12 Şubat 2013 Salı

BURASI KEÇİÖREN


BURASI KEÇİÖREN
Türkiye'nin en kalabalık ilçesi Ankara'nın Keçiören ilçesiymiş. Bu haberi o akşam Keçiören'de bir arkadaşımı ziyarete giderken radyoda dinledim. Keçiören'in trafiğinden nefret ettiğimi sık sık arkadaşımla paylaşırım. Hatta bu cümle aramızda espri konusu olarak da yinelenir. 

Kural tanımayan bir grup insan nasıl olmuşta burada toplanmış! Son zamanlarda metro yapımı için kapatılan yollardan iki yıl kadar bir süre için, geçici yeni yollar düzenlenmişken burada ne şerit kavramı var, ne öncelik hakkı... Kornayı bol keseden harcayan, kırmızı ışıkta yeşil ışık yanıyormuş gibi geçen, sağ-sol sinyaline bakmadan öne çıkan, kısacık mesafede arabasının eksozunu bağırtarak hız yapan... Neredeyse arabayı kenara çekip, bir nefes alasım geliyor... Kuralsız, düzensiz, saygısız ilçe demek en doğrusu buraya... 

Belki de en çok göç alan ilçedir burası... Önceden, çam ağaçlarının arasında bulunan köşklerde en seçkin insanlar yaşarmış. Üzüm bağları varmış zamanında... Bozkırlarında keçiler otlatılan, hani şu Ankara'nın meşhur keçileri... Semte bile isim olmuşken... Ne acı!.. Şu an en ucuz yaşanılır semtlerden biri haline gelmiş... Sonrasında boş arazilerine kurulan gecekondularla sahiplenilen toprakları, şimdilerde yerlerini katlı binalar almış...

Kısa ziyaretimden sonra vakitlice eve dönerken, dörtyol kavşağında kırmızı ışıkda durup yeşil ışığın yanmasını beklerken, duyduğum yüksek müziğe ve atılan naralara sağa sola baktımsa da sesin kaynağını bulamadım. En kalabalık yaşamın merkezindeyken kesin, ya bir düğün ya da bir asker uğurlaması vardır diye düşündüm. Ya da bir futbol maçının artakalanları... Solumdaki yüksek kasalı kamyonun görüş alanımdan çıkması ile dörtyol ağzındaki karşı şeritte gördüğüme inanamadım. Bir an afalladım!.. Yok artık, bu kadarı da fazla idi... Kenarda köşede olanına rastlamıştım ama bu kadarına pes doğrusu... Havada yayılan ses ikiye katladı, yeşil ışık yandığı halde, karşı yöndeki hiç bir araba yoluna devam edemiyordu. Yol ağzını yanyana duran üç araba kapamış, kapılarını açmış, içeride ne kadar erkek varsa arabadan inmiş, çevreye yayılan müzik sesi onları dolamış, kollarını havada açmış, kimi yolun ortasında, kimi arabının kenarında sevinçlerini, mutluluklarını ya da her ne ise yaşadıkları, sığamamış olacak ki içlerine, dışarıya taşmışlardı. İçlerinden biri parıldayan yeşil bir örtüyü pelerin gibi omuzuna bağlamıştı. Süpermen edası ile kollarını açmış, uçarcasına dönüp duruyordu ortada...

Arabayla ilerlediğim sürece karşı şeritin bitmez tükenmez uzunluğu karşısında, orada o karmaşayı yaratan insanların duyarsızlıkları inanılır gibi değildi... Bir sonraki kavşağa kadar trafik durmuş, ortalığı korna sesi kaplamıştı. Kornaların sesini diğer kavşağın keskin virajını dönen iki polis arabasından çıkan siren sesleri ikiye bölmüş, son sürat yapılan ihbar üzerine olaya bir dur demeye gidiyorlardı.

Ne kadar polis arabalarını görmek mutlu etse de, bu tür davranışları bu toplumda bu ve buna benzer davranışları yapanlarla bir arada yaşamanın sıkıntısı içimi kaplamıştı.

YENER BALTA, 8 ŞUBAT 2013

26 Ocak 2013 Cumartesi

ADIM YENER


ADIM YENER,

Bundan mutluluk duyuyorum. Bilinen, en çok kullanılan adlardansa tercihim kendi adım. Küçükken mahalle ve okul arkadaşlarımın arasında çok alay konusu olsa da erkek adı diye; Yener yenmez, Yener fener, diye art arda tekerlemeye dönüştürseler de, ilerleyen yaşlarda sevdim adımı... O çocuk aklımla üzüldüğüm zamanlar olmuştur. 
Yener adının anlamı oldukça açık. Kazanan, üstün gelen, yenen, galip... İlkokulda sorulurdu hep, adının anlamı ne diye, açıklamada zorlanmazdım, anlamı kelimenin kendisiydi zira... 
İsim babam, babam... Ne güzel adlar bulmuş bizler için... Tek tek biz doğmadan aylar öncesinden araştırır bulurmuş adlarımızı... Elçin, Gülçin, Elgin, Yener... Ben de kafiye bozulmuş. Şu an gülümsüyorum...
Annem üç çocuğun ardından bir kez daha hamile kalınca, üzerindeki yükün daha da ağırlaşacağından karnındaki bebekten kurtulmayı istemiş. Kendi bildiği yöntemlerle denemiş olmamış... Babam da; "bu bebek kız da olsa, erkek de olsa adı Yener olsun, zira bu bebek seni yendi" demiş. Adımın hakkını ilk burada vermişim...
O dönemde babam Amerikan hastanesinde muhasebe bölümünde çalışırken, annemi kontrol için hastaneye götürmüş. Burada bir iğne yapılmış, bu iğne bebeği düşürür, düşmezse de bir zarar vermez, iyi gelir diye!.. Bu hikayeyi hayatım boyunca defalarca dinlemişimdir. Annemi bu konuda aldatmışlar. İlk mücadeleyi onca spermden galip gelerek, ikinci mücadeleyi de doğarak gerçekleştirmişim. Her iki durumda da bilinç henüz hakim değil, gülümsetiyor bu yazdıklarım beni...Çocukluk dönemimde annemden; "seni doğurmak hiç istemedim, ne yaptıysam düşmedin, doğurmak zorunda kaldım" sözlerini hep işitmişimdir. Ne acı!.. İstenmeyen bir bebek olarak dünyaya gelmek!.. Bu sözlerle büyümek!.. Bir çocuk için ne derece iyi, tartışılır. Daha "sen" olduğunu bilmeden, sen olduğunda da bu gerçekle büyümek... Hangi yaşa gelinirse gelinsin, tüm yaşam boyunca içinde hissederek, izlerini hayatın boyunca üzerinde taşıyarak yaşamak...
Anne ve babama sormuşumdur; "beni dünyaya neden getirdiniz" diye? Bu soruma geçerli bir cevap bulabilseydim, eminim ben de bir kez olmak şartı ile doğum yapmayı düşünürdüm. Üç kız çocuktan sonra, o zamanda olmazsa olmaz erkek çocuk beklentisi besbelli... Belki de korunma yöntemlerinin bu zamanki kadar yaygın olmayışı...
Babamın arkadaşı geçenlerde bu konuya kaynak olacak çok güzel bilgiler paylaştı benimle... Adımı yazıya dönüştürmeyi düşünürken, biraz daha elimi çabuk tutmuş oldum. Şöyle diyordu babamın arkadaşı;
"Yener adını baba Balta çok severdi. Hatta sen doğmadan bu adı kendisi yazılarında müstear ad olarak kullanırdı. Yanlış anımsamıyorsam bir ara o güzel anneniz Meliha ablamızı da Yener olarak anardı baba Balta. Sen doğunca sana bıraktı o çok sevdiği güzel adı. 
Gerçekten, ne güzel ad Yener Balta. Sen de bu adın hakkını veriyorsun doğrusu."
Teşekkür ediyorum kendisine buradan. Gerçekten hakkını veriyor muyum? Sanmam! Ne yendim, ne kazandım, ne de üstün geldim şu yaşıma kadar yaşadıklarımda... Neyse, niyetim burada özeleştiri yapmak değil...
Babam anneme ben beni bildim bileli "Yener" diye hitap ederdi. Bu benim belki de istenmeden dünyaya gelişimdeki, üzerimde bıraktığı olmusuzluğu olumluya çeviren en güzel seslenişti. Mutlu olurdum adımı babamın sesinde annemle paylaşmaktan. Bir kez bile anneme gerçek adıyla hitap ettiğini duymadım, kızsa da, sevse de seslenmedi adıyla... 
Hatta bir keresinde bir tanıdığımız hayretler içerisinde sormuştu bana... "Dikkat ettim de, nasıl oluyor da karıştırmıyorsunuz, kime Yener diye seslense o efendim diyor" demişti. Sanırım o sesin tonunda, vurgusunda saklıydı. 
"Hayat kırkından sonra başlar." diye duymuşumdur. Hoş ben kırkı geçeli çok oldu. Belki de adımın hakkını bu yaşımdan sonra vereceğim!.. Kim bilir? Kazanan, üstün gelen, galip gelen, yenen Yener olacağım belki de... 
YENER BALTA, 25 OCAK 2013

+


Yener,
Yazısını okudum.
Anlatımın ne desen değer.
Her zaman belirtirim.
Yener sende yetenek var!” derim…

Ancak bu yazı ile bana çıkışamazsın,
Sen dilinle söylüyorsun:
Senin dünyaya getirmemek için Annen elinden geleni yapmış,
Söyle daha ne yapsın!...”
Şimdi kal sağlıcakla,
Başarılar bu yolda sana…

Av. Hayri Balta, 25.1.2013

6 Aralık 2012 Perşembe

YAVRU KÖPEK


YAVRU KÖPEK

Bizi yöneten hükümetin alel acele aldığı kararla 4+4+4 eğitim sistemine var güçleriyle çalışıp, neredeyse altı ay içerisinde koca okul binasını, yeni öğretim yılına yetiştirmişlerdi. Tarçın'la sabah yine yürüyüşe çıkmıştık. Park yolunda neredeyse her sabah karşılaştığım köpeği ve sahibi, peşlerine düşmüş sokak köpeğinin yanlarından geçmemek için, yönümüzü değiştirip okul inşaatının üst kısmından parka gitmeyi tercih ettim.
Zira köpekler birbirlerine rastlayınca hırlaşmadan olmuyor. Buna izin vermemek için yolumu değiştirdim.
Uzun ince parkın en uç noktasına kadar varıp, daha önce koku bırakmış köpeklerin ardından o kokuyu yok saymak için olmazsa olmaz işaretleme işini yaptı Tarçın.
Parkta, her zamanki gibi o sabah da kara gecenin izleri hakimdi!.. Tinercisi, travestisi, alkoliği, keyifcisi... Her sabah olduğu gibi bu bira tenekelerini, içki şişelerini bisikletiyle toplayan adam yine görevi başındaydı, ne kazanıyordu kim bilir?..
Kendi sorumu kendim yanıtlayabilirim şu an. Dün sabah işe giderken, eski sanayi içerisinden mecburi yoldan geçerken hurdacı toptancısının kendi eliyle yazdığı tabelasında; kilo başına yazmış olduğu teneke 400 kuruş, şişe 500 kuruş, lastik 700 kuruştan aldığını belirtir fiyat listesi dikkatimi çekmişti. Eh sadece toplayarak yapılan bu işte direkt kar olarak
görünse de yapılan iş iş değildi aslında.
Parkı bir tur turalamıştık. Tarçın'la bu sefer okulun alt kısmından dönüşe geçmiştik. Güzelim park ve çevresi okulun inşaatı sırasında zarar görmüştü. İnşaatın bir ara verdiği sessizlikte bir kedi yavrusu sesine benzer tiz sesi duyar gibi oldum. Yeşilliğin arasında duyduğum sese gittikçe yaklaşsam da görünürde bir şey yoktu. Derken, ıslak, küçücük
simsiyah fareye benzer bir şey gördüm. Gözlerime inanamadım, bu bir köpek yavrusuydu. Yeni doğmuştu, minicikti, ıslaktı ve tüm gücüyle çıkarttığı sesle yardım istercesine çırpınıyordu.
Eğildim, elime aldım, bir elimin avuç içini ancak doldurmuştu. Kımıl kımıl dört minik ayak çırpınıyordu. Göbek bağı üzerinden sarkıyordu. İki sımsıkı yumuk göz, ne kadar mükemmel bir görüntüydü. Bu muhteşem görüntüye bakakaldım.
Çevreme bakındıysam da bir anne köpeğe rastlamadım. Bir an tereddüt ettim, ne yapacağım ben bu küçük yavruyu diye... Anne bırakıp gitmiş miydi, yada doğurduğundan habersizdi belki de... Tek bir yavru mu doğurmuştu, varsa diğer yavrular neredeydi?
Bu inşaatın içerisinde, bu çimlerin arasında ne kadar güvenliydi. Sonbaharın serin sabahında o ıslaklıkla onu oracıkta nasıl bırakabilirdim.
Tarçın kokusunu almış olmalı ki minik yavrunun, sağımda solumda bacaklarıma sıçrayarak hızla eve gittik. Evde onu sarabileceğim bir havlu bulmuş, küçük bir kutuya havlu ile sarıp sarmalayıp koyuvermiştim. İlk defa susmuştu. Sıcaklık hoşuna gitmiş olmalıydı, belki de güven...
Ben, Tarçın ve yavru köpek en yakın olan veterinere gittik. 24 saat hizmet veren veterinere gidene kadar tüm yollar yeni eğitim dönemi başlamadan bakıma girdiğinden neredeyse iki üç dakikalık yolu 20 dakikada gitmek sabahın heyecanına sıkıntı katmıştı.
Veterinerin kapısını birkaç kez çaldım, tam geri dönecekken gözleri açılsa da uykusundan ayamamış genç veteriner kapıyı açtı. Arkasından içeri girdim. Kutuyu uzattım, durumu anlattım.
Kararlı ve net bir şekilde; "aldığınız yere götürüp bırakın, anne gelecektir. Büyük bir ihtimal ya yemek arıyordur, ya da diğer yavruları taşıyor olacaktır" dedi.
"Yavruyu bulduğum yer korunaklı bir yer değil, ortalıkta anne de görünmüyordu. Zira uzun bir süre parkat dolaştım" dediysem de veteriner kararlıydı.
"Yavruyu buraya bıraksanız da, besleyemeyiz, anne sütü şart.
Burada yaşama şansı çok düşük. Ama bulduğunuz yere bırakırsanız yaşama şansı yüksek, zira anne mutlaka gelecektir" diyerek yapabileceği bir şey olmadığını söyledi.
İstemeyerek de olsa tekrar parka doğru gittim. İşe de geç kalmıştım. Minik yavruyu aldığım yere istemeyerek de olsa kutu ile bıraktım. Çevreme baktım kimseler yoktu. Eve gittim, işe gitmek için hazırlandım. Aklım yavru köpekteydi. Bir kez daha bakayım dedim,
neredeyse aradan yarım saat kadar süre geçmişti.
Yavru köpek küçük kutsundan çıkmış çimlerin üzerinde debeleniyordu.
Yine soğuk, yine ıslak, yine cılız sesiyle... Bu şekilde bırakmam mümkün değildi. Şimdiye anne köpek gelip almalıydı. O an hatırladım, mahallemizde çok sayıda sokak köpeği vardı. İçlerinden sarı tüylü, mavi gözlü, cinsi karışık dişi köpeğin memeleri dışarıda idi. Sanırım onun yavrusu, sabah da gördüğüm sokak köpeği o olsa gerekti. Demek doğum zamanı gelmişti. 
Parkın tam karşısında lokanta vardı, köpeği olan ve köpeklerle ilgilenen çırağı, Kadir'i tanıyordum. Gidip ona haber vermek ve onun ben olmasam da en az benim kadar ilgileneceğinden emindim. Ne şans ki dükkan sahibi işten ayrıldığını söyledi.  Ne için aradığımı merakla sordu. Durumu ona da anlatmıştım. "İlerideki kahvehanede çalışıyor, ben arar söylerim" demişti anlattıklarımı onaylarcasına. Sevinmiştim. Oradan ayrıldım. En azından gözüm arkada kalmayacaktı. Arabaya gidip otursam da gözüm yavru köpeğin üzerindeydi. Arayıp aramadığından emin olmak için tekrar lokantaya gittim. Henüz aramadığını söyledi. Üzülmüştüm, benim kadar önemsememiş olmalıydı. Benim yanımda arayıp kendisine anlattığım durumu Kadir'e anlattı. Artık içim rahattı, yavruyla ilgilenirdi bundan emindim.
Birkaç gün sonra Kadir'i görmüş hemen yanına gitmiştim. "Kusura bakma, köpekleri sevdiğini bildiğim için böyle bir şeyde ilk aklıma gelen sen oldun" dedim. "Ayrıca çok teşekkür ederim" diye de ekledim. "Ne oldu, yavru köpek annesine kavuştu mu?" diye sordum. Gülümseyerek, "kavuştu, kavuştu" dedi. Yavruyu alıp annesini sokak sokak aramış, boş yıkıntı olan evin bahçesinde anneyi bulmuş. Yanında da dört yavru daha varmış. Yolda giderken bir yavru daha bulmuş. Sevinmiştim. Göz göre göre bir yavrunun telef olmasına göz yumamazdım. "Ara sıra yemek götürmeli" dedim. "Ben veriyorum abla, lokantadan artan yemekleri her akşam götürüyorum" diyerek merak etmememi söyledi.
Bazıları için saçma gelen, bazıları için taktir edilen davranışımın en güzel yanı, birkaç ay sonra o sokak köpeği, biz Tarçın'la gezerken yanımıza gelip, sanki bana bir şeyler anlatmak istercesine sağa sola hareket edip, kendisini takip etmemi istercesine yol gösteriyordu.
Anne köpek bizim de yolumuz olan tarafa yönelmişti, o önde biz arkada boş yıkık evin bahçesine doğru gitmiştik. Bahçesinde altı yavru birbiriyle oynaşıp boğuşuyordu. Anne köpek yanlarına gittiğinde tümü annesine sokulmuş karınlarını doyurma telaşına girmişlerdi. Acaba hangisi bizim yavrumuzdu? Yüzümde tebessüm ayrılmıştım yanlarından...
Bizi yöneten hükümetin her şeyi hallettiği gibi, yeni yasalarına yenilerini ekleyip tüm sokak hayvanlarını bir barınakta toplayıp, üremelerine engel olup uzun zaman sonra tükenmelerine neden olacak, onların sokaklarda doğal yaşamlarını sürdürmelerine engel olmaları ne derece doğru diye geçirmiştim aklımdan...
YENER BALTA, 5 Aralık 2012
+

Yener,
Davranışından gururlandım. Sonunu da güzel bağlamışsın. Bir küçük köpeğe gösterdiğin duyarlılık varsa eğer seni Cennetlik yapar.
Güzel bir öykü olmuş, rahatlıkla istediğin yere gönderebilirsin.
Sevgiler…
Hayri Balta, 6.12.2012

22 Kasım 2012 Perşembe

YAĞMURDA ATA’YI ANMAK


YAĞMURDA ATA’YI ANMAK

Yağmuru severim. Ne güzeldir, gökyüzünden inen su damlacıkları... Bazen önüne kattığını sürükleyip götüren, bir tohumu filizlendirip bitkiye, ağaca dönüştüren... En güzeli de yağmurda yürümek, huzur verir insana... Yaşamın kaynağı desek daha doğru olur sanırım, bu küçük su taneciklerine...
Bu 10 Kasım sabahı Ankara'da alabildiğine yağmur yağıyordu. Çoğu 10 Kasımlarda arabadan iner bir dakikalık saygı duruşunda bulunurdum. Sirene eşlik eden kornalarla birlikte, trafiği kapadığımızı düşünen geri zihniyetlerin kornalarına aldırış etmeden caddede durmak beni hüzünlendirirdi....
Cumhuriyet Bayramını bayramdan saymayanlara inat, bu 10 Kasım'da Atamı kabrinde, bine bir katacağımı düşünerek elimde kırmızı karanfilimle oradaydım. Anıtkabirin bahçesi çalıştığım iş yerinin arka bahçesine denk geliyordu. Her gün bu semte iş için gelip giderken o gün Atam için gelmiştim. Yağmur gittikçe hızlanıyordu. Sanki hava da bizimle yas tutuyor, ağlıyordu. Yağmurun yağması yasımızı bozmamıştı. 
Anıtkabire çıkan tüm sokaklarda beklediğimden fazla polis vardı. Anıtkabirin bahçesine denk gelen sokakta, bütün apartmanların önlerinde polisler üçer dörder bekleşiyorlardı. Tüm sokakların Anıtkabir girişi tutulmuş, yakınına bile yaklaşamamıştık. Yollar trafiğe kapatılmamış, Atamızın kabri insana kapatılmıştı. Saat 10.00' da açılacağı ağızdan ağza dolaşmıştı. 
Saat 09.05 geçe olmuş, Atamız için saygı duruşunda bulunmuştuk. O an orada bulunmak çok şey ifade ediyordu!
Kapıların açılacağı zamanı beklerken, bir Ankara klasiği olan simit çay iyi gider deyip simitçiye doğru yönelmiştim. Ara sokakta, yerde biriken, bir yandan da tüm hızıyla yağan yağmurda daha fazla ıslanmamak için hızlı hızlı ilerlerken, ben ve benimle birlikte yürüyen kalabalığı hiçe sayan bir arabanın sürücüsü yolda biriken çamurlu suyu yol boyunca bize sıçratarak geçip gitmişti. Ne bir yavaşlama, ne durup bekleme yapmaksızın...
Elimde tutuğum şemsiye anlamını yitirmiş, yağan yağmurdan çok yerde biriken yağmur suyundan, medeniyetten uzak araba kullanıcısı yüzünden ıslanmıştım. Kabanım, ayakkabım, elim, yüzüm, saçlarım, ıslanmayan yerim kalmamıştı. Bildiğim ne kadar kötü söz varsa tümü bir anda ağzımdan çıkıvermişti.
Aklıma Almanya Freiburg'da yaşayan arkadaşımın paylaştığı yağmurla ilgili bir anısı gelmişti.
"Dün sabah hava güzeldi. Bu güzel havayı biraz ilerideki Karaorman'da yürüyüş yaparak teneffüs etmek istedim" diye anlatmıştı. "Sonbaharın her rengini görmek büyüleyiciydi, birkaç fotoğraf çekmek istedimse de elimi cebime attığımda cep telefonumu yanıma almadığımı hatırladım" deyip, bu güzellikleri seninle paylaşamadığımız için üzgünüm" demişti. Ormanın içerisinde yürürken beklenmedik bir anda karşısına üç köpeği ile bir kadın çıkmış; "korkudan oradaki ağacın gövdesine sinivermişim" demişti. "Kadın; 'her ne kadar korkmayın bir şey yapmazlar' dese de nafile, korkudan tir tir titriyordum. Neyse uzaklaştılar da rahatladım" demişti.
"Birden ne olduğunu anlamadığım bir karanlık çökmüş, bir gürültü kopmuş, nereden geldiğini anlamadığım rüzgar, yağan yağmuru üzerimize savurmuştu. Her zaman yağmurlu olan bu şehrin havası için bugün önlem almamıştım. Dedim ya; hava harika idi" diyerek tekrarlamıştı. "Yağmurdan yürüyemiyor, ilerleyemiyordum. Korunacak bir kuytu bulamadığım için biran önce eve gitmek en doğrusu demiştim. Keşke telefonum yanımda olsaydı, evdekilerin beni almasını isterdim. Ormanda benden başka kimse kalmamış, yalnızlığın verdiği korku beni daha da telaşlandırmıştı. Yolun ilerisinden sönük bir araba farı belirmişti. Araba küçük, külüstürdü. Benim tam karşımdan gelmiş, yanımda duruvermişti. Daha da korkmuştum" diyerek beni de anlattıklarıyla heyecanlandırmıştı. "Arabanın içerisindeki kadın camı aralamış; 'gelin, gideceğiniz yere bırakayım' demişti. O an hatırlamıştım, biraz önce köpekleriyle yürüyen o kadındı. Arabanın kapısını açıp tekrar; "hadi gelin" deyip, beni içeri çağırsa da, arka koltukta üç köpeği görünce içeri uzattığım kafamı, dışarı çekmem bir oldu. "İmkansız, binemem ben, çok korkarım köpeklerden" dedim. 
"'Binin, bu hava düzelmez, daha da kötüler, size bir şey yapmazlar gelin...' ısrarlarına daha fazla dayanmayıp bindim" demişti. "Koltukta otururken ki halimi sana anlatamam!.." deyip çaresizliğini dile getirmişti. "Anladım ki o kadın benim için gelmişti. Sırf beni almak için kendi yolunun tam tersi istikamete, ormana doğru gelmişti. İnerken ne kadar teşekkür edeceğimi bilemesem de, sonradan neden bir isim, bir telefon numarası almadım ki diyerek yazıklanmıştım" demişti.
Arkadaşımın bu güzel anısını, üzerimdeki ıslak giysileri, simitçinin kaloriferinde kurutmaya çalışırken aklımdan geçirmiştim. Yağmurun güzelliği gitmiş, üzerimdeki ıslak giysilerle en az birkaç saat daha geçireceğimi düşünerek hastalanmamayı umut etmiştim. 
Hiç kimse için değil, sadece kendi geleceğime sahip çıkabilmek için Anıtkabirde kalabalığın içerisinde buluvermiştim kendimi... Megafondan bir ses geldi kulağıma, "Uğur Mumcu!" Topyekün kalabalık "Burdaaa" diye bağırdı. "Muammer Aksoy," dedi ardından. Kalabalık yine yanıtladı "Burdaaa..." "Bahriye Üçok," "Burdaaa..." "Eşref Bitlis," "Burdaaa..."
Düşüncesi yüzünden öldürülen aydınlar anılmıştı Atamızın huzurunda bir bir. "Mustafa Kemal Atatürk" deyince megafondaki ses; herkes, hep bir ağızdan yer gök inlercesine "Burdaaa" diye haykırdı…
YENER BALTA, 21 KASIM 2012


17 Kasım 2012 Cumartesi

ZİHİN



ZİHİN
Zihin hisseden, algılayan, düşünen, isteyen ve zihin kavramının içine şuur(bilinç), duygu, hayal, içe bakış, yönelim, düşünme, irade kavramları da girmektedir .Zihin mental fonksiyonlarımızın tümünü içine alan bir kavramdır.

Zihin hisseden, algılayan, düşünen, isteyen ve zihin kavramının içine şuur(bilinç), duygu, hayal, içe bakış, yönelim, düşünme, irade kavramları da girmektedir .Zihin mental fonksiyonlarımızın tümünü içine alan bir kavramdır.Düşünme bir zihin aktivitesidir ve düşünmek bir şeye yönelmişliktir.Akıl düşüncenin bir yöntemi gibidir.Zihin akıldan daha çok kapsamlı olan bir kavramdır.

Zihin Düşünceler üretmek ve dolaşıp durmak zihnin doğası gereğidir. Zihin demek kargaşa demektir, huzursuzluk zihnin kendisidir. Ona göre huzur veren, hoş olanlar üstün; acı verenlerse eksiklerdir. Bizim ilerleme dediğimi ise hoş olmayandan hoş olana bir değişimdir. Fakat değişenler kendi başlarına değişmez ve olana ulaştırmazlar çünkü başlangıcı olan bir şeyin sonucu da olmalıdır. Gerçek olan başlamaz, o ancak başlangıçsız sonsuz ve her şeyi kaplayandır.Gerçeğe ulaşma yolunda ilerleyebilmek için zihinin tamamen sakinleştirilmesi gerekmektedir ve o nedenle İnsanın yapması gereken bilinci zihnin ötesine geçirebilmek olmalıdır. Zihin önceleri isyan eder ve kabullenmez fakat sabır ve disiplinli çalışmalarla zihin sakinleştirilir. Zihin her zaman huzursudur öz varlık ise zihnin ötesinde ve sakin durmaktadır. Öz varlık insandır, şimdi ve burada olandır. Zihni kendi haline bırakın, farkında fakat ona müdahale etmeyin ve o zaman anlayacaksınız ki uyanık fakat bağımlılıktan uzak bir biçim de olayların geliş ve geçişlerini izlemek aslında insanın gerçek doğasıdır. İnsan içsel sakinliğe ulaştığında zaten her şey doğal biçimde ve zorlanmaksın artık kendiliğinden oluşacaktır. Zihin sükûnet bulduğunda kendimizi saf ve doğal halimizle görür ve tanırız. Zihin soyutlar, yargılar ve eleştirir.Geçmiş ve gelecek zihne aittir fakat gerçek olan şimdidir. Ancak zihin doğru bir şekilde kullanılırsa muhteşem bir güce sahiptir ama yanlış kullanılırsa da yıkıcı bir hale gelir. Zihin aslında hayatta kalmamızı sağlayan bir makine gibidir. O diğer zihinlere karşı kendini koruma, bilgi toplama, depolama ve analiz etme konularında iyidir ama yaratıcı değildir. Çünkü tüm yaratıcılık içsel sessizlikte var olmaktadır ve sonra zihin bu yaratıcı iç görüye bir şekil,form verir.

İnsan zihnin nasıl çalıştığına dikkat edip ve onun direnç kalıplarının dışına çıkabilirse ki ancak o zaman zihni doğru kullanabilir ve bu da şimdide kalmak farkındalığıyla mümkündür. Çünkü şimdide kalmak zihni sakinleştire bilecek en etkili yollardan birisidir.

Nursen Aslandoğan

EGO

EGO

Ego sen değilsin. Ego her türlü arzuya, hırsa, kurnazlığa sahiptir, her şeyin her zaman zirvesinde olmak ister.

Ego ben, benlik, kendinlik. Ego insanın hem özne boyutunu tanımlayan irade, bilinç ve vicdanı hem de onun nesne boyutunu stanımlayan, dürtülerini, iç isteklerini, tutkularını, içsel enerji kaynaklarını içine alan çok boyutlu bir komplekstir. Gurur, öfke, kin, korku bunlar hep egonun beslendiği duygular. Otomatik olarak işleyen ancak irade ve bilinçle kontrol edilebilir olan bu mekanizmalar, psikolojide ego savunma sistemleri olarak adlandırılır.

Ego insanın gerçek özünün tam tersidir. Ego sen değilsin. Ego her türlü arzuya, hırsa, kurnazlığa sahiptir, her şeyin her zaman zirvesinde olmak ister. Ego ve zihin arasındaki en güçlü bağ yok olma yani ölüm korkusudur. Bir insan zihniyle özdeşleştiği sürece egodan kurtulamaz ve yaşamını yönetir. Ego sürekli kendisini tehdit altında görür ve güvensizdir. Ego dıştan çok güvenli görünse bile beden sürekli olarak sahte benlik egodan mesajlar alır. Tehlike, ben tehdit altındayım gibi ve sürekli bu mesajlar tarafından üretilen duygu tabi ki korkudur. Korkunun görünüşte pek çok nedenleri vardır. Kaybetme korkusu, başarısızlık korkusu, incinme korkusu vs ama nihaiyi olarak tüm korkular egonun ölümü, yok olma korkusudur. Zihinle de özdeşleşmiş olan egonun vermiş olduğu ölüm korkusu insanın yaşamının her anını olumsuz etkiler. Egosal zihnin ayrılmaz bir parçası olan duygusal acılar da insan yaşamını olumsuz etkiler. İnsanda tedirginlik, yeterince iyi olmadığı düşüncesine ve duygularına neden olur. İnsan, egosal zihin yaşamını yönettiği sürece gerçekten huzur içinde olamaz. Çünkü ego bir şeylerden alınan benlik duygusu olduğundan o dışsal şeylerle özdeşleşmeye ihtiyaç duyar. En yaygın ego özdeşleşmesi mal, yaptığınız iş, toplumsal statü, itibar, bilgi, eğitim, fiziksel görünüm ve bunlar tabi ki çoğaltılabilir. Bunların hiç birisi insanın gerçek kendisi değildir.

İnsan gerçekten zihinsel özdeşleşmeyi bırakıp, zihinden özgürleşmesi, çok uyanık, çok anda mevcut ve kendisine karşı çok dürüst olması gerekir. Eğer kendinizi çok hafif, berrak ve derin bir biçimde huzurlu hissederseniz bu sizin gerçekten teslim olduğunuzu gösteren açık bir işarettir. Çünkü zihinsel pozisyonlarla özdeşleşme ortadan kalktığında, gerçek Öz Varlıkla iletişim başlar.

-Yaşam şimdidir.

-Yaşam durumu bir zihin ürünüdür.

Saygılarımla,
Nursen Aslandoğan

9 Kasım 2012 Cuma

ÖFKE VE ÖFKE KONTROLU



ÖFKE VE ÖFKE KONTROLU

Hülya Kökdemir
hkokdemir@tedankara.k12.tr
ELYADAL




Öfke...




A. Normal,

B. Herkes tarafından hissedilen,

C. Vazgeçilemeyen,

D. Güçlü fakat kontrol edilmesi öğrenilebilen,

E. Saldırganlıkla aynı şey olmayan (saldırganlık; öfkenin kontrol edilemediği durumda ortaya çıkan bir davranıştır),

F. Yukarıdakilerin hepsi.




Eğer cevabınız F ise, öfkenin herkes tarafından hissedilen normal bir duygu olduğunu kabul ediyorsunuz demektir. Öfke bir davranış değildir. Öfke hayatın bir parçasıdır ve toplumun bize öfkemizle nasıl baş edeceğimizi öğretmede pek başarılı olduğu söylenemez. Genellikle kızların öfkeli görünmesi hoş karşılanmazken, erkeklerin öfkelerini olumsuz davranışlarla dışa vurmaları teşvik edilir ve ödüllendirilir. Peki öfke nedir?

ÖFKE

Öfke uygun ifade edildiğinde, son derece sağlıklı ve doğal bir duygudur. Ancak kontrolden çıkıp da yıkıcı hale dönüşürse okul-iş hayatında, kişisel ilişkilerde ve genel yaşam kalitesinde sorunlara yol açar. Pek çok kişisel ve sosyal problemlerin (örneğin, çocuk istismarı, aile içi şiddet, fiziksel ya da sözel saldırganlık, toplumsal şiddet) temelinde öfke vardır. Öfke hem dışsal, hem de içsel bazı olaylarla ortaya çıkar.

Arkadaşınız, anneniz, kardeşiniz, sokaktaki bir adam, öğretmeniniz gibi belli bir insana öfkelenebileceğiniz gibi; trafik sıkışıklığı, iptal edilen bir randevu gibi bir olaya da öfkelenebilirsiniz. Öfkelenmenizden kendi kişisel kuruntularınız sorumlu olabileceği gibi, daha önceden başınızdan geçmiş ve sizi öfkelendirmiş bazı olayların anıları da sorumlu olabilir.

Genellikle öfkeye yol açan nedenler arasında; engellenme, haksızlığa uğrama, fiziksel incinme ve yaralanmalar, tacize uğrama, hayal kırıklığı, saldırıya uğrama, tehditler sayılabilir.

Psikologlara göre, öfkelendiğimizde 5 boyut birbiriyle ilişkili ve eşzamanlı olarak aktif olur. Bu boyutlar:

• Biliş – O andaki düşüncelerimizdir.

• Duygu – Öfkenin yol açtığı fiziksel uyarılmadır.

• İletişim – Öfkemizi çevremizdekilere yansıtma biçimimizdir.

• Etkileniş – Öfkeli olduğumuzda hayatı algılayış biçimimizdir.

• Davranış – Öfkeli olduğumuzda sergilediğimiz davranışlardır.

Öfke Durumunda Vücut Tepkileri

Öfke, çok hafif bir tepkiden hiddete kadar farklı yoğunlukta yaşanan bir duygudur. Diğer duygular gibi fizyolojik ve biyolojik değişmelerle birlikte hissedilir. Eğer dinlemeyi biliyorsak, vücudumuz bize öfkeli olduğumuz konusunda bilgi verir. Öfkenin fiziksel işaretleri vardır:

• Uyaran duyguyu harekete geçirir,

• Stres ve gerginlik başlar,

• Enerjiyi arttıran Adrenalin salgısı artar,

• Nefes alıp verme sıklaşır,

• Kalp atışları hızlanır,

• Kan basıncı artar,

• Vücut ve zihin “savaş ya da kaç” tepkisi için hazırdır.

Sağlığa Etkisi

Uzmanlar bastırılan öfkenin kaygı ve depresyona yol açtığını iddia ediyorlar. İfade edilmeyen öfke, kişiler arası ilişkileri bozabileceği gibi, zihinsel ve fiziksel problemlere de yol açabilir. Doğru ifade edilmeyen öfkenin yol açtığı fiziksel problemler arasında;

• Baş ağrıları,

• Mide rahatsızlıkları,

• Solunum problemleri,

• Cilt problemleri,

• Jenital ve böbrek fonksiyonlarında problemler,

• Artirit,

• Sinir sistemi rahatsızlıkları,

• Dolaşım sorunları,

• Varolan fiziksel rahatsızlıkların kötüleşmesi,

• Duygusal rahatsızlıklar,

• ve intihar sayılabilir.


Öfkemizi Boşaltmak İyi Midir?

Psikologlar artık bunun çok yanlış ve tehlikeli bir inanç olduğunu göstermişlerdir. Bazı insanlar bu inancı, diğer kişileri incitmek için verilmiş bir onay gibi algılamaktadırlar. Araştırmalar, kızgınlık duygusunun “boşaltılması”nın kızgınlık, öfke ve saldırganlığı daha çok arttırdığını ve sorunu çözmek için hiçbir yararı olmadığını göstermektedir. Onun için en iyisi, kızgınlığınızı neyin tetiklediğini bulmanız ve kendinizi kaybetmeden, bu nedenlerle başa çıkabileceğiniz stratejileri geliştirmenizdir.

Öfke Kontrolü

Öfkeyi doğru ifade etme becerisini kazanmaya “öfke kontrolü” denir. Öfke kontrolünde temel amaç; saldırganlıktan uzak, şiddet içermeyen, kişinin kendisine ve çevresindekilere zarar vermeyecek şekilde duygusunu ifade etme becerisini kazanmasıdır.

Öfke kontrolünü öğreten pek çok yöntem vardır. Doğru yöntem kişiden kişiye değişir. Doğru yöntemi belirlerken; kişinin kendi kişiliğine, yaşam tarzına uygun olanı seçmesi ve seçtiği yöntemi uygularken günlük yaşamında fazladan sıkıntı hissetmemesi göz önüne alınması gereken temel faktörlerdir.

Genel olarak öfke kontrol yöntemleri; bilişsel, duyuşsal, iletişim, duygusal ve davranışsal boyutları içerir.

Bilişsel Yöntemler:

• Kışkırtmanın tanımlanması – Sizi kışkırtan durumlarla yüzleşme ve bunlardan kaçınma verisi sağlar.

• Alternatif açıklamalar – Sizi kışkırtan olaya değişik açıklamalar getirmek ve farklı bakış açıları düşünmek, sizi daha doğru tepkiler vermeye yönlendirebilir.

• Öfkenin çarpıtmalarıyla savaşma – Öfkenizi, düşünme biçiminizi yeniden gözden geçirmek için bir uyarı olarak kullanabilirsiniz.

• Öfke kontrol yönergeleri – Öfkelendiğinizde, öfkenizi kendinize ait yönerge cümleleriyle kontrol etmeye çalışabilirsiniz (“öfkenin seni ele geçirmesine izin verme”, “derin bir nefes al” gibi).

• Beklentilerin netleştirilmesi – Karşılaşabileceğiniz olayları önceden tahmin edip ona göre davranabilirsiniz.

• Zihinsel tekrarlar – Olumlu bir olayı örnek alıp, ardından kafanızda tekrarlayıp ders çıkarabilirsiniz.

Duyuşsal Yöntemler:

• Biofeedback –Öfke durumunda vücudunuzun nasıl tepkiler verdiğini keşfederek, bunu fiziksel uyarılmanızı azaltmak, düşünce ve davranışlarınızı değiştirmek için bir ipucu olarak kullanabilirsiniz.

• Alternatif uyarılma oluşturma – Öfke ya da fiziksel uyarılmaya muhalif başka bir uyarılma (örneğin, gevşeme ve espri) oluşturmak için öfkenizi bir ipucu olarak kullanabilirsiniz.

• Uyarılmanın yönünü değiştirme – Öfkelendiğinizde yaşadığınız fiziksel uyarılmanın yarattığı enerjiyi, üretime dönüşebilecek önemli bir kaynak olarak kullanabilirsiniz.

İletişim:

• Atılganlık (kendini ifade etme) – Size gereksinimlerinizi ve meşru haklarınızı kabul edilir yollarla ifade etme becerisini öğretir.

• Dinleme – İletişim kanallarınızı açık tutmanızı sağlar.

• Tartışma – İki insan arasındaki çatışmayı fikir birliğine vararak çözme sürecidir.

• Eleştirme – Yapıcı eleştiri yapabilme ve alabilme becerisidir.

• Yansıtma – Kişinin, davranışının kabul edilemez olduğunu algılama sorumluluğunu alma becerisidir. Tanımlandıktan sonra, kabul edilemez olan davranış özel olarak açıklanr. Durum somut ve açık olarak ifade edilir.

• Övme – Diğer kişinin savunmacı davranma şansını azaltır.

Duygusal Yöntemler:

• Duyguların farkında olma – Duyguların doğru yöntemle ifade edilebilmesi için, öncelikle tanınmaları gerekir.

• Duyguları ifade etme – Duyguları olumlu yolla ifade etme becerisi.

• Olumlu etki yaratma – Kendinizi olumlu duygu durumunda tutun, çevrenizdekilerde olumlu etki bırakın, her günde olumlu bir olay bulun, yapabileceğiniz ölçüde yardım önerin ve nazik olun.

Davranışsal Boyut:

• Kendi öfke davranışını öğrenme – Öfkeli olduğumuzda sergilediğimiz davranışları belirleme.

• Verimli (üretken) öfke davranışı oluşturma – Kendinizi kışkırtan ve yıkıcı davranışlardan uzak tutarak, öfkelenmekten koruyun.

• Davranış değiştirme: Yeni hareketleri kolaylaştırma – Öfkelendiğinizde sergilediğiniz olumsuz hareketleri daha olumlu olanlarla yer değiştirin.

• Öfkenin ABC’sini öğrenme – Bu yöntem size, öfkelenmenize yol açan sebepleri (Anger trigger), sizin davranışlarınızı (Behavior) ve davranışlarınızın sonuçlarını (Consequences) gözden geçirme ve yeniden değerlendirme fırsatı tanır.

ÖFKE KONTROL YÖNTEMLERİ

Bilişsel Yöntemler

Öfke kontrolünde bilişsel yöntemler denince akla, zihinsel anlamlandırma süreçleri ve düşünceler gelmelidir.

Bilişsel Yeniden Yapılandırma

Bu strateji en basit anlamıyla düşünme tarzınızı değiştirmek demektir. Kızgın insanlar düşüncelerini küfrederek, bağırıp çağırarak ifade etme eğilimindedirler.

• Kızgın olduğunuz zaman genellikle düşünceleriniz gerçeği yansıtmaktan çok,

olayların abartılmış ve çarpıtılmış bir şekilde algılandığını yansıtır. Bu tür düşünceleri fark edin ve yerine daha mantıklı olanları yerleştirin. Örneğin; kendi kendinize “Eyvah! Şimdi her şey mahvoldu!” gibi bir şey söylemek yerine, “Evet, çok can sıkıcı! Neden kızdığımı çok iyi anlıyorum. Ama dünyanın sonu değil ve buna kızmam, bu olayı olmamış hale getirmeyecek.” diyebilirsiniz. Her iki düşünceyi de zihninizden geçirerek deneyin. Kızgınlığınızın hangi düşünceyle arttığını ya da azaldığını görün.

• Farkında olmadan çok sık kullandığımız ve bizi kızgınlık duygularına hazırlayan, “asla!” ya da “her zaman!” gibi sözcükleri zihninizde yakalamaya çalışın. “Bu asansör asla çalışmaz!” ya da “Zaten her zaman telefon etmeyi unutursun!” gibi cümleler sadece hatalı değildir; aynı zamanda kızgınlık duygunuzda haklı olduğunuzu düşünmenize de yol açar ve siz durumla ilgili yargıyı vermiş olduğunuzdan, problemin çözümüne de katkıda bulunmaz. Örneğin, randevularına sürekli olarak geç gelen bir arkadaşınız olduğunu düşünelim. Hemen saldırmaya kalkmayın. Bunun yerine, neyi elde etmek istediğinizi, amacınızı düşünün. Sizin asıl istediğiniz arkadaşınızın randevuya sizinle aynı saatte gelmesi değil mi? O halde “Her zaman geç kalırsın! Tanıdığım en sorumsuz ve kayıtsız kişisin!” gibi yargılardan kaçının. Bu tür cümleler sadece arkadaşınızı incitmeye ve onun da kızmasına yol açacaktır. Ancak sorunun çözümüne katkıda bulunmayacak, hatta ilişkiyi bozarak zorlaştıracaktır. Bunun yerine; eğer bu arkadaşınız sizin için önemliyse, problemin ne olduğunu ortaya koyup her ikiniz için de işe yarayacak bir çözüm yolu bulmaya çalışabilirsiniz. Kendinize; öfkelenmenin hiçbir şeyi çözmeyeceğini, kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olmayacağını, hatta daha da kötü hissedebileceğinizi hatırlatın.

• Mantık öfkeyi yener, çünkü haklı bir nedene bağlı olsa da, çok çabuk mantık sınırlarını aşabilir. Bu yüzden öfkelendiğinizi hissettiğinizde mantığınıza sığının. Yıllarca dünyayı ve karşılaştığı olayları belli bir bakış açısıyla değerlendiren birine, yeni bir anlamlandırma biçimi kazandırmak uzun ve zorlayıcı bir çaba gerektirir. Sinirlendiğinizde tepki vermeden önce 5 kere nefes alıp verin ya da içinizden 10’a kadar sayın. Bu arada olaya olumlu bakma konusunda kendinizi uyarın. Hem karşınızdaki kişiyi ya da kişileri kırmamış olursunuz, hem de kendinizi öfkenin zararlı etkilerinden korumuş olursunuz.

“Öfkeyle kalkan, zararla oturur” sözü, bu yöntemin tarihinin ne kadar eski olduğunu bize gösteriyor. Tepki vermeden önce kendinize tanıyacağınız 15 saniyede hızlı bir değerlendirme yapabilirsiniz:

Nerdeyim?

Kimlerleyim?

Neler oluyor?

Zihnimden neler geçiyor?

Olaya nasıl bir anlam verdim?

Beklentilerim neler?

Neler yapıyorum?
Günlük yaşamda, zamanı dondurup kendimizi değerlendirmemiz mümkün değil kuşkusuz. Ancak bu soruların tümünü olmasa bile, hiç değilse 2-3 tanesini kendimize sorabileceğimiz 15 saniyelik bir mola, tepkilerimizi yumuşatacak ve daha az öfkeli olmamıza yardımcı olacaktır.

Problem Çözme
Sizi öfkelendiren bir durumla karşı karşıya olduğunuzda, bunu sadece bir problem olarak düşünüp bir isim koymaya çalışabilirsiniz. İsimlendirdiğiniz problemi çözmeye çalışmak, ad koyamadığınız ve duygusal boyutu ile mantıksal boyutunu ayrıştıramadığınız bir sorunu çözmekten daha kolaydır. Şimdi önce isim verme ve problemi tanıma sürecine bakalım:

1. Problemi Belirleme:

- Problem hakkında bilgi toplama,

- Problemi alt problemlere indirgeme,

- Problemin bir yönünü seçip somutlaştırma,

- “Bu neden bir problem?” sorusuna cevap arama,

- “Kimin için bir problem?” sorusu üzerinde düşünme,

- “Bu probleme benim katkım ne?” (Bu konunun problem olmasına nasıl bir katkıda bulundum?) sorusu üzerinde düşünme,

- “Başka kimin katkısı var?” (Bunun problem haline gelmesinde içten içe suçladığım birileri var mı, kimler?) sorusu üzerinde düşünme,

- “İdeal çözüm ne olurdu?” sorusuna cevap arama,

- “Nasıl bir sonuçla yetinebilirim?” sorusunu cevaplandırma.

İlk aşamada bu sorular üzerinde düşünerek, detaylarıyla birlikte problemin farkına vardıktan sonra ikinci aşamaya geçilebilir. Bu aşamaların tümünü mümkünse yazarak yapmak çok yararlı olacaktır. Sorunun tümüyle üstesinden gelene kadar yazdıklarınızı atmayın ve özellikle değerlendirme aşamasında tekrar onlara göz atın.

2. Seçenek Listesi:

- Tüm seçenekleri sıralama: Aklınıza gelen ve çözüme yararı olabilecek tüm seçenekleri (saçma bile olsa) düşünün ve kaydedin.

- Listenize “kaçma” (görmezden gelme) seçeneğini yazmayı unutmayın. Bu çok doğal bir tepki ve sizin hakkınız.

- Kabullenme seçeneği de listenizde bulunması gereken alternatiflerden biri. Bazı sorunlar (özellikle sizin dışınızdaki insanların kişilikleriyle ilgili olanlar) çözülemeyebilir ve bu noktada durumu olduğu gibi kabullenmek çok gerekli ve rahatlatıcı bir çözüm yolu olabilir.

- Tüm seçenekleri sıraladığınız yazılı bir listeniz olsun.

3. Plan Yapma:

- Seçenek listenizin tüm alternatiflerini inceleyin ve aklınıza yatan, içinize sinen bir tanesi üzerinde karar verin.

- “Karar verdiğim seçeneği nasıl gerçekleştirebilirim?” sorusunu sorun kendinize ve buna verdiğiniz cevapları yazın.

- İhtiyaçlarınızın listesini çıkarın. “Bu sorunu, bu yolla çözmek için ne(lere) ihtiyacım var?” diye sorun kendinize ve ihtiyaçlarınızı sıralayın.

- Plan yapma aşamasında karşılaşacağınız engelleri de tahmin etmeye çalışmak yararlı olacaktır. “Beni ne engelleyebilir?” sorusunu sorun kendinize ve engel olarak karşılaşma olasılığınız olan her noktayı yazın.

- Bunlardan sonra kendinize bir eylem planı oluşturun. Yapacağınız her şey, yazılı olarak, adım adım belirlenmiş olsun.

4. Değerlendirme:

- Planınızı uygulamaya başladığınız andan itibaren değerlendirme yapmanız yararlıdır. Arada durup “Durum ne yönde değişti?” sorusuna cevap arayın.

- Bulduğunuz çözümün size neye malolduğunu kendinize sormanızda büyük yarar var. “Bana neye maloldu? Kazançlarım, kayıplarım neler?” sorularına cevap bulmaya çalışın. Bu sorulara verdiğiniz yanıtlar olumluysa planınızı uygulamayı sürdürebilirsiniz. Ancak size çok şeye malolduğuna ve kaybettirdiklerinin kazandırdıklarından çok olduğuna karar verirseniz ikinci aşamaya geri dönüp, yeni bir çözüm yolu bulmakta yarar var demektir. Bu durumda yeni bir plan yapıp uygulamak uygun olabilir.

• Yaptığınız planı uygularken elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışın, ama yanıtları hemen bulamıyor ve sonuca hemen ulaşamıyorsanız kendinizi cezalandırmayın. Eğer soruna iyi niyetle yaklaşır, çabalar, “ya hep, ya hiç” tarzı düşünmez, elinizden gelenin en iyisini yapmaya gayret ederseniz, sabrınızın taşma ihtimali de düşük olur.

• Bazen kızgınlık ve engellenmişlik duyguları, yaşamdaki gerçek ve kaçınılmaz sorunlardan kaynaklanıyor olabilir. “Her problemin bir çözümü vardır!” şeklindeki kültürel inançlarımız da, çözüm bulamadığımızda bu engellenmişlik duygularını artırır. Kızgınlık duyguları böyle durumlarda yaşanan doğal ve sağlıklı duygulardır. Böyle durumlardaki en yararlı tutum, önce durumu değiştirip değiştiremeyeceğimizi araştırmaktır. Değiştirebileceğimiz bir şeyse çözüm yolları araştırılabilir ve yukarıda anlatıldığı gibi bir planlamayla problem çözme teknikleri kullanılabilir. Değiştirilemeyecek bir durumsa, çözüm üzerinde odaklaşmak yerine, en iyi strateji, sorunla yüzleşmek ve kabullenmektir.

Önerilerimizi Gerçek Hayattan Örneklendirelim:
• Zamanlama: Eğer sevdiğiniz biriyle belli konuları belli saatlerde konuşuyorsanız ve bu konuşmalar da hep tartışma ile sonuçlanıyorsa, bu tür konuları konuşma saatinizi değiştirin. Belki yorgun, dikkatsiz oluyorsunuzdur ve belki sadece zamanlama hatasından sinirleniyorsunuz ve tartışma çıkıyordur.




• Kaçınma: Eğer babanızın televizyonda maç izlerken sinirli olması sizi de etkiliyor ve sinirlendiriyorsa, o saatte odanıza çekilin. Sizi öfkelendiren şeylere bakmaktan kendinizi alıkoyun. “Ama öfkelenmemem için babamın bağırıp çağırmaması lazım” demeyin. Konu şu anda bu değil. Konu kendinizi olabildiğince sakin tutabilmeniz.

• Alternatifler bulma: Eğer her hafta sonu arkadaşlarınızla buluşmaya giderken yoldaki trafik sizi engellenmişlik ve öfke duyguları içinde bırakıyorsa, bunu çözmeyi iş edinin. Elinize bir harita alıp aynı yere farklı, belki daha uzun ama daha rahat, manzaralı, hoş bir yoldan gitmeyi ya da evden daha erken/geç çıkmayı deneyin.

Önerilen Kaynaklar:

(1) http://www.psc.uc.edu/sh/SH_Anger.htm [05.02.2001, İnternet].

(2) Handling Angerhttp://www.counseling.swt.edu/handling_anger.htm[31.10.2002, İnternet]

(3) Coping with Anger http://usweb.usf.edu/counsel/self-hlp/anger.htm [5.09.2001, İnternet]

(4) Türk Psikoloji Bülteni, 3 (7), 79-85. Öfke: O Sizi Kontrol Edeceğine Siz Onu Kontrol Edin.http://www.psikolog.org.tr/bulten/yazilar/07_ofke.htm

EGOM, KENDİM VE BEN



EGOM, KENDİM VE BEN

Egodan kurtulmak… Bu mümkün mü?
Uzakdoğu ve Yeniçağ öğretilerinde sıkça bahsi geçen “ego” neyin nesidir? Tanımı nedir? Egodan kurtulmak için uğraşıp duran, o “tek” yoldan bu “tek” yola doğru koşuşturan, bilgeliği Tibet’te Hindistan’da, aşramlarda ya da “el veren” guruların kurslarında arayan “çok spiritüel” insanların bunu başarması mümkün mü? Hayır! Çok “iyi” ya da “ermiş”


insanların da egosu var mı? Evet!

Ego herkeste var. Çünkü ego, bu dünyada VARLIĞIMIZI görünür kılabilmek için kendimizi kişi veya birey olarak ifade etmemizi sağlayan gerekli ve önemli bir boyutumuzdur.

Fark sağlıklı ya da sağlıksız egoya sahip olmamızda.

Her birimizde BEN boyutu da var. (“Bir Ben var benden içeri” boyutumuz) BEN’imiz, kimilerinin Tanrı ya da Sonsuz Zekâ dediği “Sınırsız Bilinç Okyanusu” ile bağlantımızı sağlayan ÖZ’ümüzdür. Okyanusun, içimizdeki damlası olan ÖZ’ümüz bizim özbenliğimizdir.

Ben ve Öz bir ve aynı şeydir.

EGO, bu BEN’in zenginliğini madde dünyasında birey olarak ifade edebilmek ve Bütün’e katkıda bulunabilmek için dünyasal “kimlik kartımızı” yaratan boyutumuzdur.

Ego sağlıklı olduğunda sağlıklı düşünürüz, sağlıklı hissederiz, sağlıklı davranırız. Egonun sağlıklı olabilmesi için öncelikle KİŞİ (nesne) olmaktan çıkıp BİREY (özne) olabilmemiz gerekiyor. Birey olabilmek de fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal olgunlaşma ile gerçekleşiyor.

Her kişi doğumundan itibaren fiziksel olarak büyüyor ve yasaların belirlediği bir yaşa geldiğinde “yetişkin” sayılıyor. Ülkemizde bu “yetişkinlik” hali (eğer yasa geçerse) milletvekili seçilmek için 18, alkollü içki içebilmek için 24 yaşında olmayı gerektiriyor. Yani 18 yaşındaki seçilmiş “yetişkin” bir milletvekilinin, resmi resepsiyonlarda bir kadeh içki içebilmesi için daha altı yıl beklemesi gerekiyor.

Kişinin, fiziksel boyutta “yetişkin” olarak kabul edilmesi için bir şey yapması gerekmiyor. Doğum tarihi üzerinden geçen belli sayıda yıllar bunu otomatikman sağlıyor. Ama duygusal, zihinsel ve ruhsal gelişim yaş ilerledikçe otomatikman olan bir şey değil. Bu boyutlarda kişinin kendi emeği kendi çabası gerekiyor. Bu üç boyutta kendini geliştirebilen insan, kişi olmaktan birey olmaya doğru ilerliyor.

Dünyada 7 milyar kişi var ama birey olabilmiş insanların sayısı kaç? (Meclisimizde kaç kişi var? Kaç birey var? Bizi kişiler mi bireyler mi yönetiyor? )

Egonun işleyiş tarzı, hangi tür egonun işbaşında olduğuna bağlı olarak insan hayatının her alanında farklılık gösteriyor: Nevrotik Ego ve Sağlıklı Ego.

KİŞİ olarak kalmış insan, nevrotik egonun esareti altında yaşamını sürdürüyor.

BİREY olabilmeyi başarmış insan, sağlıklı egonun efendisi olarak yaşamını sürdürüyor.

BEN ile EGO’nun boyutları zıt orantılıdır. Biri büyüdükçe diğeri küçülür.

Kişi ile birey farkını özetleyecek olursak:

Kişi, insanları kullanır eşyaları sever.

Birey, eşyaları kullanır insanları sever.


Nevrotik Ego Nedir?

Nevrotik ego, birey olamamanın başarısızlık duygusunu örtbas etmeye çalışarak, ele güne karşı “kendimiz” olarak sunduğumuz “kişilik” maskemizdir. Kendimizi önemli ve değerli hissetme çabasıyla dışsal değerlere ve toplumsal onaya uygun yarattığımız, kendimizi kendimizden saklayan yaldızları hızla dökülen parıltılı ve bir o kadar da zavallı maskemizdir.

Nevrotik ego korkularla dolu egodur. Korkularını gizlemek için çeşitli maskeler takar. (Maço maskesi, güçlülük maskesi, kurban maskesi, kurtarıcı maskesi, yargıç maskesi, iktidar/konum/nüfuz maskesi, önemli insan maskesi, vs.) Bu maskelerin, bu rollerin ortak özelliği, ancak ezme/ezilme ilişkisi içinde kendilerini var edebilmeleridir. Varlıkları diğer KİŞİlerin desteği sürdükçe devam eder.

Nevrotik ego bağımlıdır. Kişi bağımlılığı (anne/ baba/ eş/ sevgili/ çocuk/ arkadaş vs.), madde bağımlılığı (yemek- alkol/ reçeteli ilaç/ yasal olmayan uyuşturucu- uyarıcı vs.), aktivite bağımlılığı (iş/ seks/ görünüm/ din/ telefon/ bilgisayar/ eğlence vs)

Nevrotik ego kontrolcüdür. Dış dünyayı, başkalarını, hayatı kontrol edebileceği yanılgısı içinde kendisini ve konumunu güvende hissetme peşinde umutsuzca koşar. Mükemmeliyetçi ve erteleyicidir. Kontrol tutkunu ve takıntılıdır. Dışsal güce sahip olmak onun için en önemlidir. Bu dışsal güç para, konum, iktidar, unvan, diploma, saygın kimlik, vs olabilir.

Nevrotik egonun tek amacı vardır: Haklı olmak. Ne pahasına olursa olsun haklılık peşinde koşar, yargılar, suçlar, aşağılar. O daima haklıdır, diğerleri haksız. Eleştiriye tahammülsüzdür ve alıngandır. Fikrine katılınmamasını kendisine saldırı olarak algılar.

Nevrotik ego kibirlidir. Kibir, kişinin aşağılık kompleksini gizlediğini sandığı maskesidir.

Özetle; nevrotik egonun ilk adı korkudur, soyadı ise haklı olmaktır. Kendisini en ufak şekilde bile haklı görmesi halinde hemen şişinir, böbürlenir.

Nevrotik ego, kendisini BEN sanır. Rolleriyle özdeşleşir. Bu nedenle bir düşüncesine veya davranışına yapılan eleştiriyi kendisine yapılmış hakaret olarak algılar. Bunu gurur meselesi yapar. O çok hassas egosunun gururu çabucak kırılır ama onur ve erdem kavramlarından habersizdir. Herkesin kendisini anlamasını bekler ama o anlayıştan nasibini almamıştır. Aşırı rekabetçidir. Ufacık bir çıkar uğruna, başkalarına zarar vermekten çekinmez.

İşte ruhsal gelişim için yok edilmesi arzu edilen ego, nevrotik egodur. Nevrotik ego bizi büyümekten, gelişmekten, mutlu, huzurlu, doyumlu bir hayat sürmekten alıkoyar.

Sağlıklı Ego Nedir?

Sağlıklı ego, bizim birey olmamızı sağlayan boyutumuzdur.

Cesaret sağlıklı egonun ilk adıdır. Erdem ise soyadıdır.

Bu dünyada birey olmamızı sağlayan sağlıklı ego, bilinmeyeni keşfetmeyi sever. Yeniliklere açıktır. Hayatında yeniye daima yer vardır. Hayatını cesurca yaşar.

Sağlıklı egoya sahip birey, ilişkilerinde bağımlı değil, bağlıdır. Sevdiklerine bağlı, mesleğine bağlı, vizyonuna ve amaçlarına bağlı, hayata bağlıdır.

Sağlıklı ego vefalıdır.

Sağlıklı ego hayatının her alanında özdisipline sahiptir. Bu özdisiplin onun içsel gücünden gelir. İçsel güce sahip olduğu için dışsal güç peşinde koşmaz.

Sağlıklı ego haklılık peşinde koşmaz. Haksız olduğu durumlarda öz eleştiri yapar ve özür dilemesini bilir. Haklılık peşinde koşmaz ama hakkını aramayı ve korumayı bilir. Adalet kavramı gelişkin olduğu için gücü yetmeyen insanların haklarını aramaları ve korumaları için de elinden geleni yapar.

Sağlıklı egoya sahip birey genellikle sağduyulu seçimler yapar. İnsan ilişkilerinde sağlıklı düşündüğü, sağlıklı hissettiği, sağlıklı davrandığı için doğal olarak haklıdır… ve mutludur.

Sağlıklı ego, BEN’in hizmetinde Ben’i en harikulade şekilde ifade etmek için vardır.

Sağlıklı EGOya aklınızda kolayca kalması için Etkisel Gerçekçi Olmak hali diyorum.

Sağlıklı egoya sahip insanlara saygı duyarız. Onların görüşlerine ve adalet duygusuna güveniriz.

Sağlıklı egoya sahip insanlar doğaldır, güvenilirdir, cesurdur.

Sağlıklı egoya sahip insanlar vefalıdır, şefkatlidir, cömerttir.

Sağlıklı egoya sahip insanlar değer bilir, hayata şükran duyar, umutludur.

Sağlıklı egoya sahip insanlar sevdiklerine sadıktır, açık yüreklidir, affedicidir.

Sağlıklı egoya sahip insanlar başka insanlara, doğaya ve haklara saygılıdır.

Sağlıklı egoya sahip insanlar huzurlu, neşeli ve esprilidir.

Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu nevrotik egoya sahip kişilerden oluştuğu için şiddet, rekabet, yok edicilik, savaşlar böylesine yaygın. Yani nevrotik ego “normal ego” haline gelmiş durumda. Normal nevrotiklerin dünyasında yaşıyoruz.

Bu yüzden spiritüel öğretilerde “normal ego” öldürülmeye, yok edilmeye çalışılıyor. Bu ego yok edilemez ama dönüştürülebilir. Bu dönüşüm ancak farkındalık, kendini sorgulamak, kendini tanımak ve değişim cesaretiyle mümkün. Bu da bir süreci gerektiriyor. Olgunlaşma bir süreçtir ve olgunlaşmanın yaşla ya da bilgi toplayıcılığıyla ilintisi pek yoktur. Bilinçlenmeyle ve kendin olmayla ilişkisi vardır.

EGO ne kadar BEN’in hizmetinde ise o kadar KENDİmiz olabiliriz.

Özetleyecek olursak:

BENsiz EGO = Gaddar olur. Gücünün yettiklerini ezer ve güçlü rolünü oynar.

EGOsuz BEN = Paspas olur. Başkaları tarafından ezilir ve kurban rolünü oynar.

Yeni Dünya, Yeni Çağ sağlıklı egoya sahip insanların dünyası olacak. Bilinç çağının başlangıç dönemi içindeyiz. Geçiş dönemi sancılı olsa da yeni insanlık doğuyor.

Sevgiyle hoşça ol.

Nil Gün

www.kuraldisidergi.com

BİLİYOR AMA UYGULAYAMIYORSAK...



BİLİYOR AMA UYGULAYAMIYORSAK...

Hayatımızı daha doyumlu bir hale getirmek için her gün yeni bir şey öğrenmenin önemini hepimiz biliyoruz. Bilmediğimiz şey ise, sadece öğrenmenin yetmediği.
Bazen okuduğumuz ya da duyduğumuz şeylere “Ya ben bunları zaten biliyordum” dediğimiz olmuyor mu? O an yeni bir şey öğrenememenin hayal kırıklığını iliklerimize kadar hissediyor


uz, değil mi? Tam da bu duyguyu yaşarken şöyle bir dönüp geçmişe bakmakta yarar var. Büyük olasılıkla ilginç bir manzara ile karşılaşacaksınız. Evet, o ana kadar öğrendiğimiz birçok şey var ama kaçını hayatımızın bir parçası haline getirmişiz? Kaçını uygulamışız, kaçını da zihnimizin gardırobuna asıp bir süre sonra varlığını bile unutmuşuz?

Yağmurdan korunmak için satın aldığım şemsiyem evdeki dolapta durduğu sürece beni yağmurdan koruyamaz. “Şemsiyem var ama hâlâ neden ıslanıyorum, anlamıyorum” demeyiz örneğin. Ama nedense bu somut gerçeği soyut araç gereçlerimize uyarlamıyoruz.

Örneğin alçak gönüllülüğün, anlayışın, etkisel davranmanın, empatinin ya da özsaygının ne olduğunu biliyoruz ama bu bilgiyi zihnimizden yüreğimize taşıyamadıysak tüm bunlar hayatımızda tezahür edemiyor bir türlü.

Mükemmeliyetçiliğin, kibrin, aşağılık kompleksinin, tepkisel davranışın ya da özsaygı eksikliğinin ne olduğunu biliyoruz hatta için için onlardan nasıl özgürleşeceğimizi de biliyoruz ama nedense iş uygulamaya gelince bir türlü harekete geçemiyoruz.

Eh doğal olarak aynı iletişim sorunlarının içinde bocalamaya devam ediyoruz ve birilerinden bize reçete sunmasını bekliyoruz.

Bildiğim bir şey varsa o da şu: Öğrendiklerimizi zihnimizin gardırobuna astığımız sürece hayatımızda hiçbir değişiklik olmuyor. Ama alıp bir bir uygularsak elde edeceğimiz doyum inanılmaz.

Hayatımızdaki sorunlar bize kocaman geldiği için çözümlerinin de kocaman ve hatta imkânsız şeyler olacağını düşünüyoruz çoğu kez. Küçücük çözümlerin, peş peşe dizilmiş minicik adımların bizi o kocaman çözüme götürdüğünü ancak deneyimleyerek öğrenebiliyoruz.

Her hafta bir konu seçelim mesela ve sadece o konuya odaklanalım, uygulayalım, sonuçlarını deneyimleyelim. Kaybedecek ne var ki?

Ama kazanacak çok şey var!

Bu anlamda kendimize soracağımız birçok soru var, sadece en basit birkaç tanesini birlikte örnekleyelim mi?

- (Olumlu düşünmenin yararlarını biliyorum) Peki gün boyu ne tür düşünceler geçiyor zihnimden? Olumlu mu? Olumsuz mu?

- (Suçlama ve mazeretin beni bir gram geliştirmediğini biliyorum) Peki gün boyu ağzımdan çıkan sözler yapıcı mı, yargılayıcı mı? Ya da sıkça birilerinden ya da bir şeylerden şikâyet mi ediyorum?

- (Yaşadığım bir sorundan özgürleşmek için çözüme odaklanmam gerektiğini biliyorum) Peki hangi sıklıkla o sorunun içinde sıkışıp kalıyorum?

- (Empatinin ne olduğunu biliyorum) Peki ben empatik davranıyor muyum? Yoksa öncelikle bana empatik davranılmasını mı bekliyorum?

- (Özsorumluluğumu almanın özgürleştirici gücünü biliyorum) Ama kendimi sıkça sorumluluğumu bir başkasına devrederken mi yakalıyorum?

Bu soruları sayfalarca uzatabiliriz, yeter ki cevaplarını dürüstçe verelim.

Başkalarına verdiğimiz aklın yarısını kendimize versek inanın çok şey değişir.

Çok sevdiğim bir sözün de dediği gibi: Biliyor ama uygulamıyorsak henüz biliyor sayılmayız…

Haydi kendimize koçluk yapalım, bol bol cesur sorular soralım ve bildiklerimizi tarafsız bir bakış açısıyla gözden geçirelim. Bakalım gerçekte bildiklerimiz ne kadarmış?


Dilek Kökter
www.kuraldisidergi.com

15 Ekim 2012 Pazartesi

DENİZE GİDİYORUZ...


DENİZE GİDİYORUZ...


Mavisini görmediğim, kokusunu hissetmediğim, sesini hiç duymadığım denizi o sonsuz maviliği ilk defa görecektim. Heyecanlıydım, heyecanım iki misliydi. İlk defa görmediğim denizi görecek, hiç bir arada gitmediğimiz tatile hem de deniz tatiline ailecek gidecektik. Bu gidişimizden aklımda kalan genel anlam bu idi. 
Kaç gün önce gideceğimizi öğrenmiştik, ne kadar sürede hazırlandık, nasıl yola çıktık hatırlamıyorum. Yazı kafamda biçimlendiği halde hatırlayamadığım yerleri ikinci ablama sormak iyi fikirdi. 
Ben, “trenle İzmir’e mi gitmiştik?” diye sormuştum. “Yoo hayır, Balıkesir Ören’di” dedi. “Öyle trenle de gitmedik, halamlar, halamların görümcesi üç araba, onlar da o tarafa bir yerlere gideceklerdi. Üç arabaya dağılmıştık. Balıkesir’e geldiğimizde bizi gideceğimiz yerin minibüs duraklarında indirmişlerdi. Minibüsle kampa gitmiştik” dedi.
Kampı hatırladığım kadarıyla tarif etmeye başlamıştım. Sıra sıra iki katlı küçük yapılar kumsalın iç tarafında yan yana dizilmişlerdi. İşin garip tarafı hepsi inşaat halindeydi. Tuğlalı olanları bile vardı, sıvası yapılmamış. Her yer inşaat olduğu için ortalık tam bir şantiye havasında idi.  
Peki niye biz oraya gitmiştik? Henüz inşaatı tamamlanmayan bir tesise... 
İkinci ablam, “orası babamın o zaman çalıştığı Genel-İş Sendikası’nın yazlık kamp inşaatı idi” dedi. Hatta o kampın toplantısı orada yapıldığından sendikada görevli birçok kişiyle orada buluşulmuştu. Hem inşaata bakılacak, hem de tatil yapılacaktı. 
Hiç gitmemekten iyiymiş... Sanırım ben ortaokulun ilk yıllarına giderken bir yaz tatili süresinde gerçekleşen bir geziydi.  
Annemin yine hünerli ellerinde biçimlenen eski bir penye buluzden ikinci ablama alt ve üst iki parça bikini dikmişti. Çok net hatırladığım, o zamanlarda çok moda olan ve her genç kızın mutlaka kulağında takılı olan metal halka küpeleri annem, alt bikini kısmının iki kenarına, üst kısım parçanın da orta kısmına koyarak hazır alınmışlara taş çıkaracak bir bikini dikmişti ablama...
Ben ne giymiştim? Henüz  bir ergen olarak, yeni çıkmış, bol kalın giysilerin ardında sakladığım göğüslerimi, ablalarımın, annemin ve babamın hatta tanımadığım insanların yanında bikini adı altında göğüslerimi koruyan giyisiyle nasıl dolaşacaktım. Benim için çıplaklıkla eş değerdeydi.  
Birinci ablamın arkadaşı her yıl ailesiyle denize giderlerdi. Eskisi, yenisi, giymediği bir çok bikinisi varken, birinci ablam arkadaşından benim için de bikini istemişti. Giyilip geri verilmek üzere. İçi süngerli, esnek kahverengi kumaştan alt ve üst olarak iki parçadan oluşuyordu. Evde deneyip, kendi aramızda kime ne yakışıyor bakmış, aynanın karşısında uzunca zaman harcamıştık. (O ayna!.. İnce uzun boy aynamız...  Annemin terziliğinde provaya gelen misafirleri için kullandığı... Dördümüzün gün aşırı yıkanan saçlarımızın plastik bigudilerle lüle lüle dalgalandırdığımız, aynı zamanlarda karşısında saatlerce hazırlandığımız küçük boy aynamız...  Paylaşamadığımız, bize yetmeyen... İnce yeşil ahşap çerçevesi, yerinden sürekli çıkarılıp defalarca tekrar çivisine taktığımız, hatta dişli tarağı diğerimiz aramasın diye çivisine iliştirdiğimiz bizim güzelliğimizi bize yansıtan aynamız... Gülümsetti şu an beni...) Annemin hevesle basmadan kendine, eskiyi yeniye çevirdiği bir çok kumaştan bize orada giyebileceğimiz elbiseler diktiğini hatırlıyorum. 
Annem ve babamın öyle ne giyeceğiz gibi bir dertleri yoktu. Onlar  sanırım denize girmeyeceklerdi. Babamın özel giysisi olmasa da, beyaz paçalı donuyla denizde yüzüşünü hatırlıyorum. Babamı yüzerken görmek bana çok garip gelmişti. Babam işe gidip gelir, pazara gider, saz, def, ney çalar, ders çalışır, bol bol kitap okurdu. Bunların dışında neredeyse farklı bir şey yaparken görmemiştim onu. Babam yüzüyordu, hem de ne yüzmek! Duru denizi köpürte köpürte kıyıya paralel yüzüyordu. Babam Alleben deresinin dışında suda hiç yüzmemiş, çocukluğunda ve gençliğinde dere kenarında büyüdüğü için Gaziantep gibi bir yerde yüzmeyi öğrenmişti.
Babam kumsalda bizleri izlerkenheveslenmiş olsa gerek ki, birden kumaş pantolonunun deri kemerini çözüp, fermuarını indirmiş, gömleğini çoktan çıkartıp giysilerini kenara bırakıp denize doğru koşmuştu. Annemin babama kızışını hatırlıyorum, çevrede kimseler yoktu, kim olabilirdi ki, inşaat halinde bir tatil sahilinde, kumsal bile kütükler, tuğlalar, çimento ambalajları, boya kovaları ile pis bir görüntüdeyken... Gaziantep ağzı ile, "beh kele adam donla denize girdi!..” Hem kızgınlık, hem hayret, hem de mutluluk konuşmaları olsa gerekti bunlar. 
Birinci ve ikinci ablalarım daha önce teyze ve hala gibi akrabaların tatillerine bir iki kez katılmışlar, az çok denizin tadının ne olduğunu bizden önce öğrenmişlerdi. Üçüncü ablam ve ben denize ilk giriyorduk. Dibini net göremediğim, uçsuz bucaksız su birikintisine nasıl girecektim. Neyse ki su berraktı ve sadece dibi kumdu. Ne yosun, ne taş, ne de minik deniz yaratıkları ayağımıza dolaşmayacaktı. Ama suyun içinde ayağımın altında kayan kuma basmak bambaşka bir duyguydu. İkinci ablam ellerimi elleriyle tutmuş, yatar pozisyonu almamı, kendimi suya bırakmamı, ayaklarımı çırpmamı söylemişti. Böylelikle suyun üzerinde durabilecektim. Bizimle birlikte suyun üzerinde duran, inşaatta kullanılan kütüklerde yüzüyordu. Dördümüz birer kütüğe tutunup suda yüzmeye çalışmıştık. 
“Hepimiz bir odada mı kaldık?” diye sordum? üçüncü ablama. “Hayır, annem ve babam bir odada, biz dördümüz bir odada kalmıştık. Çarşaf ve havlularımızı da götürmüştük” dedi. Ben bu kadarını hatırlamıyordum. Küçük tüpün üzerinde annemin bize hazır çorba yaptığını, açılmamış bir iki paketle birlikte birkaç eşyamızı da dolapta unutup geldiğimizi, annemin yol boyunca yazıklanmasından hatırlıyorum. 

Üçüncü ablam orada bir kokteyl yapıldığını hepimizin güzelce giyinip o davete katıldığımızı, kendisine ve birinci ablamıza da patlatılan şampanyadan ikram edildiğini hatırlıyordu. Ben bunları hatırlamıyordum. Hatta annem oraya gelen Genel-İş Sendikası’ndaki babamın arkadaşlarına yaz dolması yapıp yedirdiğini de söyledi. “Mutfak kısmı orada çalışan işçilere hizmet veriyordu ki, annem orada bu dolmayı yapmıştı” diyerek, hatırladıklarını benimle paylaşmıştı. 
En net hatırladığım şeylerden biri de orada gördüğüm kurbağalardı. Hem de ne çok kurbağa... Hatta canlısından çok yol boyunda ezilmiş, kurumuş, preslenmiş kurbağalar... Ne çok kurbağa ezilmişti arabaların altında... 
Bir de, benimle yaşıt kızları olan babamın avukat arkadaşı idi. Bir bacağının olmadığını bilmiyordum. Elinde yürümesine destek bastonu vardı. Suyun kenarına kadar gitti, yere oturdu, pantolonu ile birlikte takma bacağını da çıkarıp denize girip yüzmeye başlamıştı. Babam gibi suyu köpürtmemişti. Denizin durgunluğunu bozmadan, bir balık gibi süzülerek yüzüyordu. Bir bacağı yoktu oysaki ve çok güzel yüzüyordu. Büyülenmiştim...  
Ne kadar kaldık, günlerimiz nasıl geçti, neler yaptık çoğu şeyi hatırlamıyorum. Ama benim için güzel bir tatil olmuş ki bir şeyler kalmış aklımda o zamandan. Üçüncü ablam dönüşte otobüsle geldiğimizi, özellikle kendisiyle oturmak istemiş olduğumu söyledi. 
Neyse ki o tatil ailece gittiğimiz son tatil olmadı, o tatil sonrasında ailecek bir kaç yere daha gitme şansını yakalamıştık.
Yener Balta, 12 EKİM 2012
+
Yener,


Öykünü okudum. Yine güzel başlamış güzel bitirmişsin.
Her zaman dediğim gibi sende yazarlık yeteneği var. Yazmadan geçen günlerine ben acıyorum…
Ne olur yazmayı ihmal etme…
Sevgiler,
Hayri Balta, 15,10,201