1 Ocak 2024 Pazartesi

EYVAH ÇANTAM!

 EYVAH ÇANTAM!

O gün evimden metroya yürümüş, on beş dakikalık mesafede yorulmuştum. Metro istasyonunda trenin gelmesini beklerken oturmuştum. Biraz cep telefonuma baktım. Trenden önce sesi geldi. Telefonu cebime koydum. Binmek için ayağa kalktım. Ne olduysa o arada olmuştu. Bunu sonra fark edecektim. 

Vagon boş sayılırdı. Oturulacak yer fazlasıyla vardı. Biraz bekledikten sonra oturdum. Bu sakinliğin nedeni belki de Ramazan ayının ilk günü olmasıydı. Evim Kızılay’a yakın, beş duraklık mesafedeydi. İnmek için hazırlanayım dedim. Çantamı elime almak için kucağımı yokladım. Çantam yoktu. Sırtımı yokladım. Çantam yoktu. Bir polisin üzerimi ararcasına vücudumu yokladım. Çantam yoktu. Ayağa fırladım, sağıma soluma baktım, üzerimi defalarca kontrol ettim. Bindiğim kapıya doğru baktım, çantam yoktu.

“Eyvah çantam yok!” deyip telaşla ilk istasyonda Sıhhiye’ de indim. İlk aklıma gelen bindiğim istasyona, Akköprü’ye geri dönmekti. Binerken düşürmüş olmalıydım. Sırtımda zannettiğim çanta kucağımda duruyor olmalıydı. Trenin gelme sırasında hafif olmasından dolayı düşürdüğümü fark etmemiştim. Çanta, ince paraşüt kumaşından, minik sırt çantalarındandı. Boş olduğunda bir avuca rahatlıkla sığabiliyordu.

Telaşla banka kartlarım aklıma geldi. Hemen iptal ettirmeliydim. Kartların bir de temassız ödeme özelliği vardı. Bu beni daha da telaşlandırmıştı. Neyse ki üzerinden pek zaman geçmeden fark etmiştim. Bir an içim rahatladı. 

Bankalardan ilkini aradım. Müşteri temsilcim hemen hesaplara bloke koyup, kartları iptal etti. Teşekkür ettim. Diğer bankayı aradığımda müşteri temsilcim, 

“Ben buradan bir şey yapamam 444’lü telefondan ulaşın!” dedi. 

“Nedir numara?” diye sordum. Numarayı aklımda tutacak durumda bile değildim. Neyse numarayı tuşlamış, telefonun diğer ucundaki elemana ulaşmıştım. Karşımdaki güvenlik için, baba adımın ilk iki harfini sorduktan sonra kart şifremi girmemi istedi. Hangisinin şifresini girmek istediğimi sordu. Kullanırken bile karıştırdığım şifreler rakam olarak beynimde uçuşuyordu. Telefondaki ses başarı ile şifremin tamamlandığını söyleyince rahatlamıştım. Her iki kartımın da iptal edilmesini istedim. Hesaplarıma da bloke konmasını… Telefondaki ses başka bir işlem isteyip istemediğimi sordu. Teşekkür ettim.

Hiçbir şeyden emin değildim. Aklım başımda değildi. Teyit etmek için tekrar aradım. Şifre kabul etmiyor, operatör yönlendiremiyor ben yaptığım işlemden emin olamıyordum. Tekrar müşteri temsilcisini aradım. Durumu bir de kendisinin kontrol etmesini söyledim. “Buradan bir şey yapamadığımı söyledim ya size!” deyince, kaç zamandır söyleyemediğim memnuniyetsizliğimi; 

“Sizden hiç memnun değilim” diye dillendirdim. Bana savunma amaçlı bir şeyler söylese de duymuyordum. Telefonu kapadım. Bir mektup uzunluğunda müşteri temsilcisinden kendini savunma mesajı gelmişti. Seninle işim sonra, deyip tamamını bile okumadım.

Koşarcasına girişteki güvenlik elemanını buldum. Durumu anlattım. Telsizle Kızılay güvenlik merkezine bildirdi. Herhangi bir bilginin olmadığını söylemişlerdi. 

“Bulunursa hemen haberimiz olur, merak etmeyin” dedi. Binerken düşürmüş olabileceğimi söyledim. 

“Gelin birlikte bindiğiniz yere, raylara bakalım” dedi.

Aşağı indik, raylara güvenlik açısından kendisi baktı. Beni yanaştırmadı. 

“Bir de karşıya geçip bakalım, buradan göremesek bile karşıdan görebiliriz” dedi. Raylar kara, istasyon kara, içim kapkaraydı. Çantam yoktu. 

“Benimle gelin” diyerek yukarı, danışmaya gittik. Elim ayağım tutmuyordu, dizlerimin bağı çözülmüştü. 

Titriyordum. Üşümekten çok yaşadığım olaydan tir tir titriyordum. 

“İçeri geçin, bayan arkadaşla oturun, ısınırsınız” dedi. Dilim damağım kurumuştu. Başım çatlıyordu. 

“Su var mı?” diye sordum. 

“Makineden alabilirsiniz” dedi.

Üzerimde para yoktu. Makineden kendi parasıyla bir şişe su almış bana uzatmıştı. Mahcup olmuştum. Belki kendisi için bile o makineden bir su bile almamıştı. Çok teşekkür ettim. 

“Helal olsun abla” dedi.

“Bu tür olaylarda çantayı bulan, metroda bir şey yapmaz. Her yerde kamera var. Dışarıya çıktığında içine bakar işine yarayanı alır, çantayı bir kenara atar. Bu devirde çok zor abla bulup getiren…” diye olayı özetlemişti. Bir ihtimal olan ümidim o an yok olmuştu. Bir türlü aklım almıyordu. Kendimi, çırılçıplak sokağın ortasında kalmış gibi hissediyordum. Eve nasıl gidecektim, nasıl girecektim. Anahtarım, banka kartları, kimlik kartım, ehliyetim, cüzdanımdaki paralar… aklıma geldikçe içim daralıyordu.

Güvenlik elemanı, nerede oturduğumu sordu, en yakın karakola zaman kaybetmeden gidip gerekeni yapmamı söyledi. Teşekkür ederek yola koyuldum. 

Kırk yıldır oturduğum yerde, durakta inince yönümü şaşırdım. Beynim bulanıktı. Çantam için kendimle hesaplaşıyordum. Bir solukta karakola vardım. Kaygılıydım, stresliydim, hızlı yürümekten nefes nefeseydim. Karakol ismi gibi karaydı. Girişte güvenlik geçişi, üzerinde silahlı kara üniformalı polisleri görmek beni rahatlatmamış, aksine daha da daraltmıştı. 

Binanın dış kapısında duran polis memurları, merdivenlere bile adım atamadan,

“Ne için geldiniz?” diyerek beni durdurdular.

Merdiven korkuluğuna dayanıp soluklandım. Dilim damağım kurumuştu, konuşamıyordum. Sonunda ağzımdan birkaç sözcük dökülmüş, “çantamı kaybettim” diyebilmiştim. Sürekli soru soruyorlardı. Nerede, ne zaman, nasıl?... soruları devam etti. Bu soruların cevaplarını verirken saçmalıkla sonuçlanacağı hiç aklıma gelmezdi. 

“Nerede düşürdüğünüz değil, nerede fark ettiğiniz geçerli. Siz Sıhhiye karakoluna gidin!” dedi içlerinden biri. Aklım almamıştı. Bu ne saçmalıktı! Arada üç durak vardı, burası da karakoldu. Niçin burada tutanak tutmadıklarını sordum. Dediğini tekrarladı. Beni ısrarla Sıhhiye karakoluna yönlendirdiler. Bir de yetmezmiş gibi azarladılar…

“Dedik ya, Sıhhiye karakoluna gideceksiniz!”

Donup kalmıştım. Bu saçmalığın hesabını daha sonra soracaktım! Sıhhiye karakoluna nasıl gidecektim. Üzerimde beş kuruş yoktu.

Günün, çalışma saatinin kalan son çeyreğiydi. Karakola yakın olan bankaya gidip bir şekilde para çekebilir miydim! Müşteri temsilcisinin masasına gittiğimde meşguldü. Masaya yaklaşıp, 

“Zor durumdayım, hesabımdan para çekebilir miyiz?” dedim.

“Öncelikle geçmiş olsun. Biraz beklerseniz, yardımcı olacağım” dedi, gergin bir ifadeyle… 

İşine ara verip yanıma geldiğinde hala kendini savunma aşamasındaydı. Karşılıklı bir şeyler konuşsak da sözcükler hava da birbirine çarpıyordu. Ne o beni dinliyordu, ne de ben onun savunmalarını… 

“Neyse, bu konuyu sonra konuşuruz. Şimdi bana para lazım. Bir miktar çekebilir miyiz?” dedim.

Bankolardan birine gittik, memur diretse de,

“Benim müşterim, ben kefilim” diyerek hesabımdan 1.000.00 TL. verdiler. Parayı cebime koydum, bankadan çıktım.

Olan olmuştu. Cebimde para vardı. Sakince ne yapmam gerek ona karar vermeliydim. Bana hayır demeyecek arkadaşımı aradım. Durumu bildirdim. Hemen geleceğini söyledi. Kendimi daha rahat hissetmiştim. Beklerken çay içmek için simitçiye oturdum. Yan masada oturan kadınla sohbet çoktan başlamıştı. Durumumu bir solukta anlattırmış, ona düşen teselli konuşması olarak; “depremde insanlar her şeyini kaybettiler, giden çantanız olsun!” diyerek buna şükür etmemi istemişti… 

Çayımı içmiş saati kolluyordum. Arkadaşım arayarak trafiğin çok yoğun olduğunu, biraz gecikeceğini söyledi. Yerimi bildirip, beklediğimi söyledim. Çay parasını ödeyip, ayaklandığımda bilmediğim bir telefon numarasıyla aranıyordum. 

Adımı söyleyerek kim olduğumu öğrendikten sonra,

“Çantanızı kaybettiniz mi?” diye o an için, hiç mi hiç beklemediğim bir soru olmuştu. Bankadan arıyorum, bulan kişinin telefon ve ismini yazabilir misiniz? Kendisiyle iletişime geçersiniz.

Kasa yanında duran kalemi aldım. Bir de küçük not kağıdı istedim simitçiden. Verilen numarayı ve kişinin ismini not aldım. Bu bir şaka mıydı? Hiçbir umudumun kalmadığı anda bu telefon konuşması, içinde bulunduğum durumu tam tersine çevirmişti. Birden, tüm olumsuzluklar beynime üşüştü. Çanta bulunmuş olsa da, içindekiler duruyor muydu? 

Önce not aldığım numarayı aradım. Genç bir erkek sesiydi duyduğum. 

“Bulduğunuz çantanın sahibiyim. Bankadan sizin numarayı verdiler” dedim. 

“Merhaba, bizim elemanın babası bulmuş çantanızı metroda. Oğlu benim yanımda çalışır. Suriyeliler, Türkçe bilmezler. Oğlu az biraz konuşup anlayabiliyor. Çantayı hiç açmamışlar, çantanızı ben açtım. Size ulaşmak için bir telefon numarası aradım, bulamadım. Banka aracılığı ile size ulaşmak aklıma geldi. Size oğlunun adını, ev adresini ve telefon numarasını vereceğim. Şu an iş yerinden eve gitmek için çıktı. Siz onu bir saat sonra arayın. Ancak evde olur. Babası çantayı eve götürmüş oradan teslim alırsınız” dedi. Tekrar tekrar teşekkür ettim. Daha sonra sizi arayacağım diye telefonu kapattım. 

Karşıyaka’ya gitmek zaman alacaktı. Ben telefonla konuşurken yanıma gelen arkadaşım konuşmaları duymuş, hemen kızını aramış. İşi gereği Suriyelilerle çalıştığı için, iş yerinden Arapça tercüman arkadaşını yardımcı olması için ayarlamış. Ne büyük tesadüf… 

Arkadaşımla yola koyulduk. Olanları yol boyunca ona anlattım. Çok şanslı olduğumu düşündüm. Olmayacak olmuş, çantam bulunmuştu. Patronun “çantayı hiç açmamışlar, ben açtım” demesi kulaklarımda çınlıyordu. Metrodaki güvenlik elemanının dediğinin tam tersiydi. Bulan gerekeni almamıştı, kalanını çöpe atmamıştı…

Suriyeli oğuldan önce verilen adrese gelmiştik. Kırmızı, tek katlı binanın kapı numarası aradığımız evdi. Yıkık, dökük, bakımsız olan ev üflesen devrilecek gibiydi. Pencerenin kırık camında sıkıştırılmış bir minder, kalan açıklıkta perde uçuşuyordu. Ev terkedilmiş gibiydi, yaşam belirtisi yoktu. Baca tütmüyordu. Ülkelerinden, yurdundan, evinden uzak, her şeylerini bırakıp ülkemize sığınmışlardı. 

Bir saati doldurmuştuk. Telefon numarasını çevirdiğimiz de evin oğlunu yolda eve doğru gelirken görmüştük. Yanımıza geldi. Gülümsedi. Selamlaştık. 

“Çantanız evde, babam önce geldi. Özürlü kardeşim var ona bakmaya geldi.” dedi. Türkçeyi güzel konuştuğunu söyledim. Gülümsedi. Bizi eve doğru yönlendirdi. Evin yan tarafında küçük bir bahçe vardı. Bahçe kalabalıktı. Baba, amca ve özürlü kardeşinin yanında birkaç özürlü genç daha vardı. Selamlaştıktan sonra bana, “Gelin, çantanız içerde” diyerek evin kapısına yönlendirdi. Evin kapısında kucağında yine özürlü bir çocuğu tutan, evin hanımı çantamı gülümseyerek bana uzattı. Teşekkür ettim. Çantamı ve cüzdanımı hafif yan dönerek kontrol ettim. Her şeyim duruyordu. Cebimdeki, bankadan çektiğim paranın tümünü kadına uzattım. “Lütfen kabul edin, çok teşekkür ederim” dedim. Parayı uzattığımı evin oğlu görmüştü. “Gerek yoktu abla” dedi.

“Olur mu? Helali hoş olsun. Bu devirde iyi insanlara rastlamak çok zor. Sağ olun, var olun…”

Elimde tuttuğum çantamın sevincini o an için unutmuştum. Karşılaştığım iç burkan bu manzaraya üzülmüştüm. Sağımda solumda dolaşan özürlü gençlerin akraba evliliği sonucunda dünyaya geldiğini düşündüm. Tıp bunu kanıtlamıştı. Her yeni doğan çocuğun kaderi aynı olacaktı. Bu yoklukta, bakıma muhtaç bu kadar özürlü çocuğun içinde, bu insanların iyi niyeti karşısında şaşkına dönmüştüm. Ev yokluktu, yaşayanlarda yoktu. Ama insanlık çoktu. 

“Yemeğe kalın, birlikte yiyelim” demişti baba. Evin oğlu tercüme etmişti. Kendilerine yetmeyecek lokmalarını bizimle paylaşmaya hazırlardı. İçim burkularak, defalarca teşekkür ettim.

Bu yoklukta bu dürüstlüğü sorgular olmuştum. Dürüstlük sahip olunmayanlarla ölçülür müydü? 

Bu karşılaştığım yoklukta, varlığı yakalamam benim için unutulmaz izler bırakacaktı.

YENER BALTA,

25 Mart 2023


Hiç yorum yok: