20 Nisan 2017 Perşembe

ANI HIRSIZI

ANI HIRSIZI
Anı hırsızı koydum adımı. Dosyalarını, kitaplarını pek de emin olmasa da acabasıyla bana bırakıp gitse de sanki özel eşyalarını karıştırıyormuşum gibi hissediyordum kendimi.

Babam biri yapamasa diğeri yapar umuduyla yapacağına inandığı kişilere kendisi için o zaman neyi ürettiyse ve kendisi için önemli konu ne ise birer kopye çoğaltıp vermiş. O kendisine yakın hissettiği kişilere…

Bir iki tanıdığı; bundan sonra madem sen ilgileniyorsun diyerek, babam tarafından emanet edilmiş dosyaları bana teslim ettiler. Eminim çok da hafiflediler!.. Böyle bir yükün altında ezildiklerini tahmin ediyorum. Yoksa babamın gidişinin ardından bir yıl içerisinde bana teslim etmezlerdi. Onlar için o dosyalar yüktü, sorumluluktu, yerine getirilecek bir zorunluluktu!.. Evde, tozlanmış bir köşede durması bile onlar için bir meşguliyetti. O yükten kurtulup hafiflemiş olmalıydılar. Bazılarını elden, bazılarını da kargo ile teslim almıştım.

İlk merakım, bu dosyaların babamla birlikte basmış olduklarımızdan olup olmadığıydı. Merakımı yenmek için gelen dosyaların başına geçtiğimde kendimle hesaplaştım. Duygulanmak ağlamak yok dedim. Sözümü geçirebilecek miydim kendime!.. Uzun uzun baktım. Her dosyanın bir kapağı vardı çıktı olarak. El yazısı ile notları, gazete küpürleri, fotokopiler, gelen yazılar, yolladıkları, yazdığı asıl konular…

İçlerinden birinde durakladığımda kendisinin, yazar, şair sıfatlarını taşıyan gençlik arkadaşıyla bir dosya dolusu ve ekte birbirlerine yolladıkları, kendi yolladığının da birer kopyasını tarih sırası ile dosyalamıştı.

Bu ne güzel bir disiplindi. Her zaman hayran kaldığım özelliklerindendi babamın. Bir mektubunda, “neden seninle yazışıyorum” deyip açıklamıştı. “Yazarsın ne de olsa, beni anlayan, benim dilimde konuşansın” demişti. “Yazılarımı yanıtsız bırakmayacağını biliyorum, geç de olsa yanıtlarsın” demişti. Yazarak besleniyorlardı birbirlerinden. Aziz Nesin’in şu sözü aklıma gelmişti o satırları okurken. “Yaza yaza yazar olunur “ demiş, çok da doğru söylemişti. Çünkü neyi çok yaparsa o konuda gelişiyor insan. Kimi mektuplarında farklı şehirde oldukları için, kimin çözülecek bir işi varsa, diğeri diğerinden rica etmiş. Kırgın olduğu bazı arkadaşlıklarına aracılık etmiş. Arayı bulmuş babam. Dostluklarını, mektuplarında öyle güzel dillendirmişler ki ifade edilemeyen mutluluğu yazıya döküp paylaşmışlar. Heyecanlara da rastladım satırlarında. İyisiyle kötüsüyle satırlar zincirleri olmuş dostluklarında…

1977 yılında “Sevgili Yener Kardeşim” diye benim adıma gelen ve bana hitaben daktilo ile yazılan bir mektubu bulmanın heyecanı ve şaşkınlığı ile bir çırpıda okudum. Ben de, bana gelen mektupları şu yaşıma kadar saklamış olsam da, daha küçük olduğumdan babam bana gelen bu mektubu dosyasında saklamış.

İlerlemiş sayfalarda mektuplara ek olarak arkadaşının bir çocuk öyküsüne rastladım. Çok da hoşuma gitti. Geri kalan mektupları da hızlıca gözden geçirdim.

Babamın çoğu arkadaşlığını ben devralmıştım. İki bilgenin dosluğunu asla başaramazsam da hatır amaçlı haberleşirdik kendisiyle…

Biraz geç sayılacak bir saatte kendisini aradım. Rahatsız ettiğimi düşünerek aradığımı söyledim. “Senden hiçbir zaman rahatsız olmam. Araman beni her zaman mutlu eder. Yeter ki ara rahatsız olayım…” Yazıları kadar sohbeti de tatlı olan arkadaşı ile konuştum. “Sizinle olan mektuplaşmalar adlı dosya şu an elimde… Satırlar arasında “anı hırsızı” hissettim kendimi. Ne güzel şeyler paylaşmışsınız satırlarınızda. Hayran kaldım, özendim…”

Kendisi babamın ne kadar prensipli olduğundan bahsetti. “Ben onun kadar olamadım…”
“Sizi neden aradım biliyor musunuz?” dedim.
“Mektuplarınız arasında bir de çocuk öykünüzü yollamışsınız. Bir kopyasının sizde olmadığını düşünerek size yollamak isterim” dedim.
Hala çocuk öyküleri yazdığı ve daha birkaç hafta önce yeni çıkan çocuk öykü kitabını satın alıp okumuştum. O öykünün dosyalar arasında kalmasını istemedim. Çok sevinmişti kendisi. Bekleyeceğim demisti. Sohbet uzayıp gitmişti.

Tıpkı babamla olan sohbetleri gibi, yeni projeler üzerinde çalışılan konular, yazı olarak olmasa da telefonda paylaşmıştık. 
Yaşının ileri oluşundan dolayı emanet dosyaları için kendisine sitem etmemin bir anlamı yoktu…

Yener Balta, 1 Nisan 2017

21 Mart 2017 Salı

SONSUZ AŞK

SONSUZ AŞK

Lise yılları... Kız lisesi hem de! Ergenlik yılları...

Pek iyi anlaşan yedi kız 8.20-16.00 arası olan ders saatlerini asıp sinemaya gitmeye karar veriyoruz. Sınıfın toplam sayısı on beş kişi. Yedisi gidince kalan sekiz yetmeyecek öğretmenlere biliyoruz. Sonrasında tatlı kulağımız çekiliyor...

Evin haberi var mı şu an hatırlamıyorum ama saflığın ve dürüstlüğün hat safhası olan yıllarda eminim eve söylemiş olmalıyız. Söylemiş olmalıyız; Ulus’ta olan okula otobüsle ulaştığımız için hepimizin cebinde gidiş-geliş yol ve simit parası olurdu. Üzeri olmadığı için, sinemaya gideceğimiz parayı da evden istemiş olmalıyız.

Sabahın erken saatinde okula gitmeyip, okul çevresinde buluşup Ankara’da, Bahçelievler semtindeki sinemaya gitmiştik. İlk seansda filme girmeyi planlamıştık. Geri kalan zamanda da okulun bitiş saatine kadar (aramızdan sadece birimizin annesi çalıştığından en uygun ev onların olduğu için) arkadaşın evlerine gidip kalan zamanda da birlikte vakit geçirecektik.

Film!.. Aklımda olmasa da afişi hala aklımda. Bana bu yazıyı yazdıran da aslında bugün aldığım bir watsap mesajı. Sevgili kuzenlerimden biri bana bir youtube linki atıp, “Bu müziği çok severim. Şu an dinlerken aklıma sen geldin. Yenimahalle’de ki evinizde girişin sol yanında bulunan kapının arkasında asılıydı. O oda da sen kalırdın.” diyerek anısını benimle paylaşmış.

Endless Love, Brooke Shields ve Martin Hewitt’in başrolde oynadığı film. Yönetmeni ise Franco Zeffirelli... 1981 yapımı. Bizler henüz lise birdeyiz...

O yaştaki kızların kendilerini başrol oyuncularının yerine koyup filmin içinde hissettikleri yaşlar. Film romantik dram... Filmden kalan şu an pek bir şey yok bende. Ama film etkilemiş olmalı ki bu yaşıma kadar unutamamışım... Sanırım o dönemin gişe rekorlarını kırmış olmalı, bizler bile gittiğine göre...

Sinema çıkışı nasıl olduysa filmin afişini istemiştik. Yere göğe sığdıramamıştık o afişi. Zarar gelecek, kırışacak diye de bir yere sokamamıştık. 70x100 boyutunda olmalıydı. O zaman için kocaman afiş boyutuydu bizim için. Mecbur katladık, çantaya sığacak boyuta getirdik. Bir süre okula gidip geldi çantada. Gelmeyen sekiz kişiye de göstermeliydik afişi... Duvara teneffüste asar, hoca derse gireceğinde kaldırırdık. Bir süre böyle devam etmiş olmalı...

O afiş henüz evde bir odam olmayan ve odamın olmasını çok istediğimden, kışları girmediğimiz, önceden misafir odamız olan odayı kendime göre düzenlemiştim. O oda annemin ne emeklerle diktiği dikişlerin kazancıyla alınan koltuk takımlarının bulunduğu oda idi. Kışın soğuk diye, yazın da misafir gelecek diye pek kullanılmazdı. Bendeki radikallikle annemi ikna edemesem de bir gün evde yalnızken tüm koltuk takımını tek başıma oturduğumuz odaya taşımıştım. Oradaki sedirleri de soğuk odaya... Artık misafir gelse de gelmese de, yaz ya da kış fark etmeden koltuklarda günümüz geçecekti. Annemle çok tartışmamız olmuştur bu konuda...

O sıra akrabalardan biri yeni takımlar alıp, eskisini atamayıp, kimselere veremeyip, olmayan yemek odamız için yemek odası takımını bize vermiş olması o odanın depo durumuna geçmesini sağlamıştı. Devasa bir dolap, oymalı, hantal sandalyeler, büyük ve ağır yemek masası... Niyeyse milletin eskisi bizde kıymetliydi!

O depo odasında kendime hazırladığım yatakta soğuk dinlemez yatardım. Babam, “Sobanın sıcağı  gelsin” diye kapıları açardı. Annem, “Donarsın, hasta olursun kalk diğer odaya koltuğa geç.” dese de dinlemezdim. Televizyon kapanacak, evdekiler yataklarına gidecek (ki annem, babam ve ben kalmıştık altı nüfuslu) evde... Kalkıp yüklükten yorgan çarşaf açıp yatağı sermekten hiç hoşlanmayan ben, yatağım her zaman serili olsun, ayrı bir odam olsun istediğimden geç de olsa kendime ait bir dünya kurmuştum.

İşte o yıllarda o afişi bu odanın arka kapısına asmıştım. Benden başka kimseler görmeyecekti. Zaten kaldığım odada onu asacak boş duvarda yoktu. Eşya ve kitaplıklar vardı dört bir yanda. Ben de aklımca en uygun yer olan kapının arkasına asmıştım. Yattığımda da karşımda olacaktı kapı kapandığında. Bu afiş annemle aramızda sürekli bir tartışmaya neden olmuştu. O terbiyesiz buluyordu. Konuya komşuya, gelene gidene ayıp olur diye çıkarmamı ister dururdu. İçeriden ışık yandığında koridordan afiş anlaşılırmış. Afiş büyüklüğünde iki oyuncunun yüzlerinin yarısı ve birleşmeyen iki dudağın temassız halleriydi afiş. Kenarda köşede de küçük yazılar...

Afişin akıbeti ne oldu şimdi hatırlamıyorum. Annem mi yırttı, ben mi lanet olsun deyip kaldırdım hiç hatırlamıyorum. Ama bir film afişine karşı çıkan annem olduğuna, sürekli bana kaldır onu oradan demesinden bıkmış, olmayan odamın, olmayan duvarına bile sevdiğim bir afişi asmama izin verilmemişti...

19 Mart 2017
 YENER BALTA



15 Mart 2017 Çarşamba

PİLLİ DEDE

PİLLİ DEDE
Telefonda duyduklarım karşısında dizlerimin bağı çözülmüştü. “Babam, babam!..” diyerek kapıya yöneldim.
Telefondaki tanımadığım ses bana;
"Babanız kalp krizi geçiriyor. Şu an Batıkent Cami'sinin yanındaki pazar yerinde, ambulans gelmek üzere" demişti.
İş yerindeydim. Babamın kalp krizi geçirdiği yere yürüyerek üç dört dakikalık uzaklıktaydım. Koşarak bulunduğu yere gittim.
       Gözlerim dolmuştu. Babam yerde yatıyordu. Yüzü bembeyazdı, gözleri donuktu, üstü başı toz içindeydi. Kusmuştu. Düştüğünde etrafa saçılan takma dişini, gözlüğünü, cep telefonunu, şapkasını, gazetesini toplayıp yanına koymuşlardı. Nefes nefeseydim. Metin olmalıydım. Yufka yüreğime sözümü geçirmeliydim. Babamla göz göze gelmiştik. Babamın sönük gözlerindeki ani değişikliği fark etmiştim. Yanında artık ben vardım!..
       Ambulansın ön koltuğuna oturmuştum. Babam arkada sedyede yatıyordu. Şoför, “Hangi hastaneye gidelim?” diye sordu. “Hangisi yakınsa” dedim. Yolu yarılamıştık, arkadan hemşire şoföre, "Sireni çal, hızlan!.." demişti. Bu babamın durumunun daha da tehlikede olduğuna işaretti.
Babam yaşam ile ölüm arasındaydı. Son saniyelerde yetiştirdiğimiz devlet hastanesine girmiştik. İner inmez acil odasına alınmış, elektroşok uygulamışlardı. Yarı açık kapının önündeydim. Doktor, elinde tuttuğu elektroşok cihazını babamın göğüs kafesine her değdirdiğinde yattığı yerden havalanıyordu. Bir-iki derken duran kalbi elektroşokla tekrar atmaya başlamıştı.
Yapılan acil müdahalenin ardından alındığı yoğun bakım ünitesinin kapısında buldum kendimi. Bu kapıda annemin haberini almıştık ilkin... Ölümü ilk annemle yaşamıştım!.. O kapıda bekleyenler o an neler hissedildiğini iyi bilir. Umutla umutsuzluğu, yaşamla ölümün ince çizgisini...
Bu babamın dördüncü kalp kriziydi. On beş yıl önce ilk kalp krizini geçirmişti. Kalbinin yüzde yetmiş beşi tahrip olmuştu. Kalp yetmezliği tanısı konmuştu. Doktorlar kalp nakli yapılmazsa üç ay bile yaşayamayacağını söylediler. Babam, “Hayır, vücuduma bıçak değdirtmem, öleceksem böyle öleyim!” diyerek kalp naklini kabul etmemişti. Sonraları neredeyse bir mucize gerçekleşmiş, ana damarlar çalışamasa da kılcal damarlar kalbi besleyerek bu görevi üstlenmişti.
Belki de babamın kalbi; yaşadığı onca zorluktan, yokluktan, yaşam mücadelesinden yıpranmıştı. Çocuk yaşında annesiz kalmış, gençlik yılları mücadele içerisinde geçmiş, altı kişilik ailesini geçindirmek için ha babam çalışmıştı. İçindeki öğrenme azmi ile ortaokulu ve liseyi akşam okullarında okumuş, kırk dokuz yaşında da avukat olmuştu.
Adı konan kalp yetmezliğinden sonra kalbini yoracak her türlü şeyi bırakıp evine çekilmişti. Sakin hayatına; dinlenmeyi, yeterli uykuyu, az yemeyi, yazmayı ve okumayı koymuştu. En büyük etken de, kendi kendisinin iyi bir hastabakıcısıydı. Gençliğinden beri yazmak ve okumak babam için tutkuydu. Yetmiş yaşında bilgisayar kullanmayı öğrenmişti. Kendi adına açtığı internet sitesinde; “Tabulara, Talana, Yalana, Hayır!..” demişti. Yıllardır biriktirdiği yazılarını ve yenilerini de ekleyerek bu sitede yayınlıyordu. Yazılarının aydınlanmak isteyenlere ışık olacağı inancındaydı. Belki de babamın kalbini besleyen bu uğraşıydı!.. Çalışma odası onun yaşam enerjisiydi.
Bu dördüncü kalp krizi muayenesinde kalpte ritim bozukluğuna çare olarak pil takılmasını önermişti doktor. O zamanlar kalp pili ülkemizde henüz yeniydi. Kalbin üzerinde ince bir deri tabakası açılıp, deri altına kibrit kutusu büyüklüğünde bir kutucuk yerleştirilecekti. Dört yıllık ömrü olan bu pil, yenisi ile değiştirilecekti. Geçireceği bir kalp krizinde pil devreye girecek, kalbe elektroşok etkisi yapıp çalıştıracaktı. Böyle bir durumda pilden ses duyulacak, en kısa zamanda hastaneye gelinecekti. Ağır işiten babam bu sesi nasıl duyacaktı? Doktor; “Ses duyulmasa da vücutta elektrik çarpması gibi bir şey hissedilir” demişti. Babamın duymayan kulağının yükü azalmıştı bu açıklamayla...
Dört kız evlattık. Diğer üç ablam da farklı şehirlerde yaşıyordu. Bu son kalp krizinde de babamla ikimiz başbaşaydık. Yoğun bakımdayken destek olamasalar da babamın kalp pili ameliyatı için beni yalnız bırakmadılar. Babam ameliyat öncesi evlatlarını gördüğü için mutluydu. Bir gece hastanede kalıp eve çıkacaktı. On beş günlük iyileşme sürecinde babamı dördümüz yalnız bırakmamış, tüm sevgimizle onun bir an önce iyileşmesi için yanında olmuştuk. Babam bu ameliyat sonrasında ise kendisine "Pilli Dede" ismini koymuştu.
Aslında kalp hastalığı tek başına bir hastalık değildi. Diyabeti, yüksek tansiyonu, böbrek yetmezliğini ve bunlarla seyreden diğer hastalıkları da beraberinde getiriyordu. Hepsi de babamda mevcuttu. Diyabet için günde üç ünite insülin yapıyordu. Kalp için Monoket, mide koruyucu olarak Lansor, idrar söktürücü olarak Lasix kullanıyordu. Antidepresan için Cipralex, alerjiye Zyrtec, Tiroid hormon dengesizliği için Euthyrox, kan sulandırıcı olarak Coraspin kullanıyordu. Babam; “Böbreğin tek ilacı su” demişti bir gün. “Günde iki buçuk litre su içiyorum, değerler yüksek çıkarsa biraz artırıyorum” demişti. Bir küçük kutu dolusu ilacı başucunda duruyordu. Bir beden bu kadar ilaca nasıl dayanırdı?
Bu son kalp kriziyle birlikte kendisinin bile anlam veremediği bir hastalık daha ortaya çıkmıştı. “Panik atak.” Babam, “Bir bu eksikti, adamı rezil kepaze ediyor” demişti. Bir ara sürekli acile gider olmuştuk. Babamın deprem çantası gibi, acil çantası vardı. Bu çantasıyla hastaneye giderdik... Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, göğüste ağrı ve sıkışma, midede bulantı panik atağın belirtileriydi. Bu hal kalp krizinin belirtileriyle de örtüşüyordu. Zaten her acile gidişimizde EKG, ekokardiyografi, kan sonuçları, tansiyon derken; panik atak mı, kalp krizi mi neyin ne olduğu anlaşılmıyordu. Doktorlar kesin kararı, karaciğer enzim değerlerinin yüksek çıkmasıyla verebiliyorlardı. Sonu yine acilde sabahlamak oluyordu.
Babamın hastalıklarının neredeyse aynıları annemde de vardı. Belki evin en küçük kızı olarak daha düşkündüm onlara, ya da çok mu hassastım onlara karşı hiç bilemedim bu ayrımı. Annem ve babam için kaygılanıyor, onlar için elimden ne geliyorsa yapmaya çalışıyordum. Onları gördükçe geleceğimi görür gibi oluyordum. Genetik mirasım olarak bu yaşanılanları ben de mi yaşayacaktım? Ne büyük şanssızlık olurdu benim için...
Kendi evimde derin uykudaydım. Birden  telefon sesi ile paniklemiştim. Babamdı! “Yetiş kızım!” demişti. Fırlayıp hemen ambulansı aramıştım. Babamın ev adresini vermiştim. Kalp krizi geçirdiğini, seksen üç  yaşında olduğunu, verdiğim adrese doğru yola çıktığımı söylemiştim.
Babamın kalbi bu krizi de kaldırabilecek miydi? Zaman babamın aleyhine ilerliyordu. Yaşadığı bu günler için, “uzatmaları oynuyoruz kızım, bakalım ölüm bizi ne şekilde bulacak” demişti. Oysaki babam ölümü hiç ağzına almazdı. En kötü anında bile umudunu kaybetmedi yaşamdan...
Yine o yoğun bakım kapısının önünde, sayısız bekleyişlerin birindeydim... Babamdan haber almak için hastane kapısında bekliyordum. Kendine has kokusu olan hastanelerin bu soğuk koridorunda annemin haberini aldığım günü yaşadım. Bu uzun koridorda annemin acı haberi ile çığlıklarım yankılanmıştı.
Babam çıkıyordu yoğun bakımdan, içim buruktu!.. Kalp sorunu ile geldiğimiz hastaneden, solunumu için çare arıyorduk. Hastane virüsü kaptığı için asıl sorun solunum yetmezliğine dönüşmüştü. Solunumda zorlanan babam için Pulmicort ve Ventolin adlı iki küçük kapsül içindeki sıvı karıştırılacak, Nebülizatör solunum cihazı ile buhar olarak soluyacaktı... Bu uygulama, daha rahat nefes almasına, kısa da olsa uyumasına yardımcı oluyordu. Bu da bir süre sonra bir işe yaramamıştı. İki hafta içerisinde birkaç kez acile gitmiştik. Ya bir gece gözlem altında tutuyorlar, ya da serum takıp yolluyorlardı.
Hastanede günlerin ve gecelerin nasıl geçtiğini anlayamadığımız zorlu bir sürece girmiştik... Refakatçi olarak dördümüz nöbetleşe kalıyorduk babamın yanında. Solunumda zorlanan babamın artık sürekli oksijene gereksinimi vardı. Nefesi kendine yetmez olmuştu. Sürekli takması gerektiği oksijen maskesini yemek yerken, tuvalete giderken çıkarması babamı olumsuz yönde etkilemişti.
Çok fazla hayal görmeye başlamıştı babam... Ölüme yaklaştıkça hayal mi görülürdü? Bilemedim! Yorgun düşen babam, deliksiz uykuya hasretti. Uykuyla, uyanıklık arasında gidip geliyordu. Bazen sayıkladığı da oluyordu. “Nasılsın baba?” sorusunu sayısız tekrarlıyordum... Aslında iyi olmayan babam, gözleriyle “İyiyim” diyerek beni rahatlatıyordu.
Solunumu gittikçe azalıyordu. Artık babamın yanında nöbetleşe değil, dördümüz birden kalıyorduk. Kenarı lastikli solunum maskesini hava kaçırmayacak şekilde takmıştı hemşire... Lastik çok sıkıyordu. Babamın yüzü kızarmıştı. Direndiği sonda da takılmıştı sonunda. Doktorun odaya gelip gitmesi sıklaşmıştı. İki kez kasıktan kan almıştı. Solunum hakkında en güvenilir bilgilerden biriydi bu. Kan gazı neden alınır annemin gidişinde öğrenmiştim!..
Bir şeyler söylemek için çabalasa da babam, maskede sesi boğuluyordu. Konuşmaya çalıştıkça oksijen değeri düşüyordu. Bir bardak suyu içmek için kendinde güç bulamamıştı bütün gün. Babam suyu işaret ediyordu!.. Bir bardak sudan ancak bir yudum alabilmişti. “Doktor maskeyi hemen takın!” diye uyarmıştı bizi... Babamın gözü solunumu takip edilen monitördeydi. Gittikçe düşen değeri görmemesi için ablam onu hafifçe çevirmişti.
Babam, bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama anlayamıyorduk. Elini yazarmışçasına hareket ettirdi. Başucunda duran not defterini ve kalemini istediğini anladım. Verdim. O güzelim el yazısı karalamaya dönüşmüştü. Göz ve el işaretiyle kitabını gösteriyordu. Ablam, “Kitabı istiyor sanırım” diyerek babama kitabını gösterdi. Kitabı bana vermesini işaret etti. Kitabı elime aldım. Gözleriyle tamam dercesine onaylamıştı. En son basılan kitabıydı bu; “Pilli Dede!” Bu kitabında kendi hayatını anlatmıştı.
O kitapla aslında bütün kitaplarını bana emanet etmişti!..
Babamı apar topar yoğun bakıma götürmüşlerdi. Koridorda beklerken hepimiz gözlerimizi birbirimizden kaçırıyorduk. Çok uzun sürmedi bu bekleyişimiz. Doktor yoğun bakımdan çıktığında söze gerek yoktu! Yüzündeki ifadeden anlamıştık. O koridorda ikinci kez çığlıklarım yankılanmıştı.
7 EKİM 2106, YENER BALTA
(Hastalık konulu bir yazı için...)