16 Ekim 2015 Cuma

GÜLE GÜLE BABA...

GÜLE GÜLE BABA...

Sana yakışmayan bir gidiş oldu baba!
Özür diliyorum, gidişin süresince de sayısız özür diledim senden... Gitmek zaten sana yakışmadı da... Ne gelir elden ölüm karşısında.

“Toplumun ahlakı, gelenek ve göreneği kanundur!” derken çok da haklıydın baba. Alışılagelmiş gidişlerden olmasını ne sen isterdin ne de ben... Toplumun önüne, senin gidiş töreninde yapılanın önüne geçemedim. İşin içinden çıkılamadığı anda “din” adı altında çözüm bulmuşlar... Oysa ki seni daha yalnız, daha sessiz, daha kimsesiz, dinsiz ve  törensiz uğurlamak isterdim.

Hiçbir saygınlığı olmadan ön safta duran erkeklerin ardına itilerek, o gün kaç kişi toprağa verilecekse sıra verdi dizilerek, dillenen onca şeyin anlamsızlığında seni “öte dünya” olarak niteledikleri sonsuzluğa uğurlarken hocanın ruhsuz ifadesi, ettiği duanın anlamsızlığı, inançlı bilinen inançsızlığı karşısında ifadesiz kaldım.

“Mekanı cennet olsun” diyenlerin seni anlamadıklarını, seni bilmediklerinin üzüntüsü içerisinde o an için mücadele etmenin anlamsızlığı karşısında onların anladıkları dilde “amin” dedim...

Bize vasiyetin olan dört şeyden ilkini tüm ağırlığımızla yaptık, seni yolcularken göz yaşlarımızı sessizce içimize akıttık.

İkincisini başaramadık baba... Seni babası, atası, hatta tanrısı diye bilen kardeşlerini, senin için bu tür değersiz söylemlerin anlamsızlığı, senin için son isteğin olarak sarf edilmişken, üzülerek diyorum yerine getiremedik baba... Son yolculuğunda senin ardında olmalarını istememişken, bu son isteğini yerine getiremedik diye aslında üzülmüyorum da baba. Kızma ne olur bana.

Senin onlara karşı olgunluğun ve sessizliğin karşısında sana karşı nefret duyguları içerisinde, senin gidişin onların pişmanlığı ile onları sana getirdi baba!

Kardeşlerin yaptıkları haksızlığı ve seni incitmelerinin ne kadar yanlış olduğunun farkında olsalar da kendilerinde sen yaşarken yüzleşecek gücü bulamadıklarındandır... Gidişin onların son pişmanlıkları olduğu her hallerinden belliydi baba...

Çünkü sana arkalarını döndüklerinde bile senin onlar için hissettiğin sevginden, onlar için hissetmediğin nefretinden eminlerdi baba, “et tırnaktan ayrılır mı?” diye bizim için söylediğin aslında sizin içindi baba...

Maddiyatın, maneviyatın önüne geçmesinin acı bir örneğiydi onlar!.. Sanırım çok pişmandılar, çok da yazıklandılar!

Senin gidişin onlara en büyük ceza!..

Üçüncü vasiyetin olan; kızların olarak, “birbirinizden ayrılmayın, bizi örnek almayın!” demeni yerine getirirken kimimizin eksikliğini diğerimizin hoşgörüsü ile kapatarak senin sevginle yapabiliriz eminim buna... Gözün arkada kalmasın baba...

Dördüncü vasiyetine gelince baba!.. En zoru da bu aslında. Zaman alacak olan, uzun bir sürece dayanan, neredeyse sen olunması gereken bir durum söz konusu baba... Seninle başladığımız elli kitabının basımı ile aynı heyecanı paylaşmışken, geriye bize bıraktığın üç yüze yakın dosyanı baskıya hazırlamak olacak baba... Bunun için kendimi gururlu, sorumlu ve zorunlu hissediyorum. Bıraktığın eserlerinle, bugün ve yarınlarda bilmeyenlere umut, aydınlanmak isteyenlere ışık olacağının, ileride eserlerin için “kapınızı çalacaklar!”ın inancındaydın baba... Bu inancında seninleyim. Kütüphane zenginliğindeki kitaplarını, senin adını taşıyan yeni kitaplarınla yeni bir yerde “Eren Bilge Balta Kitaplığı” olarak yaşatacağız, buna ben kendi adıma söz veriyorum baba, ismime yakışanda bu olacak, hani senin bana koyduğun, “babasının kızı”na!..

Senin “doğum nasıl doğalsa yaşam sürecinde ölüm de o kadar doğal” demen, yaşamın sonu olan ölümün elbet bir gün olacağını söylemen, senin gidişinde tek tesellim oldu bana...

Ölüm sana yakışmadı! Sen tüm ölümsüzlüğünle yaşayacaksın baba...

Gidişinin ardından senin için söylenenleri duymak, senin için yazılanları okumak hüzün ile karışık gururun mutsuz mutluluğundayım baba... Ne ilkti bu söylenenler, ne de son olacak... Bu duyduklarım gururum ve alacağım yolda güç kaynağım olacak... Hatta ikisini buraya alarak yazacağım.

“Değerli Büyüğüm,
İnternette sitenizi yeni buldum.
Bu güne kadar sizi tanıyamadığım benim için büyük bir kayıp...
Bundan sonra sık sık sitenizi ziyaret edeceğim.
Sizin gibi değerli insanlar çok olsaydı, bunlar %47’leri bulur muydu?
Çorumdan sizi seven birisi.
Saygılarımla,”
İsa Kartal, 26.1.2007

“Av. Hayri Balta
Sanırım yıl 1962 olsa gerek. Yani 53 yıl önce.
O zamanlar bilgiye ulaşmak çok zordu. Kaynak yoktu.
Kafamda çorbaya dönmüş düşünceler vardı.
Özellikle Allah ve Din konusunda bocalıyordum.
Bir ağabeyle tanıştım. Ve nasıl bu konulara girdik onu da hatırlayamıyorum. Birkaç gün akşam üzeri bulvarda yürüdük ve sohbet ettik.
Anlattıklarıyla huzura kavuşmuştum. Yolumu bulmamda çok yararlı oldu.
Birkaç yıldır da durmadan yazdığı kitaplarını gönderiyordu.
Laik, çağdaş ve tam bir Atatürkçü idi. Onu size anlatmam için benim de kitap yazmam gerek.
Uzun süredir hastanedeydi. Bir ömür hayat savaşından hep galip gelen ağabeyimizi bu kez kaybetti.
Dilerim, ruhu gideceği yerlerde de ışık bulur ve ışık saçar.
Tüm ailesine baş sağlığı diliyorum.”
Dr. Mehmet Göksel

Büyük bir yaşam mücadelesi ile kendi çizdiğin yoldan bir gün olsun şaşmadan, ilkelerinle, düşüncelerinle, bilgeliğinle, insanlığın ve davranışlarınla fazlasıyla hakkettiğin isminle “Eren Bilge” olarak yaşayacaksın...

Yaşadığın onca zorluğa ve yokluğa rağmen her zaman güçlü oluşun, sağlam ve dimdik ayakta duruşun, benim gurur kaynağımdır baba...

Ellerimle sımsıkı tuttuğum ellerin, kayıp gittiğin gün yapayalnız ve çaresiz hissetim kendimi baba... “Canımın diğer parçası da koptu ayrıldı benden,” dedim senin için... Bu koca yaşımda bile senin sıcaklığında, sevginde, güveninde, cesaretinde olmak beni senin tek ve hala küçük kızınmış gibi hissettirdi bana...

Seni çok seven ve her fırsatta bu sana söylemekten büyük mutluluk duyan ben, bir kez daha ve son olmayacak defa her seni hissettiğimde dillendirmekten bıkmadan senin için fısıldayacağım.
“Seni seviyorum baba.”

Her zaman giden bendim ve ben el sallayıp hoşça kal derken sana, bu sefer giden sen olurken istemeyerek ve de hiç istemeyerek,
“Güle güle baba!..”

15 Ekim 2015
YENER BALTA


YOĞUN BAKIM KAPISINDA

YOĞUN BAKIM KAPISINDA

Yaşam ile ölüm arasında olan babamın canı için son saniyelerde yetiştirdiğimiz hastaneye, yapılan acil müdahalenin ardından alındığı yoğun bakım ünitesinin kapısındaydım.

Bu kapıda annemin haberini almıştım ilkin... Bitmez tükenmez günlerin ardından ümitle bekleyişim aldığım haberle yıkılışım olmuştu.

Ölümü ilk annemle yaşamıştım!..

O kapıda bekleyenler o an neler hissedildiğini iyi bilir. Umutla umutsuzluğu, yaşamla ölümü... Yaşamla ölümün ince çizgisini...

Hastanelerin yoğun bakımları da bu ince çizginin hangi tarafında olacağını belirleyen en önemli yer oluyor bazen... Babam şu an sayısını hatırlayamadığım kadar girip şansıyla çıkanlardan.

Yine o kapının önündeyim. İçeriden görevlinin seslenişi ile irkiliyorum ilkin; “Hayri Balta’nın yakını!” Duraksıyorum, kulaklarım o kadar uğultuda sağırlaşıyor, alacağım haberin olumsuzluğu ile olduğum yere yığılacağım hissi ile toparlanıyorum.

Aldığım haber beni rahatlatıyor. Elime küçük bir kağıt tutuşturuyorlar, burada yazanları getirin diyorlar. Kağıt havlu, su, bardak, tıraş bıçağı, tırnak makası, sabun... En yakın büfeden tümünü bir çırpıda alıyorum.

Kapıdaki görevliye poşeti uzatıyorum. Babamın durumunu nasıl öğrenebileceğimi soruyorum. Her gün saat on iki de hasta yakınlarına bilgi verildiğini söylüyor görevli. 

Zamanın bazen hiç geçmediği, bazen de nasıl geçtiğini anlayamadığım bu süreçte babamdan haber almak için bekleyeceğim.

Bazen ağlamak, bazen geçmişe dalmak, birkaç telefon görüşmesi...

Çevreme bakınıyorum. Bir hasta için sayısız bekleyenler kendi aralarında konuşuyorlar. Çoğunluk başı önde telefonu ile uğraşıyor. Bir ikisi koltuğa kıvrılmış derinden uyuyor. En çok da kapı ağzında ayakta bekleyenler, defalarca dağıtılsa da tekrar dönüp geliyorlar.

Bir zamanlar yere sabit metal sandalyeler yerlerini deri koltuklara bırakılmış. Duvarlarda tablolar... Bekleme salonunun girişine bir stant kurulmuş. Standın en üst kenarına bir tespih sallandırılmış. Raflara da gelişi güzel kitaplar konulmuş. Kitaplara yaklaşarak baktığımda şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Hazireti Peygamberin İzinde, Sabah Namaza Nasıl Kalkılır, Yasin, Kur’an Dili, Herkese Lazım Olan İman diye daha niceleri...

Herkese burada lazım olan iman mı, bu kitaplar mı, yoksa biran önce iyilik ve sağlık mı?

“Ümitler Allah’a kalmış yoğun bakımda!” diye sesli söyleniyorum... Din bilimin önüne geçmiş anlaşılan... Doktorlardan önce yaraya merhem, ruhlara ilaç olmuş dualar hastalara...

Başı kapalı bir örnek kadınlar kumaşlara bürünmüş, erkeklerin de kalmamış birbirlerinden farkı, saçı sakalı, kafalarını tokuşturmaları...

Babam yoğun bakımdan çıktığında paylaşacağım en ilginç konu diyorum kendi kendime. Gösterebilmek için fotoğrafını çekiyorum standın bir de.

Günlerce orada bulunsam da bir okuyana denk gelmiyorum bu kitaplardan...

Hemen yakınında asılı duran öneri ve şikayet kutsunda küçük bir kağıtta yazılan not ilişiyor gözüme. Kağıdın halinden, yazının şeklinden, aşağıdaki notun içeriğinden de yazanın ne düzeyde olduğu rahatlıkla anlaşılıyor. Küçük kağıtta tarih, isim ve telefon numarası yazıldıktan sonra, bir deyip:
Öneri kutusu koymuşsunuz kalem yok, kağıt yok, dilekçe yok.
Düşünüp kitap koymuşsunuz hem de dini kitap ama o kitaplar yüksekte olması gerekiyor.
Halk dilinde göbekten yukarı olması gerekiyor.
Takipçisi olacağım.
İlginize teşekkür ederim.
İmza

Herkesin derdi ayrı, diyorum bu küçük kağıdı okuduğumda...

Babam çıkıyor yoğun bakımdan, içim buruk... Kalp sorunu ile geldiğimiz hastaneden, hastane virüsü kaptığı için asıl sorun solunum yetmezliğine dönüşüyor. Birkaç hafta hastanede tedavisi sürüyor. Babamın nefesi kendine yetmez oluyor.

Apar topar götürüldüğü yoğun bakımdan acı haberi çıkıyor. Doktorun diyeceği yüzünde, okunuyor. Ölüm ayırıyor babamdan beni, inanasım gelmiyor. Ölümün karşısında ne kadar da çaresiz kalıyor insan...

Ne edilecek bir dua, ne de okunacak birkaç satır, çare olur muydu babamın gidişine!..

Ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum...

15 EKİM 2015

YENER BALTA

14 Ağustos 2015 Cuma

EĞER HASTA OLMAK İSTEMİYORSAN


Eğer hasta olmak istemiyorsan…
* Duygularını anlat.
* Saklanan veya baskılanan heyecan ve duygular; gastrit, ülser, bel fıtığı, bel ağrıları gibi hastalıklara yol açar.
* Zamanla, duyguların bastırılması kansere dönüşür.
Öyleyse, sırlarımızı, hatalarımızı birileriyle paylaşmalıyız!
* Diyalog, konuşma, kelime çok güçlü birer ilaç ve mükemmel birer terapidir!

* Karar Vermelisin..
* Kararsız kişi güvensiz, endişe ve ıstırap içinde olur. Kararsızlık, sorunları, endişeleri ve çatışmaları çoğaltır.
* İnsanlık tarihi kararlardan oluşur.
* Karar vermek, diğerlerinin kazanması için vazgeçmeyi ve avantajları kaybetmeyi kesinlikle bilmektir.
* Kararsız kişiler mide rahatsızlığı, sinir hastalıkları ve cilt sorunlarının kurbanıdırlar.
* Olduğundan Farklı Yaşama.
* Gerçeği saklayan, rol yapan, her zaman mutlu olduğu görüntüsü veren, mükemmel görünmek isteyen kişi tonlarca ağırlığı biriktirmektedir. Ayağı kilden olan bronz bir heykeldir.
* Aldatıcı görünerek yaşamak kadar sağlık için kötü bir şey yoktur.Kaderleri ilaç, hastane ve acıdır.
* Kabullen.
* Reddedicilik ve kendine saygı eksikliği, kendimizi kendimize yabancılaştırır.
* Kendimizle barışık olmak sağlıklı yaşamın anahtarıdır. Bunu kabul etmeyenler kıskanç, taklitçi, aşırı rekabetçi ve yıkıcı olurlar.
* Eleştirileri kabullen. Bu bilgelik, akıllılık ve terapidir.
* Çözümler Bul.
* Olumsuz kişiler çözüm bulamazlar ve sorunları büyütürler. Üzülmeyi, dedikoduyu ve kötümserliği tercih ederler.
* Karanlığı kovmak için kibrit yakmalı. Arı ufacıktır fakat var olan en tatlı şeylerden birisini üretir.
* Biz ne düşünüyorsak oyuz.
* Olumsuz düşünce, hastalığa dönüşen negatif enerji üretir.
* Güven.
* Güvenmeyen kişi iletişim kuramaz, açık değildir, derin ve sağlam ilişkiler geliştiremez, gerçek arkadaşlıkları nasıl kurabileceğini bilemez. Güven olmadan, bir ilişki de olamaz. Güvensizlik sendeki inancın azlığıdır.
Hayatı Üzgün Yaşama.
* Mizah. Kahkaha. Huzur. Mutluluk. Bunlar sağlığa güç verir ve daha uzun bir yaşam getirir.
* Mutlu kişi yaşadığı çevresini geliştirir. "İyi mizah bizi doktorun elinden korur".
* Mutluluk sağlık ve terapidir.

Dr. Dráuzio Varella

28 Haziran 2015 Pazar

DİPLOMALI MESLEKSİZLER

DİPLOMALI MESLEKSİZLER

Çalışıyorduk, haftanın son iş günüydü. Çalışma saatinin bitmesine birkaç saat kalmışken bir müşteri girdi odamıza…
Genelde acil işleri olanlar çat kapı gelirdi randevusuz. Bunlardan birisiydi belli ki...
"Nasıl yardımcı olabiliriz?" diye sordu arkadaşım.
"Bir çocuk kitabı resimleteceğim, 16 sayfa" dedi telaşlı.
Gençten bir çocuktu, bir kez daha görsem tanır mıyım bilemem! Belirgin bir özelliği yoktu bende kalan.
Elindeki kağıt parçası alışveriş listesini andırıyordu. Üzerine birkaç satır not alınmış, kırış kırıştı..
Bir şeyler söylese de söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştık. Anlayabilmek için anlatabilmesi gerekiyordu çünkü...
Kitap resimlemek, hele hele çocuk kitabı resimlemek her grafik tasarımcının yapabileceği bir iş olamazken ayrı bir yetenek ve ilgili gerektiriyordu.
"Nereden geldiniz?" diye sordu arkadaşım, hangi şirket anlamındaydı sorusu.
"Şirket değil" dedi.
"Bizi biri mi tavsiye etti size?" diye sordu diğer arkadaş.
"Evet, tavsiye üzerine geldim." dedi kararlı bir sesle...
Kim olduğunu sorsak da, tavsiye eden kişiyi bize söylemek istemedi.
"Siz bu tür işler yapıyormuşsunuz!" diye de ekledi.
Bunca yıllık meslek hayatımda böyle bir iş isteğiyle hiç karşılaşmamıştım. Genelde bu tür işleri, çocuk kitabı basan yayın evleri yapardı.
Zaten onun da demek istediği bu değildi. Öğrenci ödevlerini yaptığımızı söylemeye çalışıyordu.
Elindeki kağıda bakmak istedim, kendisini ifade edememesi karşısında.
Kağıtta, çocuk kitabı olacak, bilgisayarda çalışılacak, resimler internetten (vektör sitelerindeki hazır çizim olsa gerekti) bulunup yerleştirilecek, her resmin üzerine konuşma balonları konulacak. Oraya yazıları biz dolduracağız." yazıyordu." Başlığı siz bulacaksınız, 16 sayfa olacak." diye de yanlara doğru not alınmıştı. Konu neydi ki başlığını biz bulacaktık!..
Afallaşmıştık!.. Bu bir iş olamazdı. Sorduğumuz sorularla anlamaya çalışırken birbirimize bakar bulduk kendimizi.
Ağzındaki baklayı çıkarmıştı sonunda. Ya da biz almıştık. İşin ilginç yanı çocuk kitabı bir yana, yapılacak iş bir üniversite öğrencisinin bütünleme ödeviydi ve bunu kendi yapmayıp para karşılığı bir ajansa yaptıracak olmasıydı.

Arkadaşım, "bu tür işleri yapan kırtasiyeciler var, isterseniz oralara yaptırın, çünkü burası bir ajans" dedi.
"Oralar olmazmış, burası bu tür işleri yapıyormuş." diye kendinden emin bir şekilde ısrar ediyordu.
"Nasıl bu tür işler?" dedim.
"Öğrenci ödevleri" dedi.
"Kimin bu ödev?" dedim.
"Yeğenimin" dedi.
"Kendisi nerede?" dedim.
Sessiz kaldı, cevaplamadı.
"Hangi okul bu?" dedim.
Bir devlet okulu söyledi, inanasım gelmedi. Orada okuyan öğrencilerin yapacağı bir davranış olamazdı. O kadar kolay girilmiyordu bu bölümlere. Üniversite sınavından sonra, yetenek sınavı vardı, desen çizimi, imgelem, tipografi, sözlü sınavı derken birçok elemeden geçiliyordu. Orada okuyan öğrenci alnının teriyle de oradan mezun olurdu.
Sizi buraya yönlendiren kim diye sorduk ısrarla, söylemedi.
"İzninizle yaşım gereği bir şeyler söyleyeceğim!" diye konuşmaya başladım.
"Bu kişi bir üniversite öğrencisi, bütünleme ödevi ve sizi buralara bu ödevi için yolluyor ve bizden onun için ödevini para karşılığı yapmamızı istiyorsunuz, öyle mi?" dedim.
"Belki şöyle yapsa daha iyi değil miydi yeğeniniz," diye devam ettim konuşmama;
'Benim böyle bir ödevim var, altından kalkamadım. Bütün yıl yattım, bütünlemeye kaldım. Bu ödevi sizin yanınızda, sizin yönlendirmeleriniz doğrultusunda yapsam çok sevinirim.' dese, kendi bir zahmet gelse, daha iyi olmaz mıydı?" dedim.
"Eh!.." dedi.
Ezildi büzüldü.  İlk defa durumun rahatsızlığını üzerinde hisseder gibiydi...
"Yumurta kapı misali!" deyip durumu kendince kurtarmıştı.
Bu yumurta kapı değildi. Bu sahtekârlıktı, bu sorumsuzluktu, bu kendini kandırmaktı düpedüz...
Kendisine kartvizit uzatıp üzerindeki numaradan işverene ulaşabileceğini bildirdi arkadaşım...
O, yarın hafta sonu olsa da yarından ve işi yaptıracağından ümitliydi.
Kendi aramızda atıp tuttuk, inanamadık, yazıklandık, kınadık...
İş verene yine de durumu aktardık. Durumdan haberdardı belli ki...
"Yapı verseydiniz" dedi.
Bu iş bu çarşambaya yetişebilecek bir iş değildi. Ayrıca bu bir iş değildi. Yapılacak iş neydi o bile belli değildi. İnternet ortamından bulunan çocuk karakteriyle bir kitap resimlenemeyeceğini açıklamaya çalıştık. Konusu bile belli değildi. Bu bir çocuk kitabı ise bir hikâyesi olmalıydı. Hangi yaş grubu çocuklar için olacaktı? Ne anlatacaktık? Çocuklara ne mesaj verecektik, okudukları hikâyeden bir ders çıkarmayacaklar mıydı?
Birçok soru işaretleri ile karşı karşıya kalmıştık.
Ödev bile öğrenci tarafından henüz anlaşılmamıştı.
Bir öğrencinin ödevini iş olarak bize yaptırması hangi ahlaka sığardı.
Bu, işverenin ricası üzerine daha önce hatırı sayılır bir yakını için istemeden de olsa ödevini yaptığımız kişi tarafından yollanmıştı belli ki. Özel bir üniversitenin son sınıf öğrencisiydi. Daha önce ödevini yaptığımız kız öğrencinin, sevgilisi olduğunu ve yeğenim dediği kişinin de ta kendisi olduğunu çözmüştük.
"Diplomalı işsizler" diye bilinen bir gerçeğe, "diplomalı mesleksizler" diye bir yenisi ekleniyordu.

YENER BALTA, 26 Haziran 2015
X
Yener,
Baban tebrik eder…

Güzel bir öykü olmuş,
Sonuç: Bir öyküde olması gerektiği gibi sürpriz bitmiş.

Yeniden kutlarım,
Başarılar dilerim…
Hayri Balta, 27.6.2015

23 Mayıs 2015 Cumartesi

KENDİNİ FARKET MUTLU OL


KENDİNİ FARKET MUTLU OL

Tempo Dergisi/Füsun SAKA
İdeal insanın peşinde koşuyoruz. Bize verilen ideal ölçülere
uyamadığımızda ise yalpalıyor ve "kendimiz" olabilmeyi unutuyoruz. Dahası kendimizi görmezden geliyor, kaçırıyoruz. Bu da doğal olarak ruh sağlığımızı
ciddi bir biçimde bozuyor.
Kişisel gelişim uzmanları ve psikiyatrlara göre, aslında ideal insan diye bir ütopya yok. Çünkü kişinin kendisinin farkına varabilmesi, iyi ve kötü yönleriyle kendini tanıması, kötü yanlarını törpülemesi ve sonuçta kendisiyle barışık olması, ideal olanı tanımlıyor.
Duygusal zekâ ve mutluluk
"İnsanın kendisiyle barışık olması" üzerine çalışmalar yapan,
Psikiyatr Dr.Nevzat Tarhan''''a göre, insanın kendisiyle barışık olmasının ilk adımı,kendini fark etmekten geçiyor. Yani kişinin kendisini olumlu ve olumsuz
yönleriyle tanıması, kendisiyle barışmasının olmazsa olmaz adımı; çünkü
kişiliklerine ilişkin farkındalığı az olanlar, kendilerini kusursuz,
yeterli görürken, doğal olarak güçlü ve zayıf yönlerinin farkında olamıyorlar.
Kendisini tanıyanlar ise ruh hallerinin farkında oluyor ve neden, iyi
ya da kötü davrandıklarını, nelere sıkıldıklarını ya da kendilerini neden
güçsüz hissettiklerini çok iyi biliyorlar. Bu insanlar hayata olumlu bakıyor,
sınırlarını ve güçlerini iyi biliyor, savunma mekanizmalarını çok verimli
kullanıyorlar.
Kendilerine ilişkin farkındalıkları zayıf kişilerse, sorunlar karşısında,
daha çok başkalarını suçlamayı yeğliyor. Mesela sorundan kaçma, duygularını
bastırıp sorunu yok saymaya çalışma, olayları çarpıtıp sorumluluğunu
kendi dışındaki kişi ve olaylara yöneltme gibi tavırlara giriyorlar.
Özdenetim mekanizması
Psikiyatr Tarhan, bir kişinin kendini tanıması aşamasında, kişinin güçlü
olan ve gelişmesi gereken yanlarını listelemesi, olumlu yönlerini
görerek,özgüven sahibi olması ve bu güvenin geribildirimi ile hareket ederek,
kendini yönetebilmesi anlamına geldiğini belirtiyor ve şunları söylüyor:
"Örneğin bir kişi, sevdiği bir kalemi kaybettiğinde iki gün üzülüyorsa, o
kişinin duygusal becerisinin zayıf olduğu anlamını çıkarırız. Bir dönem,
psikolojide "Duygularını serbest bırak, istediğin gibi yaşa,hoşlandığın şey iyidir, hoşlanmadığın şey kötüdür, zincirleri kır, duvarları yık, özgür yaşa" gibi süslü sözler çok itibar kazanmıştı. Çağa hâkim olan görüş; kişinin duygularını serbest bırakmasını öğütlüyordu. Bunun sonucunda bencil,kendini beğenmiş, tüketici genç tipi ortaya çıktı. Sorumluluk istemeyen,zevki kutsallaştırmış bu insan tiplemesine çözüm olarak, duyguları dengeleme yöntemi gerekliydi.
Duyguların özgür olmasından önemlisi, duygulardan özgür olmaktı. Çünkü
insanda kötülük yapmaya da müsait bir genetik altyapı var. O nedenle
insanın duygularının denetimine girmesi değil, duygularını denetim altına alması gerekiyor. Vahşi güdü ve dürtülerini, bir atı ıslah eder gibi
eğitmeliydi.
Kişisel gelişimde; kişiliğin yönetilmesi, dengeli tutum ve davranışlar
büyük önem taşıyor. Ancak duyguların kontrolünde de denge gerekli. Fazla
bastırılmış duygular kişiyi depresif yaparken, denetlenmeyip kontrolden
çıkan duygular, hem kişilikte hem çevreyle ilişkide hasar oluşturur.
İnsanın her zaman mutlu olmasını beklemek mümkün değil; bu, doğru da değil
zaten."
Kendine güven duymak
İnsanın kendisiyle barışık olmasının önemli bir adımı da kendine güven
duymaktan geçiyor. Bir insanın kendine güven duyabilmesi için, öncelikle
kendisine ve hayata olumlu bir bakış ile bakabilmesi gerekiyor. Geçmişe,
bugüne ve geleceğe olumlu bakan insanlar, hem iyi hem yanlış şeyleri aynı
anda görüyor. Çünkü insanın doğasında önce olumuz şeyleri görme eğilimi var.
Kendilerini eğiten insanlar, hayatı aydınlık senaryolarla değerlendirebiliyor. Kişinin kendisini güvende hissetmenin gereklerinden biri de, o kişinin güvenmesi gereken insanların güvenilir olmasından geçiyor.
Psikiyatr Tarhan, "Güven bunalımı çeken insanlara önerdiğimiz birinci şey; ilişkilerinde açık, net ve dürüst olmaları. Şaka bile olsa yalan söylememeleri. Dikkat edilecek diğer bir husus da insanlarda korku duygusunu arttıran şartların ortadan kaldırılması. Kendisini yalnız
hisseden insan, kolaylıkla güvensizlik duygusuna da kapılabilir" diyor.
Kendisiyle barışık insanların portresi
Psikiyatr Dr. Özkan Pektaş, kendisiyle barışık insanın dışa vuran
özelliklerini şöyle tanımlıyor: "Özellikle duygulanımlarını dengeleyen,
tepkilerini kontrol edebilen, mümkün olduğunca, nerede, ne şekilde davranacağını iyi planlayan, mutlu, huzurlu ve insanların huzurunu
kaçırmayan, sorunlara takılıp kalmayan, aksine çözüm üretmeye çabalayan,
mutlu oldukları dışarıdan belli olan insanlar, kendileriyle barışık
oluyor."

KENDİNİ BİLME YOLUNDA, KENDİNİ BİLME BİÇİMLERİ


KENDİNİ BİLME YOLUNDA, KENDİNİ BİLME BİÇİMLERİ
Eğer bir insan kendini geliştirmek ve tekâmül etmek istiyorsa yapacağı en önemli şey “kendini bilme”çalışmasıdır. Asırlardır bir çok öğretide, dinlerde bu konu devamlı olarak işlenmiş, insanlara “Kendini bil”,“Kendini bilen, Rabbini bilir” denmiştir. Dolayısiyle kendini bilme çalışması, aynı zamanda insanın özüne doğru yaptığı bir yolculuktur da. Özüne ulaşan insan orada Yaradanın sevgisi ve bilgisi ile karşılaşır. Kendini bilme, gerekli değişim ve dönüşümü yapma ve öze ulaşma ise, ancak bilgilenmekle mümkündür. Çünkü bilgilenmek herşeyin başıdır.
Kendini bilme çalışması kişiye ruhsal bir gelişim sağlar. Dolayısıyla, hayatı daha bilgece yaşar. Kendini bilme, aynı zamanda tekamülün de gereğidir.
Kişinin kendini bilmesi, gerekli değişim ve dönüşümü yapabilmesi için önce kendini görmesi gerekir. İnsanın kendini görme biçimlerini üç başlık altında toplayabiliriz.
1- Bilgilenmekle kendini görmek.
2- Olayların içinde kendini görmek
3- Başkalarının diliyle kendini görmek
1- Bilgilenmekle kendini görmek: Bilgilenmek herşeyin başıdır. İnsan bilgilendikçe “farkındalığı” artar. Kendini ve çevresini daha iyi görmeye başlar. Düşüncelerini ve duygularını tanımaya çalışır. Onlara hakim olabilmek için devamlı kontrolden geçirir. Düşüncelerinde ne kadar çok yargı taşıdığını farkeder. Bulduğu olumsuz düşünce kalıplarını değiştirmeye çalışır. Doğru ve yanlışı ayırd etmeyi öğrenir. Kısaca, düşünce ve duygularının ne yönde olduğunun farkındalığını yaşamak, ona değişim ve dönüşüm imkanını hazırlar. Bu da düşüncelerin ve duyguların devamlı olarak kontrol edilmesiyle mümkündür. Farkedilen bir yanlış düşünce veya duygu, eyleme dökülmeden önce düşünce planında değişime uğratılmış olur. Bu da kişiyi doğru eyleme götürür. Onun için bilgilenmenin getirdiği farkındalık kişinin kendini görmesinde çok önemlidir.
2 – Olaylar içinde kendini görmek: İkinci bir yol ise, kişinin karşılaştığı olaylar içinde kendini görmesidir ki, bu da “farkındalık” isteyen bir olaydır. İnsan, duygu ve düşünce planında yakalayamadıklarını veya kontrol edemediklerini zaman zaman eyleme yansıtır. Dolayısıyla yaptığı herhangi bir eylemin doğru veya yanlış sonuçlarıyla karşı karşıya kalır. Eğer insan kendini bilme ve değişim arzusu taşıyorsa, yani bir farkındalık içinde ise, o eylemin içinde kendi durumunun nerede olduğunu, eksikliklerini, yanlışlıklarını görüp, gerekli değişim ve dönüşümleri yapar. Karşılaştığımız her olay, bize bizi gösteren bir aynadır. Aynaya bakıp kendimizi olduğumuz gibi görmeye çalışmak ve değişmek bizi yükseltir. Ayrıca Günlük yaşantıda  kendimizin nerede olduğunu ölçebilecek  evrensel değerler, yasalar vardır.  Bu değerleri kendimizi görmek için ölçü olarak kullanabiliriz.
3 – Başkalarının diliyle görmek: İnsan bazen yukarıda anlatılan bu iki yolla da gözünden kaçırdığı, kendini göremediği zamanlar olabilir. O zaman bizi çevremizdeki diğer insanlar uyarır. Dolayısıyla kendimizi görebilmek için çevremizden yapılan uyarılara da kulak vermemiz gerekir. Genellikle insan, bir başkasından gelen eleştiriye, hemen kendini kapama ve savunma eğilimindedir. Hatta egosundan dolayı eleştiriyi yapana alınabilir, darılabilir, kızabilir de. Ama kendini görmek ve geliştirmek isteyen bir insansa ve bunun farkındalığını yaşıyorsa, böyle bir kişi eleştiriye her zaman açık olacaktır. Ancak yapılacak olan eleştirinin yeri, zamanı, dozu ve sevgi ile yapılması, mesajın karşı tarafa ulaşması açısından çok önemlidir. O zaman kişi söylenen yanlışlıklar, eksiklikler üzerinde düşünecek, onları kabullenip değişime uğratacaktır. Bu durum, kişiye, kendini bilme ve yükselme yolunda kişiye hız kazandıracaktır.
Yukarıda anlatılan kendimizi görme biçimleriyle düşüncede, duyguda ve dolayısıyle davranışlarımızda yapacağımız gerekli değişim ve dönüşüm, bizi süratle arıtacak ve yükseltecektir.
Erol Yurderi

18 Nisan 2015 Cumartesi

MENEKŞELER

MENEKŞELER

Bakanı gittiğinde ardından ağlar mıydı çiçekler? 
Ağladılar!.. 
Tıpkı benim gibi, tıpkı sevenleri gibi... 
Ağladıkları yetmedi, gün gün soldular, can suyu yetmedi, kurudular. 

Uzun süre yas tuttu o mutfak penceresi!.. 
Hiçbir çiçeği kabul etmedi o pervaz...

Sıra sıra küçük saksılarda renk renk sıralardı annem menekşelerini... 
Alı, moru, beyazı... 
Sabah güneşinden sonra "günaydın" derdi onlara sıcacık... 
Konuşurdu onlarla.
Anlar mıydı çiçekler söylenenleri? 
Sevgi sözcükleriyle coşarlardı, yarışırcasına... 

Gelen giden pek severdi menekşelerini,
Gözü kalırdı beğenenlerin, nazar değecek diye titizlenirdi. 
Nazara inanırdı annem! 
Benim de olsun diyenler yaprağından aldıklarında, canından can koparırlardı annemin. 
Çok severdi menekşelerini...

Denedim olmadı üzerine annemin!
Arkadaş olsunlar dedim biri bile kök salmadı toprağına, 
İnatlaşırcasına...
Kuru ayaza, kızgın güneşe, esen rüzgara,
Dayanamadılar...
Hele ki yokluğuna, acısına hiç...

Annem olmasa da yeni gelen mor menekşeyi kabul eder miydi o pencere, o pervaz..
Güneş selamlar mıydı sabahları...

YENER BALTA, 17 Nisan 2015