YOLDA
YÜRÜRKEN
Yürüyordum! Tam iş yerimin olduğu sokağın başına gelmiştim ki,
arkamdan;
“Takdir ederim sizi!” diye bir erkek
sesi işittim.
Ne
oluyordu? Durdum, dönüp arkama baktım.
“Yürürken
kitap okuyorsunuz, taktire değer bir durum” dedi.
“Tebrik
ediyorum sizi. Ne güzel, hayran kaldım yaptığınıza” dedi. Teşekkür ettim.
Aslında bu benim bulduğum bir şey değildi. Küçükken yaz akşamları,
babamı işten geleceği saatte evimizin önündeki duvarda oturur beklerdim.
Uzaktan görürdüm babamı, yavaş sakin adımlarla gelirdi. Kolunun altında
çantası, tek elinde kıvırdığı kitabı, hep okurdu yürürken. Hatta bir
keresinde başını fark etmediği ağaç dalına çarpmıştı. Hafif kanamıştı. Neyse ki
bir şey olmamıştı babama... Bir keresinde de evi geçmiş çok sonra geçtiğini
fark edip geri dönmüştü.
Babam için zaman kıymetiydi. Hala da kıymetli...
“Kitabı
bitirmek üzereyim ve hatta tekrar başa döneceğim, merak içindeyim” dedim. Birazdan iş yerine girecek ve elimdeki işi devam edecektim. Kitap okumaya zaman ayıramazdım iş varken... Yolda
yürürken neden okuduğumu açıklarcasına…
“Ne güzel” diye yineledi.
“Ne okuyorsunuz?” diye çekinerek sordu. “Yazar olmak istiyorum”
diyerek kitabın ön yüzünü gösterdim.
“Yazmaya çalışıyorum da” dedim.
“Ne yazıyorsunuz?” diye sordu. “Yazıyorum…” dedim, sözümü keserek,
“Kitap mı?”
“Hayır,
henüz değil, günlük tutmaktan öyküye geçtim.”
Çoğu
kimsenin kitap okumadığı ile ilgili uzun uzun anlattı. Dinledim, hoş sohbetini…
“Kitap yazmış olsanız ben okurdum” dedi. Net ve hoş bir sesle, o
anki hayranlığını belli ederek...
“Okuyun, okumak güzel…” dedi.
“Evet, çok haklısınız okumaya çalışıyorum” dedim.
“Dedikodu yok, huzurlusunuz, kafanız rahat...” diye de ekledi.
“Montaigne’nin, Denemeler kitabını öneririm size…” dedi.
“O benim başucu kitabım” dedim, gülümseyerek...
Ben de merak
etmiştim, yolda kitap okumamla ilgilenen insanı.
“Siz ne işle uğraşıyorsunuz? diye sordum.
“Ben hastalığımdan dolayı askerlikten ayrıldım” dedi.
“Uzun zamandır tedavi görüyorum. Şu anda iyiyim ama, devam
ilaçlara…” dedi.
Kitap
okuyup, günde 1.5 saat yürüyormuş. Yüzünden hasta olduğu hemen anlaşılıyordu.
Sarı, solgun yüzü tıraşsız, dişleri seyrelmiş ve olabildiğine sarıydı. Saçları
beyazlamıştı. Üzerinde sıklıkla değiştirmediği her halinden anlaşılan gömlek ve
kumaş pantolonu vardı. Görünüşü pek de derdi değil gibiydi.
“Askerlik, insan yapısına uygun değil bence, katı disiplin hakim…”
demem, konuşmamızı noktalamıştı.
Başarılar
diledi bana... İyi günler dileyerek ayrıldık. Gülümsemelerimiz yüzümüzde uzun
bir süre kalarak...
10 EYLÜL
2008
YENER
BALTA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder