6 Aralık 2015 Pazar

EMEKLİYİM

EMEKLİYİM

Okulu bitirir bitirmez özel bir şirkette grafik tasarımcı olarak işe başladım. Burada çalışmam beş gün sürdü. İş verenin hal ve davranışı diyelim, gerçeğe değinmeyelim!..

Aradan geçti 25 yıl. İkinci iş yeri neresiydi hatırlayamıyorum bile. Bir ara listelemiştim. Neredeyse yirmi beş ayrı iş yerinde bir günden bir yıla kadar sürelerde çalışmışım. Yirmi beşle kalmadı tabi bu iş yerleri... İş aralarında uzun süreler işsiz kalıp yeni yerler aradım durdum.

Ayrılma nedenlerim farklı farklı... Kimi çalıştırıp maaş vermedi. Sigorta yapacağız deyip yapmadılar. Yapmadıkları halde devam ettiklerimde oldu. Kimi kendini bilmez taciz etti... Kimisi ısrar etti gidemezsin diye, kapıyı kilitledi. Bir diğeri çıkan işleri beğenmeyip kovmaktan beter etti, kimileri beğense de karşılığını çok gördü. Gece gündüz zamansız çalışmalarda sesin çıkmasın dendi. Hepsinde ortak olan maaşı hep geç verdiler, harçlık gibi böldüler. Fikir ayrılıkları olsa da aman işsiz kalmayayım deyip beş paraya razı geldim. Hakkımı aramak için dava açtım birine, hakkım olanla da hayalimi gerçekleştirip birkaç Avrupa şehrini görmek kısmet oldu.

İş yeri ve iş verenin dışında sorun bitmiyordu. Müşterisi, birlikte çalıştığın iş arkadaşları, kendi işini savsaklayanlar, iş bitsin kim yaparsa yapsın deyip zora koşanlar... Basit bir işi defalarca tasarlatanlar... Daha neler neler yazmakla bitmez bu sorunlar.

Sigortanın ne kadar önemli bir ayrıntı olduğunu emekli olup alacağım paranın miktarını duyunca anladım. Yapacak bir şey yoktu, küçük şirketler vergiden de kazanç sağlayıp elemanın sigortasını asgari ücretten yapıyordu.

Tecrübesizlik, tahammülsüzlük, gençlik çok şey kaybettirse de tecrübe edindiğim birçok şey de oldu. İş yaşantısında, hayatın büyük bir kısmının yaşandığı yerde sen oluyorsun, iyi kötü...

Emekliliğe son bir yıl kala günleri, ayları hesaplamaya başlarken, çalışır mıyım, çalışmaz mıyım diye pek düşünemedim. Kendi rekorum olan son çalıştığım şirkette tam tamına 10 yılı doldurmuşken, işlerin azlığı, piyasanın durgunluğu, eleman fazlalığı derken bana kal diyen olmayacaktı. Ellisinden sonrada kapı kapı dolaşıp iş istemek hiç olmazdı. Bir yer açıp işleteyim desem, hiç bana göre değildi, sermaye ve çevre gerektirirdi.

Emekli olmanın sevinci bir başka. Yıllardır yaptığım şeyi artık yapmayıp, yarın işe gitmek için kalkmayacaktım. Üzerimden büyük bir yük kalkmış ve orada geçirdiğim tüm zaman bana kalacaktı. Ne kadar özgür olsam da işe gitmemenin verdiği özgürlük bambaşka...

Gel gelelim bunca yıl çalışıp didindikten sonra elimde avucumda ne var diye baksam; koca bir hiç!.. Ne bir birikim, ne de bir yatırım yapabildim. Anca geçinip, boğaz tokluğuna çalışmak oldu benimkisi... Asgari ücretin biraz üzerinde alınan parayı
üniversite mezununa, onca tecrübeye layık görüp, işsiz kalmanın korkusuyla dayattılar...

Alınan tazminat asgari ücretten hesaplanıp verilmek istense de devletin önerdiğini az uyanıksan, sağa sola sorup yakaladın mı kısa süren ballı emeklilik sürecini yaşayıp, her ayın 26’sında, bin lira bile olmayan aylıkla geçinebilene aşkolsun...

Eskiden alınan emekli ikramiyeleriyle ev bark alındığını, çocukların evlendirildiğini çok duydum. Benim için belki şans (çalıştığı özel şirketten emekli olan pek nadirdir) belki şanssızlık dersek aldığım az da olsa emekli ikramiyesi taksite bölünerek elime geçti. Borçtu harçtı derken pek bereketi olmadı paranın...

Geriye saymanın başındayım! Yine şanslıyım ki, emekli olmak, en azından faturalara yeten bir sabit gelir, yarın öbür gün hastalıklarla buluştuğumda devletin bana en az hizmetle bakacağı sağlık sigortam var.

Üniversite okumak için o zamanlar çok zor girilen devlet memurluğundan istifa edip, okuldan derece ile mezun olan ben, büyük idealler peşindeyken, (mesleğimde bir yerlere gelmek, grafik sanatçısı olmak gibi) basamakları tırmanırken, hiç de öyle olmayıp anca emeğin ve zamanın karın doyurmadan ibaret olduğunu anladığımda ümidimi çoktan yitirmiştim...


YENER BALTA, 30 KASIM 2015

24 Kasım 2015 Salı

HAZAN, HÜZÜN MEVSİMİ OLDU

HAZAN, HÜZÜN MEVSİMİ OLDU

“Yazmak istemiyorum!” demek ne kadar anlamsız kalsa da, yazıyorum... Yazıyorum çünkü, sözüm var!

Neredeyse tek diyebileceğim, her yazımın ilk okuyucusu yok artık! Yazma konusunda yalnızım. Belki de bana örnek olan, yazmayı sevdiren, her zaman beğenen, yazım olmamışsa bile hevesimi kaçırmadan eleştiren, canım babam yok artık.

O gittiğinden bu yana üç yazı yazdım. Üçü de kendisiyle ilgili, kendi gidişiyle... Bundan öncekilerde yine kendisi ve bende bıraktığı izleriyle, bizlere yaşamın akışında verdiği eğitimleriyle...

O’nun gidişi henüz çok yeni, aklıma gelen ne varsa hüzünlendiriyor beni. Hüznüm göz yaşlarıma dönüşüyor. Bazen kendime söz geçiremiyor ağlıyor, ağlıyorum...

Yaşamı sorguluyorum. Sevdiklerim bir bir gidiyor yanımdan, sevdiklerimin gitmesi, bir daha geri dönmeyeceğini bilmek ne kadar acı ve çaresiz kılıyor beni...

Önce annesiz, sonra babasız, yalnız yapayalnız eve onlarsız girmek ne acı. Annemin gittiğinde babam vardı. Bir tesellim vardı. Babam da gittiğinde eşyaları, evdeki sıcaklığının ardında bıraktığı  izleri, anıları...

Ve de büyük bir hazinesi!.. Kitapları...

Geçenlerde saatler bir saat geri alındı. Saatler bir saat ileri ya da geri alındığında, babama gittiğimde ilk iş evdeki tüm saatleri düzeltmek olurdu. Her odada, mutfakta, koridorda, hatta banyoda saat vardı... Babam olmasa da, bana söylemese de gözlerim buğulu tüm saatleri bir saat geri aldım. Sanki babam varmış gibi... Belki de tüm saatleri durdurmalıydım!
Babamın  gidişinin ardından evine ilk gidişim olabildiğince dokundu bana. Sanki o günü tekrar yaşadım. Ağladım, ağladım...

Evin tümü onun izleriyle doluydu. Olabildiğince soğuk, alabildiğine yalnız ve donuk... Bir tek babam yoktu o varken ki sıcak evde... Çalışma odası, masası, bilgisayarı, kitapları, onun yazdığı kitaplar hepsi onsuz birer öksüz çocuktu. Ve çalışmadığı saatlerde dinlendiği, uyuduğu yatağı, ne de soğuktu... Çoğu şeyden gözlerimi kaçırırken fark ettim kendimi...

Çarşıda gördüğüm ne varsa onu anımsatan bana, ondan vazgeçtim. Birçok şeye anlamını, varlığını yüklemiş babam onu bana hatırlatan... Elim varmıyor, yüreğim dayanmıyor, almaya, değmeye, tatmaya...

İşte bir sonbahar, “sonbaharda giden çok olur kızım!” derdi babam! İşte bu sonbahar kuru yapraklar gibi savurdu bizi, alıp götürdü babamı benden. Bu sonbahar babamın yası oldu... Sarı, kızıla çalan hazan mevsimi hüzün mevsimi oldu, kara kapkara...

“Babanın yokluğu gidince anlaşılır!” demişti bir gün babam bir konuşmasında... İşte gidişiyle yaşatıyordu bana...


YENER BALTA, 20 KASIM 2015

17 Kasım 2015 Salı

ADD’NİN KURUCU ÜYELERİ

ADD’NİN KURUCU ÜYELERİ

Geçen yıl Atatürkçü Düşünce Derneği’nin düzenlediği 25. Yıl Şöleni kutlamalarına babamın da davet edilmesiyle birlikte katılmıştık. Hastalığından dolayı pek dışarı çıkamayan babam bu etkinliğe katılmak istemişti.

Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nde olan programda, babam salona girdiğinde protokolde oturacağından emin en ön sıraya giderken, görevli bize en sağ bölümdeki koltukların üçüncü sırasını göstermişti. Bu duruma bir anlam verememiştik.

Oturduğumuz koltuğun yanında babamı Batıkent şubesinden tanıdığı bir kişi selamlamış, hal hatır sorulduktan sonra babam yanında getirdiği son basılan kitabından vererek, “bakalım kitabımı nasıl bulacaksınız?” diyerek uzatmıştı. Almış kabul edilmişti ama, “elimde okunacak o kadar kitap var ki!.., diyerek babamın kendisine verdiği değeri, kendisi babamın kitabına okurum elbette diyemeyerek gösterememişti. Dağıtmak için yanımızda götürdüğümüz kitapları eve geri getirmiştik.

     Program başlamıştı. Saygı duruşu ve İstiklal Marşı’ndan sonra dernek başkanı konuşmuş, slayt gösterisi ile programın akışı ilerlerken, gitar eşliğinde şiirler okunmuş zaman ilerlemişti.

Babam, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu üyelerindendi. Hatta derneği nasıl kurmaya karar verdiklerini, Atatürk’ün düşüncesi, ilke ve devrimlerini, dünya görüşünden dolayı ne kadar önemli bir karar olduğunu bir yazısında anlatmıştı. Derneğin kurulduğu ilk yılında genel sekreterlik görevini üstlense de sağlığının bozulmasıyla bu görevi sürdürememişti.

1962 yılında babam, aleyhinde açılan bir davada iftiraya uğramış, mahkeme kararı sonucunda da “Atatürkçü ve Aydın” ünvanını alan tek kişi olmuştu. Derneği kuranlar arasında olmak ayrıca babam için bu karardan dolayı önemliydi.

Kurucu üyelerinin en tanınmış isimleri vurularak ya da katledilerek öldürülmüştü. Saygımız sonsuz olan bu kişilere öncelik verilmiş slayt gösterileri eşliğinde özgeçmişlerinden bahsedilmişti. Programın akışı devamında kurucu üyelerinin geriye kalanlarının isimleri büyüklü küçüklü yazı akışı olarak slayt görüntüsünde geçmişti. Bu yazı akışında zorlanarak babamın adını görmüştüm. Sahnenin uzaklığından dolayı gözleri iyi seçemeyen babam, “benim adım da var mı kızım?” diye sormuştu. Küçük de olsa bir kez rastlamıştım babamın adına. Üzülmüş olmalıydı!..

     Tören beklediği gibi ilerlemiyordu. Babam; “Anlaşıldı!.. Hadi gidelim kızım, adımız bile anılmıyor baksana!” diyerek üzüntüsünü dile getirmişti. Sessizce ayrılmıştık salondan...

***
     Bundan yaklaşık on beş gün önce cep telefonumdan bilmediğim bir numaradan aranmıştım. Atatürkçü Düşünce Derneği’nden aranıyordum! Arayan sekreter hanımdı. Öncelikle üzüntülerini belirterek başsağlığı dilemişti. 30 Ekim’de aramızdan ayrılan kurucu üyelerimiz için anma töreni yapılacağını, kaybettiklerimizin anısına yakınlarına plaket verileceğini söylemişti. Katılacağımı belirtmiştim.

     Gün gelmiş, hüzünlü ve heyecanlı törene gitmek için hazırlanmıştım. Kapıdaki görevliye ismimi söylemiştim. Elindeki listede ismimi bularak en ön sırada, protokolde istediğim yere oturabileceğimi söylemişti.

     Siyah kurdeleli kırmızı karanfiller, beyaz zarfın üzerinde yas tutarcasına duruyordu sıra verdi koltukların üzerinde... Buruk bir ifade ile oturmuştum Ankara Konuk Evi’nin salonunda... Salonda tarihin izleri silinmemiş, Ata’mızın bu mekanda bulunmuş olmasını düşünmek bile beni büyülemişti.

     Tören yine saygı duruşu ve İstiklal Marşı ile başlamıştı. Giriş ve açılış konuşmasından sonra kurucu üyelerinin isimleri okunmuş, babamla birlikte birkaç kurucu üyelerinin isimlerinin başına ünvanları söylenmeden geçilmişti. Neredeyse tüm üyeler belli bir saygınlığı olan hukuk adamıydı. Düşüncesi adına onca insanın canına kıyanlar lanetlenmiş, yaşamının bir yerinde hayatları son bulmuş düşün insanları buruk anılmıştı. Yine kurucu üyelerinin özgeçmişleri slayt eşliğinde gösteriliyordu. Babama sıra geldiğinde görüntülemek için fotoğraf makinemi hazırlamıştım. Beklentim üzüntü ile son bulmuştu.

Yine ünvansız ismi okunan babam için ayağa kalkmış kürsü önünde verilen plaketi almıştım. Yerime oturduğumda göz yaşlarıma hakim olamamıştım. Yanımda oturan yaşça benden büyük bayan bana doğru eğilerek, “bu gurura kolay kolay kimse layık olamaz kızım!” demiş beni teselli etmek istemişti. Daha da duygulanmıştım...

Plaketin üzerinde, “Atatürkçü Düşünce Derneği’nin 25. Yılında, kurucu üye olarak bugünleri öngörerek cesaret ve özveriyle derneğimizi kurduğunuz için şükranlarımızı sunarız.” yazılıydı. Keşke bu şükranlarını babam sağken sunsalardı, keşke verdikleri değeri babam kendisi hissetseydi, keşke o protokolde oturmayı babama layık görebilselerdi... Artık çok geçti. Nedense bazı kişilerin değeri kaybedilince anlaşıldığından (acaba anlaşılmış mıydı!) hüzünlenmiş, babamın yokluğu o an burnumu sızlatmıştı.

YENER BALTA, 3 KASIM 2015

16 Ekim 2015 Cuma

GÜLE GÜLE BABA...

GÜLE GÜLE BABA...

Sana yakışmayan bir gidiş oldu baba!
Özür diliyorum, gidişin süresince de sayısız özür diledim senden... Gitmek zaten sana yakışmadı da... Ne gelir elden ölüm karşısında.

“Toplumun ahlakı, gelenek ve göreneği kanundur!” derken çok da haklıydın baba. Alışılagelmiş gidişlerden olmasını ne sen isterdin ne de ben... Toplumun önüne, senin gidiş töreninde yapılanın önüne geçemedim. İşin içinden çıkılamadığı anda “din” adı altında çözüm bulmuşlar... Oysa ki seni daha yalnız, daha sessiz, daha kimsesiz, dinsiz ve  törensiz uğurlamak isterdim.

Hiçbir saygınlığı olmadan ön safta duran erkeklerin ardına itilerek, o gün kaç kişi toprağa verilecekse sıra verdi dizilerek, dillenen onca şeyin anlamsızlığında seni “öte dünya” olarak niteledikleri sonsuzluğa uğurlarken hocanın ruhsuz ifadesi, ettiği duanın anlamsızlığı, inançlı bilinen inançsızlığı karşısında ifadesiz kaldım.

“Mekanı cennet olsun” diyenlerin seni anlamadıklarını, seni bilmediklerinin üzüntüsü içerisinde o an için mücadele etmenin anlamsızlığı karşısında onların anladıkları dilde “amin” dedim...

Bize vasiyetin olan dört şeyden ilkini tüm ağırlığımızla yaptık, seni yolcularken göz yaşlarımızı sessizce içimize akıttık.

İkincisini başaramadık baba... Seni babası, atası, hatta tanrısı diye bilen kardeşlerini, senin için bu tür değersiz söylemlerin anlamsızlığı, senin için son isteğin olarak sarf edilmişken, üzülerek diyorum yerine getiremedik baba... Son yolculuğunda senin ardında olmalarını istememişken, bu son isteğini yerine getiremedik diye aslında üzülmüyorum da baba. Kızma ne olur bana.

Senin onlara karşı olgunluğun ve sessizliğin karşısında sana karşı nefret duyguları içerisinde, senin gidişin onların pişmanlığı ile onları sana getirdi baba!

Kardeşlerin yaptıkları haksızlığı ve seni incitmelerinin ne kadar yanlış olduğunun farkında olsalar da kendilerinde sen yaşarken yüzleşecek gücü bulamadıklarındandır... Gidişin onların son pişmanlıkları olduğu her hallerinden belliydi baba...

Çünkü sana arkalarını döndüklerinde bile senin onlar için hissettiğin sevginden, onlar için hissetmediğin nefretinden eminlerdi baba, “et tırnaktan ayrılır mı?” diye bizim için söylediğin aslında sizin içindi baba...

Maddiyatın, maneviyatın önüne geçmesinin acı bir örneğiydi onlar!.. Sanırım çok pişmandılar, çok da yazıklandılar!

Senin gidişin onlara en büyük ceza!..

Üçüncü vasiyetin olan; kızların olarak, “birbirinizden ayrılmayın, bizi örnek almayın!” demeni yerine getirirken kimimizin eksikliğini diğerimizin hoşgörüsü ile kapatarak senin sevginle yapabiliriz eminim buna... Gözün arkada kalmasın baba...

Dördüncü vasiyetine gelince baba!.. En zoru da bu aslında. Zaman alacak olan, uzun bir sürece dayanan, neredeyse sen olunması gereken bir durum söz konusu baba... Seninle başladığımız elli kitabının basımı ile aynı heyecanı paylaşmışken, geriye bize bıraktığın üç yüze yakın dosyanı baskıya hazırlamak olacak baba... Bunun için kendimi gururlu, sorumlu ve zorunlu hissediyorum. Bıraktığın eserlerinle, bugün ve yarınlarda bilmeyenlere umut, aydınlanmak isteyenlere ışık olacağının, ileride eserlerin için “kapınızı çalacaklar!”ın inancındaydın baba... Bu inancında seninleyim. Kütüphane zenginliğindeki kitaplarını, senin adını taşıyan yeni kitaplarınla yeni bir yerde “Eren Bilge Balta Kitaplığı” olarak yaşatacağız, buna ben kendi adıma söz veriyorum baba, ismime yakışanda bu olacak, hani senin bana koyduğun, “babasının kızı”na!..

Senin “doğum nasıl doğalsa yaşam sürecinde ölüm de o kadar doğal” demen, yaşamın sonu olan ölümün elbet bir gün olacağını söylemen, senin gidişinde tek tesellim oldu bana...

Ölüm sana yakışmadı! Sen tüm ölümsüzlüğünle yaşayacaksın baba...

Gidişinin ardından senin için söylenenleri duymak, senin için yazılanları okumak hüzün ile karışık gururun mutsuz mutluluğundayım baba... Ne ilkti bu söylenenler, ne de son olacak... Bu duyduklarım gururum ve alacağım yolda güç kaynağım olacak... Hatta ikisini buraya alarak yazacağım.

“Değerli Büyüğüm,
İnternette sitenizi yeni buldum.
Bu güne kadar sizi tanıyamadığım benim için büyük bir kayıp...
Bundan sonra sık sık sitenizi ziyaret edeceğim.
Sizin gibi değerli insanlar çok olsaydı, bunlar %47’leri bulur muydu?
Çorumdan sizi seven birisi.
Saygılarımla,”
İsa Kartal, 26.1.2007

“Av. Hayri Balta
Sanırım yıl 1962 olsa gerek. Yani 53 yıl önce.
O zamanlar bilgiye ulaşmak çok zordu. Kaynak yoktu.
Kafamda çorbaya dönmüş düşünceler vardı.
Özellikle Allah ve Din konusunda bocalıyordum.
Bir ağabeyle tanıştım. Ve nasıl bu konulara girdik onu da hatırlayamıyorum. Birkaç gün akşam üzeri bulvarda yürüdük ve sohbet ettik.
Anlattıklarıyla huzura kavuşmuştum. Yolumu bulmamda çok yararlı oldu.
Birkaç yıldır da durmadan yazdığı kitaplarını gönderiyordu.
Laik, çağdaş ve tam bir Atatürkçü idi. Onu size anlatmam için benim de kitap yazmam gerek.
Uzun süredir hastanedeydi. Bir ömür hayat savaşından hep galip gelen ağabeyimizi bu kez kaybetti.
Dilerim, ruhu gideceği yerlerde de ışık bulur ve ışık saçar.
Tüm ailesine baş sağlığı diliyorum.”
Dr. Mehmet Göksel

Büyük bir yaşam mücadelesi ile kendi çizdiğin yoldan bir gün olsun şaşmadan, ilkelerinle, düşüncelerinle, bilgeliğinle, insanlığın ve davranışlarınla fazlasıyla hakkettiğin isminle “Eren Bilge” olarak yaşayacaksın...

Yaşadığın onca zorluğa ve yokluğa rağmen her zaman güçlü oluşun, sağlam ve dimdik ayakta duruşun, benim gurur kaynağımdır baba...

Ellerimle sımsıkı tuttuğum ellerin, kayıp gittiğin gün yapayalnız ve çaresiz hissetim kendimi baba... “Canımın diğer parçası da koptu ayrıldı benden,” dedim senin için... Bu koca yaşımda bile senin sıcaklığında, sevginde, güveninde, cesaretinde olmak beni senin tek ve hala küçük kızınmış gibi hissettirdi bana...

Seni çok seven ve her fırsatta bu sana söylemekten büyük mutluluk duyan ben, bir kez daha ve son olmayacak defa her seni hissettiğimde dillendirmekten bıkmadan senin için fısıldayacağım.
“Seni seviyorum baba.”

Her zaman giden bendim ve ben el sallayıp hoşça kal derken sana, bu sefer giden sen olurken istemeyerek ve de hiç istemeyerek,
“Güle güle baba!..”

15 Ekim 2015
YENER BALTA


YOĞUN BAKIM KAPISINDA

YOĞUN BAKIM KAPISINDA

Yaşam ile ölüm arasında olan babamın canı için son saniyelerde yetiştirdiğimiz hastaneye, yapılan acil müdahalenin ardından alındığı yoğun bakım ünitesinin kapısındaydım.

Bu kapıda annemin haberini almıştım ilkin... Bitmez tükenmez günlerin ardından ümitle bekleyişim aldığım haberle yıkılışım olmuştu.

Ölümü ilk annemle yaşamıştım!..

O kapıda bekleyenler o an neler hissedildiğini iyi bilir. Umutla umutsuzluğu, yaşamla ölümü... Yaşamla ölümün ince çizgisini...

Hastanelerin yoğun bakımları da bu ince çizginin hangi tarafında olacağını belirleyen en önemli yer oluyor bazen... Babam şu an sayısını hatırlayamadığım kadar girip şansıyla çıkanlardan.

Yine o kapının önündeyim. İçeriden görevlinin seslenişi ile irkiliyorum ilkin; “Hayri Balta’nın yakını!” Duraksıyorum, kulaklarım o kadar uğultuda sağırlaşıyor, alacağım haberin olumsuzluğu ile olduğum yere yığılacağım hissi ile toparlanıyorum.

Aldığım haber beni rahatlatıyor. Elime küçük bir kağıt tutuşturuyorlar, burada yazanları getirin diyorlar. Kağıt havlu, su, bardak, tıraş bıçağı, tırnak makası, sabun... En yakın büfeden tümünü bir çırpıda alıyorum.

Kapıdaki görevliye poşeti uzatıyorum. Babamın durumunu nasıl öğrenebileceğimi soruyorum. Her gün saat on iki de hasta yakınlarına bilgi verildiğini söylüyor görevli. 

Zamanın bazen hiç geçmediği, bazen de nasıl geçtiğini anlayamadığım bu süreçte babamdan haber almak için bekleyeceğim.

Bazen ağlamak, bazen geçmişe dalmak, birkaç telefon görüşmesi...

Çevreme bakınıyorum. Bir hasta için sayısız bekleyenler kendi aralarında konuşuyorlar. Çoğunluk başı önde telefonu ile uğraşıyor. Bir ikisi koltuğa kıvrılmış derinden uyuyor. En çok da kapı ağzında ayakta bekleyenler, defalarca dağıtılsa da tekrar dönüp geliyorlar.

Bir zamanlar yere sabit metal sandalyeler yerlerini deri koltuklara bırakılmış. Duvarlarda tablolar... Bekleme salonunun girişine bir stant kurulmuş. Standın en üst kenarına bir tespih sallandırılmış. Raflara da gelişi güzel kitaplar konulmuş. Kitaplara yaklaşarak baktığımda şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Meali, Hazireti Peygamberin İzinde, Sabah Namaza Nasıl Kalkılır, Yasin, Kur’an Dili, Herkese Lazım Olan İman diye daha niceleri...

Herkese burada lazım olan iman mı, bu kitaplar mı, yoksa biran önce iyilik ve sağlık mı?

“Ümitler Allah’a kalmış yoğun bakımda!” diye sesli söyleniyorum... Din bilimin önüne geçmiş anlaşılan... Doktorlardan önce yaraya merhem, ruhlara ilaç olmuş dualar hastalara...

Başı kapalı bir örnek kadınlar kumaşlara bürünmüş, erkeklerin de kalmamış birbirlerinden farkı, saçı sakalı, kafalarını tokuşturmaları...

Babam yoğun bakımdan çıktığında paylaşacağım en ilginç konu diyorum kendi kendime. Gösterebilmek için fotoğrafını çekiyorum standın bir de.

Günlerce orada bulunsam da bir okuyana denk gelmiyorum bu kitaplardan...

Hemen yakınında asılı duran öneri ve şikayet kutsunda küçük bir kağıtta yazılan not ilişiyor gözüme. Kağıdın halinden, yazının şeklinden, aşağıdaki notun içeriğinden de yazanın ne düzeyde olduğu rahatlıkla anlaşılıyor. Küçük kağıtta tarih, isim ve telefon numarası yazıldıktan sonra, bir deyip:
Öneri kutusu koymuşsunuz kalem yok, kağıt yok, dilekçe yok.
Düşünüp kitap koymuşsunuz hem de dini kitap ama o kitaplar yüksekte olması gerekiyor.
Halk dilinde göbekten yukarı olması gerekiyor.
Takipçisi olacağım.
İlginize teşekkür ederim.
İmza

Herkesin derdi ayrı, diyorum bu küçük kağıdı okuduğumda...

Babam çıkıyor yoğun bakımdan, içim buruk... Kalp sorunu ile geldiğimiz hastaneden, hastane virüsü kaptığı için asıl sorun solunum yetmezliğine dönüşüyor. Birkaç hafta hastanede tedavisi sürüyor. Babamın nefesi kendine yetmez oluyor.

Apar topar götürüldüğü yoğun bakımdan acı haberi çıkıyor. Doktorun diyeceği yüzünde, okunuyor. Ölüm ayırıyor babamdan beni, inanasım gelmiyor. Ölümün karşısında ne kadar da çaresiz kalıyor insan...

Ne edilecek bir dua, ne de okunacak birkaç satır, çare olur muydu babamın gidişine!..

Ağlıyorum, ağlıyorum, ağlıyorum...

15 EKİM 2015

YENER BALTA