15 Kasım 2017 Çarşamba

YERFISTIĞI II

 YERFISTIĞI II

Her çocuğun babasına sorduğu mutlak sorulardan biridir bu; baba bana ne aldın?
Koltukta oturmuş yer fıstığının kabuğunu iki parmağımla soyarken, beni geçmişe götürdü.

O zamanlar hiç geçmişe gitmeyecek dediğiniz o anki yaşantılar, bir bakmışsınız geçmişte, anılarda, özlemlerde kalıyor. Sadece anıyorsunuz. Burnunuz sızlıyor, gözleriniz doluyor. Olmuyor mu? Bana oluyor, hele ki o an hassassam göz yaşlarıma dönüyor. Ne çok oluyor, anlatamam...

Özlem doluyum anneme, babama. Ben, bu dünyaya getiren iki insana...

Babam! Biliyor ki evinde sıcak yemeği, eşi ve dört kız evladı onu bekliyor. Her akşam en son eve o giriyor ister istemez. İş yerinden çıkıp eve geldiğinde bizler okuldan gelmiş bir göz odada kimi zaman ödevlerini yapan, kimi zaman televizyon izleyen, kimi zaman uykuya geçmiş... Bir şekilde buluyor işte o bir birini seven sıcak ailesini...

(Bir sır vereceğim. Bitmez sandığınız, elbet bu evden bir şekilde kurtulur giderim diye düşündüğünüz, ana baba dinlemeyip karşı geldiğiniz, bazen kızdığınız, hizmet beklediğiniz, bazen küstüğünüz sizden olumsuz gelen ne olursa olsun vazgeçmeyen ananız babanızın... Onların sıcaklığı var ya; işte o kadar da uzun sürmüyor. Sizin gitmeniz farklı da, onlar gidince dönmüyor. Lütfen kıymetini bilin gençler o iki yüce insanın...)

Babam her akşam elinde ya da çantasında bize aldığı bir şeyi getirirdi. Bu soruyu elinde bir şey görmediğimde sorardım. O sobalı evimizde oturma odasının kapısından göründüğünde kafasını uzatır bakar, bizi gözleriyle kucaklar... Odasına geçer üzerindeki kıyafetlerini değiştirir, el ve ayakların yıkar bulunduğumuz odaya gelirdi. Annem çoktan yemeği hazırlamış olur, babamın masaya gelmesini beklerdik. Yemek ve sonrasında kimin ne sorunu ya da heyecanı, mutluluğu varsa tek tek ilgilenir sorardı.

Meğer ne kadar değerli anlarmış o anlar.

Çoğu zaman kiloluk ay çekirdeği alırdı bize. Kızılay’dan otobüse binmeden. Bittiğinde bazen ısmarlardık. Unutmaz alırdı. Dört kız ve gelen giden derken evde ses eksik olmazdı. Hatta babamı kaybettiğimde, benimle anısını paylaşan bir yakın arkadaşı anlattı.

“Bir akşam iş çıkışı onunla eve geliyorduk, “gel hele şuradan çekirdek alalım da, evdekilerin sesi kesilsin” deyip gülüşmüştük” demişti. Evet gerçekten çekirdeği bir görevmiş gibi bırakamaz yarışırcasına çitlerdik. Sesimiz çıkmaz, çıt çıt sesi odayı doldururdu. Ne zevkli akşamlardı onlar.

(Size ikinci bir sır vereceğim, o bazen kavga ettiğiniz, bazen bir şeylerinizi paylaşamadığınız, bazen düşmanınız olarak gördüğünüz, bazen bir yanlışını anneye babaya sızdırdığınız... Çoğu zaman kıskandığınız kardeşlerinizle de iyi geçinin, kardeş olmanın kıymetini bilin, hiç ayrılmayacak gibi daraldığınız günler çok gerilerde kalıp, görmek isteseniz de mümkün olmayan anlar olabiliyor. Lütfen iyi geçinin.)

Bazı akşamlar tulumba tatlısı alırdı. Yiyeceği iki üç parçayı tabağına alır gerisini bize uzatır yememizi seyrederdi.

Bazı akşamlar bakkala uğrayıp, gofret alırdı. Her birimize bir tane. Ben gofreti çok severim. Hala bu yaşımda da... (Bir ara sigara gibi bağımlılık yapmıştı. Sigarayı terk edenler gibi bıraktım neyse ki, burnumda tütse de...) Hemen yer bitirirdim. Bazen annemin gofretinden ısırırdım. Bazen babamın gofretine de sulanırdım. Babam kırmaz verirdi bana... Bir güzel onu da yerdim.

Yer fıstığı onun çantasında az miktarda olurdu. İçinde tuzlu tuzsuz yer fıstığı, sarı leblebi, kuru kuş üzümü karışımı. İşte hiçbir şey bulamazsam o küçük kesekağıdına dadanırdım. Gün içinde atıştırmalığıydı onun kendisi için ayırdığı.

Size açıktan bir sır daha vereyim mi; her an, her yaşanılan, her paylaşılan ya da işte o her ne ise lütfen kıymetini bilin. Hani derler ya büyükler; “bir şeyin kıymetini kaybedince anlarsın!”

Geçmiş ola...

Yener Balta.
14 Kasım 2017


26 Nisan 2017 Çarşamba

ÇÖP KONTEYNERİ

ÇÖP KONTEYNERİ

Marketin önünde 9-10 yaşlarında erkek çocuğunu çöp konteynerini karıştırırken gördüğümde içim burkuldu. Çantamdan cüzdanımı çıkarttım. En küçük para olarak iki 20 lira vardı. Bir 20 lirayı avucumda katladım.. Üzeri, teni boz karaydı.  Konteynerin griliğinde seçilmiyordu. Kol hizasından konteynerin içine sarkmıştı. Çöpte bulduğu yumurtaları bir bir çıkarıyordu. Marketin attığı tarihi geçmiş yumurtalar olsa gerekti. Elinin karalığında yumurtanın beyazı parlıyordu. Bir ara başını kaldırdı. Yüzünde ifade yoktu. Kara yüzünde gözünün beyazı sarıya kaçıyordu. Parmaklarının ucundaki beyaz yumurtaya nadide bir şey bulmuş gibi baktı, yandaki kutuya bıraktı.
Çöpü karıştırmaya devam eden çocuğa yanaştım. Beni farkettiğinde irkildi. Bir an geri çekildi. El hizasından parayı kendisine uzattım.
“Bunu kabul eder misin?” dedim sevecen bir sesle… Ne dediğimi anlamamış gibi bana baktı.
“Bunu kabul eder misin? diye tekrarladım. Dilimizi mi bilmiyordu? Ne de olsa son yıllarda Suriyeliler yurdumuza sığınmışlardı. Hemen parayı almaması dikkatimi çekti. Belki de istemeden ilk defa bir kişi para veriyordu. Bilemedim. Elimdeki parayı uzatırken al dercesine hareket ettim. Bu sefer anlaşmıştık. Parayı usulca elimden aldı. İfadesiz yüzünde hafif bir tebessüm belirdi.
Yanından ayrılıp markete girdim. Reyonlardaki ürünlerden istediğimi alabilecek durumdaydım. İçeride alışveriş yapanların özgürlüğü bu çocukta yoktu.Üzüldüm. Alışveriş yapan annenin, yanındaki küçük kız çocuğunun şımarışını izledim. Seçme ve alma özgürlüğünün dışarıda rastladığım çocukla kıyasladım.
Kısa süren alışverişimi bitirip çıkmak üzereyken geniş ve boş alanda az önce gördüğüm kara çocuğu kaybetmiştim.

Yener Balta, 21.4. 2017

20 Nisan 2017 Perşembe

ANI HIRSIZI

ANI HIRSIZI
Anı hırsızı koydum adımı. Dosyalarını, kitaplarını pek de emin olmasa da acabasıyla bana bırakıp gitse de sanki özel eşyalarını karıştırıyormuşum gibi hissediyordum kendimi.

Babam biri yapamasa diğeri yapar umuduyla yapacağına inandığı kişilere kendisi için o zaman neyi ürettiyse ve kendisi için önemli konu ne ise birer kopye çoğaltıp vermiş. O kendisine yakın hissettiği kişilere…

Bir iki tanıdığı; bundan sonra madem sen ilgileniyorsun diyerek, babam tarafından emanet edilmiş dosyaları bana teslim ettiler. Eminim çok da hafiflediler!.. Böyle bir yükün altında ezildiklerini tahmin ediyorum. Yoksa babamın gidişinin ardından bir yıl içerisinde bana teslim etmezlerdi. Onlar için o dosyalar yüktü, sorumluluktu, yerine getirilecek bir zorunluluktu!.. Evde, tozlanmış bir köşede durması bile onlar için bir meşguliyetti. O yükten kurtulup hafiflemiş olmalıydılar. Bazılarını elden, bazılarını da kargo ile teslim almıştım.

İlk merakım, bu dosyaların babamla birlikte basmış olduklarımızdan olup olmadığıydı. Merakımı yenmek için gelen dosyaların başına geçtiğimde kendimle hesaplaştım. Duygulanmak ağlamak yok dedim. Sözümü geçirebilecek miydim kendime!.. Uzun uzun baktım. Her dosyanın bir kapağı vardı çıktı olarak. El yazısı ile notları, gazete küpürleri, fotokopiler, gelen yazılar, yolladıkları, yazdığı asıl konular…

İçlerinden birinde durakladığımda kendisinin, yazar, şair sıfatlarını taşıyan gençlik arkadaşıyla bir dosya dolusu ve ekte birbirlerine yolladıkları, kendi yolladığının da birer kopyasını tarih sırası ile dosyalamıştı.

Bu ne güzel bir disiplindi. Her zaman hayran kaldığım özelliklerindendi babamın. Bir mektubunda, “neden seninle yazışıyorum” deyip açıklamıştı. “Yazarsın ne de olsa, beni anlayan, benim dilimde konuşansın” demişti. “Yazılarımı yanıtsız bırakmayacağını biliyorum, geç de olsa yanıtlarsın” demişti. Yazarak besleniyorlardı birbirlerinden. Aziz Nesin’in şu sözü aklıma gelmişti o satırları okurken. “Yaza yaza yazar olunur “ demiş, çok da doğru söylemişti. Çünkü neyi çok yaparsa o konuda gelişiyor insan. Kimi mektuplarında farklı şehirde oldukları için, kimin çözülecek bir işi varsa, diğeri diğerinden rica etmiş. Kırgın olduğu bazı arkadaşlıklarına aracılık etmiş. Arayı bulmuş babam. Dostluklarını, mektuplarında öyle güzel dillendirmişler ki ifade edilemeyen mutluluğu yazıya döküp paylaşmışlar. Heyecanlara da rastladım satırlarında. İyisiyle kötüsüyle satırlar zincirleri olmuş dostluklarında…

1977 yılında “Sevgili Yener Kardeşim” diye benim adıma gelen ve bana hitaben daktilo ile yazılan bir mektubu bulmanın heyecanı ve şaşkınlığı ile bir çırpıda okudum. Ben de, bana gelen mektupları şu yaşıma kadar saklamış olsam da, daha küçük olduğumdan babam bana gelen bu mektubu dosyasında saklamış.

İlerlemiş sayfalarda mektuplara ek olarak arkadaşının bir çocuk öyküsüne rastladım. Çok da hoşuma gitti. Geri kalan mektupları da hızlıca gözden geçirdim.

Babamın çoğu arkadaşlığını ben devralmıştım. İki bilgenin dosluğunu asla başaramazsam da hatır amaçlı haberleşirdik kendisiyle…

Biraz geç sayılacak bir saatte kendisini aradım. Rahatsız ettiğimi düşünerek aradığımı söyledim. “Senden hiçbir zaman rahatsız olmam. Araman beni her zaman mutlu eder. Yeter ki ara rahatsız olayım…” Yazıları kadar sohbeti de tatlı olan arkadaşı ile konuştum. “Sizinle olan mektuplaşmalar adlı dosya şu an elimde… Satırlar arasında “anı hırsızı” hissettim kendimi. Ne güzel şeyler paylaşmışsınız satırlarınızda. Hayran kaldım, özendim…”

Kendisi babamın ne kadar prensipli olduğundan bahsetti. “Ben onun kadar olamadım…”
“Sizi neden aradım biliyor musunuz?” dedim.
“Mektuplarınız arasında bir de çocuk öykünüzü yollamışsınız. Bir kopyasının sizde olmadığını düşünerek size yollamak isterim” dedim.
Hala çocuk öyküleri yazdığı ve daha birkaç hafta önce yeni çıkan çocuk öykü kitabını satın alıp okumuştum. O öykünün dosyalar arasında kalmasını istemedim. Çok sevinmişti kendisi. Bekleyeceğim demisti. Sohbet uzayıp gitmişti.

Tıpkı babamla olan sohbetleri gibi, yeni projeler üzerinde çalışılan konular, yazı olarak olmasa da telefonda paylaşmıştık. 
Yaşının ileri oluşundan dolayı emanet dosyaları için kendisine sitem etmemin bir anlamı yoktu…

Yener Balta, 1 Nisan 2017

21 Mart 2017 Salı

SONSUZ AŞK

SONSUZ AŞK

Lise yılları... Kız lisesi hem de! Ergenlik yılları...

Pek iyi anlaşan yedi kız 8.20-16.00 arası olan ders saatlerini asıp sinemaya gitmeye karar veriyoruz. Sınıfın toplam sayısı on beş kişi. Yedisi gidince kalan sekiz yetmeyecek öğretmenlere biliyoruz. Sonrasında tatlı kulağımız çekiliyor...

Evin haberi var mı şu an hatırlamıyorum ama saflığın ve dürüstlüğün hat safhası olan yıllarda eminim eve söylemiş olmalıyız. Söylemiş olmalıyız; Ulus’ta olan okula otobüsle ulaştığımız için hepimizin cebinde gidiş-geliş yol ve simit parası olurdu. Üzeri olmadığı için, sinemaya gideceğimiz parayı da evden istemiş olmalıyız.

Sabahın erken saatinde okula gitmeyip, okul çevresinde buluşup Ankara’da, Bahçelievler semtindeki sinemaya gitmiştik. İlk seansda filme girmeyi planlamıştık. Geri kalan zamanda da okulun bitiş saatine kadar (aramızdan sadece birimizin annesi çalıştığından en uygun ev onların olduğu için) arkadaşın evlerine gidip kalan zamanda da birlikte vakit geçirecektik.

Film!.. Aklımda olmasa da afişi hala aklımda. Bana bu yazıyı yazdıran da aslında bugün aldığım bir watsap mesajı. Sevgili kuzenlerimden biri bana bir youtube linki atıp, “Bu müziği çok severim. Şu an dinlerken aklıma sen geldin. Yenimahalle’de ki evinizde girişin sol yanında bulunan kapının arkasında asılıydı. O oda da sen kalırdın.” diyerek anısını benimle paylaşmış.

Endless Love, Brooke Shields ve Martin Hewitt’in başrolde oynadığı film. Yönetmeni ise Franco Zeffirelli... 1981 yapımı. Bizler henüz lise birdeyiz...

O yaştaki kızların kendilerini başrol oyuncularının yerine koyup filmin içinde hissettikleri yaşlar. Film romantik dram... Filmden kalan şu an pek bir şey yok bende. Ama film etkilemiş olmalı ki bu yaşıma kadar unutamamışım... Sanırım o dönemin gişe rekorlarını kırmış olmalı, bizler bile gittiğine göre...

Sinema çıkışı nasıl olduysa filmin afişini istemiştik. Yere göğe sığdıramamıştık o afişi. Zarar gelecek, kırışacak diye de bir yere sokamamıştık. 70x100 boyutunda olmalıydı. O zaman için kocaman afiş boyutuydu bizim için. Mecbur katladık, çantaya sığacak boyuta getirdik. Bir süre okula gidip geldi çantada. Gelmeyen sekiz kişiye de göstermeliydik afişi... Duvara teneffüste asar, hoca derse gireceğinde kaldırırdık. Bir süre böyle devam etmiş olmalı...

O afiş henüz evde bir odam olmayan ve odamın olmasını çok istediğimden, kışları girmediğimiz, önceden misafir odamız olan odayı kendime göre düzenlemiştim. O oda annemin ne emeklerle diktiği dikişlerin kazancıyla alınan koltuk takımlarının bulunduğu oda idi. Kışın soğuk diye, yazın da misafir gelecek diye pek kullanılmazdı. Bendeki radikallikle annemi ikna edemesem de bir gün evde yalnızken tüm koltuk takımını tek başıma oturduğumuz odaya taşımıştım. Oradaki sedirleri de soğuk odaya... Artık misafir gelse de gelmese de, yaz ya da kış fark etmeden koltuklarda günümüz geçecekti. Annemle çok tartışmamız olmuştur bu konuda...

O sıra akrabalardan biri yeni takımlar alıp, eskisini atamayıp, kimselere veremeyip, olmayan yemek odamız için yemek odası takımını bize vermiş olması o odanın depo durumuna geçmesini sağlamıştı. Devasa bir dolap, oymalı, hantal sandalyeler, büyük ve ağır yemek masası... Niyeyse milletin eskisi bizde kıymetliydi!

O depo odasında kendime hazırladığım yatakta soğuk dinlemez yatardım. Babam, “Sobanın sıcağı  gelsin” diye kapıları açardı. Annem, “Donarsın, hasta olursun kalk diğer odaya koltuğa geç.” dese de dinlemezdim. Televizyon kapanacak, evdekiler yataklarına gidecek (ki annem, babam ve ben kalmıştık altı nüfuslu) evde... Kalkıp yüklükten yorgan çarşaf açıp yatağı sermekten hiç hoşlanmayan ben, yatağım her zaman serili olsun, ayrı bir odam olsun istediğimden geç de olsa kendime ait bir dünya kurmuştum.

İşte o yıllarda o afişi bu odanın arka kapısına asmıştım. Benden başka kimseler görmeyecekti. Zaten kaldığım odada onu asacak boş duvarda yoktu. Eşya ve kitaplıklar vardı dört bir yanda. Ben de aklımca en uygun yer olan kapının arkasına asmıştım. Yattığımda da karşımda olacaktı kapı kapandığında. Bu afiş annemle aramızda sürekli bir tartışmaya neden olmuştu. O terbiyesiz buluyordu. Konuya komşuya, gelene gidene ayıp olur diye çıkarmamı ister dururdu. İçeriden ışık yandığında koridordan afiş anlaşılırmış. Afiş büyüklüğünde iki oyuncunun yüzlerinin yarısı ve birleşmeyen iki dudağın temassız halleriydi afiş. Kenarda köşede de küçük yazılar...

Afişin akıbeti ne oldu şimdi hatırlamıyorum. Annem mi yırttı, ben mi lanet olsun deyip kaldırdım hiç hatırlamıyorum. Ama bir film afişine karşı çıkan annem olduğuna, sürekli bana kaldır onu oradan demesinden bıkmış, olmayan odamın, olmayan duvarına bile sevdiğim bir afişi asmama izin verilmemişti...

19 Mart 2017
 YENER BALTA