BABAMIN AMCASI
Ateş düştüğü yeri yakardı. Onun düşen ateşi kimseyi yakmamıştı. Yalnızdı, yalnız da öldü. Kendi çevresi, anası, babası, kardeşleri kendisinden çok çok önce teker teker ölüp gitmişti. Evlenmemişti. Çocukları, bir aile hayatı olmamıştı. Gençliğinde bir nişanlılık başından geçmişse de nişanlısını kendi yeğeni ile evlendirmişlerdi. Bu konuda da kimselerle bir şey paylaşmamıştı.
Memleketi Gaziantep’ti. Küçükken geçirdiği ateşli hastalık beyninde az da olsa hasar bırakmıştı. Bir mesleği yoktu, ortaokulu bitirmişti. Ailesi varlıklı olduğundan para kazanmak gibi bir kaygısı olmamıştı. Kendisini asilzade ilan etmiş, hatta soyadını Büyükbeyzade olarak değiştirmişti. Babadan, atadan kalan tüm toprakları ucun ucun satıp, o paralarla varlık içinde yaşıyordu. O yaşama ne derece varlık içinde yaşadı denebilirdi, tartışılırdı.
Çok zeki olduğu söylenirdi. Çoğu vaktini okuyarak geçirirdi. Bilgi edinmek için okul şart değildi. Tarihe meraklı idi, tarih profesörlerine taş çıkaracak bilgiye sahipti. Çevresindekilerle öyle kolay kolay muhatap olmazdı. Daha çok bu konuları abisinin çocuğu olan, kendine daha yakın bulduğu dört yeğeninden en büyüğü ile tartışırdı. Zira o kendisini yaşam şeklinden dolayı yargılamaz, kendi kardeşlerini de amcalarına karşı davranışlarında sık sık uyarırdı. Amcaları o zamana göre biraz farklı bir yaşam sürüyor, farklı fikirleri savunuyor, ara sıra da çizgiyi aştığı oluyordu!..
Alışılagelmiş yaşam tarzını bir miktar daha toprak satıp, o para ile kendisine avizeci dükkânı açarak değiştirmek istemişti. Toprakları satıp satıp yediği çevre tarafından hep dedikodu konusu oluyordu. Babadan kalan tüm toprakları yok pahasına satıp bitireceği korkusu ile sürekli konuşuluyordu. Ne de olsa onun mirasçıları da kendi yeğenleriydi. Ne kadar satarsa kendilerine kalacak miktar gittikçe azalacaktı.
Avizeci dükkânı için bir beklentisinin olup olmadığı tartışılırdı. Bazen açmıyor, kimi zaman haftalarca uğramıyor, aklına estiğinde gidip dükkânda oturuyor, gelen müşterilerle de isterse ilgileniyor, kafasına eserse de dükkândan kovuyordu. Dükkân izbe bir görüntüyü bürünmüş, yok pahasına devredip, o para ile de dilden dile dolaşacak Hindistan gezisine çıkmıştı.
Bu gezi en çok dillerinde dolaştırdığı kız yeğenlerinin ilgi konusu olmuş, hatta konuşma boyutunu aşıp gülme konusu haline gelmişti. Ne işi vardı amcalarının Hindistan da... Ne yapacağını şaşırmış olsa gerekti onlar için amcaları... Bu gezi yıllarca konuşulmuştu. Nede olsa tarihe meraklı olan amca, belki de bundan sonra ülke ülke gezecekti.
Amca daha da yaşlanmış, dört yeğeni de Ankara da yaşadığından onların desteği ile yaşlılığını sürdürebileceğini düşünerek bir ev alıp, göçmüştü Ankara ya. Ankara ona yavan gelmişti. Gaziantep de yaşadığı kolaylığı orada bulamamıştı. Yine de yaşlılığındaki yalnızlığını yeğenlerinin destekleri ile giderebileceğini düşünüyordu. Daha çok kızlardan büyük olan yeğeni sıklıkla uğruyor, kendi uğramasa bile yetişkin oğlunu gönderip, ihtiyaçlarını gideriyordu. Bunu da canı gönülden değil, amcadan ne koparırsak kardır amacıyla yapıyordu.
Bazen de kendisi yeğenini arıyor, Gaziantep de keyifle gittiği, alıştığı hamama, "gel beni götür" diyerek çağırıyordu.
Kısa boyu, gittikçe aldığı kilolarla daha da kısa görünüyordu. Gözleri göz kapaklarından dışarı fırlayacakmış gibi duruyor, bembeyaz kaşları göz kapaklarına uzanıyordu. Çerçevesi ve camı siyah olan gözlüklerini takması görüntüsünü biraz olsun örtüyordu. Dışa dönük kalın pembe dudakları, beyaz bıyığının altından et parçası gibi sallanıyor, kirli saçı ve sakalı ile her zaman tıraşsız dolaşıyordu. Kafasının tüm kiri ve yağı sürekli kullandığı şapkasına işlemiş, kullandığı boyun bağının boz rengi kirli paltosunun içinde kaybolurdu.
Ara sıra en büyük yeğenin evine gelir; biraz konuşur, özlediği Antep yemeklerinden yer, oturduğu yerde uyur, o kısa zamanda horlaması gecenin ilerleyen saatlerindeki horlamaları aratmazdı. Aslında o görüntüsü insanı üzer haldeydi.
Bir gün büyük yeğeni kendisini ziyarete gitmiş, kapının zilini duyurana kadar bir yarım saat geçmişti. Kulakları ağır duyuyordu. Gelirken telefon edilmiş olsa da kendince güvenliği için kuşku duyuyordu. Bitmeyen kilitleri tek tek açıp, zincirli kapı aralığından son bir kez daha kim o demeden açmamıştı.
İçerisinin havası ağırdı. Yerde boş alan yoktu her yer halı ile kaplıydı. Üst üste, rengarenk, karmakarışıktı... Bildiğimiz ev düzeninin dışında bambaşka bir yaşam alanı haline gelmişti. Her yerde tüple ısınan seyyar sobalar vardı. Koridorda, banyoda, salonda, mutfakta, yatak odasında... Salon yeni taşınmış çalışma odasını andırıyordu. Salonun tam ortasında eğri konmuş büyük bir çalışma masası, yerde, masada, plastik sandalyelerde her an taşınılacak gibi yığılı kitaplar vardı. Her konuda rahatlıkla kitap bulunmaktaydı. Yeğeni kitapları inceledi, bir hayli zengin kitaplığa sahip olduğunu gururlandırırcasına ona dillendirmişti.
Mutfak günlerce kalan kapların kurumuş, kokmuş, küflenmiş tabak, tava, tencere, çatal, kaşık bulaşıkları ile doluydu. Amca ve amcanın evi bir yerde acınacak halde idi. Koridorda ve diğer kullanılmayan odada çelik kasalar vardı. Kasaların kendi kilitleri yetmemiş olmalıydı ki, üzerinde asma kilitli zincirlerle güvenliği daha bir sağlamlaştırılmak istenmişti.
Yatak odasındaki çekmece ve gardolap içlerinde ne varsa, kendi el yazısı ile, çorap, fanila, don, havlu, kazak diye devam eden küçük etiketler yapıştırmıştı. Aklı iyice gidip geliyor olsa gerekti. Yeğeni buna üzülmüş; "Unutmaya mı başladın artık amca, bunları yazdığına göre…" diye sormuştu. “Her çekmeceyi teker teker açıp içinde ne var diye bakmaktansa dışına bakıyorum?” demişti. Antep şivesiyle kelimeler ağızından ağır ağır çıkıyordu.
Yeğeni, amcasının bu halde yaşamasına içi elvermemişti. Gel bizde yaşa dese iki göz odada altı nüfus yaşıyordu. Yardımcı bulalım dese istemiyordu, ben kendimi idare edebiliyorum dese de, kendi işini de kendi göremiyordu artık.
Bu ziyaretin ardından kısa bir süre sonra, tanınmayan biri tarafından yeğenine telefon gelmişti. Keçiören karakolundan bir polis memuruydu arayan. "Adının Kemal Büyükbeyzade olduğunu üzerinden çıkan nüfus cüzdanından öğrendik. Sanırım yakınınız olsa gerek" diye ölüm haberi beklenmedik bir şekilde ulaşmıştı. Ankara'nın ayazında kendi başına hamama gitmeye karar vermiş, hamamın kapısının önünde bastığı buzlu zeminde ayağı kaymış, başını yere çarpmış, oracıkta beyin kanamasından ölüvermişti. Haber yayılmıştı bile yeğenler arasında, cenazesi alınıp, beş altı kişiyi geçmeyen bir kalabalıkla gömülmüştü. Mezar taşı yaptırmayı bile kimseler üstlenmemiş, kalan mirasından kendine pay düşmemişti. En büyük yeğen kimselere söylemeden mezar taşını bir yıl sonra yaptırmıştı.
Artık kalan mirasın pay edilmesi, tüm mirasçıların katılımıyla evine girilmesi kalmıştı. Bazıları için beklenen bir andı. Gün, saat kararlaştırıldı. Büyük yeğen kendisi bu durumu yaşamak, görmek istemediği için çocuklarından birini sırf temsili olarak yollamıştı. Eve ölümünden sonra ilk defa girilecekti. Kapılar zaman zaman kendisi ile ilgilendiği yeğeni tarafından açılacaktı. Kapı kolay kolay açılmıyordu, anahtarlar var olan kilitlerin içinden boşa dönüyor, tutukluk yapıyordu. Kapı daha önce zorlanmış, kurcalanmıştı. Kapıyı açan yeğen, birileri içeri girmiş olma ihtimali üzerinde söylenip duruyordu. Sonunda kapı açılmıştı.
Ortalık darmadağındı. Amca hayatta iken dağınıklıkta bile bir düzen vardı, bu düzensizlik bir şeylerin arandığı izlenimini bırakıyordu. Kasanın üzerindeki asma kilitli zincir, kenarda duran demir makası ile kesilmiş, kasanın içerisinde anlamsız birkaç eşya bulunuyordu. Yeğen var olan paralarını nerelerde sakladığını çok iyi biliyor olsa gerekti ki, doğruca yatak odasına girip tek tek çorapların içlerini araştırıyor, ne var ne yoksa dışarı çıkarıp, yere yığıyor, giysilerin tümü için bunlar ancak yer bezi olur deyip yüzünü buruşturuyordu.
Evde kimselerin işine yarayacak doğru dürüst eşya yoktu. Onların beklentileri bir köşede kimselerin bulamayacağı yığın paralar, altın liralar bulmaktı. Zaten o birileri tarafından çoktan bulunmuştu. Büyük yeğen cenazeyi teslim alırken hatıra olsun diye sadece siyah kalın çerçeveli gözlüklerini almış, başkada bir eşyasına dokunmamıştı.
Evde bulunan eşyalardan isteyen istediğini almış, seçilen eşyalar götürülen evde lüzumsuz kalabalığa neden olacak, baktıkça kimselerin içi acımayacaktı.
Bir hayatta bu şekilde noktalanmış, arkasından bir damla gözyaşı bile akıtılmamıştı. Ateş hiç bir yüreği yakmamış, aksine satılıp yenen malların ateşi yürekleri yakmıştı.
YENER BALTA,
16 ŞUBAT 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder