1 Ekim 2007 Pazartesi

İŞİMİZE GELİYOR

İŞİMİZE GELİYOR

Göremiyoruz!

Yeşil bir yaprağın üzerine düşen bir çiğ damlasının yansımasını göremediğimiz gibi. Duvar dibinde sanki bağ bahçesinde sefa sürercesine tüm kızıllığı ile yeşilin kontrastı yanında bas bas bağıran gelinciklerin o bir anlık narinliklerini göremiyoruz.

Yanımızda, yanıbaşımızdaki bizden içimizden olan birilerinin gözlerinin içindeki hüznü, acıyı, umudu, ürkekliği, kini, öfkeyi, kırılganlığı, neşeyi, sevinci, yalnızlığı göremiyoruz.

Bir anlık bakış bile dillerden düşen sözcüklerden çok daha fazlasını söylerken, kafamızı kaldırıp, destek almıyoruz gözlerden, dillerinden kelimeler dökülürken.
Belki de bilmiyoruz. Gözlerin onca ifadeyi yüklendiğini. Sadece benzetmeler yapıyoruz, deniz mavisi gözler, çakmak çakmak gözler, buğulu gözler.

Bazılarımız gözlerin ne kadar etkin bir ifade dili olduğunu kavramış olmalı ki onca söze gerek duymadan bir bakışla yetinip, ne demek istediğini üzerine yüklediği anlamla karşı tarafa ifade edebiliyor.

Sevgili iken onca sevgiyi yüklenip görev biliyor kendine. Kızgınken ateş püskürüyor o gözler. Yaşamak hiç yaşamak istemediği bir acı karşısında donup kalıyor, ifadesiz. Bazen anne şefkatinin tüm saflığını üstleniyor. Yalan, evet yalan söylendiğinde sığamıyor, kaçmak istiyor kaçamıyor, yakalanmamak için kaçırıyor bakışlarını kendinden.

Duymuyoruz!

Göremediğimiz gibi duymuyoruz da... Kullanamıyoruz hiç bir duyumuzu. Belkide sahip olduğumuz duyularımızın değerini bilmiyoruz. Kaybetmediğimiz sürece... Hı! Deyip duymadığımızı söyleyip aslında gayet rahat duyupta önemsemediğimiz bir söylemi bir kez daha yineletiyoruz, söyleyene.

Duyuyoruz, önemsemiyoruz. Açmıyoruz açamıyoruz kulağımızı, bazen söylenenler işimize gelmiyor duymuyoruz. Bazen de duymamak işimize geliyor, üstlenmiyoruz, “duymadım ki” deyip sıyrılıyoruz sorumluluklarımızdan.

Bazen de ne çok işe yarıyor duymamak, üzülmüyoruz duymayınca, duyurmuyoruz bazen üzmemek için bir başkasını, duyar nasılsa deyip erteliyoruz, kötüleri. Bazen de iyiyi duyurmak istemiyoruz, bir başkasını mutlu edecek bir söylemi duyuramıyoruz. Bazende misafir ediyoruz kulağımızı duymamamız gerekene.

Bilmiyoruz!

Bilmem deyip geçiştiriyoruz işimize geldiğinde. Bilsek de yapmıyoruz; yapmamak, yerine getirmemek, ertelemek yapılacağı... Belki de gerçekten bilmiyoruz, ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı...

Kimi zaman yaptığımızın doğru mu yanılş mı olduğunu bilmeden... Belki de yanlışı kendi doğrumuz bilerek. Bilmeden kırıyoruz, incitiyoruz, bazende bilerek...

Neyin doğru neyin yanlış olduğunu karıştırıyoruz birbirine. Verilen işi çarçabuk yapmak mı doğrusu, sallayabildiğin kadar sallamak, belki yapılması gereken zamandan çok sonra yapmak, belki unutturmak, belki bahaneler bulmak yapmamak için, belki de bir başkasına yaptırmak bildiğin belkide bilmediğin, belki de bilmek istemediğin işini... Bilmiyoruz bilinmesi gerekeni... Bilmemek işimize geliyor. Bilmediğimizi biliyoruz diyerek bilmeye çalışsakta, bildiğimizi yerine getirmezken kendimize kendimizce bir görev edinerek, az bildiğimizi de iyice bilmeden bilmediklerimize bölünerek bilmemeye devam ediyoruz.

Benden...
7 MAYIS 2006

ALIŞAMADIK GİTTİ!

ALIŞAMADIK GİTTİ!

Alışamadık gitti, ne şehirli olduk ne de köylü. Arada bir yerlerde kaldık. Şehirli gibi yaşayalım derken, birşeyler eksik kalmış olmalı ki tam tadına varamadık bir türlü.

Kapı eşiğinde ayakkabı çıkartmasını apartmana taşıdık, alıştık. Çok katlı binaların üst katlarından halıları gümbürdete gümbürdete çırptık balkondan pencereden, ona da alıştık. Aynı katı paylaştığımız komşunun kapısı çalınsa da merak ettik açtık, gülümsedik alttan aldık, alıştık. Beton zemin bulduk, bahar temizliğine kalkıştık serdik halıları apartman girişlerinde içimize sinerek yıkadık kuruttuk, ona da alıştık. Bina girişlerini engeleyecek şekilde arabamızı en kısa mesafede bıraktık, ona da alıştık. Köyümüzü şehrimize taşıdık. Balkonda küçük teneke kaplara az soğan, az nane, az da maydonoz ektik, üst komşunun akibetinden kurtarabildiğimiz şekilde toprağımızı da yanı başımıza aldık, alıştık. Balkonlar yeri geldi misafir odamız oldu, yeri geldi yemek odamız, yeri geldi çok sıcaklarda rahat uykuya yatak odası... Hatta balkonda hayvan besleyenlerini bile duyar olduk, basından yayından... Çocuklarımızı saldık dışarı bayram sabahları kapıları çaldırdık, tanıdık tanımadık torbalarda toplattık tadımlıklarını. Sallandırdık kurbanaları orta yerde, bağışladık paylaştık. Bakkala üşendik gitmeye, çalar olduk nazımız geçen kapıyı bir fincan kahveye...

Tümüne alıştık, alıştık alışmasına... Yaz geldi, azı rahatsız ettiğimizi çoğa taşıdık. Kişisine bağlı dedik, farkında olan bilir dedik, gerektiğinde anlayanı uyardık. Anlamayanı da olsa çatıştık, yeri geldiğinde yatıştırdık. Düğün dernek derken, “ne gerek var, sanki önceden salon mu vardı” deyip nişanı da düğünü de, köyümüzün bahçesinde nasıl yaptıysak, şehrimizin de bahçesinde yaparız derken bir şeyleri ters yaptık.

Köyün tüm hanesi bahçesine sığarken en mutlu gününde, şehirde kaç haneyi tanır ki insan. Aynı binada birkaç komşu, sağdaki soldaki binadan kafasına uyan... Bir kaç uzaktaki akraba, amca, teyze, dayı...
Küçük mahalle arası depolarda, “toptan sandalye kiraya verilir” yazılarını görüp yeri geldiğinde kullanırız deyip aklımızın bir köşesine yazdık. Mahalleyi ayaklandırdık. Sandalyeleri apartmanın arka bahçesi dedik, pazar yeri dedik, sokak arası dedik, boş bir alan bulduk yerleştirdik... Tahta sandalyelerin yerini plastikler aldı, hem hafif hem de iç içe geçer deyip kolay bulduk. Varsa bilen birileri bu işi, kabloya bir kaç ampul takıp ağaçtan ağaca gerdik aydınlattık mahalleyi...

En özel giysiler giyildi süslenildi sürüldü. Gelin damat süzüldü, gizliden söze döküldü. Tanınanlar çağırıldı, gelenler geldi. Davul zurna beklenirken, bir iki müzik mahallede yayıldı. Tiz müzikli, tiz sesler... Bağırıldı, çağırıldı, nağralar savruldu, halaylar çekildi, göbekler atıldı, eller çırpıldı, davul zurna katıldı, silahlar havaya sıkıldı. Takılar da takıldı, kınalar yakıldı, kuru pastalar kapışıldı. Kadınlar bir yanda erkekler bir yanda çocuklar ortada bir o yanda bir bu yanda... Düğün dendi dernek dendi, bahçede derken tüm ihtiyaçlar dışarda giderildi. Gizliden içildi, sızıldı...

İstediğimiz buydu oldu, ne yer arandı, ne mekan! Kimi rahatsız ettik, kimi eğlendirdik, kimi mutlu ettik bilmedik! Düğün dedik, dernek dedik, biz eğlendik. Gelenek görenek dedik devam ettik...

Benden…
4 MAYIS 2006

YOK ŞİMDİ!

YOK ŞİMDİ!

Terkedilmiş belli, belli ki dahasını istiyorlar, diğerleri gibi. O güzelim Yenimahalle’nin eski evlerini teker teker yıkıp yerine yenisini dikiyorlar.

Sokaklarından geçerken buruk bir duyguya kapılıyorum. Kim bilir belki sahiplerinin ömrünü tamamladığı, kalan mirascılarının da değer verdiklerinden mi, ihtiyaç duymadıklarından mı dokunmadıkları bir kaç bina dışında göremiyorum eskiden kalan izleri. Onlar rehber oluyor hatıralarıma. Bir de kendi kendimle yarıştığım o uzadıkça uzayan her çıkışımda da saymaktan bıkmadığım yorucu uzun merdivenler... Anılardan silinmeyen herşeyin ilkini öğrendiğim okulum. Biz küçük olduğumuz için mi bize büyük geliyordu o zaman.

Yeni yapılanma adına estetikten yoksun; yapanla yaptırana dahası kalsın diye üst üste yığılan taşları evimiz diye niteliyorlar. Yaşanılası kalmayan mahallenin eski sevimli havasından eser yok şimdi. Her evin sembolu haline gelen yaşayanları. Her sabah kapısının önünde geleni geçeni selamlan Ebe Hanım Teyzesi... Yok şimdi! Ne kendisi, ne de o tek varlığı olan evi, bahçesi ve sevimli kedileri.. Dişisinin kimin kömürlüğüne yavruladığını merak ederken her bahar, kaybettiği tekirini beyaz kumaşa kefen niyetine sararak, gözünde biriken yaşları bizden saklamadan akıtan, bahçesinin güneş girmeyen bir köşesine kurumuş yaprakları sağa sola savurup derince bir çukur kazarak, elleri titreye titreye gömdüğünü biz çocuklar izlemiştik sesizce. Belki de ilk ölümle yüzleştik. Gidenin toprakla buluşacağını bilmeden.

Şimdi tam sırası. Evlerin ön ve arka bahçelerinde öbek öbek eflatunla yeşilin kaynaştığı, kokusuna doyamadığım, dalında durması ile yetinmeyip daha yakınımda olmasını istediğim için koparıp vazoya koyduğum leylaklar.
Tüm evlerin bahçesinde olmazsa olmaz kayısı, kiraz, elma, erik ağaçları. Daha olgunlaşmasına bile fırsat tanımadığımız izinsiz koparılan o unutulmaz tatlar, kalanı ile reçeller yapılan.

Şimdi bakıyorum “çok katlı köy binaları”nın girişlerine bir avuç toprak bırakıyorlar. Üzerine “basmayınız” yazılı yavan yeşil düz alan. İlk baharın parlak renklerinin izlerine rastlanmıyor şimdilerde...

Yıllarca yaşadığım Yenimahalleme döndüğümde eskiden kalan izler tat vermiyor bana. Aklıma bile geldiğinde ürpertiyor anılar. Anılar bozulmamalı oysaki. İlk heyecanların yaşandığı, yaz akşamlarının doyumsuz paylaşımları, bir sonraki akşama bırakıldığı arkası yarın oyunları. İnsanların birbirine henüz yabancılaşmadığı, yaşayanların bir bütün olduğu mahalleler... Selamsız sabahsız karşılaşmalar, sorğulayıcı bakışlar, yapay komşuculuklar nedir bilinmezdi o sıralar.

Kadının işi evi olduğu, okuldan gelecek olan çocuğunu beklediği, akşam iş çıkışı babaların bayram sevincinde kapıda karşılandığı, bir ziyafet gibi yenen akşam yemeklerinden sonra televizyon izlemek için gidilen tahta sandalyeli, çakıl taşlı aile çay bahçeleri. Tadına doyamadığımız kalkmaksızın yenen çekirdeğin ayakkabımızın neredeyse üzerini kapatacak çoklukta sınırsızca yendiği o güzel yaz akşamları.

Ne değişmedi ki. Herşey... O zaman nedenini bilemediğim uzunca beklenen kuyruklar. İki paket yağ için geçen zaman. Üst komşu Ahmet Amca’nın selam sabahı çok diye iki de ondan gelen sana yağına ne çok sevinirdi annem...
Evde pişen yemekten en yakın komşuya neredeyse hergün karşılıklı tadımlık verilen tabaklar...

Şimdi aynı katı paylaştığımız kapı komşu ile kim olduğunu bilmeden alelacele verilen selamlar. Çok katlı binalarda, neredeyse bir sokağın bir binaya sığdırıldığı kentleşme denen o yapılaşmada yaşadığımız yabancılaşma! Bireysellik adına kişinin kendinden uzaklaştığı bir dönemin daha da kötüye gittiğini görüyor, hissediyor olsak da, anlar da kalan izler bozulmasın dileğim...

Benden…
23 NİSAN 2006

ŞU AN YETER BANA!..

ŞU AN YETER BANA!..

Yalnızlığın ne olduğunu bilmezdim çocukluğumdan bir yıl öncesine kadar. Bir geceyi bile tek başıma geçirmemişken bir anda sessizliğin ve yalnızlığın içinde buludum kendimi.

Buna da alışıyor insan. Ne kadar çekilmez olsada, ne kadar içimi acıtsada... Sanki küçük bir çocuğun nerede olursa olsun, hele o uzun karanlık gecelerde yanından hiç ayırmadığı, aradığı ana sıcaklığını onda yakaladığı sevimli oyuncağında hisseder gibi. O sıcaklığı arıyorum!

Bunca insanın iç içe yaşadığı bu karmaşada, bir o kadar da içinde hissettiği yalnızlığın, kişinin kendini soyutlayıp çevresine ördüğü duvardan daha bir farklı. Herkes yaşamalı, zamanı ne olursa olsun. Bir daha biriyle paylaşamayacağı bir hayat hayal etmeli kafasında.

Yapayalnız!

Koca bir günün bitiminde kapısını çalıpta o evi ve paylaştığı yaşamı, tek vücut olduğu geceleri artık yalnız geçireceğini düşünerek... Kaç insan başarabilir bunu? O kadar kolay gibi görünsede, bir delikanlının en çılğın çağında ailesi ile paylaştığı o dört duvarın bir geceliğine hükmünü sürmesindeki yalnızlığın verdiği tatlardan değil.

Çevremdeki tüm arkadaşlarımı, en yakın olan ailemi, dünya tatlısı köpeğimi bile uzaklaştırmışken yaşantımdan, bu kadar yalınlaşmanın, çevremden kendimi soyutlamanın bir yere kadar olduğunu yeni yeni kavramış olmalıyım ki, benim için olmazsa olmazları bir yana ayırıp, kalanları kırmadan incitmeden hatta ve hatta bilmeden ayıklıyorum teker teker.

Yalnızlık ve tek başınalığın ayrı ayrı kavramlar olduğunu kavradığım şu sıralar, çevremden bu kadar soyutlanmışken olması gerekene doğru yönelmemin daha da üstün bir durum olduğunu kavrıyorum. Kendime yeterek, birey olmanın tadına vararak. Kaptırmış olsaydım eğer yalnızlığın çıkmazına kendimi, çözemeseydim eğer dünü ve yarını, şu anın tadına varamazdım oysa ki. Bir beklentim yok şu andan, nefes alabiliyorum ya hissederek, yaşanılan güzel anlar bile acıya dönüşüyorsa hatırlandıkça, geçmişin bende iz bırakan açı hatıralarını atabiliyorum ya kafamdan, yarının bana neler getireceğini düşünmediğim anda kendimi iyi hissediyorum ya; şu an yeter bana!..

Sahip olduğum aklı kulanabilyorsam eğer, ne mutlu bana. Kendi gözümde herkesin bir değeri varsa, herkes önemli ise gözümde. Çıkar gözetmeksizin eşit davranabilyorsam çevremdekilere, zarar vereceğini hissettiysem eğer karşımdakinin, kabuğuma çekilmeden “merhaba”mı esirgemiyorsam ondan, bu yeter bana.

Yaşadığım sürece en değerli varlığım olan “Ben”in farkındayım ya şu an. Ne satın alabilirim, ne de harcayabilirim kolay kazanılan paralar gibi. Azar azar, bozmadan bana biçilen sürede tadına vararak. Ne çok kullanıyoruz sonsuz enerji yüklü çocukluğumuzda bu bedeni ve takip eden gençlik yıllarında.

“Ne zaman canım isterse o zaman yaparım”lı önemsenmeyen sorumlulukların yerini gerçekten üstlenmesi gereken sorumluluklar aldığında, bunca zorlukların bir anda karşımıza mı çıkması zor olan. Yaşamın ve onun getirdiği yaşların mı yükü bu omuzlarda tek tek sırası ile taşınan taşınması gerekenler... Sabırla, geri gelmeyecek bir anın zaman dendiği bu süreyi doğru kullanarak...

Daha ne olabir ki kendi bedeninin, kendi aklının sorumluluğunu üstlenmenin, kalan yaşamında tüm özgürlüğü ile ele geçirerek, sorumlu olabilmek kendinden.

Benden...
23 NİSAN 2006

BAHAR ÇARPMASI

BAHAR ÇARPMASI

Güzel bir pazar sabahı. Aslında pazarlar olabildiğince sıkıcı gelirken bana, o pazar bir başka güzel... Belki de alışılagelmiş pazar günü miskinliğinden kurtulup, güneşli bir günde ilkbaharın tüm coşkusu ile farklı bir gün geçirmek dileğim. Belki birkaç kare fotoğraf çekmek, belki kale halkının doğallığını pek bozmadan bıraktığı, eskinin hala nefes alabildiği, kendilerince yerli ve yabancı turizm adına derme çatma çay bahçelerinden birinde çayın tadını Ankaraya karşı çıkartmak.  Belki de Saman Pazarı’nın o eski izlerinde yaşadığım şehrimden izleri yakalamak... Belki de uzaklaşmak herşeyden, soyutlamak kendimi, alışılagelmiş tekdüze yaşamdan...

Kendimi dışarı atıp havayı olabildiğince soluyup, hiçbir araç kullanmadan yürüyerek gitmek amacım Ankara Kalesine... Evimden olsa olsa belki yarım saati geçe bir sürede yürüyebilirm. Herkesin dinlenebildiği, tüm haftanın yorğunluğunu bir günde gidermeye çalıştığı haftanın son gününde Ankara sokakları olabildiğince sessiz. Caddelerde yolun boşluğunu fırsat bilerek tek araç olma ayrıcalığını kendine tanıyan minibüs sürücüleri, kendi kurallarını doğru bilerek aracını kullanan birkaç özel araç sürücüsü...

Ne kadar bir süre yürüyebileceğim bilmiyorum ama, yorulduğum anda izin veriyorum kendime, minibüse binmek için, zorlamamalıyım kendi gücümü... Soruyorum durakta duran minibüslere geçmez diyorlar ineceğim yerden... Ön camında “Saman Pazarı” tabelasını gördüğüm için durduruyorum minibüsü. Sürdüremeyeceğim yürüyüşümü, kalan mesafeyi tamamlamak istiyorum minibüsle.

Ayakta alabiliyor benimle binen yolcuları sürücü, az sonra boşalacağından emin “bir durak sonra boşalır binin” diyor. Uzun zamandır gitmediğim geçmediğim yollar; Demir Yolları, Selim Sırrı Tarcan Spor Salonu, Gençlik Parkı, Opera Binası... Oysa ne çok gelir geçerdim buralardan, sanat adına üniversite yıllarımda geldiğim ve bir daha da kopamadığım opera binası. Tutkum olan voleybol için koşa koşa geldiğim heyecan dolu karşılaşmalar. Çocukluğumda en çok gitmekten hoşlandığım yerlerden biriydi Luna Park. Şimdi içinden geçmeye cesaret bile edemediğim güzelim Gençlik Parkı... Her birini bugün gibi hatırlayabiliyorum. Bir şey daha anımsatıyor bana geçmiş yıllar; geride bıraktığı yılların günbegün üstüste yığıldığı zaman. Geriye dönüp yaşananlar hatırlanınca bir bir ne garip geliyor, oysa ki ben sadece büyüklerimizden dinlerken geçmişi...

Önceden hazırladığım ücreti uzatıyorum sürücüye, alıyor. “Köşede inecek var” dese de yolculardan biri, yanıtlıyor sürücü “az ilerisi durak” diye. Yolcu tekrarlasada sert bir çıkışla, arkadan bir yolcu savunuyor sürücüyü benim de aklımdan geçsede susuyorum her nedense...

Duruyoruz İbni Sina Hastanesi’nin önündeki durakta, inecekler iniyor çocuklusu, genci, yaşlısı... İnenle binen bir anda karışıyor, ne inecek olan inebiliyor, ne de binecek olan binebiliyor. Bir anda sakin olan kapı ağzı karışıyor. Arkadan binecekler sıkıştırırken, inecek olan binen oluyor. 

Ne olduğuna anlam veremezken, birden sürücü uyarıyor, “çarparlar dikkat!..” Bu uyarı karşısında birden kapı ağzında sesler de karışıyor birbirine. Genç olan, yaşlı adama yer vermezken, sıkıştırıyor kapı boşluğuna... Arkadan binen iki adamda itelerken yaşlı adamı. Onca binen yolcudan sadece yaşlı adam kalıyor geriye, genç olanlar vazgeçiyorlar binmekten her nedense!..

Yaşlı adam zoru başarmış bir eda ile sıyrılıyor kapıdan, sakince yerine oturduğu anda ani bir çıkışla “dur” diyor “cüzdanım!..”

Benden...
19 NİSAN 2006