17 Ekim 2016 Pazartesi

Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay

'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'
Alain de Botton:

Birbirine ölesiye âşık olanlar nasıl oluyor da iki aya kalmadan kanlı bıçaklı iki düşmana dönüşüyor? Hayatta herkesin bir ruh eşi var mı? Yalnızlık nasıl paylaşılır? Evlilik yeminleri neden baştan yazılmalı? Modern ilişkilere, aşklara dair kafadaki tüm soruları bu kez bir aşk romanı yazan ‘modern filozof’ Alain de Botton’a sorduk, yeni kitabı ‘Aşk Dersleri’nden yola çıkarak yeni nesil ilişkileri konuştuk.

Ali Tufan KOÇ 07 Ekim 2016 -
Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Yanlış insanla evlenmek, romanınızın ana damar konularından. Bir yandan da son araştırmalar, boşanma sayılarının katlanarak arttığını gösteriyor. Neden boşanmak, evlenmekten daha popüler oldu?

- Etrafına bir bak, herkes birlikte olmak isteyeceği kişiyi tanımlarken ‘nazik’, ‘eğlenceli’, ‘maceraya açık’, ‘etkileyici’ gibi laflar sayar. Bunları arzulamakta bir sakınca yok. Fakat mutluluğu yakalamak için biraz gerçekdışı niyetler bunlar. Modern insan hiç olmadığı kadar defolu. Bu yüzyılda, modern hayatın içinde yaşıyorsan nevrotik ve dengesiz olmaman mucize. Herkes az biraz deli, herkes belli bir seviyede ruh hastası.

Daha sağlıklı bir ilişkinin temelleri nasıl atılır?

- Birbirinizi tanıma evresinde “En sevmediğim özelliğim mükemmeliyetçi olmam” gibi cümleler kurmaktan vazgeçin. Huysuz, deli, ruh hastası taraflarınızı aylarca halının altına süpürüp saklamanın faydası yok. O halı, elbet bir gün havalanacak. Birbirinizi tanıma faslında,  arıza taraflarınızı olabildiği kadar karşılıklı dökmeye bakın. İyi gelecek.

AŞK İÇİN EVLENEN KALMADI

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Günümüzde romantik ilişkilerin, evliliklerin geçmişte kaldığına dair bir kanı var. Sizce de mutlu evlilik dönemi bitti mi?

- Evliliği, geri kafalı bir müessese olarak düşünmek kulağa çok cazip geliyor tabii. İnsan sevdiğiyle birlikte mutlu mutlu yaşayıp giderken neden bunu ele güne karşı tescil etme ihtiyacı hissetsin? Hayattaki tüm yakınlarını bir odada toplayıp “Bakın, ne kadar sevdiğime siz şahitsiniz” demek kadar saçma bir şey olabilir mi? Dünyada her beş kişiden dördü yapması gereken bir şey olduğu için evleniyor. Düzen böyle işliyor. Tanrı bizden bunu istiyor.

Evliliğe artık inanmıyor musunuz?

- ‘Evlilik’ten ne kastettiğimize bağlı... Günümüz evliliklerinin çoğu dayatma ürünü. Ya da başka başka sebeplerin sonucu: Anne-babanı memnun etmek, rahata ermek, sosyal baskıdan kurtulmak, çocuk sahibi olmak diye uzar gider liste. Âşık olmak, maalesef sıralamanın en altında. Sırf aşk için evlenen kalmadı ki evliliğe olan inancımız kalsın.

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Bir yandan bir anda âşık olmak sanki hiç olmadığı kadar kolay. Fakat günümüzde bir ilişki yürütebilmek aynı derecede zor. Neden?

-  Modern aşk fikri, birini sevmekten çok birine hayranlık duymakla güçlü bir şekilde ilintili. Birinin zihnine ve/veya fiziğine hayranlık duymakla başlar aşk. Karşımızdakini her geçen gün daha zeki, cesur ve güzel bulmaya başlarız. İnsan doğası bu; hayatı boyunca sürekli hayranlık duyacak, yörüngesinde dolanacak bir ışık arar durur. Aslında insana değil, ‘âşık olma’ haline âşık olur dururuz.

Âşk sandığımız şey aşk değil o zaman.

- Alakası yok. Ancak kendinden vazgeçebilince başlar aşk. Modern hayatta başkasının mutluluğunu, kendi mutluluğundan önce düşünebilir misin? Geçmiş yüzyıllarda bu çok mümkündü. İnsan hayatının kapladığı alan sınırlı, dünyası daha küçüktü. Hayattaki seçeneklerinin sonsuz olduğu bir düzende, kendinden vazgeçebilmek hiç de kolay değil.

HEPİMİZ YALNIZ ÖLMEK ZORUNDAYIZ

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

‘Ruh eşi’ne inanır mısınız? Herkesin bir ruh eşi var mıdır?  

- Yok, asla olamaz. Hayatta bizi gerçekten anlayan birinin olması teknik olarak mümkün değil.

Neden?

- Sevgilinizle istediğiniz kadar aynı görüşe, zevklere, ilkelere sahip olun; şiddetli ölçüde bir uyumsuzluk her zaman baş gösterir. Sebebi basit: Dünyaya farklı zamanlarda gelmişsiniz, başka ailelerin ürünüsünüz, deneyimleriniz farklı. Bir manzaraya karşı aynı şeyi düşünmek mümkün değil. Mavi gökyüzüne karşı biri yanındakinden son derece romantik ve büyüleyici cümleler duymayı beklerken, öteki belki de bu kareyi azap verici derece banal buluyor. Hayatımızdaki insan bizi bir noktaya kadar anlayabilir, gerisi hep yalnızlık. İstediğimiz kadar evlenelim, âşık olalım, biriyle aynı evi, hayatı paylaşalım; bu, günün sonunda yalnız olduğumuz ve yalnız öleceğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Hepimiz yalnız ölmek zorundayız. Doğa böyle işliyor.

Tuhaf bir ikilem yok mu bu durumda?

- Şu hayatta yaşayacağımız en utanç verici yüzleşme de bu zaten: Yalnızlığı kabullenmek. Gerisi kolay. Bununla barışmadan başlayacağınız her ilişki sakat doğar, sancılı geçer, saf mutluluk getirmez.

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Bir yandan yaşı ilerleyen her bekâr insan, “Yalnız yaşlanacağım” korkusuyla ilişki peşinde.

- Yapılan en büyük hata da bu zaten. İnsanların çoğu gerçekten âşık olduğu için değil, yalnız kalmak istemediği için bir ilişkiye başlıyor, hatta evleniyor.

Mutlu bir hayat, sağlıklı bir ilişki için önce yalnızlığımızı kabullenmemiz gerekiyor yani...

-  Kesinlikle. Hayatı boyunca aslında yalnız olduğunu, idrak eden, hayatı daha hafif, daha sorunsuz yaşar. Rahatlar bir kere. Daha yaratıcı olur. Şarkılar söyler, şiirler yazar, kitaplar üretir. Bambaşka bir mertebede yaşar, üretir. O seviyeye anacak kendi kendine yetebildiğini fark eden insan erişebilir.

Yalnızlığına alışan biri ilişkiden, evlilikten hepten uzaklaşmaz mı?

- Tam aksine, asıl kendi kendine yetebilen bir insan sağlıklı, mutlu bir ilişki kurabilir, bir başkasını gönülden sevebilir. Başkasının düşündüklerini tekrar edip durmaz, kendine ait bir görüşü vardır çünkü. Daha dikkatli dinler, kendini dinlemekten antrenmanlıdır çünkü.

VÜCUT EVRİMİNİ TAMAMLASA DA KAFA DEĞİŞMİYOR!

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Tamam, ruh eşi yok. Peki ya ‘ideal eş’?

- İşte, orada tamamen şans devreye giriyor. Dünya üzerindeki 7 küsur milyar insan arasında elbet sizi en iyi anlayacak, ruhunuzu tamamlayacak bir avuç insan var. Kim bunlar, neredeler, en ufak fikrimiz yok. Belki az önce sokakta yürürken yanımızdan geçti gitti, belki iki hafta önce Sydney’de hayatını kaybetti, kim bilir... ‘Big Data’, hepimizi kodlayıp etiketleyerek dev bir bilgi havuzuna atmadan kiminle nasıl kusursuz bir uyum sağlayacağımız bilinemez.

Etrafına, yakınlarına son derece anlayışlı ve yumuşak olan biri, neden sevgilisine dünyayı dar etsin?

- Çocuklarla kurduğumuz ilişkiyi düşün... Ufak yaştakilere karşı sonsuz bir toleransımız vardır. İster durduk yere çığlık atsınlar, ister elindeki oyuncağı garip bir şekilde yerden yere vurmaya başlasınlar; ‘çocuk’ der geçeriz, huysuzluğunu uykusuz olmalarına ya da acıkmalarına veririz. Oysa bir de yetişkinlerin ilişkilerdeki davranışlarına bak... Eşiniz, annenizin doğum günü partisine işi yüzünden geç kaldıysa gününüzü mahvetmek istiyordur. Eve gelirken diş macunu almasını birkaç kez hatırlatmasına rağmen unuttuysa kesin yapmak istemediğiniz bir şeyin öcünü alıyordur. Kulağa başta garip gelse de bilimin de kanıtladığı bir gerçek var: Yaşımız kaç olursa olsun, hepimiz, az biraz çocuk kalıyoruz. Dışardan koca yetişkin bireyler olarak gözükebiliriz. Vücut, fiziksel değişimini, evresini tamamlasa da kafa değişmiyor.

BOŞANMAK DA EVLİLİK KADAR KUTLAMAYA DEĞER OLMALI

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Bir müessese olarak evlilik nasıl kurtulur?

- Ancak ve ancak evlilik öncesi söylenen yemin metnini yırtıp baştan, yeniden yazarak...

Eşini, sağlıkta hastalıkta, iyilikte kötülükte yalnız bırakmayacağına ve hep yanında olacağına dair yemin etmenin, söz vermenin neresi yanlış?

- Yanlış değil, gerçeklikten uzak. Fazla optimistik, aşırı iyimser. Maalesef hayat her zaman aynı iyimserlikte ilerlemiyor. “Evet” demeden önce sarf etttiğimiz büyük laflar, farkında olmadan bizde ağırlık yapıyor. Bu yüzden, sözünü yerine getirmediğinde yenilmiş hissediyorsun, boşanma eşiğine geldiğinde insan karşısına çıkamayacak kadar utanç içinde buluyorsun kendini. Oysa boşanmak da evlilik kadar kutsal ve kutlamaya değer olmalı. Evlilik öncesi verilen yeminler yüzünden boşanmak bir insanın başına gelip gelebilecek en kötü şeymiş gibi gözüküyor.

Nasıl olmalı ideal evlilik yemini?

- Çoğu zaman kavga edeceğiz, mutsuz olacağız, acı çekeceğiz, bu deliliği yaptığımız için pişman olacağız. Seks hayatımızın yavaş yavaş ölmesine tanıklık etmeyi de  kabul ediyor, ilk gün heyecanının kaybolacağına baştan razı oluyorum. Yıllar sonra, evlenmenin hayatta aldığımız en kötü karar olduğunu fark ettiğimde paniklemeyeceğimi kabul ediyorum. Amin.

DERİN SOHBET HER ZAMAN İYİ SEKSİ DÖVER

Sizden bir felsefe yazarı, aşk düşünürü gözüyle birkaç ‘ilk buluşma’ tavsiyesi vermenizi istesem..

- Karşınızdaki kişiyi bir an önce soymayı değil uzun ve güzel sohbet etmeyi hayal edin. Burnu, gözleri ne kadar ilgi çekici olursa olsun bir süreden sonra gözünüz alışacak, sıradan gelecek. Birbirinizi, saatlerce sıkılmadan konuşacak kadar enteresan bulmuyorsanız, o ilişkiden hayır gelmez. Çoğumuz farkında değiliz ama günün sonunda derin ve ilginç bir sohbet, her zaman iyi seksi döver. Tercihimiz, başta seks gibi gözükür. Ama asıl kazanan, sohbeti güzel olan olur.


Alain de Botton , aşk dersleri , modern filozof

Yayınlanma Tarihi : 07 Ekim 2016 

ADETTENDİR!

ADETTENDİR!
Bir pazar sabahıydı. Oda kalabalıktı. Annem, babam ve üç ablamın dışında genellikle hafta sonları bizde kalan halam ve iki kuzenim de vardı. Hepimiz aynı odadaydık.
Üzerimde annemin diktiği pembe küçük çiçekli pazen geceliğim vardı. Tekli koltukta otururken kalktığımı hatırlıyorum. Bunu gerçekten çok net hatırlıyorum! Koltuk odanın pencere kenarındaydı. Odanın kapısı ise tam karşı tarafta... Ben odadan çıkmak için kalkmıştım. Kapıya doğru geldiğimde annem de benim hemen arkamdan kalkıp bir hışımla geceliğimin arkasını eline dolayıp benimle birlikte odadan çıkmıştı. Anlam verememiştim bu davranışına annemin, ama tepkimi vermiştim eteğimi çekerek aynı hışımla...
Bu anın ikincisi olarak aklımda kalan banyo, mutfak ve tuvaletin olduğu kısmı bölen kapının arkasına beklememi söylemişti. Mutfakta alelacele bir şeyler yapmış, elinde kirece benzer bir bardak sıvı karışımını bir büyücü edasıyla “al iç şunu” deyip bana vermişti. İçerken zorlanmıştım. Yavan bir şeydi. Nedir bu diyebilmiş miydim? Niçin bunu içtiğimi sormuş muydum? Neler oluyor demiş miydim? Bilemiyorum, o kadarını hatırlamıyorum. Ben o kireç tadındaki iğrenç karışımı içerken, “aklı başına” deyip, hem de üç kez tekrarlamış,  bir yandan da başıma vurup durmuştu.
Sanırım adettendi!...
Aklım başımda mı değildi? Yoksa aklım kanayınca mı başıma gelecekti? Döllenmeyen ilk yumurtanın kan olarak dışarı atılmasıyla, benim aklımın başıma gelmesindeki bağı kuramamış olmalıyım!
Annemin bu yaptığı davranış karşısında şaşırmış, hatta bildiğim bir şeyi ilk kez olurken annemin davranışından korkmuş olmalıyım ki ağladığımı da hatırlıyorum.
Annem eski beyaz bir çarşafı yırtarak parçalara ayırmış, ince uzun bir parmak kalınlığında katlamış çamaşırımın arasına koymamı söylemişti. Bir de sedirin altında, portakal sandığında (o portakal sandığı benim dolabımdı) bana ait giysilerden üzerimi değiştirmem için kıyafet getirmişti. Geceliğimin arkasına baktığımda küçük, yuvarlak, kan lekesi vardı. İlk adet kanamamın lekesiydi bu...
Büyümüş müydüm? Kadın mı olmuştum? Üremenin başı sayılan 13’lü yaşlarındaydım, bu bilinen ve beklenen bir şeydi. Bu kadınlara özel durumu ablalarımdan dolayı biliyordum zaten.

O günü hareketsiz geçirdiğimi hatırlıyorum. Sık sık da tuvalete gittiğimi...

2 EKİM 2016

YENER BALTA

KİTAPEVİ SAHİBİ

KİTAPEVİ SAHİBİ
Bulunduğumuz binanın en üst katında ben çalışıyordum. Onun kitapevi, asma kattaydı. Girişi içeri ve dışarı açılan camlı kapılarındandı. Geliş ve gidişlerimde asansöre binmiyordum. Merdivenlerden inip çıkarken, kitapevi dikkatimi çekerdi.
Apartman Ankara’nın eski, yıkılıp yenisi dikilmeyen şanslı binalarındandı. Geceleri Sakarya’nın sarhoş müdavimlerinin uğrak yeri olan, bina girişinin her iki yanında lokanta vardı. Asıl kaynağı bu lokantalar olan, görmeye bile tahammül edemediğim o siyah hamam böceklerine merdivenlerde rastlamak sinir bozucuydu.
Onu, işe geç kaldığım bir sabah görmüştüm. O yaşına göre çok özenli bulmuştum kendisini. Kadife kahverengi pantolonu, yeşil kaşe ceketi, ceketinin içinde o yılların modası oduncu gömleği vardı. Saçının ön kısmı dökülmüş olsa da kalan kısmı taralı, her iki yana kıvırdığı hafif uzun bıyığı saçını rengiyle aynıydı. Anahtarı çeviriyordu ki apartman ışığı ayarlanan süreyi tamamlamıştı. Dış kapıdan sızan ışık apartmanı yeterli aydınlatmıyordu. Tam yanından geçerken aynı anda ışığın düğmesine uzanmıştık. Ellerimiz havada kalmıştı.
            Tok sesindeki kibarlığıyla, “pardon, sizi fark etmedim, günaydın kızım” demişti. İçime kaçan sesimle “günaydın” diyerek, zora ki bir gülümsemeyle selamladım kendisini. Günaydınımı duyduğunu pek sanmıyordum. Kafası meşgul gibiydi.
            Babamı bir ziyaretimde, “bir ara şu dosyayı çalıştığın binanın giriş katındaki kitapevine bırakıver kızım” demişti. Şaşırmıştım!.. “Sen, tanıyor musun baba?” diye sormuştum. “Evet, arkadaşım sayılır” demişti. Bir de adını küçük kağıda yazmış olduğu kitabı almamı istemişti.
Kapıyı ittiğimde küçük bir çanın sesiyle irkildim. İçeri girdiğimde duvarlar raflarda duran kitaplarla doluydu. Ortada küçük, yuvarlak bir masa vardı. Çevreme bakınırken, “Buyurun, aradığınız kitap varsa yardımcı olayım?” demişti.
Önce kendimi tanıtmış, tanıtırken de babamın adını vermiştim. Dosyayı kendisine uzatmıştım. Teşekkür edip babamı en kısa zamanda arayacağını söyledi. Babamın istemiş olduğu kitabı biraz düşündükten sonra, “bu yeni çıkan yayınlardan henüz gelmedi, bu günde yarın da gelir” demişti. “Yine uğrar sorarsınız” diyerek, masadaki çalan telefona baktı. O arada ben raflardaki kitaplara göz gezdirdim. Ne çok okunacak kitap vardı...
*
            Babam hastalığından dolayı evden pek çıkmıyordu. Onun dışarı işlerini ben üstlenmiştim. Bir gün sarı zarfa koyduğu birkaç kitabını üzerinde yazdığı adrese bırakmamı istemişti. Adres, Kolej’de kolay gidebileceğim bir yerdi. Bu babamın kendi kitaplarıydı. Yıllar sonra birkaçını bastırmış ve yakın çevresine dağıtıyordu.
            Adrese bir arkadaşımla birlikte gitmiştim. O sokakta arabayı bırakıp çıkamayacağımı biliyordum. Sokak dardı. Sağlı sollu park edilen araçlardan dolayı ancak tek araba geçebilirdi.
            Zamanında Ankara’nın en varlıklı ailelerinin oturduğu bir apartmandı. Asansörle çıktığım ikinci katın sağ tarafındaki kapıydı numarası. Zile bastım. Bu kapının ardında kim bilir ne hayatlar yaşanıyordu. İnce bir dikdörtgen levhanın adına kapı denmişti. Kapı içeri ile dışarıyı, özelle geneli bir birinden ayıran, adına anahtar denen küçücük bir metal parçayla açılıp kapanan bir geçişti.
Kapı açılmıştı. Kapının arasından uzanan kişi işte o kitapevinin sahibiydi. Zaman geçtiği için adını hatırlayamadığımdan karşımda görünce şaşırmıştım. Ama kendisi beni ilk defa görür gibi karşıladı. O kapının ardındaki kokuda babamın evinin bir benzer kokusunu hissetmiştim. Kitaplardan oluşan bir kale, bilgisayarın klavyesinden dökülen anılar, ne olursa olsun üretmenin verdiği enerji ile yaşama azmini hissetmiştim. Yalnızlık bir insana, hele ki erkeğe yakışmıyordu...
Beni içeri buyur etse de girmedim. Arkadaşımın beklediğini söyledim. Kitapları kendisine uzattım. Ayaküstü küçük sohbetimizde yönelttiği sorularla benimle ilgili kısa bilgi edinmişti. Çok kibar hali ile yaşımı sormuş, “küçük kızımla yaşıtsınız” demişti. “Dur bir dakika kızım” deyip mutfağa gitmiş, içeriden” yalnız yaşıyorum, kendi yemeğimi yapabiliyorum. İdare ediyoruz işte...” deyip durumunu bildirmişti. Dış kapı salonun karşısındaydı. Neredeyse her yer kitapla doluydu. Sehpa üzerleri, duvarlar, ortadaki yemek masası... Aynı zamanda o çalışma masası olsa gerekti. Üzerinde bilgisayarı duruyordu.
“Bir dakika” deyip diğer odalardan birine girmiş elinde iki kitap ile gelmişti. “Bunlar benim kitaplarım. Size vermek istiyorum, çok özür diliyorum, adınız ne idi tekrar söyler misiniz?..” deyip kitaplarını benim için imzalamıştı. “Gün Gördüm Yüzler Gördüm, Kar Altında Güller Var” adlı kitaplarıydı. Her iki kitabını da bir solukta okumuştum. Yaşadığı kişisel tanıklıklar, izlenimler ve söyleşilerden oluşuyordu. Şimdiye kadar bu tarz bir kitap okumamıştım, ilgimi çekmişti.
Ayrılırken yalnızlığın verdiği sıcaklığı arar olduğu hissini yakalamış, ayaküstü bir sohbetin sıcaklığı bile evi ısıtmıştı o soğuk Ankara kışında...
*
Babam ile telefonla görüştükten sonra, bir yemek sohbetinde buluşmaya karar kılmışlar. Ulaşımında eşlik edeceğim babam için yemekte ben de olacaktım. İleri yaştaki insanların sohbetlerinin ne kadar dolu geçtiğini kendi yaşıtlarımla geçirdiğim bazı sohbetlerin yavanlığında daha iyi ayrımsıyorum. Can kulağı ile sohbetlerinin dinleyicisi oluyorum. Bu doyurucu sohbette ne çok öğrenilecek şey var deyip kendim için kaygılanıyorum. Aradaki yaş farkı tesellim oluyor.
Bu sohbette babam övgü ile bahsederken benden, öykü yazdığımı paylaşıyor. “Okumak isterim” diyor. En kısa zamanda mail atacağımı bildiriyorum. Birkaç öykümün üzerinde çalışarak geri yolluyor. Kendi yazdığı yazılardan da bana yolluyor bir armağan gibi. Arı bir dille yazdıklarını okurken o anlatıların içinde buluyorum kendimi.
*
Daha sonraki karşılaşmamız, babamın gidiş yolculuğunda oluyor kendisiyle... Tören boyunca yanımda bulunuyor tüm sevecenliğiyle... Babam için ‘gerçek olan’ güzel sözler söylüyor.
Babamın ardından hazırladığım kitap için özellikle yardımcı olmak istiyor. Oldu da, hem de benim için en önemli aşamalarında...
Bu kitap için beni aramasını beklerken, kendisinin arkadaşı, benim de öğretmenimin gidişinde rastladık birbirimize... Tören sırasında, ‘babamın dini tören için vasiyeti olup olmadığını’ sormuştu. Bu sorunun bir benzerini, benim babama sorduğumu söyledim. “Toplumla ters düşmeye gerek yok, çok başınız ağrır kızım, bildikleri gibi olsun...” dediğini söylemiştim.
Kitap için, “birlikte üzerinde çalışalım” derken, Kızılay’da ki Mülkiyeliler’de buluşmuştuk. Kendisine posta ile yolladığım çıktılarla birlikte üzerinde yaptığı düzeltmeleri tek tek göstererek, sayfa sayfa ilerlemişti sohbetimiz. Her bir sayfaya  tanıklık eden anıları, yazıları ve deneyimleriyle sohbet uzamıştı. O kadar sürenin nasıl da dolu dolu geçtiğinin farkına varmamıştım. En son basılmış olan “Ortak Belleğimizdir Dostlar...” adlı kitabını adıma imzalamış yanında getirmişti. Babamın onca basılmaya hazır kitapları hakkında bir yayıncı olarak haklı olumlu-olumsuz eleştirileri, umutsuz değerlendirmeleri; okunmayan bir zamanda basılmasına pek de sıcak bakmadığını söylemişti.
Bir bayram mesajı ile kendisini hatırlamak istedim. Kendisi telefonla arayarak; içinde bulunduğu durumdan dolayı beni çıkaramadığını tüm kibarlığı ile bildirip kendimi hatırlatmamı istemişti.
Üzülmüştüm!
Kitap için hazırladığı yazısında bilgiye de yer vermiş, babamla ilgili uzunca yazmıştı. Hazırladığım kitabı son şekline getirmiştim. “Ben görmeden baskıya girmesin olur mu kızım?” diye de tembih etmişti. Attığım elektronik posta ile düzeltme yapamayacağından bir çıktısını istemişti benden, yollamıştım.
Son düzeltmeleri de yapmış, çok yerinde müdahalelerde bulunmuştu. Kendisine sonsuz teşekkürlerimi kitap da teşekkür cümlesiyle belirtmek istesem de “gerek yok” deyip istememişti. Hazırladığım kitabın içerik olarak da pek doyurucu olmadığını tüm içtenliği ile söylemişti. Ben de gerekli açıklamayı yaparak, bunu bilincinde olduğumu, yine de bastıracağımı bildirmiştim.

YENER BALTA,

15 EKİM 2016