3 Temmuz 2008 Perşembe

HAPBA NİNEMİN ÇORAPLARI


HAPBA NİNEMİN ÇORAPLARI

Yine çoraplarıyla uğraşıyor Hapba Ninem!

Ne anlıyor onlarla uğraşmaktan, ne çok zaman geçiriyor çoraplarıyla uğraşarak...

Tek tek, özene bezene elleriyle düzeltiyor, çiftliyor. Antep harbinden kalma, büyük ceviz sandığının içine, parmak uçlarından yuvarlayıp iç içe geçirip top yaptığı çoraplarını... Artan kumaş parçalarını bir araya getirerek diktiği bohçaya koyuyor her sabah yaptığı gibi. Dedemden kalan çorapların neredeyse tümünün topuk ve parmak uçları ya yamalı, ya örülmüş...

Savaşı gören her yaşlının yaptığını yapıyor, bir lokma ekmeğin ne demek olduğunu, yokluğun ne olduğunu varlıktayken bile iyi biliyor.

Hapba ninem iki oğul, iki de kız doğurmuş, her iki oğlundan dörder torun sahibi olmuş. Kızları saymıyor evlattan, çünkü öyle biliyor. Değeri yok kadının, “kadın erkek için yaratılmış” diye öğreniyor kendi büyüklerinden.

Oğullarının her ikisi de, Alleben Deresi'nin kenarında, debbağlıkla (tabaklık, tabaka deri işleme) uğraşıyor. Eski Antep evlerinden birinin küçük, ahşaptan yapılmış kuytu, karanlık odasında yaşıyor, tek başına.

Oğullarıyla, gelinleriyle, torunlarıyla mümkün olduğunca görüşmüyor. Her öğünde yemeğini kapı eşiğine bırakmaları yetiyor. Kendi alıp yiyor, her gün yaptığı gibi… Boş kabını da dolunun yerine koyuyor, getirenin önemi yok onun için.

Pek konuşmaz Hapba Ninem. Pek değil, neredeyse hiç konuşmaz. "Adamın boşu boş konuşur, dolusu gerektiğinde konuşur" der durur, boş konuşan birini duyduğunda.

Duvar sertliği yüzünü hiç gülerken gören olmadı. Kimselerin yüzüne bakmazdı konuşurken. Zaten pek de konuşmazdı. Neydi içinde sakladığı acısı, kızgınlığı, öfkesi, yüzüne vuran!..
Kara çarşafından bir tek yüzü görünürdü. Yüzü çarşafının boz bulanık rengini almıştı sanki. İki kat olmuş bedeni, küçük bedenini daha bir küçük gösteriyor, kırışmış derisi, büzüşmüş elleri görünmese yaşını tahmin etmek çok zordu Hapba Ninemin.

Bağa gitmediği zamanlar avluda geçirirdi gününü. En çok tahta merdivenlerin kenarına doladığı,  
tadına doyulmadığı hönüsü üzümün, gölgesinde oturmaya bayılırdı. Üzümler olduğunda yeşil asma yaprakları örterdi; o kara, mor, kırmızı, pembeye çalan renkli salkımları...

Hayatın (avlu) içinde bir yerden bir yere zembille taşıdığı şey, her neyse onun yorulmasına yetiyordu. Asmanın gölgesinde oturup iki kat olmuş bedeninde, başı önde soluklanmak için derin nefes alırdı sık sık…

Torunların uzak tutulduğu, yerden ayak bileği yüksekliğinde olan kuyu, geceleri üzeri paslanmış kara teneke ile kapatılır, onun üzerine de ağır bir taş konurdu. Kuyuya saldığı satılla şeker tadında suyu her içtiğinde "yarabbi şükür" demeyi ihmal etmezdi.

Mevsimlerden bahardı. Önümüz yazdı. Hapba ninem evin direğiydi. Bağ bozumunda toplanan üzümlerin işi çoktu. Bizim için ayırdığı üzümlerden ne çok şey yapılırdı. En çok cevizli sucuğun tadı damağımda hâla. Bir kol uzunluğunda kesilen iplere cevizler, yorgan iğneleriyle geçirilir, belli aralıklarla dizilir, kıvama gelen kazanın içine defalarca batırılıp ipe asılırdı tek tek. Beyaz bezlere serilen bastıklar güneşte kurutulup, bezden ayrılarak katlanıp, daha sonra bizlerin yemesi için günümüzün buzdolabı mağaralara konması benim için merak ve heyecan dolu bir süreçti.

Ne çok ayak bağı olurduk bizler! Ne çok laf işitirdik büyüklerden. Yine de bozmazdı onların azarlamaları bizlerin eğlencelerini. Üzümlerin eşsiz tada dönüştüğü koca kazanlarda, sapı uzun tahta kaşıkla karıştırılmasında yanına yaklaştırılmaz, yukarı süyükten (merdiven) bakar, o altın sarısı dönen hareyi izlerken sanki beni içine çekecekmiş gibi hissederdim.

Ne olduysa o yaz oldu! Amcam, debbağlıktan geçinemediği için 
o zamanlarda pek rağbet gören Almanya'ya gitmişti. Yalnızca her iki kız kardeşi evlenme çağı geldinde gelmişti Gaziantep’e… Babamında sağlığı debbağlık yapmaya yetmediğinden, baba mesleklerini ister istemez bırakmışları. Bağ bozumu gibi, aile bozumu yaşanmıştı evimizde.

Antep evlerinin tipik özelliği olan sarıya kaçan taşlar (havara taşı, yumuşak kalker), artık griye dönüşmüştü. Bahçedeki asma yaprakları sararmıştı. Kötü kötüyü çeker gibi o dönemlere denk gelen en kötü şey olmuştu! Hapba Ninem yolun karşı tarafına geçip, Alleben Deresi kenarında soluklanmak isterken, marul dolu el arabasını fark etmeyip, satıcınında bir sağa bir sola bakarak "semiz, yeşil bunlar..." diye sürdüğü el arabasının kendisine çarpmasıyla yere yığılmıştı. Habba ninem, başını derenin kenar taşına çarptığından oracıkta gidivermişti.

O anı bugün gibi hatırlıyorum. Babam, beni avludan çıkmamam için tembihlemişti. Çocukların ölümle tanışması doğru değildi onlar için.

Hapba ninem gitmişti! O gülmez yüzü, benim için gülüyordu artık! Bizlere pek hissettirilmeyen ölümü, büyükler kendi aralarında yaşamışlardı. En çok ağıtlar kulağımdan gitmez nedense. Bir de tepsi tepsi gelen cenaze yemekleri... Kendi gibi bereketliydi gelenler. Babama ağır gelmişti Hapba ninemin gidişi. Amcam, Almanya'da umduğunu bulamamıştı. Halamlar da gelin gittiği evde huzur bulamamıştı. O güzelim Antep evi satılmış, herkes payına düşeni almıştı.

Biz, damı 
tuğla ile çevrili eski bir eve taşındık. Babam Antep'te pek geçerli olan baklavacılığa temelden başlamış, annem dikiş dikerek evin büyük yükünü üstlenmişti. Biz ise hayatın ne kadar zor olduğunu bilmeden büyüyerek, zorlukları onların üzerinden kendi sorumluluklarımız için üstlenmeye hazırlanıyorduk.

Hapba ninemin neden çorapları ile o kadar zaman geçirdiğini büyük halamın; "sandığı açalım, sandığı açalım..." ısrarları üzerine anlamış oldum! Acele etme deseler de, halam ısrarlıydı sandık konusunda.

Bir akşam halam, Hapba ninemin o gizemli yaşantısına girdi sesizce. Kapının açık kalan aralığından, ışığın izin verdiği ölçüde gördüklerim beni meraklandırmıştı. Halam, Hapba ninemin yatağının üzerinde, sandıktan çıkardığı parça bohçasını açarak, tek tek, iç içe geçmiş çorapları acelesi varmış gibi, bir şey ararmış gibi bakmasıyla anlamıştım.

Hapba ninem tüm parasını o çoraplarda gizlermiş meğer!.. 


Habba ninemin, tek salkımına kıyamadığı üzümlerinin, bizim için tırmanılması en eğlenceli olan, gölgesinde dinlenilen ceviz ağaçlarının, sonu belli olmayan verimli toprakların yerinde beton yığınları dikili şu an.

Çocukluğumun o unutulmaz anıları hala belleğimdeyken, o güzelim toprakların üzerinde yapılan apartmanların birinde oturuyorum şu an. Geçmişin anılarını silerek. Evin balkonundan geceleri gökyüzüne baktığımda, yıldızlar göz kırpmıyorlar artık! Zaman zaman çocukluk anılarım aklıma gelse de, çağın yaşam akışına uymazsak, sanki eksik kalacakmışız gibi. Hapba ninemden babama kalan, torunlarımızın torunlarına yetecek kadar bereketi olan toprakların bu şekle dönüşmesi ne acı.

YENER BALTA
2 TEMMUZ 2008

6 yorum:

Yener Balta dedi ki...

Yener Kızım,
Aferin. Çok güzel olmuş...
Bol bol yıldızlı pekiyi!
HB
x

Yener Balta dedi ki...

Yenercim eline sağlık...
Bunları kitap ne zaman yapıcaksın?

öperim,
Ödül

Yener Balta dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
Yener Balta dedi ki...

Teyzeciğim,
Çok güzel bir yazı...
Geçmişin büyüsünü çok güzel anlatmışsınız
Elinize, kaleminize sağlık...

GİGİ

oktay27 dedi ki...

Yenerciğim yazdığım gibi çok duygulu ve güzel olmuş.Ne güzel günler di o günler.iyiki yaşamışız ,iyiki o masal kahramanları gibi pamuk nenelermiz sevecen dedelerimiz yaşamımızda karşlıksız ve çıkarsız sevmeyi bize öğretmişler.Ellerine sağlık mahhalle uşaa...

FEV dedi ki...

Yener Balta'nın, Babası Hayri Bilge Balta'dan, yazarlık virüsünü en büyük ölçüde kapan kızı olduğunu biliyordum. Bir kaç yazısını da okumuştum. Ama böyle bal tadında yazdığını bilmiyordum doğrusu. Yener'i yüreğimin bütünüyle kutlarken, onu geç keşfettiğim için de kendimi kınıyorum.
FEV