya karar verdim. Biraz da yalancı bahara kanmıştım. Özlemini duyduğum güneşe kendimi vermiş ellerim ceplerimde, yeni taşındığımız, öncesi gecekondu sonrasında daha çok iş yeri olan semtte yürüyordum.
Öğle tatili Cuma'ya denk gelmişti!.. 

İş yerimizin hemen önündeki Meydan Cami'nin yanından geçip, biraz ileride yürüyüş mesafesinde daha da büyük Merkez Cami'nin bulunduğu caddeye ulaşmış, bu mübarek günden nasibimi almış, huzura ermiştim!.. Megafondan çıkan yüksek ezan sesini hoca efendinin detone sesinden, hem de dibinden duymak zorunda kalmıştım.
Geniş caddenin asfaltı dökülmüş, kaldırım taşları döşenmiş, kalan toz toprak havaya yayılmış, o tozun dumanın arasından gördüğüm araba kalabalığına anlam verememiştim. Bütün Ankara Cuma namazı için bu camiye mi gelmişti? Yoksa son yıllarda camiye giden mi artmıştı? Koca yolun gidiş-dönüş yönünün sağ tarafı yetmemiş, refüj kenarına da yol boyu arabalarını park etmişlerdi. Burası caddenin ortası demekti, solu demekti, yolun solu yavaş ilerlemeyi bile kabul etmezdi. 

Bugün Cuma'ydı! Mübarek Cuma!.. Başka zaman değil park etmek, duraksamak, hatta yavaşlamak bile söz konusu olmazdı.
Ben mi bilmiyordum? Cuma günü arabaları yolun ortasına bırakıp camiye gitmek kural ihlalinden sayılmıyor muydu? İbadet ediyorsan her şey mubah mıydı? İbadet kural tanımıyor muydu? Park edilmez levhasının bulunduğu yere park edeni affetmeyen trafik polisleri bu durumu nasıl görmezden gelebiliyorlardı?
Fahri trafik müfettişi olmak istemiştim. Başvuru için internete baktığımda talep çokluğundan başvuruları kabul etmediklerini bildirmişlerdi. Keşke o an o yetkiye sahip olabilseydim. Her birine yanlış parktan ceza kesebilmeyi isterdim. Tabi ben her bir araca ceza kesene kadar akşam olur, cemaat dağılmış olurdu. Öyle çoklardı ki!..

Yener Balta, 6 MART 2015

X
Yener,
Okudum. Hayran kaldım.
Sen bu yeteneği nerden aldın?
O kadar çok güzel anlatmışsın ki,
Değme öykücüler bile eline su dökemez.
Umarım Yener, buna devam eder, tökezlemez…
Sevgilerimle,
Hayri Balta, 6.3.2015