31 Mayıs 2010 Pazartesi

YEDİ KAT MAHMUT

YEDİ KAT MAHMUT

Yaz tam anlamıyla sıcaklığını hissettirmemişti. Gündüzleri neyse de akşamları henüz serindi. Mayıs ayının son günü üşümek garipti. Üzerime bir kat daha bir şey alayım diye yerimden kalktım. Arabama doğru yönelmişken, dükkânında ziyaret ettiğim arkadaşım beni durdurdu. Hadi neyse git al da öyle anlatayım, diyerek tatlı bir tebessümle izledi beni.

Arkadaşım, Ankara Kalesi'nde babasından kalan antikacı dükkânını bozmamış, kendisi memurluktan emekli olup bu işin başına geçmişti. Evde oturacağıma burada oturayım deyip, kendi başına kalabildiğim tek yer diye nitelemişti bana anlatırken.

Döndüğümde, tebessümü hala yüzündeydi. Otur bak sana ne anlatacağım. Bir kat daha bir şey alayım dedin ya üzerime, aklıma bizim Mahmut geldi. Bizim diyorum, mahalle benimsemiş artık onu. Zira o da burada yaşar, buradan ekmeğini çıkarır. Ne zaman görsem üzerinde neredeyse on on beş kat giysi vardır. Üst üste giydiği pantolonlar, gömlek ve kazaklar. Neden böyle giyinir kimse bilmez, kendine de sorsan söylemez, söylese de konuşmasından hiç bir şey anlaşılmaz. Kelimeleri ağzında bu derece yuvarlayıp bir anda nasıl söze döker, bir duysan hayret edersin.

Cumartesi sabahı sonrasında yaşanacak telaş, yavaş yavaş kendisini hissettirmiş, tüm çevre esnaf teker teker dükkânlarını açmaya başlamıştı. Dükkân önlerine atılan sandalyelerde sabah keyifleri kapı önlerine yayılmıştı. Sabah çayımızı yudumlarken, arkadaşımın simidine ortak olmuştum.

Onca giysinin içinde nasıl rahat eder, yaz kış demeden kat kat giyinir, kış ayları neyse de yaklaşan yaz aylarında nasıl tahammül eder sıcağa bilinmez. Kokusundan da yanından geçilmez. Yıkanmaz da, yıkanmamaktan elleri yüzü zift kıvamında karadır. İleride kimin kaldığı belli olmayan zamanında ahır olarak kullanılan, şimdi ise bu tür insanların günlüğü beş liradan sadece yatılan handa kalır.

Hatta bir gün dükkâna bir raf yaptırmam gerekti. Usta da orada yatar kalkarmış. Yukarda bulursun dediler. Seslenmiştim ama sesimi duyuramamıştım. Yukarı çıktığımda insan olan orada yaşamaz dedim kendi kendime, havada ağır bir koku, biti böceği de eksik olmaz oranın...

Benim dükkânın önünden her geçtiğinde, çözebildiğim diliyle, "ne haber hacı" der, "işler nasıl işler" diye sorar. "Kaç lira kaç" diye o günkü kazancımı sorar. "Otuz elli arası" derim. Hahay... deyip alaysı bir gülüş atar, çabuk çabuk yuvarladığı kelimeleriyle ne dediği zar zor anlaşılırken, "ben bile senden çok kazandım, yüz yüz" der yoluna devam eder.

Kendisi burada dilenerek yolunu bulur. Öyle herkesten de para dilenmez, dileneceklerini seçer. Yine alelacele bir iki kelime yuvarlar elini açar, veren verir vermeyene de yine diyeceğini der. Sonra da alaysı gülüşünü yapar. Her gülüşünde o kara teninde o sarı dişler beyazmış gibi parlar.

Buranın çocukları o ismi koymuş Mahmut'a. Buradan geçerken de mutlaka "yedi kat Mamut, yedi kat Mamut" diye bağırırlar ona doğru. Konuşmasıyla tezat yürüyüşü, çocukların onu kızdırmasıyla bile değişmez. O da buranın delisi, dilencisi geçinir.

O da bu şekilde yaşayıp gidiyor, hatta doğru yanlış bilemem ama birkaç dairesi, tarlası varmış üzerine tapulu...

Yeni yaptığım tablolarımı arkadaşım, itirazsız alıp vitrin diye kullandığı camekânın en iyi yerine sergilemek için yerleştirmişti. Arkadaşıma, "sat da kaça satarsan sat" diye bıraktığım tablolarımı teslim edip, bir sonra görüşmek üzere ayrılmıştım.

Yener Balta, 30 Mayıs 2010

+
Yener,
Çok güzel olmuş, iyi anlatıyorsun.
Beni de kıskandırıyorsun.

Zaten öykü demek anlatı demek..
Sende var, doğuştan bu yetenek…

Kutlarım…
HB, 31.5.2010

22 Mayıs 2010 Cumartesi

CÜCE HAYDAR

CÜCE HAYDAR

Uzun yorucu bir günün ardından bir çay içimi soluklanacağımız simitçide, iki küçük hasır tabureye oturmuştuk. Küçücük alanda yan yana masalar konmuş, masalar arası ancak bir kişinin geçebileceği boşluklar bırakılmıştı.
Ayaklarımızdaki ve belimizdeki sızı bir süreliğine bize acısını hissettirmeyecekti. Sıcak çaylara biran önce kavuşmak dileğiyle, servis yapacak elemana bakınır olmuştuk.
Hiç beklemediğimiz bir yükseklikten “Buyurun!” diye bir ses gelmişti. Şaşırmıştık! Bizlerin taburedeki uzunluğumuzdan daha aşağıdan gelen sese doğru başımızı çevirdiğimizde, orta yaşı çoktan geçmiş, bir erkek duruyordu. Şaşkınlığımızı ne kadar gizlemeye çalışmış olsak da, o bu tür şaşkınlıklara alışık bir edayla, söylemiş olduğumuz iki çayı elindeki adisyona not etmiş, masada duran şeker kabının altına sıkıştırmıştı.
Koşar adımlarla elinde iki çay bardağını "Tavşankanı bunlar!" diyerek uzatmıştı. Teşekkür ettik, bardağın içinde eriyen şekere dikkatimi vermişken;
"Hey sen! Baksana..." diyen sese yönelmiştim.
Başımı çevirmeden yan masada neler olup bittiğini rahatlıkla algılayabiliyordum.
"Nerelisin sen?" dedi masada oturan iri kıyım müşteri.
Erkek sesinin tüm inceliğiyle; "Iğdırlıyım abi!" diye cevaplamıştı.
"Ne kadardır Ankara'da sın?"
"Bir kaç gün oldu geleli..."
"Nerede oturuyorsun?"
"Sincan'da, bir hemşerimin yanındayım şimdilik."
"Ne kadardır burada çalışıyorsun?"
"Bu ikinci günüm abi!" dedi.
Diğer masadan seslenen müşterinin çayını tazelemek için izin isteyip, görevine devam etti.
Çayları tazeliyor, hesapları kesiyor, bütün masalara neredeyse kendisi servis yapıyordu.
Tekrar bizim masanın arasından geçerken, adam cüzdanından çıkardığı kartvizitini uzatarak,
"Al bunu işsiz kalırsan, başın sıkışırsa, bir sorunun olursa beni ara" diyerek uzatmıştı. Şaşkınlık içerisinde kartı eline almıştı. Biraz tedirgindi. İleriden olan biteni izleyen dükkan sahibi;
"Hayırdır Haydar, bir sorun mu var?" diyerek yaklaştığında, mahcup bir şekilde başını öne eğmiş, sorulan soruyu müşteri cevaplamıştı.
Baş hareketleriyle ne olduğunu anlamadan uzaklaşan işveren, tezgahın diğer tarafında Haydar'a neler olup bittiğini sormuş olsa gerekti ki, suçlu gibi olanı biteni aktarmıştı.
Kartı veren kişi, yanındaki arkadaşına;
"Bizim Hakan'ı bilirsin, enine boyuna... Düşünsene bizim dükkânda bu cüceyle çalıştığını, ne muhteşem olur!" diye aklından geçeni paylaşmıştı. Benim de merakım gitmişti.
Belli ki müşterilerin geldiği bir iş yerine sahipti. Gelen müşterilerin dikkatini çekmek istiyordu. Yanında çalışan enine boyuna, bir de kısa hatta cüce koydu mu tüm dikkati kendi dükkânına yöneltecekti.
Konuşmasında, her ne olursa olsun, başın sıkıştığında, işsiz kaldığında beni arayabilirsin derken, duygusal olarak ifade ettiği cümlelerinde kendine de bir pay biçmişti.
Sıcak çaylarımızı içmiş, bir bardak çay bedeli olarak bıraktığımız bahşişimizle bakışları üzerine çeken, alışık olmadığımız fiziki yapıya sahip Haydar'a da bizim de küçük bir katkımız olmuştu.
Yener Balta, 22 Mayıs 2010

2 Mayıs 2010 Pazar

EŞYANIN KADERİ

EŞYANIN KADERİ

Baharın serin akşamında bir nefes almak için penceremi açıp dışarı baktığımda, beklemediğim bir hareketlilik vardı sokakta. Apartman girişinde, yakın birkaç apartmanın çöplerini topladığı yer bizim girişimizdeki ağacın altında bulunan çöp arabası idi. Çöpün çevresine kutular, eski bavul ve çantalar, çöp torbaları, çuvallar savrularak atılmıştı.

Hafta sonu Ankara'da olmayacaktım. Konuştuğum, merhabalaştığım tek komşuma rengârenk bahar çiçeklerimi emanet etmiştim. Döndüğümde kapıda karşılaşmıştık. Çiçeklerime baktığı için teşekkür ettim, hatta pembe çiçekleri olan begonyayı kendisine armağan ettim.

Bahçesine soğan, biber, maydanoz ekeceğini, geçen yıl yediği kayısı ve eriğin çekirdeğini toprağa gömdüğünü; "Bakın işte minik dalı, görüyor musunuz?" diyerek eliyle işaret ettiği fidanın tutmuş olduğunun heyecanını benimle paylaştı.

Ardından beklemediğim bir haberi iliştiriverdi konuşmasına. Belli ki kendisi de çok üzülmüştü. Zira o evin en alt katındaki benzer olayı o da benden duymuştu. Tıpkı bana kendisinin ilettiği haber gibi.

Karşı apartmanda en üst katta yaşayan emekli memur ölmüştü. Eski model bir arabası vardı. Kendi el yazısı ile cep telefonu numarası her zaman camdan görünür şekilde dururdu. Nadiren olsa da arabasını kullanır, kullanmadığında da penceresinden görebileceği yere park ederdi.

"Geçen pazar günü ölü bulunmuş" dedi. "Oğlu aramış ulaşamamış, ara sıra gelirdi ziyaretine babasını. Çok aramış açmayınca meraklanıp gelmiş. Kapıyı çaldığında da açan olmamış, polise haber vermiş, polis de savcıya...

Apartmana ağır bir koku yayılmış çoktan. Çilingirle kapı açıldığında koltuğa yığılı kalmış bir şekilde bulmuşlar. “İki gün koltukta öylece kalmış" diyerek olayı bir anda aktarıverdi bana.

Üzüldüm doğrusu. Yazık, ne denir bilmem ki... "Hemen de satılığa çıkarmışlar evini" dedi. Ne kadar da çabuk…

Bugün günlerden salı idi; oysaki pazar bulunduğuna göre daha haftası olmadan evinin satılacağı söylentisi çok üzücüydü.

Çöp arabasının neden o halde olduğunu şimdi daha iyi anlamıştım. Başımı karşı apartmanın üst katına bakmak için kaldırdığımda, ışıklar yanıyor, perdeler sökülmüş, evin içerisinde eşya görünmüyordu. Oysaki orada yaşayan amcanın koltuğuna oturup perdesini sonuna kadar açtığında, televizyonu, büfesi, berjer koltuğunun bir kısmı, güvercinlere yem verdiği kutusu hep görünürdü.

Yaklaşan kamyonetten inen üç kişi; el arabalı birinin de katılımı ile ne var ne yoksa sokak lambalarının cılız ışığında işlerine yarayanla, yaramayanı hemen ayırmaya başlamışlardı.

Kendi aralarında daha önce hiç duymadığım bir dille konuşuyorlardı. Anlayamamıştım. İki küçük oğlan çocuğu anne ve babasının verdiği işe yaramaz deyip belki giden için en önemli, en değerli eşyaları bir bir çöp kutusuna atıyorlardı.

Kendinden önce giden hanımının da eşyaları dikkat çekiyordu alacakaranlıkta. Bol bol kadın çantası, ayakkabısı...
Bir yandan da oğlu olduğunu sandığım biri daha ağır kutuları, bavulları, çuvalları indirip “bitsin artık bu iş!” dercesine savurup geri dönüyordu.

"Yukarıdakileri şimdi mi alırsınız?" diyerek kamyonun çevresindeki adamlardan birine seslenmişti. Belli ki daha önce de gelip gitmişlerdi. "Ne var ki?" deyince anlaşılır bir Türkçe kelime çıkmıştı ağzından. "Giysiler!.." "Onlar bizim işimize yaramaz." diyerek yanıtlamıştı. Tekrar hummalı seçim işlemine geçmişler, kör ışıkta seçebildiklerini hızlı hızlı kamyonetin kasasına atarak şakalaşıyorlardı kendi aralarında.

İri iki kara köpek hareketlerden tırsıp kuyruklarını bacak aralarına sıkıştırıp uzaklaşmışları gidecekleri yöne doğru. Çöpün üzerinde ve çevresinde görmeye alışık olduğumuz kedilerden biri karşı duvarın üzerinde salına salına yürüyordu.

Çöp toplayan adamın cep telefonu değişik bir melodi ile uzun uzun çaldı. Önce onun telefonu değil diye düşünmüşken, cebini hızlı hızlı boşaltıp telefonuna ulaşması bayağı uzun sürmüştü. Telefonun karşı sesi tiz bir kadın sesi idi, net geliyordu dışarı. Yine ağızlardan çıkan kelimeler bana o kadar yabancıydı ki anlamamıştım.

Kamyonet uzaklaşmış, el arabalı hala seçim ve istif işlemine devam ediyordu. İki oğlan çocuğunun beyaz çuvaldan yapılmış irice el arabasında siyah gölgeleri belirivermişti. Cıvıltılı dede torun seslerinden, sıcacık kucaklaşmalarının yerini giden dedelerinin ardından kalan eşyalarını çöpe atmak kalmıştı.

Alel acele işine yarayacak eşyaları arabasına doldurmuş, kalanını da çöp arabasına doğru biraz elleriyle, biraz ayaklarıyla iteleyip, tüm gövdesinin ağırlığını iki tekerlekli el arabasına verip koca çuvaldan yapılmış arabayı sürebileceği yatay konuma getirmiş, havada dalgalanan ıslık sesiyle diğer çöpleri karıştırmadan sokağın sonunda kayboluvermişti.

Yener Balta,
1 MAYIS 2010

KÖR BACA

KÖR BACA

Artvin'in köylerinden birinde yaşıyordu Ahmet Efendi, hanımı, kızı ve üç oğlu ile...

Ahmet Efendi, otobandan çıkıp yüksek rakımlı dağlara tırmanan yorgun kamyon sürücüleri, dağ havasını içine çekerek soluklandıkları, köy halkı erkeklerinin zamanı öldürdükleri bir yer olan kahvehaneyi işletiyordu.

Çocuklarının kendisi gibi bu kahvehanede ömürlerini tüketmelerini hiç istemedi. Okumayı çok istese de kendisi için mümkün olmadı. Çocukları için düşündüyse de hiç birini okutamadı. Kızı erken yaşta evlenip çoluk çocuğa karışmıştı.
Kendi çocuklarının bu köyde, kendi gibi yaşamasını hiç mi hiç istemediğinden, gelecek için karısıyla bile paylaşamadığı bir birikim yapmaya karar verdi.

Kendi kazancından her ay artırdığıyla bir altın aldı, aldığı altınları evinde hiç bir zaman kullanılmayan ocağın bacasından içeri atarak biriktirmeye karar verdi.

Büyük oğlunun en büyük hayali İstanbul'da yaşamaktı. En büyük oğul bir işin ucundan tutmak için İstanbul'a gitti. Birçok işe girmiş, çıkmıştı. En son başladığı matbaa sektöründe çalışmaya karar verip bu işin bütün inceliklerini öğrenmişti. Diğer iki kardeşini de yanına alıp, bu işi öğretmeye kararlıydı. Onlar da kendisi kadar bu işte başarılı olsalar da, bir başkasının yanında bir yerlere gelinemeyeceğini, bir miktar sermaye ile bu işe başlayabileceklerini düşünüp duruyorlardı. Ama sermayeyi nereden bulmalıydı. Evet, nereden nasıl bulmalıydı. Bu nedenle kara kara düşünüp duruyorlardı.

Derken Ahmet Efendi oğullarını yanına çağırdı. Oğulları ve hanımını ocağın bulunduğu odaya toplayarak, hiç açılmayan ocağın demir kapağını açıp, sonradan örülen duvarını kırıp, parçalanan taşları kenara yığıp, o zamana kadar kendisinin bile ne kadar olduğunu bilmediği birikimiyle ilk kez karşılaşmıştı. Hanımı, tek kelime etmeden şaşkınlık ve sevinç arası bir duyguyla bir an donakalmıştı.

Büyük bir övünçle, "işte tümü sizin" diyerek göstermişti oğullarına. Bu birikimi iyi değerlendireceklerinden emin bir şekilde oğullarıyla uzun uzun konuşmuştu.

Her üç oğul için bu birikim büyük bir sürpriz olmuştu. Yıllardır düşünüp durdukları sermaye hazır önlerinde duruyordu. Babalarına ne denli teşekkür etseler azdı. Kısa bir süre sonra üç oğul da İstanbul'da küçükten başladıkları işi büyütüp, birçok isim yapmış firmalar arasında yerlerini almışlardı.

Yener Balta,
29 Nisan 2010