26 Nisan 2017 Çarşamba

ÇÖP KONTEYNERİ

ÇÖP KONTEYNERİ

Marketin önünde 9-10 yaşlarında erkek çocuğunu çöp konteynerini karıştırırken gördüğümde içim burkuldu. Çantamdan cüzdanımı çıkarttım. En küçük para olarak iki 20 lira vardı. Bir 20 lirayı avucumda katladım.. Üzeri, teni boz karaydı.  Konteynerin griliğinde seçilmiyordu. Kol hizasından konteynerin içine sarkmıştı. Çöpte bulduğu yumurtaları bir bir çıkarıyordu. Marketin attığı tarihi geçmiş yumurtalar olsa gerekti. Elinin karalığında yumurtanın beyazı parlıyordu. Bir ara başını kaldırdı. Yüzünde ifade yoktu. Kara yüzünde gözünün beyazı sarıya kaçıyordu. Parmaklarının ucundaki beyaz yumurtaya nadide bir şey bulmuş gibi baktı, yandaki kutuya bıraktı.
Çöpü karıştırmaya devam eden çocuğa yanaştım. Beni farkettiğinde irkildi. Bir an geri çekildi. El hizasından parayı kendisine uzattım.
“Bunu kabul eder misin?” dedim sevecen bir sesle… Ne dediğimi anlamamış gibi bana baktı.
“Bunu kabul eder misin? diye tekrarladım. Dilimizi mi bilmiyordu? Ne de olsa son yıllarda Suriyeliler yurdumuza sığınmışlardı. Hemen parayı almaması dikkatimi çekti. Belki de istemeden ilk defa bir kişi para veriyordu. Bilemedim. Elimdeki parayı uzatırken al dercesine hareket ettim. Bu sefer anlaşmıştık. Parayı usulca elimden aldı. İfadesiz yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.
Yanından ayrılıp markete girdim. Reyonlardaki ürünlerden istediğimi alabilecek durumdaydım. İçeride alışveriş yapanların özgürlüğü bu çocukta yoktu.Üzüldüm. Alışveriş yapan annenin, yanındaki küçük kız çocuğunun şımarışını izledim. Seçme ve alma özgürlüğünün dışarıda rastladığım çocukla kıyasladım.
Kısa süren alışverişimi bitirip çıkmak üzereyken geniş ve boş alanda az önce gördüğüm kara çocuğu kaybetmiştim.

Yener Balta, 21.4. 2017

20 Nisan 2017 Perşembe

ANI HIRSIZI

ANI HIRSIZI
Anı hırsızı koydum adımı. Dosyalarını, kitaplarını pek de emin olmasa da acabasıyla bana bırakıp gitse de sanki özel eşyalarını karıştırıyormuşum gibi hissediyordum kendimi.

Babam biri yapamasa diğeri yapar umuduyla yapacağına inandığı kişilere kendisi için o zaman neyi ürettiyse ve kendisi için önemli konu ne ise birer kopye çoğaltıp vermiş. O kendisine yakın hissettiği kişilere…

Bir iki tanıdığı; bundan sonra madem sen ilgileniyorsun diyerek, babam tarafından emanet edilmiş dosyaları bana teslim ettiler. Eminim çok da hafiflediler!.. Böyle bir yükün altında ezildiklerini tahmin ediyorum. Yoksa babamın gidişinin ardından bir yıl içerisinde bana teslim etmezlerdi. Onlar için o dosyalar yüktü, sorumluluktu, yerine getirilecek bir zorunluluktu!.. Evde, tozlanmış bir köşede durması bile onlar için bir meşguliyetti. O yükten kurtulup hafiflemiş olmalıydılar. Bazılarını elden, bazılarını da kargo ile teslim almıştım.

İlk merakım, bu dosyaların babamla birlikte basmış olduklarımızdan olup olmadığıydı. Merakımı yenmek için gelen dosyaların başına geçtiğimde kendimle hesaplaştım. Duygulanmak ağlamak yok dedim. Sözümü geçirebilecek miydim kendime!.. Uzun uzun baktım. Her dosyanın bir kapağı vardı çıktı olarak. El yazısı ile notları, gazete küpürleri, fotokopiler, gelen yazılar, yolladıkları, yazdığı asıl konular…

İçlerinden birinde durakladığımda kendisinin, yazar, şair sıfatlarını taşıyan gençlik arkadaşıyla bir dosya dolusu ve ekte birbirlerine yolladıkları, kendi yolladığının da birer kopyasını tarih sırası ile dosyalamıştı.

Bu ne güzel bir disiplindi. Her zaman hayran kaldığım özelliklerindendi babamın. Bir mektubunda, “neden seninle yazışıyorum” deyip açıklamıştı. “Yazarsın ne de olsa, beni anlayan, benim dilimde konuşansın” demişti. “Yazılarımı yanıtsız bırakmayacağını biliyorum, geç de olsa yanıtlarsın” demişti. Yazarak besleniyorlardı birbirlerinden. Aziz Nesin’in şu sözü aklıma gelmişti o satırları okurken. “Yaza yaza yazar olunur “ demiş, çok da doğru söylemişti. Çünkü neyi çok yaparsa o konuda gelişiyor insan. Kimi mektuplarında farklı şehirde oldukları için, kimin çözülecek bir işi varsa, diğeri diğerinden rica etmiş. Kırgın olduğu bazı arkadaşlıklarına aracılık etmiş. Arayı bulmuş babam. Dostluklarını, mektuplarında öyle güzel dillendirmişler ki ifade edilemeyen mutluluğu yazıya döküp paylaşmışlar. Heyecanlara da rastladım satırlarında. İyisiyle kötüsüyle satırlar zincirleri olmuş dostluklarında…

1977 yılında “Sevgili Yener Kardeşim” diye benim adıma gelen ve bana hitaben daktilo ile yazılan bir mektubu bulmanın heyecanı ve şaşkınlığı ile bir çırpıda okudum. Ben de, bana gelen mektupları şu yaşıma kadar saklamış olsam da, daha küçük olduğumdan babam bana gelen bu mektubu dosyasında saklamış.

İlerlemiş sayfalarda mektuplara ek olarak arkadaşının bir çocuk öyküsüne rastladım. Çok da hoşuma gitti. Geri kalan mektupları da hızlıca gözden geçirdim.

Babamın çoğu arkadaşlığını ben devralmıştım. İki bilgenin dosluğunu asla başaramazsam da hatır amaçlı haberleşirdik kendisiyle…

Biraz geç sayılacak bir saatte kendisini aradım. Rahatsız ettiğimi düşünerek aradığımı söyledim. “Senden hiçbir zaman rahatsız olmam. Araman beni her zaman mutlu eder. Yeter ki ara rahatsız olayım…” Yazıları kadar sohbeti de tatlı olan arkadaşı ile konuştum. “Sizinle olan mektuplaşmalar adlı dosya şu an elimde… Satırlar arasında “anı hırsızı” hissettim kendimi. Ne güzel şeyler paylaşmışsınız satırlarınızda. Hayran kaldım, özendim…”

Kendisi babamın ne kadar prensipli olduğundan bahsetti. “Ben onun kadar olamadım…”
“Sizi neden aradım biliyor musunuz?” dedim.
“Mektuplarınız arasında bir de çocuk öykünüzü yollamışsınız. Bir kopyasının sizde olmadığını düşünerek size yollamak isterim” dedim.
Hala çocuk öyküleri yazdığı ve daha birkaç hafta önce yeni çıkan çocuk öykü kitabını satın alıp okumuştum. O öykünün dosyalar arasında kalmasını istemedim. Çok sevinmişti kendisi. Bekleyeceğim demisti. Sohbet uzayıp gitmişti.

Tıpkı babamla olan sohbetleri gibi, yeni projeler üzerinde çalışılan konular, yazı olarak olmasa da telefonda paylaşmıştık. 
Yaşının ileri oluşundan dolayı emanet dosyaları için kendisine sitem etmemin bir anlamı yoktu…

Yener Balta, 1 Nisan 2017