28 Mayıs 2013 Salı

MİSAFİRİM HAVUZDA

MİSAFİRİM HAVUZDA

Suya kim dayanabilir ki! Hele bu havuz olunca...

Ablamın yazlık evinin hemen önünde siteye ait havuzu var. Site, denize biraz uzak olduğu için herkesin tercihi havuz oluyor ister istemez. En çok da çocukların, kendi başlarına havuza gelebilecek yaştakilerin...

12-13 yaş civarı erkek çocuklar havuzda, havuzun suyu taşarcasına hareketlendirip kendilerince bir oyun geliştirmiş, yarışıyorlar.

Deniz, uzakta gökyüzü ile birleşmiş, sonsuz mavilik insanı büyülüyor.

Şemsiyenin gölgesinde okuduğum kitaba ara vererek onların oyunlarına bakıyorum.

İçlerinden biri giyinik, havuzun kenarında onları izliyor. Sanırım bir rahatsızlığı var ki girmiyor havuza diye geçiriyorum içimden...

Bu böyle devam ediyor, onlar oynuyor, o oturuyor.

Dayanamayıp soruyorum;

"Sen neden girmiyorsun, hasta mısın yoksa?"

"Hayır, benim girmeme izin vermiyorlar..."

"Kim vermiyor?"

"Sitedekiler!"

"Onlar kim?"

"Site yönetimi, dışarıdan gelenlerin havuza girmesini yasaklamış."

Saçmalık diyorum kendi kendime, bu yaşta bir çocuk için, en yakın arkadaşları havuzun tadını çıkarırken, havuza girmesinin yasaklanması...

Havuza girmek istiyor musun?"

"Hem de çok, ama girmem yasak!"

Adın ne?"

"Hasan."

"Yüzme biliyor musun?"

"Evet, hem de çok iyi yüzerim."

"Peki Hasan havuza benim misafirim olarak girebilirsin."

"Gerçekten mi?"

"Evet gerçekten, sana bir şey diyen olursa benim adımı verirsin. Anlaştık mı?"

"Evet anlaştık."

"Hadi gir ne duruyorsun?"

"Ama mayom üzerimde yok!.."

"Evin yakın mı?"

"Evet, bakın şu evde oturuyorum." diyerek evini gösteriyor.

Sitenin dışında, henüz üst katı tamamlanmamış, sıvasız bir ev...

İçi içine sığmıyor. Sevinçten uçuyor neredeyse... Bir çırpıda yanımdan uzaklaşıyor.

Şortunu giymiş, naylon terlikleri ayağında koşarak geliyor.

Kendini ıslattığı duşun altından çıkıp, yanıma gelerek;

"Size çok teşekkür ederim, öyle çok ki..." deyip ayağındaki naylon terliklerini fırlatıp, zıplayarak havuza atlıyor.

Hasan, tatilim süresince hep benim misafirim oluyor.

Yener BALTA, 24 MAYIS 2013


Yener,
Beğendim yine öykünü: Az öz...
Yoktur gereksiz söz...

Kendini zorlama,
İçinden nasıl geliyorsa öyle koy ortaya...
Ne diyeyim,
Öykülerini her zaman beklerim.

Sevgiler...
Hayri Balta, 27.5.2013

21 Mayıs 2013 Salı

STAJYERİN YAPTIĞINA BAK!


STAJYERİN YAPTIĞINA BAK!

Üniversiteden bölüm ikincisi olarak mezun oldum.

Mezuniyet töreninde plaket, diploma ve başarı belgesinin yanında ödül olarak her zaman kullanabileceğim bir çift kalem armağan edildi.

Bölüm başkanımız biri tükenmez diğeri kurşunkalem olan Cross marka altın kaplamalı kalemleri kendisi vermiş, bundan sonraki hayatımda başarılar dilemişti.

İş hayatı okul hayatından çok farklıydı. Kısa zamanda birçok işe girip çıkmıştım. O zamanlar çalıştığım yer küçük bir şirketti, ben, patron ve kardeşi dışında kimse çalışmıyordu. Hiç memnun değildim. Maaşımı doğru dürüst alamıyor, bunun yanında birçok olumsuzluklar içerisinde çalışıyordum.

Gazetede bir ilan görmüştüm. Bir dergiye grafik tasarımcı alınacaktı.

Çalıştığım yerden bir an önce kurtulmalıydım. Randevumu aldım ve görüşmeye gittim. Derginin müdürü ile görüşmem olumlu geçmişti. Bana, "Şu anki  işyerinden çıkacaksın. Diyelim ki burada başarılı olamadın. O zaman işsiz kalacaksın!" demişti. Ben de "öyle bir iş yerini rahatlıkla bulabileceğimi ama böyle bir yerde çalışmanın bir ayrıcalık olacağını düşünüyorum" demiştim.

Bu konuşmam hoşuna gitmiş olmalı ki, "Sevdim seni" demişti babacan tavrıyla... "Öyleyse yarın gel başla" demişti.

Aldığım maaşın iki katı maaş alacaktım. Mutluydum. Editörü, muhabiri, fotoğrafçısı, sekreteri, şoförü, aşçısı... çalışan eleman sayısı oldukça fazlaydı.

Kalemlerimi burada kullanmaktan büyük zevk duyacaktım.

Çalıştığım odada herkesle kaynaşmıştık, birlikte neşe içerisinde çalışıyorduk.

Her iş yerinde olduğu gibi buraya da stajyer alınmıştı. Muhasebecinin yakın akrabasıydı. Odamızda çalışırken eğleniyor, gülüyor ve yaptığımız işten zevk alarak bir şeyler çıkarıyorduk.

Herkesin uğrak yeri bizim odamızdı. Birkaç kez uyarı da almadık değildi...
Stajyer de, muhasebe bölümünden çok bizim odamızda oluyordu.

Kalemim onun dikkatini çekmişti. "Bu orijinali mi?!" diye sormuştu. Zira çok fazla taklidi olan kalem markası idi. Onu kullanmak, taşımak bir ayrıcalıktı. Dergi eskizlerimi Cross kalemimle tasarlıyor, arkadaşlarım benim için özel olduğunu biliyor ve benim kadar onlar da titizleniyorlardı. Kullanmak için izin istiyor ya da kullanmamaya özen gösteriyorlardı.

Bir öğle yemeği sonrasında masama oturmuş, işime devam edecektim.

Kalemlerim yoktu! Masamın üzerine, altına, kenara köşeye baktım yoktu. Çalışan herkese sormuştum. Kimsenin haberi yoktu. Üzülmüştüm. Ümitsizce masama otururken bir de ne göreyim kalemler yerde duruyordu.

Birileri şaka yapıyor olsa gerekti... Ama içime kaygı düşmüştü bir kere!..

İnanılır gibi değildi! Ertesi gün kalemler yine kaybolmuştu. Aynı süreci yine yaşadım. Ama bu sefer bana sürpriz yapıp gelmemişlerdi.

Kalemlerim kaybolmuştu. Kimseyi suçlayamazdım. Ama kalemlerimi kimin aldığını çok iyi biliyordum. Benimle birlikte kalemleri arayan stajyerin aldığından adım gibi emindim.

Düşünmeye başlamıştım: Kalemlerimi kendisinden nasıl alabilirdim. Stajı bitmiş, bizlere hoşça kalın demeden gitmişti.

Bunu yanına bırakamazdım... Muhasebeciden telefon numarasını istedim, bir açıklama yapmış mıydım, hatırlayamıyorum.

Aradım!.. Telefona kendisi çıktı. Sesimden beni tanımıştı. Benimle pek
konuşmadı, konuştuğunda da sesi titrekti. Olabildiğince kararlı, "kalemlerimi yeteri kadar kullandığını düşünüyorum, artık geri almak istiyorum." demiştim. "Sana bir adres vereceğim oraya bırakmanı isteyeceğim. Orası babamın ofisi ve ben orada olmayacağım" diye de eklemiştim.

Bana sadece "peki" demişti. Verdiğim zamanda, verdiğim adrese bırakmıştı.

Bana ait olan, benim için maddi değerinden çok manevi değeri olan kalemlerime kavuşmuştum. Kalemler bir zarfa konmuştu, içinde de bana yazılmış bir not vardı. "Vicdanen rahatsızdım, benden bu şekilde geri aldığınız için size teşekkür ederim. Özür diliyorum, beni affedin!" yazılıydı.

Yener Balta, 19 MAYIS 2013
+

Sevgili Yener,

Bir öykü ancak bu kadar güzel anlatılabilir.

Öyle sanıyorum ki buna benden çok Fevzi sevinir.

Kutluyorum, bu tür öyküler bekliyorum.

Sevgilerimle,

Hayri Balta, 19.5.2013

17 Mayıs 2013 Cuma

TERCiHiMiZ POLiSLiK


TERCiHiMiZ POLiSLiK

Ev telefonumu kullanmadığım halde fazladan para ödüyor, sırf internet için kapattıramıyordum. Bütün gün iş yerinde bilgisayarın başında olduğumdan, hem evde başka şeylerle uğraşırım deyip kapattırmıştım. Bir yılı evde internetsiz geçirmiş, yeni bir kampanyanın cazibesine dayanamayıp AVM'lerin orta koridorlarında Türktelekom'un hizmet masasına yanaşmıştım.

 Biri kız, diğeri erkek eleman üniversite sınavında aldıkları puan ile hangi okula girebileceklerini konuşurlarken sohbetlerini merhabamla araladım.
Yanımda duran kampanya afişini göstererek, "İnternete bağlanmak istesem sadece 19 TL. ödeyeceğim öyle mi?" dedim.
"Evet, ev telefonunuz var mı?
"Hayır yok."
"Biz size arama yapmadığınız sürece ücret ödemeyeceğiniz, akşam 7'den sabah 7'ye aradığınızda yurtiçi, yurtdışı ücretsiz konuşabileceğiniz yeni bir hat vereceğiz."
"19 TL.'nin dışında para ödemeyeceğim doğru mu? " diye bir kez daha doğrulatmak istedim.
"Evet, bir kerelik 23 TL. ödeyeceksiniz, hizmet bedeli olarak ücrete ilave edilecek. 12 ay boyunca sözleşme yapmış olacaksınız, aboneliğinizi iptal edemeyeceksiniz." 
Açıklamasının ardından,
"Eğer abonelikten çıkmak istersem?" sorumu, yanındaki kız cevapladı.
"Çok yüksek bedeller ödersiniz, en iyisi kalın!" diyerek gülümsedi.
Bir süre yüzüne baktım. Ne var dercesine o da bana bakarken, "O güzel gözlerini gözlerimden çekersen konuşabileceğim!" dediğimde her üçümüzde gülüştük...
"Peki" deyip gözlerini kaçırdı, iltifatımdan mutlu olarak.
Sıra sözleşme kağıtlarını doldurmaya geldi.
T.C. Kimlik numaranız, adınız soyadınız, yaşınız, doğum yeriniz gibi zorunlu soruları, soru cevap testi çözer gibi doldurduk.
"Mesleğiniz?" dedi.
"Grafik tasarımcı" dedim.
Başını kaldırıp bana baktı, "harika" dedi, "benim de çok istediğim bölümlerden biri" dedi. Arkadaşına doğru yönelerek, "yetenek sıavını kaçırmayalım" dedi.
"Öncelikli tercihimiz polislik olsun ama" diyerek, ekledi.
"Grafik tasarım ile polislik apayrı meslekler!.. Nasıl olur da ikisinide yapabileceğinizi düşünebiliyor sunuz?" diye sordum.
Belli ki biran önce bir meslek sahibi olabilmek, üniversiteye giremediğinde çaresiz kalmamak için bu şekilde düşündüğünü aklımdan geçirdim.
"Ne yapacaksın polis olup da?" diye sordum.
Bana bakıp, duraksadı! "Polis olacağım, memur olacağım işte!" dedi.
"Peki sen, görevin gereği aldıkları ücretten dolayı geçinemeyen işçilerin hakkını ararken bulundukları eylemde, onca masum insana 'bunları döveceksiniz!' dediklerinde; kafalarına copu indirebilecek misin?
"Sen, görüşlerinden dolayı seslerini  hükümete duyurmak için toplanmış onca insanın üzerine, biber gazı sıkabilecek misin?"
"29 Ekim Cumhuriyet Bayramı'nı kutlamak için Anıtkabir'de toplanan o çoşkuluğu kalabalığa hükümetin başı, 'Milli bayramlarda kutlama yapılmayacak! Kalabalığı dağıtın!' dediklerinde üzerlerine tazikli su sıkabilecek misin?"
" 'Laiklik elden gidiyor!', düşüncesiyle dinin devlet işlerine alet edildiğini protesto eden onca kalabalığa dağılın derken zor kullanabilecek misin?
"Sorarım sana?" dediğimde, sesiz kaldı.

Birkaç hafta geçmişti aradan internete bağlanamıyordum. Arızayı aradım, bu numaraya ait kayıtın bulunmadığını söylediler. Cep telefonundan mesaj yolladım, olmadı. Direkt Türktelekom'u aradım yine sonuçsuz kaldı. Yüzyüze çözüm bulacağımı düşünerek başvuru yaptığım yere gideyim dedim.
Yine aynı elemanlar oradaydı. "Merhaba" dedim erkek olana, "beni hatırladınız mı?" Gülümsedi, duraksadı!..
"Nasıl hatırlamam, daha dün aklıma geldiniz. Facebook'da arkadaşım bir fotoğraf paylaşmış. Fotoğrafta, öğrenciler kaçışırken, bir polis kızın ayağına çelme takıyordu. Altında da şöyle yazıyordu; "Bu polisi yetiştiren ana baba, kendileriyle ne kadar gurur duysa azdır. Ne de olsa iş güç sahibi bir evlat, ahlak erdem olmasa da olur." yazıyordu.
"Teşekkür ederim size, farkındalık yaratınız bende..." diyerek internet bağlantım için elinden geleni yaptı.


Yener Balta, 16 MAYIS 2013

+
YENER
YİNE GÜZEL BİR KONU YAKALAMIŞSIN.
GÜZEL DE ANLATMIŞSIN.
KUTLARIM, SEVİNİRM, SENİNLE ÖVÜNÜRÜM...
HAYRİ BALTA, 17.5.2013

15 Mayıs 2013 Çarşamba

KIZIL TOPRAK


KIZIL TOPRAK

Hiç unutmuyorum!.. Kapıya geldiğimizde önce ağıt sesleri karşılamıştı bizi. Neyse ki kapının zili içeriden duyulmuştu. Kapı açıldığında evin büyük kızı koridorda, dizlerinin üzerinde bir o yana bir bu yana dövünüp duruyordu.
Başındaki siyah örtüsü kaymış, saçları yolunmaktan didik didik olmuştu. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Evde yas vardı, evin annesi Allah’ın rahmetine kavuşmuş, acısı dayanılmaz olmuştu. (Bu görüntüden sonra babam bana, "bu şekilde ağıt yakmayın!" diye, ilk vasiyetini etmişti.)

Salonda gelenlere koltuklar yetmemiş, kalan boşluklara sandalyeler dizilmişti. Sayamayacağım bir kalabalık hakimdi evin içerisinde...
Mutfakta tepsi tepsi baklavalar, dizi dizi lahmacunlar, tepsi tepsi patlıcan kebapları ve daha şu an hatırlayamadığım birçok yiyecek vardı. Hiçbir yere sığmamıştı gelen yiyecekler...
Ben, annem, babam taziye ziyaretinde bulunmuştuk. Hem de Ankara'dan memleketimize giderek... Başımız sağolsundu!..
Toprağa yeni verilmiş, mezarlıktan gelinmişti. Gidenin acısına dayanabilenler gelenlere tabaklarda yemek ikram ederken, kimileri uzun zamandır birbirlerini görmediğinden başsağlığı ziyareti hasret gidermeye de vesile olmuştu.
Yedi çocuk anasıydı giden yakınımız. Okuması yazması olmasa da gördüğü bildiği kendine yeterdi.
Amansız hastalık kendisini çok önceleri yakalamıştı. Acısı dayanılmazdı. Geri dönüşü olmayan o hastalık için çok geç kalınmıştı.
Çok çekti!.. Çok çekti diyorum çünkü; hastalık süresince tedaviye, kontrole, çok sık Ankara'ya, bize gelirlerdi. Tedavi süresince bizde kalır, kimi gün iyi kimi gün kötü günlerini geçirirdi. Bu gelişler günle sınırlanmayıp, neredeyse ayları bulurdu. Kendisi, kızı, bazı zamanlar oğlu, bir kişi için birçok kişi seferber olurdu. Hastane işi zordu. Kızının küçük kızı da bakacak kimsesi olmadığı zamanlar birlikte gelirdi.

Evimizin düzeni bozulurdu! "Yemek masada yenmez, günah olur!" deyip, bizim evde kendi kuralını koymaya çalışır, yere sofra açılır, onun çevresine oturur yemek ne ise yenirdi.
Bir keresinde sofraya elimi sildim diye, beni azarlamış, "el sofraya silinmez, günah olur!" demişti.
En sevdiğimiz kedimiz Sümbül'e, "Sümbül'den de isim mi olurmuş, bunun adı 'Mestan' olsun!" deyip biz kabullenmediğimiz halde kedimize kendi koyduğu isimle seslenirdi.
Ankara'nın ne etini, ne suyunu ne de ekmeğini beğenmezdi. İlle memleketinden gelsin isterdi.
Bir gün kızı; "Bu yaz sıcağında et nasıl gelir? Daha otobüse konmadan bozulur!" diyerek, mahalle kasabından bir but alıp annesine, "İşte et geldi" diye götürmüştü.
Garibim “Toprağımın…"  diye seve seve yemişti o etle yapılan yemeği...
Benim yatağım nedense onun yatağı olurdu her gelişlerinde. Bizim odamızı bizle paylaşır, o uyuyor diye kendi evimizde ses edemezdik.
En son gelişinde yine benim yatağımda acılar içinde kıvrandığını, yapılan morfinin bile acısını kesmediğini, "söylen, söylen..." deyişi o an gibi kulaklarımda şu an için...
Sürekli bu kelimeleri yineleyip durmuştu, neredeyse sabaha kadar.
O gelişi son olmuştu, gittiğinden kısa bir süre sonra acısı sonsuza dek dinmiş, hayata gözlerini yummuştu. Üzülmüştüm, ne kadar karışsa da, ne kadar benim yatağımda yatsa da, ne kadar sözünü geçirmeye çalışsa da severdim...
Taziye ziyareti bitmiş, kalkma vakti gelmişti. Teyzemlere gidip o gün onların misafiri olacaktık. Evin diğer kızı anneme, "yiyecek o kadar çok ki, biraz versem götürseniz, sevap etmiş oluruz hem de" demişti. Annem de kırmamış kabul etmişti.
Konan yemek öyle böyle değil koca bir çuvaldı. Evin oğlu arabaya indirmiş, bizi de gideceğimiz yere kadar götürmüştü.
Teyzemde, çuvaldaki yiyecekler bozulmasın diye dolaba koymak için çuvalın ağzı açıldığında şaşkınlığını gizleyememişti annem!.. "Beh kele" demişti koyu şivesiyle...
O an ne olduğunu anlamayıp, şaşmış, şaşkınlığımız gülme krizine dönmüştü. Bir çuval dolusu kırmızı toprak ne diye buraya kadar gelmişti!..
Daha sonra ne olduğunu aranan telefonla anlamıştık! Kendi bağının kızıl toprağını bir çuvala doldurmuş, mezarının üzerine serpmek için getirmişlerdi...
YENER BALTA, 15 MAYIS 2013
+
Yener,
Öykünü çok usta bir yazarın öyküsü gibi başarılı buldum. Öykülerde sonuç çarpıcı olur… Bu da öyle olmuş…
Bu öyküden kimsenin rahatsız olacağı bir durum yok. İstediğin yerde yayınlayabilirsin…
Emekliliğinde öyküler yazarak ek gelir sağlayabilirsin…
Yeter ki bu işin peşini bırakma…
Hayri Balta, 15.5.2013

7 Mayıs 2013 Salı

KULAK

KULAK

Hepimizin ortak şansı vardır hani, arabası olanın başına gelir hep. "Ne zaman arabayı yıkatsam ardından yağmur yağar!" deriz genelde.
Benim de başıma sıklıkla gelir bu durum. Bahar yağmurları hırsını aldı sanırım. Bu hafta sonu yıkatıp kurtulayım bu işten...

Neredeyse dışarıyı göremeyeceğim camdan. İçerinin pisliği de çabası...

Evime en yakın olan benzinliğin yıkama bölümüne gidip, benden önce sıraya giren üç arabanın yıkanmasını bekleyeceğim. O an yıkanan arabalardan birinin kurulama işlemi kalmışken, birinin paspasları dışarı çıkarılıp yıkanırken, benden önce iki arabadan sonra sıra bana geleceği için şanslıyım. Zira hafta sonu bugün, herkesin araba yıkatmak için tercih ettiği günlerden biri...

Uzun siyah çizmesi dizlerine kadar gelmiş, siyah tulumunun üzerine naylon önlük takmış, hızlı hızlı arabayı kurulayan genç, sanki yevmiyesi dışında alacağı bahşişin hayalini kurar gibi, gün boyuna yayması gereken enerjisini bu arabaya yoğunlaştırarak çalışıyor. Ne de olsa şu an kuruladığı araba bir Mercedes. Sahibinin de görünüşünden iyi bahşiş koparacağını düşlüyor kanımca... Son bir kez iki ucundan gerdiği bezi ön kaportasına hızlı hızıl çevirip pat diye yapıştırıp çekiyor kendine doğru. Alelacele toplayıp, bir sihirbazın el çabukluğu gibi, iki elinin arasında kıvırarak sıkıyor. Bir çırpışta bezi yere doğru savurup, kendisini izleyen araba sahibine buyrun dercesine eliyle işaret ediyor. Yaklaşan adama kapısını açıp anahtarını teslim ederken, avucuna sıkıştırılan  paraya bakmadan naylon önlüğünün ön cebine koyuveriyor.

Bir sonraki araba benim de hiç haz etmediğim, Tofaş marka, Şahin model bir araba... Genelde sahipleri tarafından BMW ayarında önem gören, eksozu öttürülen, maaile binilen, araba için varolan envai çeşit aksesuarları bir arada görülebilen bir araba... Nasıl olmuş da burada yıkatıyor diye düşünüyorum. Zira mahallenin kenarında, bir çeşmenin başında, evlerin önünde en çok yıkanan, sahibi ile özdeş markalardan biri diyebilirim.

Arabasını yıkama bölümüne kadar çekip, anahtarı gence uzatırken; "İyi yıka ha, içerisini de iyice bir süpürgeyle al" diyerek çıkıyor arabasından... "Merak etme abi sen" diyerek işe koyuluyor yıkayıcı... Kendisi de yıkama bölümünün az ilerisinde beklemek için konulan sandalyelerden birine oturuyor. Üç bölüme ayrılmış yıkama yerlerinde, her üç eleman da harıl harıl çalışıyor. Benzinliğin müdürü dışarıdan içerisi görünmeyen camın arkasında kendilerin gözetlediğinden emin, var güçleriyle çalışıyorlar.

Sıra benim arabaya geliyor, arabayı ve anahtarı bırakıp, beklemek için ayrılmış bölüme yöneliyorum. Bir bayanın yapacağı iş değil araba yıkatmak... Ama çaresizim.

Sırf beden gücü ile çalışıp, sonu olmayan, araba sahiplerinin yıkamasından memnun kalmadığında bile işinden edilebilecek bir iş olarak görüyorum. Zira evime temizlik için gelen bir kadının ağıdı aklıma geliyor. Oğlundan gelen telefonla bana dertlendiğini, birkaç gündür çalıştığı oto yıkamada, müşteri memnun kalmadığı için patronu işten attığını, şimdi ben ne yaparım diye ağıdını unutamıyorum.

Yapılan iş iş değilken, o işin kaybı bile üzebiliyor insanı, ne zor, ne acı... Bir meslek sahibi olamamak, bir baltaya sap olamamak... Düşüncelere dalıyorum çalışanları izlerken...
Tofaş model arabanın sahibi plastik sandalyede bir bacağını diğerinin üzerine genişçe atmış, kolunu sandalyenin arkasına dayamış, siyah bıyıkları dudağının iki yanına inmiş, jöleli ya da su ile taranmış ıslak saçları, sivri uçlu parlak pabucu, siyah boyuna çizgili takımı, mor pembe arası yüksek yakalı gömleğinin manşetleri ceketinden dışarı çıkmış kulağını karıştırırken; "Ah anam" diye bağırınca, ister istemez hepimiz ona bakıyoruz. İlk olarak kendi arabasını yıkayan çocuk,"Ne oldu abi?" diye yanına koşuyor. Acı ve telaş içinde kıvranırken başını yere eğmiş bir şekilde, "Kulağım, kulağım!" diyor başka bir şey demiyor...


"Ne oldu?" diye tekrar soruyor çocuk telaşlı...
"Kibrit çöpü ile kulağımı karıştırıyordum, kulağımın içinde kırıldı." derken bile kıvranıyor...
"Düzel abi, bi bakayım belki görünür, izin ver bir bakayım." Diyerek yardım etmek istiyor. Adam hafifce doğruluyor, kulağını ona doğru çeviriyor,

"Abi burada görünen birşey yok, emin misin içinde kaldığından? Yere düşmüş olmasın?" diyerek yerde kırık kibrit çöpü arıyor.

"Yok anam babam yok, hay senin kulağına..." derken sesini burada alçaltıp,"İçinde, içinde hissedebiliyorum. Çok acıyor çok, çok ittim, kulak zarına mı ne zıkkımsa ona zarar verdim sanırım" diyor...

Adamın bağırtısı, telaşı, acısı derken, bütün çalışan eleman seferber oluyor. İçlerinden biri, aklıma bir fikir geldi deyip, koşarak elektrik süpürgesinin hortumun kapıp geliyor adamın yanına,

"Durun, bana bırakın, çekilin oradan!.." deyip, elindeki süpürgeyi adamın kulağına götürürken, adam;
"Daha neler, o da ne?" diyerek elinin tersiyle itiyor.

"Abi sen bana bırak, bak göreceksin ne varsa içinde çekecek, acı macı kalmayacak" diyerek, kaşı gözü ile sakin ol dercesine adamı cesaretlendiriyor.

Süpürgenin ucunu adamın kulağına tutup, çalıştırır çalıştırmaz, süpürgeden çıkan sesi adamın sesi bastırıyor. Yerinden fırlayıp, "Ah anam, ah anam!.." deyip dönüp duruyor.
Ne dediğini sanırım kendi de duymuyor, o an değil kulağıma tutulması, bilmem kaç voltluk elektriğin gücü ile yanındayken bile sese tahammül edemezken onu kulağıma dayalı düşünemiyorum bile...

Yazık, üzülüyorum!.. Adam acı içinde kıvranıyor. Olacak şey değil diye düşünüyorum. Keşke hemen hastaneye götürülseydi diye içimden geçiriyorum. İlkelliğe bak diye de yazıklanıyorum.

Tüm bu olan bitenin ardından camekanlı bölümden keçi sakallı, saçının kalanına aklar düşmüş, orada çalışanların müdürü olduğu her halinden belli, koşar adımlarla adamın yanına geliyor.

"Hayırdır, neler oluyor?" diye, elemana soruyor.

"Şey abi!.." deyip anlatmaya başlayacakken, adam söze karışıyor... "Başlarım senin şeyinden" deyip haykırırken kendi sesini kendi duymuyor bile... Bağırarak elemanın üstüne yürürken, iri kıyım müdür adamı yakalıyor...

"Beyfendi sakin olalım!" diyor müdür." Bir durumu anlayayım, elimden geleni yapacağım sizin için" diyerek ortalığı yatıştırmaya çalışıyor.
Adam dağarcığında bulunan bütün küfürleri savuruyor bu arada...

"Sana mı kaldı lan bok yemek!" dediğini onca dediklerinden ayırt edebiliyorum.

"Hadi içeri gidelim, orada konuşalım," diyor müdür, adamı koluna girip sürüklercesine içeri götürüyor.

Adama bağırıp çağırırken kapı kapanıyor...
Ortalık sakinlese de elemanlar bir telaşa düşüyor...

Müdür kapıdan çıkıp sesleniyor çalışanlara, bir el hareketi yetiyor her üçünün de içeri gitmesine...

"Nasıl yani!.. Biz ne kadar bekleyeceğiz burada?" diye müdüre sesleniyorum.

"Haklısınız, bir dakika içerisinde arabanızın başında olacaklar, anlayışınıza sığınıyoruz" diyerek tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır atasözü ile yapacak şeyin beklemek olduğuna karar veriyorum.
Uzaktan bir ambulans sesi duyuyorum, aynı dakika içerisinde ambulans benzinliğe, müdürün ofisine doğru yanaşıyor. Adam eli kulağında yürüyerek ambulansa biniyor, ardından müdür de yanına...

Umarım her şey tatlıya bağlanır diyerek konudan biran önce uzaklaşmak istiyorum. Arabamın kurulama işlemini de beklerken fazla özenmesinin bir anlamı olmadığını düşündüğümden,

"Paspasları yerlerine aç yeter. Ellerine sağlık, tertemiz olmuş." deyip, bir önceki müşteriden bahşişini alırken ki mutluluğunu hissettiğimden neredeyse yıkama parasına yakın cüzdanımdaki bütün bozuk paraları ona veriyorum. Yıkama fişini ona teslim edip arabama biniyorum.

Aklıma takılan bu olayı, ertesi gün orada var olan markete girerken yıkama yapan çocuğa sormak için yanına gidiyorum.
"Dün kulağına çöp kaçan adamın akıbetini merak ettim de, haber var mı?" diye soruyorum.

Olayın korkusu geçmiş, aralarında gülme konusuna dönüşmüş olsa gerek ki, gülümseyerek;
"Ha o mu?" diyor. "Halloldu halloldu... Bizim müdür şikayet etmemesi için adamı zor ikna etmiş, çok uğraşmış ama... Bizzat kendi getirip götürdüğü hastanede, küçük bir operasyon geçirmiş. Kulak zarını zedelemiş, neyse ki delinmemiş. Zaten adamın önceden de rahatsızlığı varmış. Süpürgenin..." deyip kendini tutamıyor gülüyor, gülerek devam ediyor  konuşmasına... "O da geçici bir kulak sağırlığına neden olurmuş, bir iki gün içerisinde geçer demiş doktorlar..."

"Arkadaşınız işinden olmadı değil mi?" diye de soramadan edemiyorum.

Bu soruma da gülümsüyor, genç eleman,
"O var ya o... Nasıl denir size bilmem ama madem sordunuz.

Geçen gün bir bayana geri geri gel diyeceğine...
"Abla ya affına sığınaraktan..." diyerek bana,
"götün götün gel!.." diye bağırırken bizim müdür duymaz mı?

Eh bu da tuzu biberi oldu kulak olayının...

Müdür bunu almış karşısına, 'Lan daha birkaç gün önce genel müdür gelmeden eğitime almamış mıydık hepinizi... Bu ne hal böyle, gittikçe bokunu çıkarıyorsunuz işin!"
deyip, bir güzel azarlamış bunu...

"Eh işe yaramamışa benziyor baksana..." diyorum lafının üzerine...

Gülümsüyor...

"Garibanın tekidir o, idare ediyoruz işte..." deyip sevecen bir ifadeyle az ilerde çalışan arkadaşına bakıyor...

İyi çalışmalar diyerek ayrılıyorum oradan yüzümde tebessümle...

YENER BALTA, 7 MAYIS 2013
+

Yener Hanım,

Yine çok güzel anlatmışsın olayı. Güzel bir öykü olmuş. Ayrıntıları da unutmamışsın. Bu gidişle iyi bir yazar olacaksın. Benden söylemesi.

Arşivine, gözden geçirdiğim bu yazıyı al.

Şimdi kal sağlıcakla, başarılar sana.

Av. Hayri Balta, 7.5.2013

5 Mayıs 2013 Pazar

BABAMIN KİTAPLARI

BABAMIN KİTAPLARI

Hep yazıyorum ya hani; Yenimahalle'deki evimizi... Bende fazlasıyla
izleri  olan... Neyse ki ben üniversiteden
mezun olduktan sonra taşındık oradan... Ama anıları kaldı bende,
hafızamdan silemeyeceğim kadar!..

Şu an bile gözümde öyle net canlandırabiliyorum ki; misafir odamız,
oturma odamız ve yatak odası olan o küçücük odamızı... O odanın
kapısının tam karşısında bizimle birlikte Antep'den göçen koltuk...
İşte o koltuk, babamın evdeyken oturduğu koltuk, evimizdeki tek
koltuk!..

Annem, "o misillim ceviz koltuk takımı, senin kitapların yüzünden
kamyona  sığmadı" der dururdu sık sık babama... Üzülürdüm!.. Annemin
kazancı ile aldığı koltuklarının orada kaldığına, onun üzülmesine...
Bir kadın için ne kadar önemlidir evinin eşyası, hele ki koltuk
takımı, şu yaşımda daha da iyi anlayabiliyorum annemi...

Bir o kadar da babamın kitapları!.. Babam için çok çok önemli olan.
"Fare gibi her gün bir bir taşırdı kitap!" derdi annem. Hep kızardı
babama çok kitap aldığı için... Gururlanırdım, özenirdim babamın
kitaplarına... Önce kitaplar demiş babam, evimizin eşyaları
kamyona yüklenirken. Sanki batmakta olan gemiden önce yaşlılar ve çocukların
kurtarılacağı gibi...

İlkokulda derslerime babam yardımcı olurdu. Evdeki öğretmenimdi. Hangi
ders olursa olsun babama sormam yeterliydi. Hemen cevap verir, uzun
uzun anlatır, öğretirdi. Yetmedi, kütüpane kadar geniş olan
kitaplığında dersimle ilgili kitabı daha yeni yerine bırakmış gibi
bulur, sayfasını açar, "işte bak buradan yararlanabilirsin" diye bana
uzatırdı. Bütün mahalle çocukları ödevleri ile ilgili konu için
neredeyse bize gelir, babamın kitaplığından yararlanırlardı.

Şimdi aklıma geldi, yazmadan geçemeyeceğim. Şu an için kaçıncı sınıfta
olduğumu hatırlamıyorum. Her sabah radyoda verilen haberden en az
beşini yazıp, ilk derste okunması için yazar okula götürürdük. O
zamanlar ne o haberi okuyanın hızına yetişebilir, ne de o hızı not
edebilirdim. Babam sanki kendi dersiymiş gibi benim için not ederdi.
Edemese bile bana sonrasında yazar, ya da yazdırırdı. Babamın el
yazısını okuyana aşkolsun! Ne doktor yazısı gibi... Benim bildiğim
harflerin dışında bambaşka bir alfabeydi sanki. Bu her sabah kahvaltı
masasında gerginlik yaratan bir konu muydu şu an hatırlayamıyorum. Ama
babam temize çekebilmem için, benim okuyabileceğim şekilde tane tane
yazmaya çalıştığıda olurdu. Bana göre yine kendi alfbasiyle... Annem
geçmişe dönük anılarında "baban o yazısı için az çalışmadı, gece
gündüz, yazar yazar dururdu" derdi.

Babamın ayrı bir çalışma odası, annemin ayrı dikiş odası yoktu. Yatak
odası adı altında ikisinin de uğraşları için buluştukları yerdi. Üç
duvarına kitaplar dizilmiş, o da yetmemiş karton kutulara konup
yatakların altına itilmişti. Kitaplıklar sanki o odanın duvarı
olmuştu. Herşey onların önüne konmuştu... Yatak, çalışma masası, dikiş
makinesi...

Batıkent'e taşınırken bazıların istemeyerek de gözden çıkarıp
çuvallara doldurup Zafer Çarşısı'nda eski kitapları satan bir
arkadaşına vermiş, bir kısım dergi ve kitaplarını da depoya kutulayıp
koymuştuk. Yeni evimizde babamın artık bir çalışma odası olacaktı.
Kitaplarının bir kısımın odasına, kalanını da koridordaki kitaplığa
yerleştirmiştik. Kitaplığındaki kitaplar karışmış; yazarları, konuları
derken bozulmuş, düzenlemesi hayli zaman almıştı.


Babam, sağlığından dolayı severek yaptığı avukatlık mesleğini bırakıp, iş yerini eve taşıması gerekti. Orada ki kitaplar da eve gelince, ev hıncahınç kitap doldu. Her odada bulunan  dolaplara, yeni alınan kitaplıklara yerleştirdi. Ev tamamıyla kütüphane gibi olmuştu.


Gerektiğinde tekrar bakabilmek için, birilerine
okuması için verdiğinde asla unutmadığı, bazısında
altlarını çizerek, bazısında notlar alarak, bazısında da yazılarına
alıntılar yaparak okuduğu kitaplar babamın en değerli hazinesi...

Babamın kitapları, en çok din ve felsefe, roman, öykü, deneme,
araştırma, hatta hatta müzik, bilgisayar konularını ve daha fazlası
bulunan geniş bir kitaplık, kütüphane ayarında...

Son zamanlarda babamla birlikte kitapçılara, yılda birkez açılan kitap
fuarına gittiğimizde üçer beşer alarak döndüğümüz çok olmuştur.
Adresine gelen, ya da kendisinin sipariş ettiği dergileri de ödünç
alıp belirlediğim süre sonrasında kendise vermişimdir. Keşke iş
yaşantısı zamanımın bu kadarını kapsamasa da daha fazla kitap
okuyabilsek... Bu da kendimi kandırmak olsa gerek! Babam değil kitap
okumaya zaman ayırmak, durakta, otobüste, yatakta, hatta hatta
yürürken kitap okur, kitap okumayı zamana uydururdu.

Şu an en güzel olan; bu kadar birikimin, bu kadar emeğin, yıllarca
aldığı notların, yazılarının bir bir kitaba dönüşmesi. Kendi
kitaplığında kendi kitaplarının basıtırılıp o en değerli hazinede
yerlerini alması... Babamın her kitabını birlikte hazırlayıp mesleğim
gereği başından sonuna hatta teslimatına kadar ilgilenmek bir o kadar
da gurur verici benim içinde... Sayısı 10'u bulmuş, belki de basılmaya
yüzlercesi hazır olan dosyalarını yavaş yavaş baskıya hazırlıyor...

Bilgisayar yeni yeni çıkıp evlere girdiğinde, babamın da isteğiyle
kendisine bir bilgisayar aldık. Yılların daktilo tecrübesiyle, sadece
klavyeyi kulanmamın yeterli gelmediğini bildiğinden, bilgisayar
kursuna gitti. Bu da yetmeyip kendine ait internet sayfasını
kendisinin hazırlayıp, yeni bilgiler girebilmek için web tasarım
kursuna gitmekten hiç çekinmedi.

Basılı kitaplarının yanında sanal ortamda e-kitap bölümü oluşturarak
internet ortamında da basılı basısız kitaplarını yayınlayarak,
okumadan bu kadar uzak, ürkek, korkak, sıkılgan insan kitlesine kendi
ulaşsa da o kadar azınlıkta olan okuyan çevresiyle bilgi alışverişini
sürdürmekte şu an...

Yener Balta, 3 MAYIS 2013