18 Aralık 2015 Cuma

Q KLAVYE

Q KLAVYE

Bakmadan on parmak yazanlara hep imrenmişimdir. Hele bir de hızlı yazarlar ya, hayran kalırım. Benim de hızlı yazmam için hiçbir engel yok aslında. Yapmam gereken tek şey  her gün belli sürelerde çalışmak. Biraz zaman alsa da zoru başarabilirim.

Bir türlü öğrenemedim tam anlamıyla Q klavyeyi. Harflerinin sırasını önce F diye isimlendirip, sonra da Q diyerek klavyenin üzerinde yer değiştirdiler. Tam olarak F klavyeyi öğrenmesem de kendimce yazabiliyordum. Şimdi Q klavyeyi öğrenmekte zorlanıyorum. Her bir harfin yerini öğrensem de her harf arası basarken duraksıyorum.

İşte “a”. En önce öğrendiğim harflerden. “ş” ile “i” yan yana belki onları da ondan şaşırmadan yazıyorum. Belki de parmakların durduğu yer olan orta sıra en kolay ve ilk önce öğrenilen... a s d f g h j k l ş i , bunlar orta sıra. Alt sıra, z x c v b n m ö ç . Üst sıradakiler, q w e r t y u ı o p ğ ü diye yerleştirilmiş. En üstte ise rakamlar ve makine için kullanılan tuşlar.

En zoru da serçe parmaklar, alt ve üst harflere uzanmak. Bir de satır başı büyük harflerde pratik kazanmak. Ne kadar yerlerini öğrensem de parmaklarım bazen F klavyedeki yerlerine gidiyor. Halbuki şu an F klavyede,  “f”nin yerinde “a” vardı. “J”nin yerinde de “k” harfi... Kullandığım bilgisayar I Mac, onlar da yenilik yapacağız diye klavyeyi küçültmüşlerde küçğltnğşler.
Yanlış yazdım değil mi?

Hiç kaçmıyor gözünüzden. Sadece bu sefer düzeltmedim hatalı yazışımı. Yazıya başladığımdan beri böyle yanlışlıkları çokça yaptım. Demiştim ya yazarken şaşırıyorum diye... Bu kelimeyi düzeltmedim sadece.

Araya yanlış kelime girince yazacağımı unuttum bakar mısınız? Bu klavye macerası yeni bir bilgisayar almamla başladı. Bu işi iş yerinde yapmadım. Orada da yeni bilgisayar alınmıştı. Eski klavyeyi (F) yeni makineye takıp öğrenmemiştim. Hem yeni klavye ve mouse kablosuz. Eğer öğrenmiş olsaydım, şimdiye yazılarımı seri bir şekilde yazıyor olacaktım.

Kendime sözüm var, ÖĞRENECEĞİM...


YENER BALTA, 
12 ARALIK 2015

SON KİTAP

SON KİTAP

Babam gideli iki ay oldu. Bu iki ay içerisinde nereden nasıl başlarım diye düşünürken, babamın bilgisayarındaki tüm klasörlerin bir kopyasını kendi bilgisayarıma aktardım. Şu an babamın arşivi içerisinde kaybolmak üzereyim. Basılmış kitaplar, basılmaya hazır olanlar, kitaba dönüşmeyecek dosyalar, günlük yazışmalar, notlar, daha neler neler... Tüm arşivi elden geçirip geriye bıraktığı 300’e yakın dosyanın kaçı makinede dizilmiş, amacım onları bulmak... Sanırım onları da çalışmalar klasörü adı altında gruplamış... Her makinemin karşısına oturduğumda heyecanla ve git gide kolaylayacağımı düşünsem de, birkaç saat sonra bunu üstesinden nasıl geleceğim diye her defasında bocalıyorum.

Hep aklıma gelse de bir gün olsun sormaya cesaret edemedim. Ne, nerede, nasıl duruyor çalışmaların diyemedim. O varken bu soruyu sormak kendimce hiç de yakışık almazdı. Çünkü ne babam, ne ben ayrılış denen o gerçeği çok iyi bilsek de hiç aklımıza getirmiyorduk. Her ne kadar uzatmaları yaşıyorum dese de kendisi...

Son dört kitabını aynı anda bastırmıştık. “Dinli Dinsiz Tartışıyor” kitabı, babamın düşüncelerinin tümünün özetiydi. Kitabı hazırlarken, tıpkı diğerleri gibi merakla okuyordum. Bu kitabı için kendisine düşüncelerimi belirttiğimde görüşümün çok doğru bir değerlendirme olduğunu söylemişti.

Hastanede yattığı dönemde bu kitabından bir tane getirmemi istemişti. Acil ve yoğun bakımdan çıkmış, normal bakım odasında yatarken okuyacaktı.
Babam benim!..
Ben beni bildim bileli elinden düşürmediği kitapları, bu sefer elinde bile tutamıyordu. Gücü buna yetmiyordu. Nefesi, kalbi buna izin vermiyordu. Okuma, yazma, düşünme arzusu ile yanıp tutuşan babamın artık gücü kalmamıştı.

Benim yazıyor olmam onu çok mutlu ediyordu. Hep yazmamı vasiyet ediyordu. Bundan ekmek bile yiyebileceğimi söylüyor, beni yüreklendirmek için benden de güzel yazıyorsun dediğinde, senin de yazılarını kitaba dönüştürme zamanı geldi diyerek hazırlamamı istemişti.

Yazmam babam için kendisine umut olmuştu. Geride bıraktığı yazıları, kitaplarını yaşatacak kişi olarak büyük bir mirası gözü arkada kalmadan bırakıp gidecekti.

O an için, yaşamının son zamanları olduğunu hiç aklıma getirmedim, konduramadım da... Solunumda zorlanıyor, makinesiz solum yapması imkansız görünüyordu. Tekrar yoğun bakıma girecekti.

Ablam başucundaki eşyaları toplarken kitabı eline aldığında, el ve göz işareti ile bir şeyler diyen babama tercüme olan ablam; “kitabı Yener’e mi vereyim?” dediğinde evet dercesine onaylamış, o soluk gözleri bir anlığına parlamıştı. Belki de ben öyle hissetmiştim. Babam o kitabıyla bana tüm kitaplarını emanet etmişti.

O an, babamla vedalaşmamızmış meğerse...


YENER BALTA, 9 ARALIK 2015

6 Aralık 2015 Pazar

DOĞADA OLMAK-I

DOĞADA OLMAK-I

Doğa ile bu kadar iç içe olmak büyülüyor beni. Balık tutmaya imrenen, tutmayı çok isteyen ben, her gün balık tutmaya gidiyorum. Bir de olta aldım kendime. İşin tuhafı, yufka yüreğim dayanmıyor oltaya takılan balıklara, salıveriyorum. Kuş ve kelebek fotoğrafı çekmek için kilometrelerce yol giderken, şu an evimin bahçesinde az rastlanan kuşların bile fotoğraflarını çekebiliyorum. Kara Kızılkuyruk, Kızıl Gerdan, Alakarga, Baykuş, Martı ve daha niceleri, kimseler de bilmez bu isimleri...

Alabildiğine çeşitli, renk renk çiçeklerin arasında olmak, onları dalından koparıp evin içerisinde vazoya koymaktan büyük zevk alıyorum. Benim de bahçemde olsun dediğim bitkiden, bir dal, bir kök, birkaç tohumu toprakla buluşturmak heyecanlandırıyor beni...

Ve doğanın sessizliği büyülüyor... Belki hafif esen rüzgarda yaprakların hışırtısı, arada esrarengiz kuş cıvıltıları...

Denizin gökyüzüyle ahengi, çingene kızın sevdiğine cilvesi gibi... Gökyüzü mavi, yeşil, kara kasvetli... Bir anı bir anını tutmuyor denizin rengi, gökle yarışıyor sanki... Esmeye görsün rüzgar, dalgalar birbiri ile kapışıyor...

Deniz alabildiğine geniş, ufukta bir balıkçı kayığı suda süzülüyor. Belli ki ekmek kapısı, bu da hayatın çilesi... Deniz alabildiğine sessiz, az ötede iskeleye konan kuşun derinden gelen tiz sesi... Durgun mavi denizde bir balık sıçrıyor sudan dışarı... Gülümsetiyor, mutlu olmak bu sanırım diyorum kendi kendime... İçim içime sığmıyor her gördüğümde, heyecanlanıyorum... Çiçeğe konan beyaz kelebekler denizin üzerinde dans ediyor. Hırçın denizde şaşıran balıklar avını kestiren martılara yem oluyor. Her denizle buluşmamda suya paralel, boydan boya süzülüp geçiyor yine bir balıkçıl... Taşa vuran suyun çekilmesiyle taş canlanıyor sanki! Sessiz doğada ne de çok canlı var, şaşıyorum. Taşın rengini alan yengeç yavaş yavaş ilerliyor.

Kedisi, köpeği bol buranın, yazlıkçılar varken iyi, kimseler kalmayınca kuru ekmeğe razı... Balık yeminden arta kalan ekmeği kapmak için köpeklerin birbirlerine hırlamalarına üzülüyorum... Ana kedi şanslı, ellerinde süt şişesi birkaç yaşlı, besliyor her gün belli ki yavru kedileri...

Ah begonviller!.. Pembenin bin bir tonu, yarışırcasına, inatlaşırcasına, yaz kış demeden dallarında capcanlı, kenarından köşesinden yukarı renklendiriyor beyaz Bodrum evlerini...

Burada olmaktan mutluyum...

YENER BALTA, 30 Kasım 2015


EMEKLİYİM

EMEKLİYİM

Okulu bitirir bitirmez özel bir şirkette grafik tasarımcı olarak işe başladım. Burada çalışmam beş gün sürdü. İş verenin hal ve davranışı diyelim, gerçeğe değinmeyelim!..

Aradan geçti 25 yıl. İkinci iş yeri neresiydi hatırlayamıyorum bile. Bir ara listelemiştim. Neredeyse yirmi beş ayrı iş yerinde bir günden bir yıla kadar sürelerde çalışmışım. Yirmi beşle kalmadı tabi bu iş yerleri... İş aralarında uzun süreler işsiz kalıp yeni yerler aradım durdum.

Ayrılma nedenlerim farklı farklı... Kimi çalıştırıp maaş vermedi. Sigorta yapacağız deyip yapmadılar. Yapmadıkları halde devam ettiklerimde oldu. Kimi kendini bilmez taciz etti... Kimisi ısrar etti gidemezsin diye, kapıyı kilitledi. Bir diğeri çıkan işleri beğenmeyip kovmaktan beter etti, kimileri beğense de karşılığını çok gördü. Gece gündüz zamansız çalışmalarda sesin çıkmasın dendi. Hepsinde ortak olan maaşı hep geç verdiler, harçlık gibi böldüler. Fikir ayrılıkları olsa da aman işsiz kalmayayım deyip beş paraya razı geldim. Hakkımı aramak için dava açtım birine, hakkım olanla da hayalimi gerçekleştirip birkaç Avrupa şehrini görmek kısmet oldu.

İş yeri ve iş verenin dışında sorun bitmiyordu. Müşterisi, birlikte çalıştığın iş arkadaşları, kendi işini savsaklayanlar, iş bitsin kim yaparsa yapsın deyip zora koşanlar... Basit bir işi defalarca tasarlatanlar... Daha neler neler yazmakla bitmez bu sorunlar.

Sigortanın ne kadar önemli bir ayrıntı olduğunu emekli olup alacağım paranın miktarını duyunca anladım. Yapacak bir şey yoktu, küçük şirketler vergiden de kazanç sağlayıp elemanın sigortasını asgari ücretten yapıyordu.

Tecrübesizlik, tahammülsüzlük, gençlik çok şey kaybettirse de tecrübe edindiğim birçok şey de oldu. İş yaşantısında, hayatın büyük bir kısmının yaşandığı yerde sen oluyorsun, iyi kötü...

Emekliliğe son bir yıl kala günleri, ayları hesaplamaya başlarken, çalışır mıyım, çalışmaz mıyım diye pek düşünemedim. Kendi rekorum olan son çalıştığım şirkette tam tamına 10 yılı doldurmuşken, işlerin azlığı, piyasanın durgunluğu, eleman fazlalığı derken bana kal diyen olmayacaktı. Ellisinden sonrada kapı kapı dolaşıp iş istemek hiç olmazdı. Bir yer açıp işleteyim desem, hiç bana göre değildi, sermaye ve çevre gerektirirdi.

Emekli olmanın sevinci bir başka. Yıllardır yaptığım şeyi artık yapmayıp, yarın işe gitmek için kalkmayacaktım. Üzerimden büyük bir yük kalkmış ve orada geçirdiğim tüm zaman bana kalacaktı. Ne kadar özgür olsam da işe gitmemenin verdiği özgürlük bambaşka...

Gel gelelim bunca yıl çalışıp didindikten sonra elimde avucumda ne var diye baksam; koca bir hiç!.. Ne bir birikim, ne de bir yatırım yapabildim. Anca geçinip, boğaz tokluğuna çalışmak oldu benimkisi... Asgari ücretin biraz üzerinde alınan parayı
üniversite mezununa, onca tecrübeye layık görüp, işsiz kalmanın korkusuyla dayattılar...

Alınan tazminat asgari ücretten hesaplanıp verilmek istense de devletin önerdiğini az uyanıksan, sağa sola sorup yakaladın mı kısa süren ballı emeklilik sürecini yaşayıp, her ayın 26’sında, bin lira bile olmayan aylıkla geçinebilene aşkolsun...

Eskiden alınan emekli ikramiyeleriyle ev bark alındığını, çocukların evlendirildiğini çok duydum. Benim için belki şans (çalıştığı özel şirketten emekli olan pek nadirdir) belki şanssızlık dersek aldığım az da olsa emekli ikramiyesi taksite bölünerek elime geçti. Borçtu harçtı derken pek bereketi olmadı paranın...

Geriye saymanın başındayım! Yine şanslıyım ki, emekli olmak, en azından faturalara yeten bir sabit gelir, yarın öbür gün hastalıklarla buluştuğumda devletin bana en az hizmetle bakacağı sağlık sigortam var.

Üniversite okumak için o zamanlar çok zor girilen devlet memurluğundan istifa edip, okuldan derece ile mezun olan ben, büyük idealler peşindeyken, (mesleğimde bir yerlere gelmek, grafik sanatçısı olmak gibi) basamakları tırmanırken, hiç de öyle olmayıp anca emeğin ve zamanın karın doyurmadan ibaret olduğunu anladığımda ümidimi çoktan yitirmiştim...


YENER BALTA, 30 KASIM 2015

24 Kasım 2015 Salı

HAZAN, HÜZÜN MEVSİMİ OLDU

HAZAN, HÜZÜN MEVSİMİ OLDU

“Yazmak istemiyorum!” demek ne kadar anlamsız kalsa da, yazıyorum... Yazıyorum çünkü, sözüm var!

Neredeyse tek diyebileceğim, her yazımın ilk okuyucusu yok artık! Yazma konusunda yalnızım. Belki de bana örnek olan, yazmayı sevdiren, her zaman beğenen, yazım olmamışsa bile hevesimi kaçırmadan eleştiren, canım babam yok artık.

O gittiğinden bu yana üç yazı yazdım. Üçü de kendisiyle ilgili, kendi gidişiyle... Bundan öncekilerde yine kendisi ve bende bıraktığı izleriyle, bizlere yaşamın akışında verdiği eğitimleriyle...

O’nun gidişi henüz çok yeni, aklıma gelen ne varsa hüzünlendiriyor beni. Hüznüm göz yaşlarıma dönüşüyor. Bazen kendime söz geçiremiyor ağlıyor, ağlıyorum...

Yaşamı sorguluyorum. Sevdiklerim bir bir gidiyor yanımdan, sevdiklerimin gitmesi, bir daha geri dönmeyeceğini bilmek ne kadar acı ve çaresiz kılıyor beni...

Önce annesiz, sonra babasız, yalnız yapayalnız eve onlarsız girmek ne acı. Annemin gittiğinde babam vardı. Bir tesellim vardı. Babam da gittiğinde eşyaları, evdeki sıcaklığının ardında bıraktığı  izleri, anıları...

Ve de büyük bir hazinesi!.. Kitapları...

Geçenlerde saatler bir saat geri alındı. Saatler bir saat ileri ya da geri alındığında, babama gittiğimde ilk iş evdeki tüm saatleri düzeltmek olurdu. Her odada, mutfakta, koridorda, hatta banyoda saat vardı... Babam olmasa da, bana söylemese de gözlerim buğulu tüm saatleri bir saat geri aldım. Sanki babam varmış gibi... Belki de tüm saatleri durdurmalıydım!
Babamın  gidişinin ardından evine ilk gidişim olabildiğince dokundu bana. Sanki o günü tekrar yaşadım. Ağladım, ağladım...

Evin tümü onun izleriyle doluydu. Olabildiğince soğuk, alabildiğine yalnız ve donuk... Bir tek babam yoktu o varken ki sıcak evde... Çalışma odası, masası, bilgisayarı, kitapları, onun yazdığı kitaplar hepsi onsuz birer öksüz çocuktu. Ve çalışmadığı saatlerde dinlendiği, uyuduğu yatağı, ne de soğuktu... Çoğu şeyden gözlerimi kaçırırken fark ettim kendimi...

Çarşıda gördüğüm ne varsa onu anımsatan bana, ondan vazgeçtim. Birçok şeye anlamını, varlığını yüklemiş babam onu bana hatırlatan... Elim varmıyor, yüreğim dayanmıyor, almaya, değmeye, tatmaya...

İşte bir sonbahar, “sonbaharda giden çok olur kızım!” derdi babam! İşte bu sonbahar kuru yapraklar gibi savurdu bizi, alıp götürdü babamı benden. Bu sonbahar babamın yası oldu... Sarı, kızıla çalan hazan mevsimi hüzün mevsimi oldu, kara kapkara...

“Babanın yokluğu gidince anlaşılır!” demişti bir gün babam bir konuşmasında... İşte gidişiyle yaşatıyordu bana...


YENER BALTA, 20 KASIM 2015