9 Kasım 2012 Cuma

ÖFKE VE ÖFKE KONTROLU



ÖFKE VE ÖFKE KONTROLU

Hülya Kökdemir
hkokdemir@tedankara.k12.tr
ELYADAL




Öfke...




A. Normal,

B. Herkes tarafından hissedilen,

C. Vazgeçilemeyen,

D. Güçlü fakat kontrol edilmesi öğrenilebilen,

E. Saldırganlıkla aynı şey olmayan (saldırganlık; öfkenin kontrol edilemediği durumda ortaya çıkan bir davranıştır),

F. Yukarıdakilerin hepsi.




Eğer cevabınız F ise, öfkenin herkes tarafından hissedilen normal bir duygu olduğunu kabul ediyorsunuz demektir. Öfke bir davranış değildir. Öfke hayatın bir parçasıdır ve toplumun bize öfkemizle nasıl baş edeceğimizi öğretmede pek başarılı olduğu söylenemez. Genellikle kızların öfkeli görünmesi hoş karşılanmazken, erkeklerin öfkelerini olumsuz davranışlarla dışa vurmaları teşvik edilir ve ödüllendirilir. Peki öfke nedir?

ÖFKE

Öfke uygun ifade edildiğinde, son derece sağlıklı ve doğal bir duygudur. Ancak kontrolden çıkıp da yıkıcı hale dönüşürse okul-iş hayatında, kişisel ilişkilerde ve genel yaşam kalitesinde sorunlara yol açar. Pek çok kişisel ve sosyal problemlerin (örneğin, çocuk istismarı, aile içi şiddet, fiziksel ya da sözel saldırganlık, toplumsal şiddet) temelinde öfke vardır. Öfke hem dışsal, hem de içsel bazı olaylarla ortaya çıkar.

Arkadaşınız, anneniz, kardeşiniz, sokaktaki bir adam, öğretmeniniz gibi belli bir insana öfkelenebileceğiniz gibi; trafik sıkışıklığı, iptal edilen bir randevu gibi bir olaya da öfkelenebilirsiniz. Öfkelenmenizden kendi kişisel kuruntularınız sorumlu olabileceği gibi, daha önceden başınızdan geçmiş ve sizi öfkelendirmiş bazı olayların anıları da sorumlu olabilir.

Genellikle öfkeye yol açan nedenler arasında; engellenme, haksızlığa uğrama, fiziksel incinme ve yaralanmalar, tacize uğrama, hayal kırıklığı, saldırıya uğrama, tehditler sayılabilir.

Psikologlara göre, öfkelendiğimizde 5 boyut birbiriyle ilişkili ve eşzamanlı olarak aktif olur. Bu boyutlar:

• Biliş – O andaki düşüncelerimizdir.

• Duygu – Öfkenin yol açtığı fiziksel uyarılmadır.

• İletişim – Öfkemizi çevremizdekilere yansıtma biçimimizdir.

• Etkileniş – Öfkeli olduğumuzda hayatı algılayış biçimimizdir.

• Davranış – Öfkeli olduğumuzda sergilediğimiz davranışlardır.

Öfke Durumunda Vücut Tepkileri

Öfke, çok hafif bir tepkiden hiddete kadar farklı yoğunlukta yaşanan bir duygudur. Diğer duygular gibi fizyolojik ve biyolojik değişmelerle birlikte hissedilir. Eğer dinlemeyi biliyorsak, vücudumuz bize öfkeli olduğumuz konusunda bilgi verir. Öfkenin fiziksel işaretleri vardır:

• Uyaran duyguyu harekete geçirir,

• Stres ve gerginlik başlar,

• Enerjiyi arttıran Adrenalin salgısı artar,

• Nefes alıp verme sıklaşır,

• Kalp atışları hızlanır,

• Kan basıncı artar,

• Vücut ve zihin “savaş ya da kaç” tepkisi için hazırdır.

Sağlığa Etkisi

Uzmanlar bastırılan öfkenin kaygı ve depresyona yol açtığını iddia ediyorlar. İfade edilmeyen öfke, kişiler arası ilişkileri bozabileceği gibi, zihinsel ve fiziksel problemlere de yol açabilir. Doğru ifade edilmeyen öfkenin yol açtığı fiziksel problemler arasında;

• Baş ağrıları,

• Mide rahatsızlıkları,

• Solunum problemleri,

• Cilt problemleri,

• Jenital ve böbrek fonksiyonlarında problemler,

• Artirit,

• Sinir sistemi rahatsızlıkları,

• Dolaşım sorunları,

• Varolan fiziksel rahatsızlıkların kötüleşmesi,

• Duygusal rahatsızlıklar,

• ve intihar sayılabilir.


Öfkemizi Boşaltmak İyi Midir?

Psikologlar artık bunun çok yanlış ve tehlikeli bir inanç olduğunu göstermişlerdir. Bazı insanlar bu inancı, diğer kişileri incitmek için verilmiş bir onay gibi algılamaktadırlar. Araştırmalar, kızgınlık duygusunun “boşaltılması”nın kızgınlık, öfke ve saldırganlığı daha çok arttırdığını ve sorunu çözmek için hiçbir yararı olmadığını göstermektedir. Onun için en iyisi, kızgınlığınızı neyin tetiklediğini bulmanız ve kendinizi kaybetmeden, bu nedenlerle başa çıkabileceğiniz stratejileri geliştirmenizdir.

Öfke Kontrolü

Öfkeyi doğru ifade etme becerisini kazanmaya “öfke kontrolü” denir. Öfke kontrolünde temel amaç; saldırganlıktan uzak, şiddet içermeyen, kişinin kendisine ve çevresindekilere zarar vermeyecek şekilde duygusunu ifade etme becerisini kazanmasıdır.

Öfke kontrolünü öğreten pek çok yöntem vardır. Doğru yöntem kişiden kişiye değişir. Doğru yöntemi belirlerken; kişinin kendi kişiliğine, yaşam tarzına uygun olanı seçmesi ve seçtiği yöntemi uygularken günlük yaşamında fazladan sıkıntı hissetmemesi göz önüne alınması gereken temel faktörlerdir.

Genel olarak öfke kontrol yöntemleri; bilişsel, duyuşsal, iletişim, duygusal ve davranışsal boyutları içerir.

Bilişsel Yöntemler:

• Kışkırtmanın tanımlanması – Sizi kışkırtan durumlarla yüzleşme ve bunlardan kaçınma verisi sağlar.

• Alternatif açıklamalar – Sizi kışkırtan olaya değişik açıklamalar getirmek ve farklı bakış açıları düşünmek, sizi daha doğru tepkiler vermeye yönlendirebilir.

• Öfkenin çarpıtmalarıyla savaşma – Öfkenizi, düşünme biçiminizi yeniden gözden geçirmek için bir uyarı olarak kullanabilirsiniz.

• Öfke kontrol yönergeleri – Öfkelendiğinizde, öfkenizi kendinize ait yönerge cümleleriyle kontrol etmeye çalışabilirsiniz (“öfkenin seni ele geçirmesine izin verme”, “derin bir nefes al” gibi).

• Beklentilerin netleştirilmesi – Karşılaşabileceğiniz olayları önceden tahmin edip ona göre davranabilirsiniz.

• Zihinsel tekrarlar – Olumlu bir olayı örnek alıp, ardından kafanızda tekrarlayıp ders çıkarabilirsiniz.

Duyuşsal Yöntemler:

• Biofeedback –Öfke durumunda vücudunuzun nasıl tepkiler verdiğini keşfederek, bunu fiziksel uyarılmanızı azaltmak, düşünce ve davranışlarınızı değiştirmek için bir ipucu olarak kullanabilirsiniz.

• Alternatif uyarılma oluşturma – Öfke ya da fiziksel uyarılmaya muhalif başka bir uyarılma (örneğin, gevşeme ve espri) oluşturmak için öfkenizi bir ipucu olarak kullanabilirsiniz.

• Uyarılmanın yönünü değiştirme – Öfkelendiğinizde yaşadığınız fiziksel uyarılmanın yarattığı enerjiyi, üretime dönüşebilecek önemli bir kaynak olarak kullanabilirsiniz.

İletişim:

• Atılganlık (kendini ifade etme) – Size gereksinimlerinizi ve meşru haklarınızı kabul edilir yollarla ifade etme becerisini öğretir.

• Dinleme – İletişim kanallarınızı açık tutmanızı sağlar.

• Tartışma – İki insan arasındaki çatışmayı fikir birliğine vararak çözme sürecidir.

• Eleştirme – Yapıcı eleştiri yapabilme ve alabilme becerisidir.

• Yansıtma – Kişinin, davranışının kabul edilemez olduğunu algılama sorumluluğunu alma becerisidir. Tanımlandıktan sonra, kabul edilemez olan davranış özel olarak açıklanr. Durum somut ve açık olarak ifade edilir.

• Övme – Diğer kişinin savunmacı davranma şansını azaltır.

Duygusal Yöntemler:

• Duyguların farkında olma – Duyguların doğru yöntemle ifade edilebilmesi için, öncelikle tanınmaları gerekir.

• Duyguları ifade etme – Duyguları olumlu yolla ifade etme becerisi.

• Olumlu etki yaratma – Kendinizi olumlu duygu durumunda tutun, çevrenizdekilerde olumlu etki bırakın, her günde olumlu bir olay bulun, yapabileceğiniz ölçüde yardım önerin ve nazik olun.

Davranışsal Boyut:

• Kendi öfke davranışını öğrenme – Öfkeli olduğumuzda sergilediğimiz davranışları belirleme.

• Verimli (üretken) öfke davranışı oluşturma – Kendinizi kışkırtan ve yıkıcı davranışlardan uzak tutarak, öfkelenmekten koruyun.

• Davranış değiştirme: Yeni hareketleri kolaylaştırma – Öfkelendiğinizde sergilediğiniz olumsuz hareketleri daha olumlu olanlarla yer değiştirin.

• Öfkenin ABC’sini öğrenme – Bu yöntem size, öfkelenmenize yol açan sebepleri (Anger trigger), sizin davranışlarınızı (Behavior) ve davranışlarınızın sonuçlarını (Consequences) gözden geçirme ve yeniden değerlendirme fırsatı tanır.

ÖFKE KONTROL YÖNTEMLERİ

Bilişsel Yöntemler

Öfke kontrolünde bilişsel yöntemler denince akla, zihinsel anlamlandırma süreçleri ve düşünceler gelmelidir.

Bilişsel Yeniden Yapılandırma

Bu strateji en basit anlamıyla düşünme tarzınızı değiştirmek demektir. Kızgın insanlar düşüncelerini küfrederek, bağırıp çağırarak ifade etme eğilimindedirler.

• Kızgın olduğunuz zaman genellikle düşünceleriniz gerçeği yansıtmaktan çok,

olayların abartılmış ve çarpıtılmış bir şekilde algılandığını yansıtır. Bu tür düşünceleri fark edin ve yerine daha mantıklı olanları yerleştirin. Örneğin; kendi kendinize “Eyvah! Şimdi her şey mahvoldu!” gibi bir şey söylemek yerine, “Evet, çok can sıkıcı! Neden kızdığımı çok iyi anlıyorum. Ama dünyanın sonu değil ve buna kızmam, bu olayı olmamış hale getirmeyecek.” diyebilirsiniz. Her iki düşünceyi de zihninizden geçirerek deneyin. Kızgınlığınızın hangi düşünceyle arttığını ya da azaldığını görün.

• Farkında olmadan çok sık kullandığımız ve bizi kızgınlık duygularına hazırlayan, “asla!” ya da “her zaman!” gibi sözcükleri zihninizde yakalamaya çalışın. “Bu asansör asla çalışmaz!” ya da “Zaten her zaman telefon etmeyi unutursun!” gibi cümleler sadece hatalı değildir; aynı zamanda kızgınlık duygunuzda haklı olduğunuzu düşünmenize de yol açar ve siz durumla ilgili yargıyı vermiş olduğunuzdan, problemin çözümüne de katkıda bulunmaz. Örneğin, randevularına sürekli olarak geç gelen bir arkadaşınız olduğunu düşünelim. Hemen saldırmaya kalkmayın. Bunun yerine, neyi elde etmek istediğinizi, amacınızı düşünün. Sizin asıl istediğiniz arkadaşınızın randevuya sizinle aynı saatte gelmesi değil mi? O halde “Her zaman geç kalırsın! Tanıdığım en sorumsuz ve kayıtsız kişisin!” gibi yargılardan kaçının. Bu tür cümleler sadece arkadaşınızı incitmeye ve onun da kızmasına yol açacaktır. Ancak sorunun çözümüne katkıda bulunmayacak, hatta ilişkiyi bozarak zorlaştıracaktır. Bunun yerine; eğer bu arkadaşınız sizin için önemliyse, problemin ne olduğunu ortaya koyup her ikiniz için de işe yarayacak bir çözüm yolu bulmaya çalışabilirsiniz. Kendinize; öfkelenmenin hiçbir şeyi çözmeyeceğini, kendinizi daha iyi hissetmenize yardımcı olmayacağını, hatta daha da kötü hissedebileceğinizi hatırlatın.

• Mantık öfkeyi yener, çünkü haklı bir nedene bağlı olsa da, çok çabuk mantık sınırlarını aşabilir. Bu yüzden öfkelendiğinizi hissettiğinizde mantığınıza sığının. Yıllarca dünyayı ve karşılaştığı olayları belli bir bakış açısıyla değerlendiren birine, yeni bir anlamlandırma biçimi kazandırmak uzun ve zorlayıcı bir çaba gerektirir. Sinirlendiğinizde tepki vermeden önce 5 kere nefes alıp verin ya da içinizden 10’a kadar sayın. Bu arada olaya olumlu bakma konusunda kendinizi uyarın. Hem karşınızdaki kişiyi ya da kişileri kırmamış olursunuz, hem de kendinizi öfkenin zararlı etkilerinden korumuş olursunuz.

“Öfkeyle kalkan, zararla oturur” sözü, bu yöntemin tarihinin ne kadar eski olduğunu bize gösteriyor. Tepki vermeden önce kendinize tanıyacağınız 15 saniyede hızlı bir değerlendirme yapabilirsiniz:

Nerdeyim?

Kimlerleyim?

Neler oluyor?

Zihnimden neler geçiyor?

Olaya nasıl bir anlam verdim?

Beklentilerim neler?

Neler yapıyorum?
Günlük yaşamda, zamanı dondurup kendimizi değerlendirmemiz mümkün değil kuşkusuz. Ancak bu soruların tümünü olmasa bile, hiç değilse 2-3 tanesini kendimize sorabileceğimiz 15 saniyelik bir mola, tepkilerimizi yumuşatacak ve daha az öfkeli olmamıza yardımcı olacaktır.

Problem Çözme
Sizi öfkelendiren bir durumla karşı karşıya olduğunuzda, bunu sadece bir problem olarak düşünüp bir isim koymaya çalışabilirsiniz. İsimlendirdiğiniz problemi çözmeye çalışmak, ad koyamadığınız ve duygusal boyutu ile mantıksal boyutunu ayrıştıramadığınız bir sorunu çözmekten daha kolaydır. Şimdi önce isim verme ve problemi tanıma sürecine bakalım:

1. Problemi Belirleme:

- Problem hakkında bilgi toplama,

- Problemi alt problemlere indirgeme,

- Problemin bir yönünü seçip somutlaştırma,

- “Bu neden bir problem?” sorusuna cevap arama,

- “Kimin için bir problem?” sorusu üzerinde düşünme,

- “Bu probleme benim katkım ne?” (Bu konunun problem olmasına nasıl bir katkıda bulundum?) sorusu üzerinde düşünme,

- “Başka kimin katkısı var?” (Bunun problem haline gelmesinde içten içe suçladığım birileri var mı, kimler?) sorusu üzerinde düşünme,

- “İdeal çözüm ne olurdu?” sorusuna cevap arama,

- “Nasıl bir sonuçla yetinebilirim?” sorusunu cevaplandırma.

İlk aşamada bu sorular üzerinde düşünerek, detaylarıyla birlikte problemin farkına vardıktan sonra ikinci aşamaya geçilebilir. Bu aşamaların tümünü mümkünse yazarak yapmak çok yararlı olacaktır. Sorunun tümüyle üstesinden gelene kadar yazdıklarınızı atmayın ve özellikle değerlendirme aşamasında tekrar onlara göz atın.

2. Seçenek Listesi:

- Tüm seçenekleri sıralama: Aklınıza gelen ve çözüme yararı olabilecek tüm seçenekleri (saçma bile olsa) düşünün ve kaydedin.

- Listenize “kaçma” (görmezden gelme) seçeneğini yazmayı unutmayın. Bu çok doğal bir tepki ve sizin hakkınız.

- Kabullenme seçeneği de listenizde bulunması gereken alternatiflerden biri. Bazı sorunlar (özellikle sizin dışınızdaki insanların kişilikleriyle ilgili olanlar) çözülemeyebilir ve bu noktada durumu olduğu gibi kabullenmek çok gerekli ve rahatlatıcı bir çözüm yolu olabilir.

- Tüm seçenekleri sıraladığınız yazılı bir listeniz olsun.

3. Plan Yapma:

- Seçenek listenizin tüm alternatiflerini inceleyin ve aklınıza yatan, içinize sinen bir tanesi üzerinde karar verin.

- “Karar verdiğim seçeneği nasıl gerçekleştirebilirim?” sorusunu sorun kendinize ve buna verdiğiniz cevapları yazın.

- İhtiyaçlarınızın listesini çıkarın. “Bu sorunu, bu yolla çözmek için ne(lere) ihtiyacım var?” diye sorun kendinize ve ihtiyaçlarınızı sıralayın.

- Plan yapma aşamasında karşılaşacağınız engelleri de tahmin etmeye çalışmak yararlı olacaktır. “Beni ne engelleyebilir?” sorusunu sorun kendinize ve engel olarak karşılaşma olasılığınız olan her noktayı yazın.

- Bunlardan sonra kendinize bir eylem planı oluşturun. Yapacağınız her şey, yazılı olarak, adım adım belirlenmiş olsun.

4. Değerlendirme:

- Planınızı uygulamaya başladığınız andan itibaren değerlendirme yapmanız yararlıdır. Arada durup “Durum ne yönde değişti?” sorusuna cevap arayın.

- Bulduğunuz çözümün size neye malolduğunu kendinize sormanızda büyük yarar var. “Bana neye maloldu? Kazançlarım, kayıplarım neler?” sorularına cevap bulmaya çalışın. Bu sorulara verdiğiniz yanıtlar olumluysa planınızı uygulamayı sürdürebilirsiniz. Ancak size çok şeye malolduğuna ve kaybettirdiklerinin kazandırdıklarından çok olduğuna karar verirseniz ikinci aşamaya geri dönüp, yeni bir çözüm yolu bulmakta yarar var demektir. Bu durumda yeni bir plan yapıp uygulamak uygun olabilir.

• Yaptığınız planı uygularken elinizden gelenin en iyisini yapmaya çalışın, ama yanıtları hemen bulamıyor ve sonuca hemen ulaşamıyorsanız kendinizi cezalandırmayın. Eğer soruna iyi niyetle yaklaşır, çabalar, “ya hep, ya hiç” tarzı düşünmez, elinizden gelenin en iyisini yapmaya gayret ederseniz, sabrınızın taşma ihtimali de düşük olur.

• Bazen kızgınlık ve engellenmişlik duyguları, yaşamdaki gerçek ve kaçınılmaz sorunlardan kaynaklanıyor olabilir. “Her problemin bir çözümü vardır!” şeklindeki kültürel inançlarımız da, çözüm bulamadığımızda bu engellenmişlik duygularını artırır. Kızgınlık duyguları böyle durumlarda yaşanan doğal ve sağlıklı duygulardır. Böyle durumlardaki en yararlı tutum, önce durumu değiştirip değiştiremeyeceğimizi araştırmaktır. Değiştirebileceğimiz bir şeyse çözüm yolları araştırılabilir ve yukarıda anlatıldığı gibi bir planlamayla problem çözme teknikleri kullanılabilir. Değiştirilemeyecek bir durumsa, çözüm üzerinde odaklaşmak yerine, en iyi strateji, sorunla yüzleşmek ve kabullenmektir.

Önerilerimizi Gerçek Hayattan Örneklendirelim:
• Zamanlama: Eğer sevdiğiniz biriyle belli konuları belli saatlerde konuşuyorsanız ve bu konuşmalar da hep tartışma ile sonuçlanıyorsa, bu tür konuları konuşma saatinizi değiştirin. Belki yorgun, dikkatsiz oluyorsunuzdur ve belki sadece zamanlama hatasından sinirleniyorsunuz ve tartışma çıkıyordur.




• Kaçınma: Eğer babanızın televizyonda maç izlerken sinirli olması sizi de etkiliyor ve sinirlendiriyorsa, o saatte odanıza çekilin. Sizi öfkelendiren şeylere bakmaktan kendinizi alıkoyun. “Ama öfkelenmemem için babamın bağırıp çağırmaması lazım” demeyin. Konu şu anda bu değil. Konu kendinizi olabildiğince sakin tutabilmeniz.

• Alternatifler bulma: Eğer her hafta sonu arkadaşlarınızla buluşmaya giderken yoldaki trafik sizi engellenmişlik ve öfke duyguları içinde bırakıyorsa, bunu çözmeyi iş edinin. Elinize bir harita alıp aynı yere farklı, belki daha uzun ama daha rahat, manzaralı, hoş bir yoldan gitmeyi ya da evden daha erken/geç çıkmayı deneyin.

Önerilen Kaynaklar:

(1) http://www.psc.uc.edu/sh/SH_Anger.htm [05.02.2001, İnternet].

(2) Handling Angerhttp://www.counseling.swt.edu/handling_anger.htm[31.10.2002, İnternet]

(3) Coping with Anger http://usweb.usf.edu/counsel/self-hlp/anger.htm [5.09.2001, İnternet]

(4) Türk Psikoloji Bülteni, 3 (7), 79-85. Öfke: O Sizi Kontrol Edeceğine Siz Onu Kontrol Edin.http://www.psikolog.org.tr/bulten/yazilar/07_ofke.htm

EGOM, KENDİM VE BEN



EGOM, KENDİM VE BEN

Egodan kurtulmak… Bu mümkün mü?
Uzakdoğu ve Yeniçağ öğretilerinde sıkça bahsi geçen “ego” neyin nesidir? Tanımı nedir? Egodan kurtulmak için uğraşıp duran, o “tek” yoldan bu “tek” yola doğru koşuşturan, bilgeliği Tibet’te Hindistan’da, aşramlarda ya da “el veren” guruların kurslarında arayan “çok spiritüel” insanların bunu başarması mümkün mü? Hayır! Çok “iyi” ya da “ermiş”


insanların da egosu var mı? Evet!

Ego herkeste var. Çünkü ego, bu dünyada VARLIĞIMIZI görünür kılabilmek için kendimizi kişi veya birey olarak ifade etmemizi sağlayan gerekli ve önemli bir boyutumuzdur.

Fark sağlıklı ya da sağlıksız egoya sahip olmamızda.

Her birimizde BEN boyutu da var. (“Bir Ben var benden içeri” boyutumuz) BEN’imiz, kimilerinin Tanrı ya da Sonsuz Zekâ dediği “Sınırsız Bilinç Okyanusu” ile bağlantımızı sağlayan ÖZ’ümüzdür. Okyanusun, içimizdeki damlası olan ÖZ’ümüz bizim özbenliğimizdir.

Ben ve Öz bir ve aynı şeydir.

EGO, bu BEN’in zenginliğini madde dünyasında birey olarak ifade edebilmek ve Bütün’e katkıda bulunabilmek için dünyasal “kimlik kartımızı” yaratan boyutumuzdur.

Ego sağlıklı olduğunda sağlıklı düşünürüz, sağlıklı hissederiz, sağlıklı davranırız. Egonun sağlıklı olabilmesi için öncelikle KİŞİ (nesne) olmaktan çıkıp BİREY (özne) olabilmemiz gerekiyor. Birey olabilmek de fiziksel, duygusal, zihinsel ve ruhsal olgunlaşma ile gerçekleşiyor.

Her kişi doğumundan itibaren fiziksel olarak büyüyor ve yasaların belirlediği bir yaşa geldiğinde “yetişkin” sayılıyor. Ülkemizde bu “yetişkinlik” hali (eğer yasa geçerse) milletvekili seçilmek için 18, alkollü içki içebilmek için 24 yaşında olmayı gerektiriyor. Yani 18 yaşındaki seçilmiş “yetişkin” bir milletvekilinin, resmi resepsiyonlarda bir kadeh içki içebilmesi için daha altı yıl beklemesi gerekiyor.

Kişinin, fiziksel boyutta “yetişkin” olarak kabul edilmesi için bir şey yapması gerekmiyor. Doğum tarihi üzerinden geçen belli sayıda yıllar bunu otomatikman sağlıyor. Ama duygusal, zihinsel ve ruhsal gelişim yaş ilerledikçe otomatikman olan bir şey değil. Bu boyutlarda kişinin kendi emeği kendi çabası gerekiyor. Bu üç boyutta kendini geliştirebilen insan, kişi olmaktan birey olmaya doğru ilerliyor.

Dünyada 7 milyar kişi var ama birey olabilmiş insanların sayısı kaç? (Meclisimizde kaç kişi var? Kaç birey var? Bizi kişiler mi bireyler mi yönetiyor? )

Egonun işleyiş tarzı, hangi tür egonun işbaşında olduğuna bağlı olarak insan hayatının her alanında farklılık gösteriyor: Nevrotik Ego ve Sağlıklı Ego.

KİŞİ olarak kalmış insan, nevrotik egonun esareti altında yaşamını sürdürüyor.

BİREY olabilmeyi başarmış insan, sağlıklı egonun efendisi olarak yaşamını sürdürüyor.

BEN ile EGO’nun boyutları zıt orantılıdır. Biri büyüdükçe diğeri küçülür.

Kişi ile birey farkını özetleyecek olursak:

Kişi, insanları kullanır eşyaları sever.

Birey, eşyaları kullanır insanları sever.


Nevrotik Ego Nedir?

Nevrotik ego, birey olamamanın başarısızlık duygusunu örtbas etmeye çalışarak, ele güne karşı “kendimiz” olarak sunduğumuz “kişilik” maskemizdir. Kendimizi önemli ve değerli hissetme çabasıyla dışsal değerlere ve toplumsal onaya uygun yarattığımız, kendimizi kendimizden saklayan yaldızları hızla dökülen parıltılı ve bir o kadar da zavallı maskemizdir.

Nevrotik ego korkularla dolu egodur. Korkularını gizlemek için çeşitli maskeler takar. (Maço maskesi, güçlülük maskesi, kurban maskesi, kurtarıcı maskesi, yargıç maskesi, iktidar/konum/nüfuz maskesi, önemli insan maskesi, vs.) Bu maskelerin, bu rollerin ortak özelliği, ancak ezme/ezilme ilişkisi içinde kendilerini var edebilmeleridir. Varlıkları diğer KİŞİlerin desteği sürdükçe devam eder.

Nevrotik ego bağımlıdır. Kişi bağımlılığı (anne/ baba/ eş/ sevgili/ çocuk/ arkadaş vs.), madde bağımlılığı (yemek- alkol/ reçeteli ilaç/ yasal olmayan uyuşturucu- uyarıcı vs.), aktivite bağımlılığı (iş/ seks/ görünüm/ din/ telefon/ bilgisayar/ eğlence vs)

Nevrotik ego kontrolcüdür. Dış dünyayı, başkalarını, hayatı kontrol edebileceği yanılgısı içinde kendisini ve konumunu güvende hissetme peşinde umutsuzca koşar. Mükemmeliyetçi ve erteleyicidir. Kontrol tutkunu ve takıntılıdır. Dışsal güce sahip olmak onun için en önemlidir. Bu dışsal güç para, konum, iktidar, unvan, diploma, saygın kimlik, vs olabilir.

Nevrotik egonun tek amacı vardır: Haklı olmak. Ne pahasına olursa olsun haklılık peşinde koşar, yargılar, suçlar, aşağılar. O daima haklıdır, diğerleri haksız. Eleştiriye tahammülsüzdür ve alıngandır. Fikrine katılınmamasını kendisine saldırı olarak algılar.

Nevrotik ego kibirlidir. Kibir, kişinin aşağılık kompleksini gizlediğini sandığı maskesidir.

Özetle; nevrotik egonun ilk adı korkudur, soyadı ise haklı olmaktır. Kendisini en ufak şekilde bile haklı görmesi halinde hemen şişinir, böbürlenir.

Nevrotik ego, kendisini BEN sanır. Rolleriyle özdeşleşir. Bu nedenle bir düşüncesine veya davranışına yapılan eleştiriyi kendisine yapılmış hakaret olarak algılar. Bunu gurur meselesi yapar. O çok hassas egosunun gururu çabucak kırılır ama onur ve erdem kavramlarından habersizdir. Herkesin kendisini anlamasını bekler ama o anlayıştan nasibini almamıştır. Aşırı rekabetçidir. Ufacık bir çıkar uğruna, başkalarına zarar vermekten çekinmez.

İşte ruhsal gelişim için yok edilmesi arzu edilen ego, nevrotik egodur. Nevrotik ego bizi büyümekten, gelişmekten, mutlu, huzurlu, doyumlu bir hayat sürmekten alıkoyar.

Sağlıklı Ego Nedir?

Sağlıklı ego, bizim birey olmamızı sağlayan boyutumuzdur.

Cesaret sağlıklı egonun ilk adıdır. Erdem ise soyadıdır.

Bu dünyada birey olmamızı sağlayan sağlıklı ego, bilinmeyeni keşfetmeyi sever. Yeniliklere açıktır. Hayatında yeniye daima yer vardır. Hayatını cesurca yaşar.

Sağlıklı egoya sahip birey, ilişkilerinde bağımlı değil, bağlıdır. Sevdiklerine bağlı, mesleğine bağlı, vizyonuna ve amaçlarına bağlı, hayata bağlıdır.

Sağlıklı ego vefalıdır.

Sağlıklı ego hayatının her alanında özdisipline sahiptir. Bu özdisiplin onun içsel gücünden gelir. İçsel güce sahip olduğu için dışsal güç peşinde koşmaz.

Sağlıklı ego haklılık peşinde koşmaz. Haksız olduğu durumlarda öz eleştiri yapar ve özür dilemesini bilir. Haklılık peşinde koşmaz ama hakkını aramayı ve korumayı bilir. Adalet kavramı gelişkin olduğu için gücü yetmeyen insanların haklarını aramaları ve korumaları için de elinden geleni yapar.

Sağlıklı egoya sahip birey genellikle sağduyulu seçimler yapar. İnsan ilişkilerinde sağlıklı düşündüğü, sağlıklı hissettiği, sağlıklı davrandığı için doğal olarak haklıdır… ve mutludur.

Sağlıklı ego, BEN’in hizmetinde Ben’i en harikulade şekilde ifade etmek için vardır.

Sağlıklı EGOya aklınızda kolayca kalması için Etkisel Gerçekçi Olmak hali diyorum.

Sağlıklı egoya sahip insanlara saygı duyarız. Onların görüşlerine ve adalet duygusuna güveniriz.

Sağlıklı egoya sahip insanlar doğaldır, güvenilirdir, cesurdur.

Sağlıklı egoya sahip insanlar vefalıdır, şefkatlidir, cömerttir.

Sağlıklı egoya sahip insanlar değer bilir, hayata şükran duyar, umutludur.

Sağlıklı egoya sahip insanlar sevdiklerine sadıktır, açık yüreklidir, affedicidir.

Sağlıklı egoya sahip insanlar başka insanlara, doğaya ve haklara saygılıdır.

Sağlıklı egoya sahip insanlar huzurlu, neşeli ve esprilidir.

Dünya nüfusunun büyük çoğunluğu nevrotik egoya sahip kişilerden oluştuğu için şiddet, rekabet, yok edicilik, savaşlar böylesine yaygın. Yani nevrotik ego “normal ego” haline gelmiş durumda. Normal nevrotiklerin dünyasında yaşıyoruz.

Bu yüzden spiritüel öğretilerde “normal ego” öldürülmeye, yok edilmeye çalışılıyor. Bu ego yok edilemez ama dönüştürülebilir. Bu dönüşüm ancak farkındalık, kendini sorgulamak, kendini tanımak ve değişim cesaretiyle mümkün. Bu da bir süreci gerektiriyor. Olgunlaşma bir süreçtir ve olgunlaşmanın yaşla ya da bilgi toplayıcılığıyla ilintisi pek yoktur. Bilinçlenmeyle ve kendin olmayla ilişkisi vardır.

EGO ne kadar BEN’in hizmetinde ise o kadar KENDİmiz olabiliriz.

Özetleyecek olursak:

BENsiz EGO = Gaddar olur. Gücünün yettiklerini ezer ve güçlü rolünü oynar.

EGOsuz BEN = Paspas olur. Başkaları tarafından ezilir ve kurban rolünü oynar.

Yeni Dünya, Yeni Çağ sağlıklı egoya sahip insanların dünyası olacak. Bilinç çağının başlangıç dönemi içindeyiz. Geçiş dönemi sancılı olsa da yeni insanlık doğuyor.

Sevgiyle hoşça ol.

Nil Gün

www.kuraldisidergi.com

BİLİYOR AMA UYGULAYAMIYORSAK...



BİLİYOR AMA UYGULAYAMIYORSAK...

Hayatımızı daha doyumlu bir hale getirmek için her gün yeni bir şey öğrenmenin önemini hepimiz biliyoruz. Bilmediğimiz şey ise, sadece öğrenmenin yetmediği.
Bazen okuduğumuz ya da duyduğumuz şeylere “Ya ben bunları zaten biliyordum” dediğimiz olmuyor mu? O an yeni bir şey öğrenememenin hayal kırıklığını iliklerimize kadar hissediyor


uz, değil mi? Tam da bu duyguyu yaşarken şöyle bir dönüp geçmişe bakmakta yarar var. Büyük olasılıkla ilginç bir manzara ile karşılaşacaksınız. Evet, o ana kadar öğrendiğimiz birçok şey var ama kaçını hayatımızın bir parçası haline getirmişiz? Kaçını uygulamışız, kaçını da zihnimizin gardırobuna asıp bir süre sonra varlığını bile unutmuşuz?

Yağmurdan korunmak için satın aldığım şemsiyem evdeki dolapta durduğu sürece beni yağmurdan koruyamaz. “Şemsiyem var ama hâlâ neden ıslanıyorum, anlamıyorum” demeyiz örneğin. Ama nedense bu somut gerçeği soyut araç gereçlerimize uyarlamıyoruz.

Örneğin alçak gönüllülüğün, anlayışın, etkisel davranmanın, empatinin ya da özsaygının ne olduğunu biliyoruz ama bu bilgiyi zihnimizden yüreğimize taşıyamadıysak tüm bunlar hayatımızda tezahür edemiyor bir türlü.

Mükemmeliyetçiliğin, kibrin, aşağılık kompleksinin, tepkisel davranışın ya da özsaygı eksikliğinin ne olduğunu biliyoruz hatta için için onlardan nasıl özgürleşeceğimizi de biliyoruz ama nedense iş uygulamaya gelince bir türlü harekete geçemiyoruz.

Eh doğal olarak aynı iletişim sorunlarının içinde bocalamaya devam ediyoruz ve birilerinden bize reçete sunmasını bekliyoruz.

Bildiğim bir şey varsa o da şu: Öğrendiklerimizi zihnimizin gardırobuna astığımız sürece hayatımızda hiçbir değişiklik olmuyor. Ama alıp bir bir uygularsak elde edeceğimiz doyum inanılmaz.

Hayatımızdaki sorunlar bize kocaman geldiği için çözümlerinin de kocaman ve hatta imkânsız şeyler olacağını düşünüyoruz çoğu kez. Küçücük çözümlerin, peş peşe dizilmiş minicik adımların bizi o kocaman çözüme götürdüğünü ancak deneyimleyerek öğrenebiliyoruz.

Her hafta bir konu seçelim mesela ve sadece o konuya odaklanalım, uygulayalım, sonuçlarını deneyimleyelim. Kaybedecek ne var ki?

Ama kazanacak çok şey var!

Bu anlamda kendimize soracağımız birçok soru var, sadece en basit birkaç tanesini birlikte örnekleyelim mi?

- (Olumlu düşünmenin yararlarını biliyorum) Peki gün boyu ne tür düşünceler geçiyor zihnimden? Olumlu mu? Olumsuz mu?

- (Suçlama ve mazeretin beni bir gram geliştirmediğini biliyorum) Peki gün boyu ağzımdan çıkan sözler yapıcı mı, yargılayıcı mı? Ya da sıkça birilerinden ya da bir şeylerden şikâyet mi ediyorum?

- (Yaşadığım bir sorundan özgürleşmek için çözüme odaklanmam gerektiğini biliyorum) Peki hangi sıklıkla o sorunun içinde sıkışıp kalıyorum?

- (Empatinin ne olduğunu biliyorum) Peki ben empatik davranıyor muyum? Yoksa öncelikle bana empatik davranılmasını mı bekliyorum?

- (Özsorumluluğumu almanın özgürleştirici gücünü biliyorum) Ama kendimi sıkça sorumluluğumu bir başkasına devrederken mi yakalıyorum?

Bu soruları sayfalarca uzatabiliriz, yeter ki cevaplarını dürüstçe verelim.

Başkalarına verdiğimiz aklın yarısını kendimize versek inanın çok şey değişir.

Çok sevdiğim bir sözün de dediği gibi: Biliyor ama uygulamıyorsak henüz biliyor sayılmayız…

Haydi kendimize koçluk yapalım, bol bol cesur sorular soralım ve bildiklerimizi tarafsız bir bakış açısıyla gözden geçirelim. Bakalım gerçekte bildiklerimiz ne kadarmış?


Dilek Kökter
www.kuraldisidergi.com

15 Ekim 2012 Pazartesi

DENİZE GİDİYORUZ...


DENİZE GİDİYORUZ...


Mavisini görmediğim, kokusunu hissetmediğim, sesini hiç duymadığım denizi o sonsuz maviliği ilk defa görecektim. Heyecanlıydım, heyecanım iki misliydi. İlk defa görmediğim denizi görecek, hiç bir arada gitmediğimiz tatile hem de deniz tatiline ailecek gidecektik. Bu gidişimizden aklımda kalan genel anlam bu idi. 
Kaç gün önce gideceğimizi öğrenmiştik, ne kadar sürede hazırlandık, nasıl yola çıktık hatırlamıyorum. Yazı kafamda biçimlendiği halde hatırlayamadığım yerleri ikinci ablama sormak iyi fikirdi. 
Ben, “trenle İzmir’e mi gitmiştik?” diye sormuştum. “Yoo hayır, Balıkesir Ören’di” dedi. “Öyle trenle de gitmedik, halamlar, halamların görümcesi üç araba, onlar da o tarafa bir yerlere gideceklerdi. Üç arabaya dağılmıştık. Balıkesir’e geldiğimizde bizi gideceğimiz yerin minibüs duraklarında indirmişlerdi. Minibüsle kampa gitmiştik” dedi.
Kampı hatırladığım kadarıyla tarif etmeye başlamıştım. Sıra sıra iki katlı küçük yapılar kumsalın iç tarafında yan yana dizilmişlerdi. İşin garip tarafı hepsi inşaat halindeydi. Tuğlalı olanları bile vardı, sıvası yapılmamış. Her yer inşaat olduğu için ortalık tam bir şantiye havasında idi.  
Peki niye biz oraya gitmiştik? Henüz inşaatı tamamlanmayan bir tesise... 
İkinci ablam, “orası babamın o zaman çalıştığı Genel-İş Sendikası’nın yazlık kamp inşaatı idi” dedi. Hatta o kampın toplantısı orada yapıldığından sendikada görevli birçok kişiyle orada buluşulmuştu. Hem inşaata bakılacak, hem de tatil yapılacaktı. 
Hiç gitmemekten iyiymiş... Sanırım ben ortaokulun ilk yıllarına giderken bir yaz tatili süresinde gerçekleşen bir geziydi.  
Annemin yine hünerli ellerinde biçimlenen eski bir penye buluzden ikinci ablama alt ve üst iki parça bikini dikmişti. Çok net hatırladığım, o zamanlarda çok moda olan ve her genç kızın mutlaka kulağında takılı olan metal halka küpeleri annem, alt bikini kısmının iki kenarına, üst kısım parçanın da orta kısmına koyarak hazır alınmışlara taş çıkaracak bir bikini dikmişti ablama...
Ben ne giymiştim? Henüz  bir ergen olarak, yeni çıkmış, bol kalın giysilerin ardında sakladığım göğüslerimi, ablalarımın, annemin ve babamın hatta tanımadığım insanların yanında bikini adı altında göğüslerimi koruyan giyisiyle nasıl dolaşacaktım. Benim için çıplaklıkla eş değerdeydi.  
Birinci ablamın arkadaşı her yıl ailesiyle denize giderlerdi. Eskisi, yenisi, giymediği bir çok bikinisi varken, birinci ablam arkadaşından benim için de bikini istemişti. Giyilip geri verilmek üzere. İçi süngerli, esnek kahverengi kumaştan alt ve üst olarak iki parçadan oluşuyordu. Evde deneyip, kendi aramızda kime ne yakışıyor bakmış, aynanın karşısında uzunca zaman harcamıştık. (O ayna!.. İnce uzun boy aynamız...  Annemin terziliğinde provaya gelen misafirleri için kullandığı... Dördümüzün gün aşırı yıkanan saçlarımızın plastik bigudilerle lüle lüle dalgalandırdığımız, aynı zamanlarda karşısında saatlerce hazırlandığımız küçük boy aynamız...  Paylaşamadığımız, bize yetmeyen... İnce yeşil ahşap çerçevesi, yerinden sürekli çıkarılıp defalarca tekrar çivisine taktığımız, hatta dişli tarağı diğerimiz aramasın diye çivisine iliştirdiğimiz bizim güzelliğimizi bize yansıtan aynamız... Gülümsetti şu an beni...) Annemin hevesle basmadan kendine, eskiyi yeniye çevirdiği bir çok kumaştan bize orada giyebileceğimiz elbiseler diktiğini hatırlıyorum. 
Annem ve babamın öyle ne giyeceğiz gibi bir dertleri yoktu. Onlar  sanırım denize girmeyeceklerdi. Babamın özel giysisi olmasa da, beyaz paçalı donuyla denizde yüzüşünü hatırlıyorum. Babamı yüzerken görmek bana çok garip gelmişti. Babam işe gidip gelir, pazara gider, saz, def, ney çalar, ders çalışır, bol bol kitap okurdu. Bunların dışında neredeyse farklı bir şey yaparken görmemiştim onu. Babam yüzüyordu, hem de ne yüzmek! Duru denizi köpürte köpürte kıyıya paralel yüzüyordu. Babam Alleben deresinin dışında suda hiç yüzmemiş, çocukluğunda ve gençliğinde dere kenarında büyüdüğü için Gaziantep gibi bir yerde yüzmeyi öğrenmişti.
Babam kumsalda bizleri izlerkenheveslenmiş olsa gerek ki, birden kumaş pantolonunun deri kemerini çözüp, fermuarını indirmiş, gömleğini çoktan çıkartıp giysilerini kenara bırakıp denize doğru koşmuştu. Annemin babama kızışını hatırlıyorum, çevrede kimseler yoktu, kim olabilirdi ki, inşaat halinde bir tatil sahilinde, kumsal bile kütükler, tuğlalar, çimento ambalajları, boya kovaları ile pis bir görüntüdeyken... Gaziantep ağzı ile, "beh kele adam donla denize girdi!..” Hem kızgınlık, hem hayret, hem de mutluluk konuşmaları olsa gerekti bunlar. 
Birinci ve ikinci ablalarım daha önce teyze ve hala gibi akrabaların tatillerine bir iki kez katılmışlar, az çok denizin tadının ne olduğunu bizden önce öğrenmişlerdi. Üçüncü ablam ve ben denize ilk giriyorduk. Dibini net göremediğim, uçsuz bucaksız su birikintisine nasıl girecektim. Neyse ki su berraktı ve sadece dibi kumdu. Ne yosun, ne taş, ne de minik deniz yaratıkları ayağımıza dolaşmayacaktı. Ama suyun içinde ayağımın altında kayan kuma basmak bambaşka bir duyguydu. İkinci ablam ellerimi elleriyle tutmuş, yatar pozisyonu almamı, kendimi suya bırakmamı, ayaklarımı çırpmamı söylemişti. Böylelikle suyun üzerinde durabilecektim. Bizimle birlikte suyun üzerinde duran, inşaatta kullanılan kütüklerde yüzüyordu. Dördümüz birer kütüğe tutunup suda yüzmeye çalışmıştık. 
“Hepimiz bir odada mı kaldık?” diye sordum? üçüncü ablama. “Hayır, annem ve babam bir odada, biz dördümüz bir odada kalmıştık. Çarşaf ve havlularımızı da götürmüştük” dedi. Ben bu kadarını hatırlamıyordum. Küçük tüpün üzerinde annemin bize hazır çorba yaptığını, açılmamış bir iki paketle birlikte birkaç eşyamızı da dolapta unutup geldiğimizi, annemin yol boyunca yazıklanmasından hatırlıyorum. 

Üçüncü ablam orada bir kokteyl yapıldığını hepimizin güzelce giyinip o davete katıldığımızı, kendisine ve birinci ablamıza da patlatılan şampanyadan ikram edildiğini hatırlıyordu. Ben bunları hatırlamıyordum. Hatta annem oraya gelen Genel-İş Sendikası’ndaki babamın arkadaşlarına yaz dolması yapıp yedirdiğini de söyledi. “Mutfak kısmı orada çalışan işçilere hizmet veriyordu ki, annem orada bu dolmayı yapmıştı” diyerek, hatırladıklarını benimle paylaşmıştı. 
En net hatırladığım şeylerden biri de orada gördüğüm kurbağalardı. Hem de ne çok kurbağa... Hatta canlısından çok yol boyunda ezilmiş, kurumuş, preslenmiş kurbağalar... Ne çok kurbağa ezilmişti arabaların altında... 
Bir de, benimle yaşıt kızları olan babamın avukat arkadaşı idi. Bir bacağının olmadığını bilmiyordum. Elinde yürümesine destek bastonu vardı. Suyun kenarına kadar gitti, yere oturdu, pantolonu ile birlikte takma bacağını da çıkarıp denize girip yüzmeye başlamıştı. Babam gibi suyu köpürtmemişti. Denizin durgunluğunu bozmadan, bir balık gibi süzülerek yüzüyordu. Bir bacağı yoktu oysaki ve çok güzel yüzüyordu. Büyülenmiştim...  
Ne kadar kaldık, günlerimiz nasıl geçti, neler yaptık çoğu şeyi hatırlamıyorum. Ama benim için güzel bir tatil olmuş ki bir şeyler kalmış aklımda o zamandan. Üçüncü ablam dönüşte otobüsle geldiğimizi, özellikle kendisiyle oturmak istemiş olduğumu söyledi. 
Neyse ki o tatil ailece gittiğimiz son tatil olmadı, o tatil sonrasında ailecek bir kaç yere daha gitme şansını yakalamıştık.
Yener Balta, 12 EKİM 2012
+
Yener,


Öykünü okudum. Yine güzel başlamış güzel bitirmişsin.
Her zaman dediğim gibi sende yazarlık yeteneği var. Yazmadan geçen günlerine ben acıyorum…
Ne olur yazmayı ihmal etme…
Sevgiler,
Hayri Balta, 15,10,201 

5 Eylül 2012 Çarşamba

KENDİN OLMANIN 12 ALTIN KURALI


KENDİN OLMANIN 12 ALTIN KURALI

KURAL 1: Asla kendinden şüphe etme... Sen ne hissediyorsan o her zaman doğrudur. Dünyadaki bütün insanlar toplansa ve sana aksini söylese bile senin hissettiklerin senin için doğrudur. Onlar farklı hissedebilir, farklı düşünebilir ama bu senin hissettiklerinin yanlış olduğunu göstermez, sadece onlardan farklı olduğunu gösterir.

KURAL 2: Asla farklı olduğun için utanma. Eğer çevrende senin gibi düşünen, seni anlayan insanlar yoksa, o zaman çirkin ördek yavrusu hikayesini hatırla... Muhtemelen sen yanlış yerde, yanlış insanlarla birlikte olduğun için seni anlamıyorlardır. O halde hedefin ait olduğun yeri bulmak olmalıdır. Asla muhteşem bir kuğu olduğun gerçeğini unutma ve ördek olmak için uğraşma.

KURAL 3: Geçmişte yaptıkların için pişmanlık duyma ve özür dileme.... Yaşadıklarının senin için önemli bir ders olduğunu kendine hatırlat. Bu tecrübe ile aldığın bilgiyi özenle incele, olayda yaptığın hataları ve yeniden aynı durumda olsan nasıl davranacağını iyice düşün ve gelecek olaylar için kendini hazırla. Kırılan vazo tamir edilemez ama gelecekte başka vazoların kırılması önlenebilir

KURAL 4: Mümkün olduğunca kimsenin senin adına karar vermesine izin verme ama başkalarının haklı olabileceğini de unutma. Bu hayat senin ve istediğin gibi yaşamaya hakkın var, fakat başkalarını dinle ve onların bakış açısını anlamaya çalış.

KURAL 5: Ailen dışındaki insanlarla ilişkilerinde asla kendi ihtiyaçlarını ikinci plana atma ve kendini hayallerle kandırma. Her zaman ama her zaman önce sen gelmelisin. Asla başka insanlar üzülmesin diye kendini üzmeyi tercih etme. Sen kaldırabiliyorsan, onlarda kaldırabilir. Karşındaki insan senin mutluluğunu düşünmüyorsa ve senin üzülmene yol açıyorsa, o zaman o insan sana değer vermiyor demektir. Bu kişileri değiştireceğini yada sana zamanla önem vereceğini düşünme. Sana karşılıksız sevgi veren ve senin için her şeyi göze alabilecek tek insanlar ailendir.

KURAL 6: Asla kaybetmekten korkarak, sırf inanmak istediğin için karşındaki insanın sevgi sözcüklerine inanma. Sevgi insanın kalbindedir, gözlerindedir, davranışlarındadır, ses tonundadır, sana verdiği önemde ve değerdedir, senin için yaptığı fedakarlıklardadır. İnsanlar çok kısa zamanda sevgi sözcüklerini umarsızca dağıtmaya başlarlar. Bunları dinle ama gerçek sevgiyi karşındakinin davranışlarına bakarak bul. İnanmak istediğin için değil gerçek olduğu için karşındaki insanın sözlerine inan...

KURAL 7: Her zaman ama her zaman, mutlaka kalbini dinle. Hayatta senin için neyin doğru olduğunu bir tek içindeki ses söyleyebilir. Dolayısıyla içindeki sesle konuşmayı öğren. Her gün kendinle kalmak için zaman ayır ve kalbini dinle. Başka şekilde hissetmek için ikna etmeye değil, gerçekten ne hissettiğini bulabilmek için dinlemeye çalış. Bazen içindeki ses sana çok zor geleni yapmanı söyleyebilir yada duymak istemediklerini söyleyebilir...Korkma... ve içindeki sesi dinlemeye devam et...

KURAL 8: Her zaman ama her zaman, mutlaka kendine iyi davran. Kendini sev, şefkatle yaklaş. Yanlış yaptığında acımasızca kendini eleştirip üzme... Aksine başını okşa, kendini kucakla ve her şeyin geçeceğini söyle. Üzgün olduğunda, kırıldığında, acı çektiğinde, mutsuz hissettiğinde kendine özen göster, tıpkı hasta bakar gibi kendine bakım uygula. Yapmaktan hoşlandığın aktivitelerle meşgul ol ve bu durumdan çıkarak kimsenin seni incitmesine, üzmesine izin vermeyeceğini göster.

KURAL 9: Hayatta her şeyin bir bedeli olduğunu asla unutma ve bedel ödemekten istemediğin için kendini boşlukta bırakma. Örneğin bir insanı incitmişsen, ödeyeceğin bedel o insanın güvenini yitirmektir. Eğer seni sevmeyen biriyle birlikteysen, yalnız kalmaktan korkup ilişkide kalma, çünkü kalmanın bedeli sevgisiz bir hapiste yaşamaktır. Eğer farklı olmaktan korkuyorsan ve başka insanları taklit edip onlar gibi olmaya çalışıyorsan, ödeyeceğin bedel kendine olan saygını yitirmek olacaktır. Diğer taraftan bazen kendin gibi olmanın bedelinin de yalnız kalmak olduğunu unutma. O halde yaşamda her zaman bir bedel ödeyeceğini hatırla. Bir adım atmadan önce mutlaka ödeyeceğin bedeli bil ve kazanacaklarına değip değmedine bakarak kararlarını ver.

KURAL 10: İnsanlara karşı nazik ve sevecen ol, ne olursa olsun asla bir başka insanı kırmak için konuşma, bilinçli olarak üzmeye çalışma ve kendi acını hafifletmek için bir başkasını yaralama.

KURAL 11: Hayatta en büyük dostun sen olabileceğin gibi hayattaki en büyük düşmanın gene sen olabilirsin. Seçimini yap ve kendin için dostu mu yoksa düşmanı mı olacağına karar ver. Yaşamdaki tüm acıları atlatabilirsin, her şeye rağmen mutlu olmayı başarabilirsin, istersen kötü alışkanlıklarını bırakabilir ve her zaman yeniden başlayabilirsin. İstersen kendine yeni bir hayat kurabilirsin. Eğer kendinin dostu olabilirsen....

KURAL 12: Asla tecrübe kazanmaktan kaçma... Ne kadar zor olursa olsun, yeniden ayağa kalk ve yola devam et. Hayatı öğrenmek için o tecrübelere ihtiyacın var. Kalbin aşk acısı ile yaralanmış ise, sonsuza kadar kendini aşka kapatma. Ruhun insanların acımasızlığı ile incinmiş ise, hayata küsüp kendini karanlık bir dünyada yaşamaya zorlama. Bedenin çok büyük acılar çekmişse, kendini uyuşturup bırakma. Unutma bilge insan hayatı yaşayandır.
Cesur insan korkusuzca devam edebilendir.
Kahraman insan tüm acılarına rağmen yenilmeyendir.






Kaynak: www.kigem.com

5 Haziran 2012 Salı

KİMSEYİ DEĞİŞTİREMEZSİN HAYATTA...

KİMSEYİ DEĞİŞTİREMEZSİN HAYATTA...

Kimseyi değiştiremezsin hayatta.
Ve kimse için de değişmemelisin.
Kimliğini kaybettiğin an yaşamını çöpe attın demektir. İstemediğin sürece hiçbirşey için ödün vermeyeceksin hayatta.
Gün gelir verecek bir şeyin kalmaz çünkü. Her şeyi sen istediğin için yapacaksın, başkası senden istediği için değil.
Ve sen, sen olarak kaldığın sürece senin yanında olanlar da mutlu olacaktır.Bırak hayatına eşlik etmek isteyenler gelsin seninle.Yolun bitimine kadar gelmeleri şart değil. Herkesin gidebileceği bir yol vardır.
Sen yeter ki yanında yer ayırmayı bil.
Ne sen kimse için mecburi istikametsin, ne de bir başkası senin için…
Seninle gelmek isteyenleri yanına al. Belki beraber daha çok şey katabilirsiniz bu hayata.
Yanındaki seni mutlu ettiği sürece kalsın hayatında, zorlama kendini.
Hayat rahat insanlarla güzel.
Ve hayat hak ettiği gibi yaşandığında güzel...

Ve unutma aynı dili konuşanlar değil aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilir...


Kaynak: İnternet!..

26 Nisan 2012 Perşembe



MUTLU BİR EVLİLİK VE İLİŞKİ İÇİN 40 İPUCU...

1- Evliliğin aynı zamanda bir hayat ortaklığı olduğunu unutmayın. Ve ortağınıza hiçbir konuda asla yalan söylemeyin.

2- Siz birbirinizin düşmanı değilsiniz. Tartışmalarınız olabilir ama kin tutmayın, birbirinizden intikam almaya kalkışmayın.

3- Sizin için önemsiz olan şey eşiniz veya sevgiliniz için önemli olabilir Önemsediği şeylere saygı gösterin bu konuda konuşursa dinleyin.

4- Gün içinde eşinizin, sevgilinizin hatırını, ne yaptığını mutlaka birkaç kez sorun. Bu, ona verdiğiniz değeri ve önemi gösterir.

5- Eşinizin ya da sevgilinizin beğenilerini aklınızda tutun. Bu beğenilere uygun küçük sürprizler hazırlayın.

6- Bağlılığınız evlilik kurumuna değil, eşinize olsun. Zaten ancak kendinizi eşinize bağlı hissederseniz evliliği yürütebilirsiniz.

7- İlişkinizdeki en küçük bir sorunda ilk seçenek olarak ayrılmayı aklınıza getirmeyin. Bu sorunu çözecek birçok yol olduğunu unutmayın

8- Evlilikte ve ilişkide "Biz" vurgusu çok önemlidir. "Biz" sözcüğünü ne kadar kullanırsanız, eşinizin, sevgilinizin güveni o kadar artar.

9- Her konuda her zaman aynı şekilde düşünmek zorunda değilsiniz. Fikir ayrılığınız bir problem değil, sizin zenginliğinizdir.

10- Tartışmada kelimeleri iyi seçin. Ayrıca vücut dilinize de dikkat edin. Yüz İfadeni sevgilinizden, eşinizden 'nefret eder' gibi olmasın.

11- Zamanla çiftler arasında özel bir dil gelişir. Bu, kimsenin bilmediği bir dildir ama sizin bağlılığınızı yansıtır. Bu dili koruyun.

12- Eşiniz, sevgiliniz hakkında kendisine iyi bir şey söylemek istiyorsanız bundan kaçınmayın, üstelik bunu aklınıza geldiği o an söyleyin.

13- Çiftler zorluklar karşısında güç birliği yapmalıdır. "Senin sorunun" demek yerine "Bizim sorunumuz" deyip birlikte çözüm aramalıdır.

14- Birbiriniz hakkındaki olumsuz düşünceler ilişkinizi yıpratır. Bu olumsuz düşünceleri yok etmenin ilk adımı sevgilinizi anlamaktan geçer.

15- Eşinizin ailesi ile iyi ilişkiler kurun. Ama birincil önemdeki ailenin eşiniz ve sizin kurduğunuz yeni aile olduğunu sakın unutmayın.

16- Geleceğinizle ilgili kararları ortak verin, birlikte plan yapın. Kararlarınızı alırken aileleriniz de dahil buna kimseyi ortak etmeyin.

17- Eşiniz, hayatta güvenebileceğiniz ilk ve en önemli kişidir. Bu nedenle başka herkesten daha değerlidir. Bunu ona da hissettirin.

18- Evlilik ve ilişkdeki sıkıntda size ilk yardımcı olcak kişi eşiniz veya sevgilinzdir. Onunla ilgili sıkıntnızda ilk yardmı ondan isteyin.

19- Şüphe ve takip evliliği, ilişkiyi kemirir. Eşinizin, sevgilinizin her hareketini takip ederseniz bunun altından kalkamazsınız.

20- Aileleriniz hakkında olumsuz düşüncelere sahip olabilirsiniz. Ama bunu ona aktarırken kötü, yaralayıcı hakaretamiz sözcükler kullanmayın.

21- Birbirinize duyduğunuz saygı, sevginin perçinleyicisidir. İnsan sevdiğine saygı duyar. Birbirinize yaralayıcı kelimeler kullanmayın.

22- Geçmişte zorlukları aşıp evliliğinizi, ilişkinizi yeniden rayına oturttuysanız artık o kötü günleri anmayın. Yeni anılar biriktirin.

23- Çocuk evliliği kurtarmaz. Evlilik yolunda gitsin diye çocuk yapmayın Çocuğunuz varsa da ona duyduğunuz sevgiyi, eşinizden çalmayın.

24- Eşinizin, sevgilinizin sadakatini sınamak için oyunlar oynamaya kalkmayın. Ortaya çıkacak sonuçtan siz sorumlu olursunuz.

25- Sevgi sözcükleri konusunda cömert olun. "Sevdiğimi biliyorsun ya" diyeceğinize "Seni seviyorum" deyin.

26- Eşinizin, sevgilinizin incindiğini, kırıldığını bildiğiniz davranışları tekrarlamayın. Onu kızdıracak sözcükleri kullanmaktan kaçının.

27- Her an her şeyi birlikte yapmak zorunda değilsiniz. Ama kendinize ayırdığınız vakitte ne yapacağınızı eşinize sevgilinize söyleyin.

28- Sizden daha eski ve mutlu çiftlerin öğütlerine kulak verin. Tahminlerle yol alacağınıza yaşanmışlıkları örnek alın.

29- Hayatınızı planlamaktan çekinmeyin. Çocuk yapmak, ev almak, otomobil almak gibi konuları bir plan dahilinde hayata geçirin.

30- Evlilik 'katlanmak' demek değildir. İstemediğiniz hiçbir şeyi yapmayın. Eşiniz ısrar ederse, bundan hoşlanmadığınızı açıkça belirtin.

31- Karı-koca olmak, sevgili olmaktan vazgeçmek demek değildir. Evlenmeden önce birlikte yaptığınız şeyleri, evlendikten sonra da sürdürün.

32- Başkalarına karşı ne kadar nazikseniz, eşinize karşı da o kadar nazik olmalısınız. Hatta ona, diğerlerinden daha fazla nazik olmalısınız.

33- Eviniz mabedinizdir. Mutlu evlilik, her köşesi mutlulukla döşenmiş evden geçer. Evinizi bir 'yuva' haline çevirmek için özen gösterin.

34- Birbirinizi asla değiştirmeye çalışmayın. Farklılıklarınızı kabul edin. Değişirseniz ya da değişmeye zorlarsanız büyük hata edersiniz.

35- Evliliği yönetmek şirket yönetmek gibidir. Sermayesi emektir, çabadır. Çaba göstermezseniz, şirketinizi halka açmak zorunda kalırsınız.

36- Eleştirilerinizi yalnızken yöneltin Başkalarının önünde birbirinizi eleştirmeyin Hele hele birbirinizin ailesi önünde daha dikkatli olun.

37- Cinsellik evliliğin yarısıdır. Karı-koca arasında tabu olmaz. Cinsellik konusundaki sorunlarınızı mutlaka konuşun.

38- Mutlu cinsel hayat fantezilerle sağlanır. Birbirinize fantezilerinizi anlatın. Rahatsız olduğunuz bir şey varsa bunu da belirtin.

39- Hem doyurucu bir cinsellik hem de mutlu bir evlilik için bakımlı olmanız şart. Evlendiniz diye kendinizi salmayın.

40- Çözüm bulmak isterseniz, bulursunuz. Olaylara hep pozitif yönünden bakın ve yapıcı olun. Bir evliliği kurmak zor yıkmak çok kolaydır. Alıntı...

ÖĞRENDİM

YAŞ 5 Anne ve babamın birbirlerine bağırmalarının beni ne kadar korkuttuğunu öğrendim.

YAŞ 7 Meşrubat içerken gülersem içtiğimin burnumdan geleceğini öğrendim.

YAŞ 12 Bir şeyin değerini anlamanın en iyi yolunun bir süre ondan yoksun kalmak olduğunu öğrendim.

YAŞ 13 Annemle babamın elele tutuşmalarının ve öpüşmelerinin beni daima mutlu ettiğini öğrendim.

YAŞ 15 Bazen hayvanların kalbimi insanlardan daha fazla ısıttığını öğrendim.

YAŞ 18 İlk gençlik yıllarımın keder, şaşkınlık, ıstırap ve aşktan ibaret olduğunu öğrendim.

YAŞ 24 Aşkın kalbimi kırabileceğini ama buna değer olduğunu öğrendim.

YAŞ 33 Bir arkadaşı kaybetmenin en kestirme yolunun ona ödünç para vermek olduğunu öğrendim.

YAŞ 36 Önemli olanın başkalarının benim için ne düşündükleri değil benim kendi hakkımda ne düşündüğüm olduğunu öğrendim.

YAŞ 38 Eşimin beni hala sevdiğini, tabakta iki elma kaldığında küçüğünü almasından anlayabileceğimi öğrendim.

YAŞ 41 Bir insanın kendine olan güveninin, başarısını büyük oranda belirlediğini öğrendim.

YAŞ 44 Annemin beni görmekten her seferinde sonsuz mutluluk duyduğunu öğrendim.

YAŞ 46 Yalnızca minik bir kart göndererek bile birinin gönlünü aydınlatabileceğimi öğrendim.

YAŞ 49 Herhangi bir işi yaptığımdan daha iyi yapmaya çalıştığımda, o işin yaratıcılığa dönüştüğünü öğrendim.

YAŞ 50 Sevgi, evde üretilmemişse, başka yerde öğrenmenin çok güç olabileceğini öğrendim.

YAŞ 53 İnsanların bana, izin verdiğim biçimde davrandıklarını öğrendim.

YAŞ 55 Küçük kararları aklımla, büyük kararları ise kalbimle almam gerektiğini öğrendim.

YAŞ 64 Mutluluğun parfüm gibi olduğunu, kendime bulaştırmadan başkalarına 
veremeyeceğimi öğrendim.

YAŞ 70 İyi kalpli ve sevecen olmanın, mükemmel olmaktan daha iyi olduğunu öğrendim.

YAŞ 82 Sancılar içinde kıvransam bile başkalarına basağrısı olmamam gerektiğini öğrendim.

YAŞ 90 Kiminle evleneceğin kararının hayatta verilen en önemli karar olduğunu öğrendim.

YAŞ 95 Öğrenmem gereken daha pek çok şeyler olduğunu öğrendim.

Dün sabaha karşı kendimle konuştum.

Ben hep kendime çıkan bir yokuştum.

Yokuşun başında bir düşman vardı.

Onu vurmaya gittim kendimle vuruştum...

Özdemir ASAF 

7 Nisan 2012 Cumartesi

BABASININ KIZI

BABASININ KIZI

Babasının kızının adı Yener. Yener, Hacettepe Güzel Sanatlar Bölümünü başarı ödülü ile bitirmiş bir grafiker.

Bütün fiziksel-ruhsal yönleriyle babasına benzer. Ne gözünü budaktan sakınır, ne de sözünü esirger.

Babasınınki gibi yuvarlak, iri, kahverengi gözler; yarı ciddi, yarı sevecen ışıklı yüzler.

Yalanı, dolanı, dünya malında gözü yoktur. “Aman zengin olsam” dememiştir, gönlü toktur.

Eşini kendi seçmiştir, düğün dernek dememiştir, çeyizim olsun istememiştir. Nikah törenine gelinlik bile giymeden günlük giysisi ile gitmiştir..

Nikah törenine anası-babası, üç yakın arkadaşı ile birlikte beş kişi gelmiştir. Anası-babası dışındaki üç arkadaşından ikisi tanıklık için gelmiştir.

Yakın akrabalarına bile haber vermemiştir. Herkes hayret etmiştir, “Bu kız deli mi ne!” demiştir. Babasının kızı ise yapılan dedikodulara gülüp geçmiş, “Evlenen benim, onlara ne oluyor?” demiştir.

Babasının kızı Yener; bir gün Ankara Samanpazarı’nda bulunan SSK Dispanserine gider.

Samanpazarı Ankara’da Osmanlı’dan kalma bir çarşı. Esnafı, tüccarı karşı karşı.. Daha çok hac malzemeleri, ölü malzemeleri satan esnafla dolu bir çarşı.

Hacısı, hocası, abidi, zahidi, sakallısı, sarıklısı, takkelisi, cüppelisi... Esnafı, tüccarı gözden geçirir gelen geçen herkesi...

Babasının kızı patronu ile ters düştüğü için işten ayrılmıştı. Çünkü patronu namaz kılmadığını, oruç tutmadığını başına kakmıştı.

Yeni bir iş arıyordu, üzgündü, tedirgindi, gergindi. Dokunsan ağlayacak, “nasılsın” desen patlayacak gibiydi.

Hava soğuk mu soğuk, insanlar donuk mu donuk. Babasının kızı her yerini sıkı sıkıya kapatmış yalnızca başı açık, saçları dağınık. .

Önünü kesti orta yaşlı, kısa boylu, toparlak biri. Yener dalgın dalgın gittiği için sandı ki adamın yolunu kesti, yol verdi, kenara çekildi.

Adam oralı değildi, Yener’in önüne geldi. Tepeden tırnağa süzdü, baktıkça hayran oldu “Aman Allah’ım bu ne güzel yüz!..” dedi.

Düşündü güzel yüzlü bu kızla nasıl diyaloga girişeceğini. Sandı ki söylediği sözler üzerine kız kendisi ile diyaloga girerdi.

“Nur yüzlü, güzel gözlü kızım, bak ne güzel giyinmişsin. Sen Müslüman değil misin, niçin dini bütün kızlar gibi saçını, başını gizlemezsin?

Tam damarına basmıştı Yener’in. Zaten soğuktan gergindi. İş aradığı için tedirgindi. Kendisini dolaylı yoldan taciz eden bu edepsiz de kimdi? Babasının kızına böyle söz söylenir miydi!

“Bana baksana sen, senin bu yaptığın tacize girer. Seni şimdi savcılığa şikayet edersem, derdest eder. Çekil git yoluna! Önce yüzünü yıka, sabun değsin şu kirli top sakalına, ondan sonra karış insanlar arasına...”

Adam neye uğradığını şaşırmıştı. Hiç beklemediği bir yanıt almıştı. Elinde olmayarak sağa sola baktı.

Kadın sesini duyan kimi esnaf, tüccar, yoldan gelip geçen insanlar Yener’le kendisine bakıyordu. Neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu.

Zılgıtı yiyen adam kendilerine en yakın olana dedi: “Çattık, amma belaya!”

Adam yanıtladı: “Sen belaya çatmadın; çattın babasının kızına!”

Yener, “babamı tanıyan bu adam da kim?” diye dönüp baktı, tanımadı. Adam “niçin babasının kızı” dedi anlamadı.

Zılgıtı yiyen: “Kimdir bu kızın Babası?”

Adam yanıtladı: “Daha tanımadın mı?..”

Samanpazarı’nın soğuk havasına bir soğuk hava daha esti. Herkes sesini soluğunu kesti, yolcu yoluna gitti, evli evine, esnaf tüccar işinin başına geçti...

H. B. 18.12.2004

6 Mart 2012 Salı

BEN;

Ben;

Benden olgun insan isterim karşımda!

Benden dürüst,

En ufak dalgada,

Arkasını dönmeyecek kadar olgun.

Arkamı döndüğümde,

Sırtımdan vurmayacak kadar güvenilir.

Bir o kadar cesaretli olmalı.

Yağmurdan ıslanıp,fırtınadan kaçmamalı.

Ayağı taşa takılınca kayadan korkmamalı.

İşine gelince sevip,

Zoru görünce bırakmamalı!

CAN YÜCEL

19 Şubat 2012 Pazar

BAVULLARI HEP TOPLU DURMALI İNSANIN...

BAVULLARI HEP TOPLU DURMALI İNSANIN...

Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...

Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vaz geçmeli...

İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...

Yalnızlığa alışmalı...

* * *
Çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. Dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senetlerinden biri artık...

Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar bıraktı.

Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır.

* * *
İşte o yüzden alışmalı yalnızlığa...

Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başım dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...

Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına...

"Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşmılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne...

Telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kim se yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmayacak..."

Cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...
* * *
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.

Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür.

O yüzden en sessiz gecelerde ''doğruydu, yaptım"la teselli bulmalı insan...

Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... Kendiyle hesaplaşmaya çalışmalı...

Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır olmalı...

Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözüpek olabilmeli...

Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...

* * *
Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...

Yollarla barışmalı...

Yalnızlığa alışmalı...


Can Dündar

İnternet ortamından alıntı yapıldı.

ETİKET İSTEMEYEN YALNIZ KADINLAR

ETİKET İSTEMEYEN YALNIZ KADINLAR

Aslında o kadar çoklar ki... Kesinlikle yalnızlıktan hoşlanmayan, paylaşmayı bilen, son derece hoş ve bakımlı kadınlar. Düzgün eğitimleri ve gelişimleri olan, iş hayatında erkeklerden çok daha başarılı. Genellikle yaşantılarında erken yapılmış bir evlilik ya var ya da yok. Eğer varsa da eşleri ile birlikte çıktıkları yolda kocalarının ciddi şekilde geri kaldığını görerek veya özgürlüklerine getirilen manasız kısıtlamalar sebebiyle boşanıp yollarına tek başlarına devam ediyorlar. Düzenli evleri, ev yaşamları, arkadaşlıkları, dengeleri ve etrafta uyandırdıkları saygınlıkları var. Okumayı, kültürel ve sanatsal faaliyetleri takip etmeyi seviyorlar. Bilerek ya da bilmeden kendilerini geliştirirken sınırlar oluşturmayı ve kendilerini korumayı da gayet iyi beceriyorlar. Bulundukları ortamlarda çok hoş arkadaşlıklar kurabiliyor, bunları ömür boyu zedelenmeden götürebilme marifetini de gösteriyorlar. Kurdukları her türlü ilişki uzun soluklu ve nitelikli. Duygusal ilişkilere de uzak değiller, beraberlikleri başladığında ellerinden geleni yapıyorlar ama anlaşılmaz kaprisler ya da istekler ile karşılaştıklarında şaşırıyorlar. Sonra da yalnız kalıyorlar. Çünkü yalnız kadın, erkeğe çok bilmiş görünüyor, öfke yaratıyor. İllişkilerde nörotik yaklaşım kadına has bilinirken, erkekte tuhaf naz-niyaz davranışları, garip istekler, evgilisini sahiplenmeme, onun donanımını küçümseyip yaptığı "biber dolmasını" eleştirme, kendine rakip görme, ondan öğrendikleri hoşuna gitse de bundan rahatsızlık duyma, aynı evi paylaşmaktan kaçış, küçümseme gibi davranışlar sergiliyor. Oysa çağdaş ilişkilerde biz değil miyiz, "Kadın beni sadece ben olduğum için sevsin" diyen! Oysa bu kadınlar tam da istedikleri gibi. Erkekten etiket istemeyip, onu o olduğu için sevenler... Kadın olduklarının unutulması haklı olarak çok ağır geliyor. Sanki kendine yetiyor olması, onu sevdiği için her şeyine katlanması, sevdiğinden maddi taleplerinin olmaması adeta olumsuz özellikleri haline gelmiş durumda. Haklı olarak, kullanılmak istemiyorlar, acaba bu mu erkeği rahatsız eden? Terapilerde edindiğimiz tecrübeler enteresan; erkek kendini savunmuyor, yaşadıklarının kendisini mutlu etmekle beraber zorladığını ifade ediyor. İlişkinin başlangıcından beri çok değiştiğini ve kendisini çok değerli gördüğünü bunu da sevgilisine borçlu olduğunu dürüstçe itiraf ediyor. Birlikteliklerden beklentileri sorulduğunda saydıklarının hepsi ilişkisi içinde zaten karşılanmış oluyor. Kadın için durum daha farklı. İlişkinin kurtulması adına her türlü öneriye açık. Dürüstlük, samimiyet ve gerçek ilgi istiyor, ama bu ilginin asla erkeğin sosyal yaşantısını etkiler halde yapış yapış sunulmasını istemiyor. Sonuçta yalnız kalıyor...

Doç. Dr. Özkan PEKTAŞ

İnternet ortamından alıntı

BİR KADINI AĞLATMAK

BİR KADINI AĞLATMAK
Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya...

En az erkekler kadar yani!

Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe!

İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra. Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte. Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır. Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli...

Ve kadın ağlar; hem de çok! Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını, kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilir misiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları. Her damla bir derstir çünkü. Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler. İçlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları.Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar. Zaman geçer sonra. Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler, yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini. Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar, o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı...

Çok ağlayan kadınlar, bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden.
Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan...

İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar. Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların. E.. o zaman niye sarılsınlar ki! Niye sarılalım ki! Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur.

Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır. Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır. Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır. O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü!

AZİZ NESİN

İnternet Ortamından Alıntı Yapıldı.

18 Aralık 2011 Pazar

AHMET BEYE NE OLDU?..

AHMET BEYE NE OLDU?..

En büyük sinema salonlarının birinde tercih ettiğim filmi bulabiliyorum. Bileti almak için gittiğim sinema gişesinde, arka sıralarda pek yer kalmadığından ve o filmi de kaçırmak istemediğimden ön sıradan bir bilet alıyorum.

Patlamış mısırın kokusu beni baştan çıkartsa da film arasına kadar irademi zorlayacağım.

Salona girdiğimde hafif yukarı doğru meyilli dar koridordan sola dönüp, koltuk numarama bakıyorum. Küçüklüğümde gittiğim sinema salonları ile ilgisi olmayan salonda, bir film süresi bana ait koltuğa oturuyorum. Alaca karanlık, siyah ve kırmızının hakim olduğu salonda, yerlerini arayanların arasında çalan hafif müzik insanı rahatlatıyor. Önden ikinci sıradaki ilk koltuğa oturuyorum.

Seyirciler yavaş yavaş salona girerken, tekerlekli sandalyesini kendi kumanda eden bir adamın da içeri girdiğini fark ediyorum. Tekerlekli sandalyeye bağımlı kalmak, hayattan kopmak anlamına gelmiyordu. Tüm engellere rağmen sinemaya gelmişti işte. En öndeki koltuğa doğru yanaşırken, arkasından içeriye irice iki görevli girdi. Tekerlekli sandalyede oturan adama doğru hızlı adımlarla yaklaşıp, "geldik Ahmet abi, geldik" deyip, bir sağına biri soluna geçip koltuk altlarından ve bacaklarından yakalayıp sinema koltuğuna geçirdiler. "Burada daha rahat edersin" dedi birisi... Birbirlerini tanıyor olsalar gerek ki, birbirlerine şaka yollu takılıp, "aman sakın geç kalmayın, her zaman olduğu gibi filmin bitmesine yakın gelip beni alın" dedi. İçlerinden biri "sen merak etme Ahmet abi, biz o işi halleder, kimseler ayaklanmadan seni dışarı çıkarırız" deyip, tekerlekli sandalyesini de alıp yanından gülerek ayrıldılar.

Filmin başlamasına az bir süre kalmıştı, perdede reklamlar gösteriliyordu. Seyirciler bir bir içeri giriyordu.

Gelecek programların fragmanlarından ilki perdeye yansımıştı. İyice koltuğuma gömülmüş filmi izlemek için kendimi hazırlamıştım. Film başlamış, ortalık karanlığa gömülmüştü. Bir an cılız el feneri koridordan içeriyi aydınlatmış, geç kalan iki kişi görevlinin yerlerini göstermesiyle yerlerine oturmuşlardı.

Film, bir çok dalda oskar ödülü almıştı. İki saatlik bir süre içinde aklımdaki herşeyden uzaklaşmıştım. Film beni içine çekmiş, sanki filmin kahramanlarından biri haline gelmiştim. En güzel, en karmaşık, en heyecanlı yerinde on dakika ara denmiş, kendimle yaptığım savaşı kaybedip, en küçüğünden patlamış mısır almıştım.

On dakikalık arada önde oturan Ahmet bey'i iki kişinin fark etmesi üzerine "vay Ahmet abi, ne haber?" diyerek, sevgi ve coşku ile selamlaşmışlardı. İçlerinden biri "Yalnız mısın?" diye sorup, "bizim yanımız boş, seni de bizim yanımıza arkaya alalım" deyip, kucaklayıvermişlerdi.

Gong sesi duyulmuş, film kaldığı yerden başlamıştı. On dakika aranın yetmediği sürede, iki kişi o kalabalıkta ve karanlıkta Ahmet bey'den boşalan yere oturuvermişlerdi.

Bir sinema filmini değerlendirilirken ele alınan tüm özellikleri, başarılı bir şekilde bu filmde bulmuştum.

Büyük bir keyifle filmi izledim. Filmin son dakikaları yaklaşmış, filmde kimler görev almışsa uzun bir liste sıralanacakken, içeri Ahmet bey'in anlaştığı sinema görevlileri sesizce girmiş, en ön sırada oturan adamı kucaklamış, o an kıyamet kopmuştu. Kucağa alınan adam donakalmış, yüksek sesli final müziği başlamış, yan koltukta oturan kadının, "kocamı nereye götürüyorsunuz?" çığlıkları müziğe karışmış, sesini duyuramamıştı. Kucaktaki adam ne kadar debelensede olayın şokundan dolayı bağırmaya çalışsa da sesi duyulmaz olmuştu. Dar, karanlık koridordan dışarı çıktıklarında iki görevli gerçekle yüzleşmişlerdi.

Kucakladıkları adamın Ahmet bey'in olmadığını öğrenince ne diyeceklerini bilememiş, özür üstüne özür dileseler de neler olduğunu güçlükle ifade etmişlerdi. Adamın sesi çıkmaya başlamış, "sizi dava edeceğim, şikayetçiyim sizden" derken, karısı yanına gelmiş, o da olayın içine dalıvermiş, karı koca iki görevli ile bir dövüşmedikleri kalmıştı.

Olay bir anda büyük heyecanlara neden olmuştu. Seyirciler salondan çıkarken, iki görevli içeri girmiş, peki Ahmet abi nereye gider dercesine birbirlerine sorar gözlerle bakmışlardı. Birbirlerine sürekli bir şeyler söyleyip, gülüşüyorlardı. Ahmet bey'i gözleriyle arıyorlardı.

Salondan çıktığımda Ahmet bey tekerlekli sandalyesine oturmuş, bir arkadaşı sandalyesini iterken, diğer arkadaşı ile de koyu bir sohbete dalmış şen şakrak gidiyorlardı.

Yener Balta, 15.12.2011

20 Ekim 2011 Perşembe

ACI YAŞAM

ACI YAŞAM

"Düşünebiliyor musun!" dedi. "Evlendiğimde tam 16 yaşındaydım. Evlenmek istemediğimi söylesem de kim dinledi ki!... Babama; evlenmek istemiyorum, okumak istiyorum dediğimde, bana verdiği cevaba bakar mısın; 'okula gidip de erkeklere yem mi olacaksın' dedi. Zihniyete bakar mısın? İşte beni 16 yaşında evlendirdi. Hiçbir şey bilmezken, bilmediğim bir adamla..."

Ortaokul arkadaşımla yolda karşılaşmıştık. Aradan neredeyse otuz üç yıl geçmesine rağmen birbirimize sıcacık, özlemle sarıldık. Hani şimdilerde gençlerin "kanka" dedikleri yakınlıkta arkadaşı olur ya insanın, işte o zamanlarda onlardan biriydik biz de... Bir çay içimi yeni moda simitçi kafelerden birine girip oturduk. Sanki onca yılı bir çay içimi zamana sığdırmak için birbirimizle anlaşmış gibi, hayatımızda en çok bizlere iz bırakan yaşantımızdan kesitleri anlatmaya başladık. Bir de o zamanlara ait aklımızda kalan ne varsa anılarımızı paylaştık...

Hiç değişmemişti, yıllar ona fazladan kilo ve kırışıklıklar katmıştı, bir de acı bir yaşam... En çok annesinin ölümü etkilemişti onu, ne aldatılması, ne kendisinin ne de kızının boşanması, ne de babasının onca varlığına karşın ona maddi bir katkı sağlamaması... Hele hele annesinin kırkı çıkmadan babasının yeniden evlenmiş olması...

Yüzüne yerleşen mutsuzluk, bazen sevince dönüşüyordu sohbet etmenin mutluluğunda... Anlatıyordu, sözünü kesmeden dinledim. Kimselerle paylaşamadığı acılarının tümünü bir çırpıda benimle paylaşıvermişti.

"Annem ağır hastalandı, yatağa düştü, bir başıma anneme ben baktım. Gitti annem..." Anne acısı acıların en büyüğü…" demişti.

Gözlerinde biriken yaşlar, tombul yanaklarından bir bir dökülüverdi. Bu acının ne kadar yürek yaktığını, ne kadar iç sızlattığını ben de yaşamıştım. Masadaki peçeteler göz yaşlarımızın imdadına yetişti.

"Kocam olacak adam beni yedi yıl biriyle aldatmış. Sonunda karşıma dikilip 'boşanalım' dedi. Hiç itiraz etmedim, nafaka ve çocukların dışında hiçbir şey istemedim. İstediklerimi aldıktan sonra boşandık" dedi. "Şimdi o kadınla..."

Ben de "boşandım" dedim. "Üzüldüm" dedi. "Boşanmalara üzülmüyorum, hatta boşananları tebrik ediyorum, eğer bir birliktelik yürümüyorsa çabalamanın anlamı yok…" dedim. Gülümsedi, "haklısın belki de" dedi. Yaşadığımız hayat bir yerlerde birbirine benziyordu. Tek fark babamız ve babalarımızın bize kattığıydı.

Yaşam zordu, üniversite mezunuydum, bir mesleğim vardı. Kıyaslama yapmak doğru olmazdı. Çalıştığım halde kazandığım para ile ancak geçinebiliyordum. Neyse ki kira gibi yüklü bir miktarda her ay giderim yoktu. Babam bana bir ev, bir de araba almıştı, yaşantı benim için maddi anlamda daha kolaydı. "Sağ olsun babam, hiç zorluk yaşatmadı bana" dedim.

Yaraya tuz basmak bu olsa gerekti. Derin bir soluk alıp; "İşte" dedi, benim bu son söylediğim söz karşısında; "Ne babalar var!.. Babamın dükkanını biliyorsun" diyerek eliyle bir zamanlar babalarımızın bitişik olan iş yerlerini gösterirmiş gibi, "o dükkan ve üzerindeki dört katlı apartman onun." Biraz aşağı sokağı göstererek, "bir dört katlı apartman da orada var. Bu kadar varlığa sahipken ben ne yapıyorum; gidip el alemin çocuğuna bakıyorum. Olacak şey mi? Ankara'nın bir ucundan diğer ucuna her sabah erkenden gitmek de çabası...

En acısı da ne biliyor musun?" diye ekledi. Şu an kardeşimin oturduğu daire de onun. Sırf kardeşimden kira alamıyor diye o daireyi satılığa çıkardı. Ne babalar var bak işte..." diyerek başını sağa sola çevirip, "olmaz olsun böyle baba" deyip sustu.

"Bir lirayı harcarken düşünen, para gidecek, fatura çok gelecek diye hala kovaya suyu doldurup, haftada bir kez yıkanan zihniyetten ne beklersin" diyerek babasının düşüncesizliğini, bilgisizliğini, cahilliğini sıralıyordu. "Bu tutumluluk değil, basbayağı cimrilik..." diyerek masanın üzerinde duran sigara paketinden bir tane daha çıkarıp ateşledi, dumanı havaya üflerken içindeki sıkıntılardan arınırcasına tüm nefesini dışarı savurdu...

"Peki baban bunca varlığa terzilik yaparak mı sahip oldu?" diye sordum. “Zira benim annem de terziydi. Annemin terzilikten kazandığı ancak babamın kazancına destek oluyordu. Öyle daireler apartmanlar alacak bir gelir sağlamamıştı emeği ile...”

"Bir ara müteahhitlik yaptı, bir ara millet vekilliğine soyundu... " diyerek yanıtladı. Amaan ne hali varsa görsün dercesine savdı kafasından o an için babasını...

"İşte şimdi de benim oğlan üniversiteyi kazandı. İki yıllık, Isparta' da ki üniversitenin bir bölüme zar zor puanı tuttu da gidip kaydını yaptıracak. Yol parasını verecek gücüm bile yok. Sabah babasıyla buluştu, para yok demiş bizim oğlana, ne yapayım ben şimdi?" diyerek yine bir süre sesiz kaldı. Sonra hiç susmamış gibi; "Olmaz olsun o baba!" dediğinde boşanmış kocasından çok kendi babasını kastetmişti…

Babasının düşünce yapısı yüzünden koca bir yaşam nasıl başlamış, nasıl devam ediyordu... Kimi kimden sakınıyordu babası!.. Kadın ve erkeği, hele hele çocuk yaşta cinsiyet olarak ayırmanın, bir birine yem olmanın ne kadar cahillik olduğunu "okula gidip de erkeklere yem mi olacaksın" cümlesi fazlasıyla ifade ediyordu. İşte kendi kızının yaşamını kendisi yemişti!..

Zor bir durumdu, küçük yaşta can arkadaşım neler yaşamıştı, hala da yaşıyordu. "Öyle çok istemiştim ki okumayı!.." dediği andaki yüz ifadesi aklımdan hiç gitmeyecekti.

Sevinç ve üzüntünün bir arada yaşandığı bu karşılaşmada, bir daha ki buluşma için verilen telefon numaraları ile ayrılmıştık.

Yener Balta, 19 EKİM 2011

30 Eylül 2011 Cuma

YIRTIK ETEK

YIRTIK ETEK

Söylediği söz karşısında donup kalmış, bütün kan beynime fırlamıştı. Sanırım bana laf atmıştı. Diz hizamda olan eteğin bir karış yırtmacı ona batmış olmalıydı. Onun gibi ayak bileklerime kadar uzun etekler mi giymeliydim? "Eteğiniz yırtılmış" lafının üzerine; "O yırtık değil, yırtmaç!" demiş, başka da bir şey dememiştim.

Beni giyimimden dolayı yargılıyordu. Kendi değerlerine, kendi ortamlarına aykırı düştüğümden giydiğim etekten rahatsız olmuşa benziyordu. Yırtmaç ne zamandan beri yırtık olarak anlaşılmaya başlanmıştı. Bir de öğretmen olacaktı!..

Hiç aklıma gelmezdi, Halk Eğitimi Merkezi'nde öğretmenlik yapacağım. O dönemde işsizdim, iş arıyordum, gazete ilanlarının birkaçına gitmiş olumlu bir sonuç alamamıştım.

Yaşadığım semtin Halk Eğitimi Merkezi’nde resim öğretmeninin ayrıldığı kulağıma gelmişti. Zaman kaybetmeden gerekli belgeleri hazırlamış, resim branşı için başvurmuştum.

Görüşmeyi müdür beyle yapmıştım. Tecrübemden çok derslerde işlenen konularla ilgili bilgimin olup olmadığını sormuştu. Hazırlıklıydım, kursiyerlerin derslerde neler yaptığını az çok bildiğimden, bir büyük dosya hazırlamış; içine de, kendi yaptıklarımdan birer örnek koymuştum.

Müdür bey çalışmaları görünce beğenmiş olmalıydı ki; "Siz yarın ki derse katılın, kayıt işlemlerini ben yaparım!..” demişti. Bu kadar kolay olacağı hiç aklıma gelmemişti…

Müdür bey bana sınıfımı göstermişti. Ders defterini ve dolabı da açık bırakarak beni sınıfta yalnız bırakmıştı. Haftanın üç günü burada olacaktım. Yarın bu derslikte hiç tanımadığım öğrencilerle tanışacak, belki de benden yaşça büyük olanlarla ders verecektim…Bu duruma alışık olduğum halde yine de heyecanlıydım.

Ertesi sabah sınıfa girdiğimde 40-45 yaşlarında en ön sırada oturan kursiyer öğrenci beni sevinçle karşılamıştı. Boyadığı kumaş parçasını sıraya sermiş, minik kavanoz boyalarını dizmiş, gelecek olanları bekliyordu. Benimle birlikte sınıfa iki genç kız girmiş; benden sonra da sınıfa, özür dileyerek elinden tuttuğu 4-5 yaşlarında oğlu ile 30 yaşlarında bir bayan girmişti.
Gülümsemiştim... O gün çocukla birlikte çok hareketli, neşeli; hatta, sorunsuz bir ilk ders yapmıştık.

Zamanla öğrencilerle arkadaş, tüm sınıfla da aile gibi olmuştuk. Herkes derdini, mutluluğunu paylaşabiliyordu. Bu da beni ve sınıfı mutlu ediyordu...

Sorunu daha çok öğretmenlerle yaşamıştım. Öğretmenler odasına hiç gitmedim, gitmeyecektim de, ders aralarında ve öğle yemeklerinde hep sınıfımda olacaktım.

Bir sabah sınıf defterini almak için müdür odasına giderken, benim sınıfımda olan Yasemin koridordaki ankesörlü telefonla görüşüyordu. Gülümseyerek selamlaşmıştık. O sabah ardımdan gelen öğretmen hanım beni odada yakalamış, alel acele: “Günaydın, telefonda konuşan öğrenci sizin sınıfta galiba? Söyleyin ona, telefonda doğru dürüst konuşsun, konuşurken kendinden geçiyor, konuştuğu da erkek olsa gerek!.." demişti.

Şaşa kalmıştım, bu ne demekti? Kendinden geçmek! Hem de telefonun diğer ucundaki konuştuğu kişinin cinsiyetine kadar tahminde bulunabiliyordu. Bu uyarı için ne denebilirdi ki!.. "Peki, kendisiyle görüşürüm" deyip odadan çıkmıştım.

Yasemin'i telefonla konuşurken ben de görmüştüm, kendinden geçer bir hali yoktu, ayrıca mutlu görünüyordu.

Yasemin okumak istemediği için ortaokuldan ayrılmış, evde zaman geçmediği için bir meslek, bir uğraş olsun diye resim kursuna gelmek istemişti.

Uzun boylu, uzun saçlı, kara gözlü güzel bir kızdı. Derste Yasemin'e bakmıştım. Mutlu görünüyordu, hevesle kumaşını boyuyor, yanındaki arkadaşı ile sohbet ediyordu.

Teneffüste Yasemin'in yanına gitmiştim. "Mutlusun ne güzel, fark ediliyor…" dedim. Hep mutlu olmasını diledim. Bir erkek arkadaşının olduğunu biliyordum. Telefonda konuştuğu kişinin o olduğu büyük bir olasılıktı; zira ailesinden gizlediği bir arkadaşlığı vardı. "Telefonla konuşurken dikkatli ol, aramızda cahiller var!" deyip, başka da bir uyarıda bulunmamıştım kendisine... Anlamıştı ne demek istediğimi, o da bu ortamın ne kadar tutucu olduğunun farkındaydı.

Çok sürmeyen bu öğretmenlik dönemimde cuma akşamları okulun bahçesinde okunan istiklal marşına tüm okul olarak eşlik ediyorduk. O cuma tüm branşların öğrencisi, öğretmeni, memuru, görevlisi bahçede toplanmış istiklal marşının okunması için hazırlanmıştık.

Öğrencilerin çoğu kadındı. Erkek olan öğrenciler elektrik, elektronik, marangoz, bilgisayar gibi branşlara geliyorlardı.

Defteri müdür odasına bırakmış, istiklal marşının okunacağı alana gelmiş, erkek öğretmenlerin olduğu bölümde durmuştum. Bayan öğretmenlerden biri bana kaş göz işareti yapmış, beni bayan öğretmenlerin bulunduğu alana çağırıyordu.

Hayret etmiştim, kadın erkek diye niçin ayrılmışlardı, böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmezdi. Öğretmenin işaretlerine aldırmamış, bulunduğum yerden kımıldamamıştım.

Kadın ile erkeğin bir arada bulunmasından rahatsız olan, etek boyu ile uğraşan, öğrencinin telefon konuşmasını konu eden bir ortamda böyle insanlarla ne işim olabilirdi. Hele ki orası eğitim merkezi, öyle ki halkın eğitim merkeziydi!.. Bu eğitim merkezinde, ne yazık ki, eğitilen halk değil, eğiten halktı...

Herkes bulunduğu ortamı kendi dünya görüşüne çevirebiliyordu, ne üzücüydü. Farklı fikirlerde olup aynı ortamda bulunmak, o ortama karşı gelmek, olması gerekeni diretmek, bana ya da onlara bir fayda sağlamayacaktı.

En kısa zamanda istifamı vermeliydim…
Yener Balta 29 Eylül 2011

X
Sevgili Yener,
Öykün ne desen değer…

Her öykün bir öncekinden güzel oluyor…
Baban da bundan mutluluk duyuyor.

Öyküde önemli olan anlatımdır.
Bu da sende bütünü ile vardır.

Bir de beklenmeyen, çarpıcı sonuç gerek.
Bu da kendiliğinden oluşur giderek…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
Hayri Balta,29.9.2011
x

13 Eylül 2011 Salı

ARKASI DÖNÜK ADAMLAR

ARKASI DÖNÜK ADAMLAR

Ramazan ayı akşamlarından birinde, Kızılay’dayım. Sokakta hızlı adımlarla insanlar koşuşturmakta. Herkes iftar olmadan eve dönme telaşında. Ankara'nın en eski sokaklarından birinde arabamı bıraktığım otoparka doğru gitmekteyim. 

Sokağın sessizliğini akan bir su şırıltısı bozarken, kafamı sese doğru çevirdiğimde gördüğüm manzaraya o kadar alışık olduğum halde, "bu kadarı ayıp doğrusu" diyebilmiştim. Aramızda bir araba boyu mesafe vardı. Kaldırımın kenarında, park halindeki arabanın yanında bulunan ağacın dibine, her iki eli önünde yola arkası dönük, ihtiyacını gideren bir adamla karşılaşmıştım. Aslında şaşırmamalıydım. İki eli önünde, arkası yola dönük adamlarla o kadar çok karşılaşmaktaydım ki...

Daha bu görüntüyü hazmedememişken, bir başka akşam köpeğim Tarçın'la birlikte yaşadığım mahallenin parkında geziniyorduk. Tarçın'ın ihtiyacını ağaç ve çalı diplerinde gidermesi ne kadar normalse, bulunduğu banktan kalkıp, diğer bankta oturan kızlı erkekli gençleri hiçe sayıp, basketbol sahasında basketbol oynayanları ve onları izleyenleri, benim gibi parkta dolaşanları da görmezden gelip, parkın tam ortasında bulunan insan boyu çalılıklara iki eli önünde yine arkasını dönen adamın yaptığı da kendine göre o kadar normaldi. İşi bitirip banktaki arkadaşlarının yanına gidip kaldığı yerden, yere bıraktığı bira şişesini eline alıp kafasına dikmişti...

Bazı akşamlar Batıkent'ten Varlık mahallesine arabayla giderken, Ergazi Köyü ile Batıkent İnönü Mahallesi arasında sağlı solu, arabasını durdurup iki eli önünde, yola arkası dönük bir çok adamı görürken, yürüme mesafesinde bu işi yapanlara tahammül edemez oldum. Bir, iki, üç derken bu sayıyı öyle çoğaltabilirdim ki, iki eli önünde arkası dönük adamların haddi hesabı yoktu.

Belki de erkeklerin boşaltım organlarının dışarıda oluşu, her mekanda ihtiyacını giderme kolaylığı mı mekan fark ettirmiyordu? Yoksa bu semtlerde yaşayan erkeklerin eğitim düzeyi mi bunu yaptırtıyordu? Anlamış değildim! Yıllar önce bir arkadaşımın, bir akşam evine giderken yol boyunca erkek arkadaşının kendisine eşlik ederken, "pardon" deyip kendisinden uzaklaşıp, cami avlusunda gözden kaybolup, geri gelmesiyle "çok sıkışmıştım" deyip yola devam etmelerini benimle paylaşmıştı. 
"Eceline susayan köpek cami duvarına işermiş" atasözü aklıma gelmişti. Bu davranışından sonra görüşmediğini de...

Bu işin eğitimle de ilgisi yoktu. Belki de, parklarda tuvaletlerin olmayışı mıydı? Ulu orta ihtiyacını gideren birilerinin, o herkese açık olan tuvaletlerin ne durum alacağını şimdiden tahmin edebiliyordum. Bu iyi niyet düşüncemi yine kendim çürüterek, hadi parkta tuvalet yok, her adım başı yaya trafiği olmayan yerlerde de mi tuvaletler konmalıydı!.. Belki de araba içlerinde, ağaç altlarında, kaldırım kenarlarında ya da çimlerin üzerlerinde içilen alkoller mi erkekleri bu duruma düşürüyordu? Bu durumda kadınları görmek imkansızdı!.. Ayıp kelimesi en çok kadınları mı bağlıyordu? Kadın fizyolojisi bu tür ihtiyaçlarını sokakta gidermesi için uygun mu değildi?

Alacakaranlık bir akşam, evimin perdelerini çekmek için bina girişinin en uç köşesinde olan odamın penceresinin önündeyken, üç gencin sakınarak bahçeye doğru girdiğini gördüm. Pencereden kafamı uzatarak; 
"Ne oluyor, bir sorun mu var deyip," telaşlarını sordum. Aralarından biri; 
"Arkada, otoparktaki arabayı çekecek de arkadaş" dedi. 
"Ne arabası?" dedim. Arkada duran zaten iki araba vardı, biri benim, diğeri komşunun arabası idi... 
"Ne yapıyorsunuz?" diye bir kez daha sordum. Lafı eveleyip gevelerken, birinin elleri önünde birleşmiş, benim duvarımın dibine iyice sokulmasıyla, ne yapacağını tahmin ederek kendimi içeri çektim. Tekrar cama yanaştığımda üst katta oturan iri yarı komşu, iki eli önünde arkası yola dönük gencin omuzlarına yapışmış, durumundan kurtulamayan çocuğun şaşkınlığına aldırmadan anlayamadığım küfrüyle onu silkeliyordu. 
"Yer mi yok ulan?" deyip sesini yükseltmişti. Korkak, titrek, cılız bir sesle,
"Asker, asker uğurluyoruz, içkiliyiz...", diyerek savunmaya geçmişti... 
"Yürü git!" diyerek itelemişti elindeki genci... Gözcü konumunda olan diğer ikisi çoktan yolun karşısına kaçmışlardı.

Bir kez daha imrendiğim kaba erkek kuvvetinin biz kadınlarda olamayışına yazıklanmıştım. Ben, bir şey yapamamış kendimi pencereden içeri çekmişken, erkek olmanın verdiği güven ve kuvvetle geçerken bile bu duruma müdahale edebilmişti komşu...

Erkek eğemen bir toplumda, eğemenliğin bu tür davranışlarda hüküm sürmesi ne üzücüydü. Gece karanlığında sokaklar onların mekanları olabiliyor, her türlü ihtiyaçlarını evleri gibi sokaklarda giderebilen erkeklerin özgürlükleri olumlu yönde olabilseydi; sanırım o zaman sokaklar sadece onların olmaz, korkacak, kaçacak, ürkecek bir durum olmadığı için kadınlar da erkekler kadar özgür olabileceklerdi...

Yener Balta, 12 EYLÜL 2011

+

Sevgili Yener,
Öykün ne desen değer.
Konu da güzel
Anlatım da güzel.
Bakalım okuyucuların,
Bu öykün için ne der?

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 12.9.2011