19 Aralık 2010 Pazar

TAM BİR YAPRAK DÖKÜMÜ

TAM BİR YAPRAK DÖKÜMÜ

Mahalle gibi olan sitede herkes tanırdı onu. Çok bilmiş, tuttuğunu koparan, anaç kadındı Zekiye hanım.

A'dan Z'ye, her harfin oluşturduğu 12 bloktan ve 10'ar daireden oluşan sitede, henüz çevre düzeni yapılmamış, ısınma için kombiler takılmamış, ara sıra taşıma suyuyla idare ettiğimiz binanın üçüncü katında onlar, beşinci katında biz oturuyorduk.
Annem ve Zekiye hanım komşuluktan öte dost, hatta kardeş kadar yakın olmuşlardı. Gündüzleri evde oldukları için birlikte zaman geçiriyor, pişirdiklerinden tabak tabak birbirlerine veriyorlardı.

O zamanlar ben okulu yeni bitirmiş, iş hayatına yeni başlamış, bir dergide çalıştığım için akşamları geç gelip sabahları erken gidiyordum. Sitede neler olup bitiyor, o gün binanın, evin ne gibi sorunu olmuş annemden öğreniyordum.
Zekiye hanım evlerinin direğiydi. Evi her bakımdan çekip çeviren kendisiydi. Çekilmez bir kocası, laf anlamaz iki oğlu vardı. Her iki oğlu da ilkokulu bitirip, ortaokuldan terkti.

Eğitim, hele ki okul eğitimi onlardan çok uzaktı. Baba, bir bakanlıkta çalışmış, şoför emeklisiydi. Emekli parası ile bir taksi plakası satın almış, bir de taksicilikte kullanacakları yeni bir araba almışlardı. Araba onlar için yeni doğmuş bebek gibiydi. Hayatları onun çevresinde geçiyordu. Kova kova sularla yıkıyor, kuruluyor, parlatıyorlardı. Hatta bir gece dergiden geç döndüğümde evin balkonundan kocasının yol kenarında duran arabasını tuttuğu el feneri ile kontrol ettiğini görmüştüm. Onlar için araba umuttu...

İki oğlu ve kocası vardiyalı çalışıp taksiyi hiç boş bırakmıyorlardı. Ya küçük oğlu, ya da büyük oğlu, seyrek de olsa babaları kullanıyordu arabayı. Bir şekilde oğullarının eğitimle kazanamadıkları mesleklerini, babaları bu şekilde sağlayarak iş sahibi, meslek sahibi yapmıştı.
Bir akşam annem hararetli bir şekilde apartmanın merdiveninde, küçük kardeşin abisini elinde bıçakla kovaladığını, ağza alınmayacak küfürleri sarf ettiğini, birinci katın apartman penceresinden boşluğa atlayıp zor kaçtığını anlatmıştı.

Zekiye hanım annemde teselli bulmuş, ayılıp bayılmış, sakinleştirene kadar bayağı uğraştığını anlatmıştı. Birkaç gece eve gelmediğini, aralarında çıkan tartışmanın kaynağını bile bilinmezken büyük oğlunu göremez olmuştu.

Büyük oğlu bir gün çıkagelmiş, yanında da bir kızı getirmiş, biz evleneceğiz demişti. Zekiye hanım yine annemle dertleşmiş; "Bunlar yerine taş doğursaymışım…" deyip, "Allah bana niye kız evlat vermedi" deyip yazıklanmıştı.

Evliliğin ilk zamanları, aynı evde yaşanılan sorunlar büyüyünce ayrı eve çıkarmışlardı.büyük oğullarını… Küçük oğlunu kendisine benzetip; "bundan bana bir zarar gelmedi, ama büyük olan tıpkı babası, zarar gelir ondan" deyip uzaklaşmıştı ondan…

Oğlu ve kocası taksiciliğe devam etmiş, sabahı akşamı olmayan bir yaşamın zorluğundan yakınmaya başlamışlardı. Sonunda, oğlu ile nöbetleşe çalışacak bir şoförle anlaşmışlardı ve böylece emekli kocası daha çok yorulmayacaktı.

Sorunlar, tartışmalar hiç bitmiyordu. Koca ile anlaşamıyor, sık sık kavga ediyor, tartışmalar bizim kattan duyuluyordu.
Zekiye Hanımı, bizim evde salonda iken, ara sıra saçlarını örttüğü tülbenti ile başını sımsıkı sarmış, tek gözü morarmış, eli başında koltuğa yaslanmış bir şekilde oturur görmüştüm.

Zekiye hanımın her halinden evde sorunlarının büyüdüğü, hatta şiddete dönüştüğü anlaşılıyordu. O gece salonda misafirimiz olmuştu. Kocası değil aşağı inmesine üçüncü katın kapısından geçmesine bile izin vermeyip, hırsından ateş püskürüyordu.

Büyük oğlunun bir bebeği olmuş, ardından yeni bir kadını sevdiğini, diğeri ile boşanacağını söylemiş, sorunları yetmezmiş gibi sorunlara sorun eklenmişti. Küçük oğul abisi eve geldiğinden evi terk etmiş, karı koca onca sorunun içerisinde kendi sorunlarını bir kenara bırakmış, ne yapacaklarına çare ararlarken işin içinden çıkamaz olmuşlardı.

Küçük oğlu da sanki abisine nispet edercesine, yanına bir kız almış, anne bu senin gelinin olacak, deyip kaçırdığı, sevdiği kızı ana evine getirmişti. Zekiye Hanım,nikahsız olmaz deyip alelacele küçük oğlunu da evlendirmişti.

Yaşanılan olaylar gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini aratmıyordu.

Gelin iyiydi, uysaldı, Zekiye hanım'ı anne bilmişti, aynı evde yaşayacaklardı. Gelin kaynanadan çok, ana kız gibi iyi anlaşıyorlardı. Oğlu tekrar takside çalışmaya başlamıştı. Gelinin ikiz bebeğe hamile olduğu anlaşılınca, ev bayram havasına dönmüştü.

Kız evlat isterken ikiz kız torunu olmuştu. Günler bebeklerle, yaşam kaygısıyla, ara sıra dışarıya pek taşmadan tartışmalarla yaşayıp gidiyorlardı.

Çocuklar büyümüş, ev kalabalıklaşmış, evdeki sorunlar, evin ekonomisi de büyüyünce katlanılmaz hale gelmişti.

Yine bir gün Zekiye hanım üstü başı yırtık, saçı başı dağınık kendisini apartmandan dışarı atmış, canını zor kurtarmıştı. Zekiye hanım kocası ile kavga etmiş, uzun bir süre eve de girememişti.

O kavga ailenin de sonu olmuştu. İçerde neler olmuş biz de bilmiyorduk. Zekiye hanım bir daha o eve girmedi. Gelin iki çocukla bir başına kalmıştı. Küçük oğlu kuaförde çalışan bir kadına aşık olmuş, tüm sorumluluklarını unutup uzun bir süre ortalıktan kaybolmuştu. Çocuklar baba diye ağlamış, gelin de kayınbabanın evine sığamaz olmuştu.

Tam bir yaprak dökümü idi. Gelin kaynana aynı evde, bir göz odada birlikte yaşamaya karar verseler de yürütememişlerdi. Gelin markette çalışmayı sürdürmüş, aldığı asgari ücret neredeyse kirayı karşılıyordu. Ana da, baba da yoktu. İki elti anlaşmış aynı evde yaşamaya karar verseler de kısa sürede evlerini ayırmışlardı.

Batıkent'in sitelerinin birinde depodan bozma, siteye gelir olsun diye kiraya verilen, bir yerde kiraya çıkmışlardı.
Uzun bir süre haber alamamıştık. Bir bayram sabahı gelin hanım ve kız torunlar babamın bayramını kutlamak için ziyarete gelmişlerdi.

Zekiye hanım geceli gündüzlü, meslekleri doktorluk olan bir ailenin yanında bebeklerine bakıyor, sadece pazar günleri izin kullanıyor, o zamanda da torunlarını görmek isterse dışarıda bir yerde görüşüyorlardı.

"Zira annemle de aramız açıldı. Şu an en kötü insan benim onun için" demişti gelin hanım. Kızlar büyümüş, genç kızlığa adım atmışlardı. Liseye başlamış, çocuk gelişimi bölümünü tercih ederek meslek sahibi olmaya çalışıyorlardı.

Babam, "En kötü koca bile, kocasızlıktan iyidir…" sözüne dayanarak, "babaları ile görüşüyorlar mı çocuklar?" deyip, tekrar birleşme ihtimalinin olup olmadığını soruyordu.

"Asla, bunca yaşadığım zorluklarla buralara kadar geldikten sonra, asla!.." deyip kararının kesin olduğunu net bir şekilde belirtmişti gelin hanım... "Çocuklar babasız kalmasın diyorsanız eğer, istedikleri zaman görüşüyorlar. Zaten hayırsız bir babadan ne yarar gelir ki çocuklara…" deyip başını öne eğmişti.

“Şu an çalışmıyorum, sağlığımdan dolayı, ama iyileştim, tekrar işime döneceğim. Kimselerin bir faydasını görmedim ben.”
Babam: “Peki, çocukların babası ne yapıyormuş, bir haber var mı, gelip gidiyor mu? diye sormuştu gelin hanıma…

Babamın bu sorusuna ikizlerden biri yanıt verdi: "Babam üç aydır bizi aramıyor", Annesi duruma açıklık getirmek için söze devam etmişti. "Babaları bir kavgaya karışmış. Kavgada yaralama varmış, sonunda yakalanmış. Ceza olarak da okuma cezası verilmiş, bu tür bir kavgaya, ancak eğitimsiz insanlar karışır, demiş Yargıç…."

İkizlerden diğeri de söze girmişti, "Hem de 12 kitap okuyacak, bir de 200 adet fidan dikecekmiş babam!.." deyip verilen cezaya şaştıklarını belirtmişlerdi.

Şaşkınlık bizi de almıştı. Ne güzel bir cezaydı. Cezanın da güzeli oluyormuş demek ki... Arkası arkasına soruları sormuştuk. Ne kadar sürede, hangi kitapları okuyacaktı, okuduğunu nasıl anlayacaklardı. Fidanları nereden alıp, nereye dikecekti...

"Zaman olarak kısıtlamamışlar babamı, okuyacağı kitabı kendi seçecekmiş, kalınlığı da, 100 sayfanın altında olmayacakmış, okuduğu kitabın özetini yazılı sunacakmış," deyip sevimli, çok bilmiş bir şekilde babasının cezasını bize anlatıyordu.

Gelinin, bunca yaşadığı olumsuzluğa rağmen kocasını hala kabul etmemesindeki kararlılığını takdir etmiştim doğrusu... Her iki genç kızın annelerinin bu kararında yanında olması ayrı bir güven kaynağıydı.

Babamın oturduğu koltuğun çevresinde duran sağlı sollu kitaplar, her odada bulunan kitaplıklarda ayrı ayrı konuları içeren kitaplar; nasıl olurda birilerinin okuması için ceza niteliği taşıyacaktı, şaşa kalıştım...

Kitap okuma ceza olarak verildiğine göre, okumanın bedeli büyük olsa gerekti...

Okumayan biri için, okumak ne büyük bir cezaydı...

Yener Balta, 16.12.2010

xxx
Yener Hanım,
Kutlarım.

Çok güzel olmuş.
Kutlarım. Çok küçük ayrıtılar bile gözünden kaçmamış...
Aferin demekten başka sözüm yok sana...

Av. Eren Bilge, 16.12.2010

xxxxx
14 Ocak 2011
Orhan Okuducu
Tebrikler Yener, devam...

xxxxx
Gizem Zencirci
Gerçekten çok güzel olmuş, ellerine sağlık teyzecim.

15 Aralık 2010 Çarşamba

% 99.9

% 99.9

YÜZDE DOKSAN DOKUZ NOKTA DOKUZ...

Yaşa bağlı göz bozukluğu başlamış bile...
Sadece bilgisayarla çalışırken taktığım gözlüğün numarası ilerlemiş, bunun yanında bir de yakın gözlüğüm olmuştu.
Annemin ve babamın da gözlükleri için ara sıra uğradığım tanıdık gözlükçüye gitmiştim. Her zaman karşıladığı gibi, sıcak bir karşılama ile buyur etti beni dükkânına. Halimi hatırımı sorduktan sonra, gözlük reçetemi ona uzatmıştım.
Hemen hemen aynı yaşlardaydık. O da başının üzerinde taşıdığı yakın gözlüğünü burnunun üzerine indirmiş, bana yazılan reçeteyi okurken, kendi durumunu göstererek gülümsemişti.
"Yakın ve uzak numaralar aynı gözlükte yapılabiliyormuş, ne dersiniz?" diye sordum. "Bana kalırsa önermem" dedi. "Açı olarak dar bir alanı görürsünüz, göz yerine baş hareket eder baktığınız yana, pek kullanışlı olmaz. Her ikisini ayrı çerçevelerde yapalım. Hem fiyatı da yüksek, kullanamazsanız masrafa yazık..." diyerek kendinden çok müşteriyi düşünür, dürüst bir esnaflık sergileyerek konuşmuştu. İşi bilen o olduğu için onun kararının daha doğru olacağını düşündüm.
Önceki gözlüğümü sürekli kullanacağım numara için düşünmüştü. Devletin ödediği 45 TL.'lik olan kısmı da, en ucuzundan bir çerçeve beğenip, yakın gözlüğün camlarını da ona takacaktı. Dürbün gibi bir aleti gözüme, diğer ucunu da kendi gözüne dayamış;
"Gözlerinizin odak noktasını alacağım" demişti.
Birkaç kişinin ancak ayakta durabileceği genişlikte dükkânına bir müşterisi daha gelmişti. O kişiyi de olabildiğince sıcak karşılamış, gözlüklerinin küçük bir işlemi kaldığından biraz bekleteceğini söylemişti.
Efendim, Kızılay yine kızıl kıyamet... Yine eylem yapıyorlarmış, öğrenciler YÖK' ü protesto ediyorlarmış. Sıcak bir yandan, ses bir yandan, kalabalık deseniz öyle, eylemcilerden çok polis var ortada..." diye sohbetine başlamıştı yeni giren müşteri...
"Bir de elimde şu ağır mı ağır..." Ayağının yanında yere bıraktığı kedili köpekli naylon poşeti göstererek... "Bizim kızın, köpeğinin maması. İnanır mısınız? Tam tamına 50 TL. ödedim. 3 Kg.'lık poşete. Şimdi sizden gözlüğümü teslim alacağım, vereceğim ücret bundan ucuz..." diye söyleyip duraksadı.
Tezgaha bitişik sandalyede, arkam hafif kapıya dönük otururken, konuşan müşteriye dönerek; "Değmez mi?" diye söze karıştım. "Benim de köpeğim var, harika yaratıklar" dedim. "Bir de gezdirmesi olmasa, sabahın köründe" diye devam ettim.
Gözlükler unutulmuş, sohbet gözlüklerin yerini almıştı.
"Sabahın körü dediniz de, bizim oğlan... Kreşe gidiyor, annemiz de çalıştığı için, evden ilk o çıkıyor. Servise yetişebilmesi için, sabahın altısında kalkmazsak olmuyor. Onu hazırlamak, zaten tüm zamanımızı alıyor. Kalksa bile bir bardak sütü içirene kadar bir çaba, tuvalet için bir sürü zaman, henüz kendi temizliğini yapamadığı için "bittiii" sesi ile koşuyoruz yanına..."
"Kaç yaşında oldu sizin oğlan?" diye sordu müşteri.
"Tam dört yaşında, bir sorular soruyor bazen şaşırıp kalıyorum. Geçen gün sorduğu soru karşısında dondum kaldım! Ne sorsa beğenirsiniz!..
"Baba, uçaklar ne ile çalışır" diye sormuştu. "Dört yaşında bir çocuk bu soruyu nasıl sorar diye ilkin şaşırmış, ikincisi hiç bir zaman düşünmediğim uçağın yakıtının ne olduğuydu?"
"Sizler biliyor musunuz?" deyip bize sormuştu... Bize yanıt hakkını vermeden cevabı açıkladı, meğer hidrojenle çalışırmış uçaklar..." deyip sorulan soruyu yanıtlamış, şaşkınlığını hala yaşıyordu.
Hatta geçen gün "Baba Allah var mı?" diye sormuştu. Buyrun bakalım!..
"Hidrojen cevabı bu soruya göre çok kolay kalmıştı. Şimdi, dört yaşındaki bir çocuğa bu sorunun cevabını nasıl verecektim. Kendi doğrularıma, kendi bildiklerime, kendi inancıma göre mi verecektim, yoksa çevrenin kendisini kabul edeceği şekilde mi verecektim, bilemiyordum."
Diğer müşteri söze karışmış,
"Olur mu efendim herkesin bildiği genel geçerli bir doğruyken, çoğunluğun bildiği doğrudan ayrılıp, kendi doğrularınla çocuğa cevap verdiğinde, yüzde doksan dokuzun fikri o iken, azınlıkta kalıp kendi doğrularını verdiğinde...
Sözü gözlükçü devralmış,
"Dışlanacak, kabul görmeyecek... diye devam ederken,
Söze ben katılmıştım,
"Yüzde doksan dokuz nokta dokuzun dışında olan babamın açıklamasından, çok memnunum…" deyip, ayaklanmıştım.
İyi günler dileyip, iki gün sonra uğrayacağım gözlükçüden çıkarken, aynı fikirde olmanın mutluluğu hepimizin yüzünde tebessüme dönüşmüştü.

Yener BALTA,
14 ARALIK 2010