9 Temmuz 2016 Cumartesi

TOPRAKLA BULUŞMA

TOPRAKLA BULUŞMA
Patlıcan fidesinin uzun süre toprakta dikili olup, eflatun, pembe, mavi, biraz da beyaz karışık naif çiçeğinden sonra hızla patlıcana dönüşmesi izlenmeye değer heyecanlardan...
Üç küçük fidenin neredeyse ona yakın patlıcan vermesi ve bunu; kendi yetiştirdiğim sebzeyi yemek kadar güzel bir şey var mı hayatta?.. Hani çok söylenen sözler vardır ya; “küçük şeylerden büyük mutluluklar yakalamak” diye... İşte tam bu sözü açıklıyor bu güzel mucizeler.
Kışın soğuk ve kısa gecelerde patlatıp yediğimiz mısır tanelerini bir deneyeyim diye toprağa gömdüğümde nasıl bir sonuç alacağımı bilmeden dikmiştim. İlk minik yeşil fidanını görünce heyecanlanmış, günbegün takip edip kısa sürede boyuma ulaşan mısır  dalının sevdalısı olmuştum. Mısır çıkmayacak diye ümit kesmişken, bir de baktım ki kızıl sarı saçlarını çıkartıvermişti dal ile yaprak arasından. Şimdi olması için sabırsızlanıyorum.
Evde, kilerde ne bulduysam toprağa gömmeye karar verdim bir ikisinin yeşillendiğini görünce. Mısır, nohut, yerfıstığı, fasulye... Hatta buzdolabında kalmış iki yumru turp, birkaç küçük havucu bile toprakla buluşturdum. Buluşturmaya gör... Yetmedi, yumru birkaç patatesi dörde bölüp toprağa gömüp beklemek de farklı bir duygu.
Elime geçen bir çiçek fidesini koca bahçede yer yokmuş gibi, çapayı patatesin olduğu yere denk getirmek, toprağın altından o dörtte bir patatesin filizlendiğini görüp alelacele tekrar toprağa gömdüğüm telaşı ve heyecanı anlatamam.
Şaşkınlık içerisinde bekler olmuştum. Toprak görmemiş insanlar gibi elime geçeni gömmüştüm toprağa. Fidesi, tohumu, çekirdeği... Çekirdek dedim de; kuşlar yesin diye pazardan aldığım kavrulmamış ay çekirdeklerini yere düşenlerinin bir bir yeşerdiğini görmek büyüleyiciydi. Madem toprakla buluşan yeşeriyor, bahçenin kenar kısımlarını büyüyünce çit gibi olsun diye ay çekirdekleri ile doldurmuştum. Şu an bahçenin her tarafı ay çekirdekleriyle dolu. Kuşlar, çiçeğine, dalına, yaprağına konup bir bir çıkarıyorlar o bal tadında yemişleri. Hatta gizlenerek, onları ürkütmeden fotoğraflarını bile çektim o güzel anların...
Kilosu altın değerinde olan çamfıstıklarını, kozalağın içinde ya da çekirdekleri yollara dökülmüş halde toplamak, hızımı alamayıp bunları büyük bir kavanozda biriktirmiştim bu sonbahar. Çıkar mı diye gömdüğüm birkaç yerde, fidanını tanımadığım için çapalarken bir ikisini sökmüştüm. Saksıda, sardunyanın altında kendini sağlama alan çam çekirdeği şimdi bir karış olmak üzere... Yetiştiğini gördükten sonra küçük saksılara gömdüğüm çam fıstıkları bir bir çekirdeğini üzerinden atmak üzere... Her aşamasında fotoğraflamak da ayrı bir zevk benim için.
Salatalık, domates meyveleri konusunda oldukça cömertler. Her gün yeni çiçekler açıp, mini minnacık domates ve salatalıklara dönüşmesi bir mucize. Domateslerin yeşilden kırmızıya dönüşüp, dalından kopartırken ki duyguyu herkes yaşamalı... Suyun toprağa değmeden önce yapraklarına düşmesindeki çıkan ses; kızgın güneşin akşamında, toprağın suyu içine çekmesi, o günün tüm yorgunluğunu alıp götürüyor insanın...
Kabak için üzgünüm, her gün sapsarı çiçeklerini açsa da, minicik kabaklara dönüşse de hiç büyümediler. Sararıp çürüdüler dalında.
Salataya sıktığım limon çekirdeklerini biriktirip, suyun içinde bekletip, ya tutarsa diye tümünü küçük bir saksıya dikip unutmuştum. Bir gün baktığımda o küçük saksının üzeri yemyeşildi. Biraz boy attıktan sonra ayırmış ayrı saksılara dikmiştim. Şimdi gelen misafirlerime birer limon fidesi armağan ediyorum. 
İki ayrı dal olup, aynı pergolede serilmiş asmanın yere düşen üzüm tanelerinin çekirdekleri bahçenin neredeyse her yerinde mini fidelere dönüşmekte... Hiç sıkılmadan çıktıkları yerden alıp minik saksılara dikiyorum. Onlar da birer armağan edebileceğim fidelere dönüşüyor benim için... Yoksa toprağı bellediğimizde kaybolup gidecekler, böyle yaşayacaklar...
Buranın rüzgarı çok. Sert ve neredeyse esmeyen gün yok. Yeni diktiğim boyumca limon fidesinin yeni çıkan yaprakları kıvrılıp büzüşmekte... Üzerinde mini minnacık birçok limon çıksa da birkaçı dalında az da olsa büyümekte... Kışa doğru salatya sıkacağım aşamaya gelir sanırım.
Şeftali... Nasıl anlatırım bilmem. Yapraklarını döküp kışın her dalı budanırken içim acıyan. Ne kadar ağaç kendini yenileyecek olsa da baharda, niyeyse kesilen her dalı için üzülmekteyim. Soğuk, hatta ayaz denecek bir Mart ayında tomurcuklandı. Pembe bordo çiçeklerinin çoğu dondu. Kalan ağacı şenlendirmeye yetti. Çok fazla çiçek meyveye dursa da, çoğu döküldü minik meyvelerin. Çiçekli zamanında dalına konan Büyük Baştankarayı o muhteşem çiçekli dalında görüntüledim... Şimdi o fotoğraf evin duvarında asılı... Her gün meyvenin biraz daha büyümesini gözleyerek, olmuş mu olmamış mı yokladım. İlk kızaran şeftalisinde sevinç çığlığımı attım. Bir dalında taşımaz olan meyvesini, dalına destek olsun diye diğer dala bağladım. Önce öptüm, sevdim, kokladım... Bir bir dalından koparıp yedim.
Bu güzel anları yaşamak için geç kalmış sayılmazdım. Annem ve babama, bu güzelliği yaşattıkları için çok teşekkür ediyorum onlara... Ve sık sık da anıyorum kendilerini anılarımda...
Bir önceki yaz, kutuya koyup 10 tane kadar şeftaliyi babama postalamıştım. “Kızım, tadı öyle güzelmiş ki yine yolla” demişti. Nasip değilmiş.
Ya annem; nane toplarken, taze soğanı kökünden çektiğimde, demet demet topladığım maydanoz ve roka için, domatesleri salata yapıp, yemeğe katarken “ah keşke annem burada bunları tadabilse” diyorum. Göz yaşlarım bu mutlu anlarımda, annem ve babam için hüzne dönüşüyor. Tıpkı bu satırları yazarken olduğu gibi...

8 TEMMUZ 2016

YENER BALTA

7 Temmuz 2016 Perşembe

BABAMA,

BABAMA,

Babam için sonu gelmeyecek uzunlukta yazabilirim. Babamı en iyi anlatacaklardan biriyim. Babam boşuna koymadı bana bu ismi. Hem hakkettiğimi düşünüyorum, hem de hakkını verebileceğimi...

“B A B A S I N I N K I Z I”
Umuyorum!

Yazıya başladığımda sadece yazıyordum, ama babamın beni desteklemesi, her yazımda tek ve öz okuyucum olması ve ne olursa olsun yazmaktan vaz geçmememi sıklıkla yinelemesi, beni güçlendirmişti. Ve ilk okuduğu yazımla, devam eden yazılarımla babamdaki mutluluğu yakalamış ve neredeyse onun için yazan olmuştum. Yazdığım her yazımı onunla paylaşıyordum. Heyecanla, gerçekten heyecanla okuyacağı süreyi beklerdim. Ve cevabı gelirdi... Ve öyle güzel satırlarla yanıtlardı ki, defalarca okur mutlu olurdum. Her bir notunu özenle saklarım. Babamın her satırı değerlidir benim için...
Evet babam için yazıyordum.
Tek okuyanım, tek destekleyenim, hep olumlu eleştirmenimdi.
Yazıyor olabilmemi de yine babama borçluyum.
Teşekkür ediyorum.

***
O kitap diğer kitaplarının bir sembolüydü.
Hastane odasındayız, babam sonradan öğreneceğimiz son yoğun bakım odasına geçecek. Odadaki babama ait eşyaları o yanımızdayken boşaltalım istedik. En son okumak için isteyip de getirdiğim kitabını “Dinli Dinsiz Tartışıyor” u nefesinin yetmediği için oksijen maskesi takılı olduğundan göz ve parmak işareti ile benim almamı istemişti. O kitabı elime aldığımda aslında bütün kitaplarını bana emanet etmişti.
***

Babam bana en büyük mirasını bırakarak gitmişti.
Benim yazmam, onun kitaplarının her aşamasında yanında olmam onu sonrası için rahatlatmıştı. Biliyordu ki babasının kızı kendisinin bıraktığı yerden devam ederdi...

“İYİ” insandı benim babam.
Herkes, babamı bilen herkes nasıl bir insan olduğunu “iyi” bilir. İyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük gibi değerlerin bir bütünüydü kendisi. Fikirlerini, düşüncelerini her zaman açık yüreklilikle ifade eden, bunları kitaplarında aynen yazan babamın, günlük hayatta en yakınlarını dışında bilinmeyen yanları da ilginçtir...

Azim babamın diğer adıydı...
Yoktan var olmaya inanmayan babam aslında bu fikri kendisi, kendisini var ederek çürütmüştü. Anılar bölümünün ilki olan “Bir Aydın Adayı” kitabında nerelerden nerelere geldiğini, nelerle mücadele ettiğini, hayatta belki de kimselerin başaramadığı zorlukları yenerek kendini “var” etmişti.

İlkokul mezunu bile değilken, anasız, aşsız, anlayışsız, işsiz bir yaşamdan, dört kız çocuğu ile hayatın zorluklarını annemle birlikte göğüsleyip, yokluk içerisinde hedefinden bir gün olsun yılmadan, büyük mücadeleler vererek, nice zorluklarla okumuş, yazmış, öncü olmuş, aydın ve yetmemiş bilge olmuş benim babam. Ve ben bu mücadelenin içerisinde küçücük bir çocukken öyle güzel korunmuşum ki, bir gün olsun bu mücadeleyi bize yansıtmadan üstesinden gelmiş mucizevi insan babam ve annem.

Annem; öyle fedakar bir insan... Bu mücadelenin belki de gizli kahramanı...

Azim hayatının bir süreciydi. 75 yaşında, daktilodan bilgisayara geçen, onu öğrenmekle yetinmeyip kendi internet sitesini yönetendi...

Evinin duvarları kitaptandı.
Okumak onun için hiç de zor değildi. Yemek gibi, içmek gibi günlük hayatta yaptığı rutin bir şeydi. Yazmak da...
Her konu ayrı bölümlerde, yazarların kitapları bir aradaydı. Aradığı kitabı onca kitabın arasından rahatlıkla bulurdu. Önceden kendi aldığı kitapları, sonrasında yaşı ilerleyip dışarıya sıklıkla çıkamayan babam benden almamı isterdi. Bazen doktora, hastaneye zorunlu kendi gitmesi gereken bir yer için çıktığında mutlaka bir kitapçıya uğramak isterdi... Bir de Ankara’da her yıl olan kitap fuarına. Orası kendi dünyasıydı onun, orada kaybolurdu. O kitaplar arasında kaybolduğu anı fotoğraflamıştım.

Düzen onun için vazgeçilmezi değil, normaliydi...
Yatarken ve evden çıkarken çıkarttığı terliği hep bir çift olarak yan yana dururdu. Çalışma masası, kullandığı her şey, yaşadığı her yer düzen içindeydi. Oturma odasındaki, oturduğu koltuğun yayındaki yaşam alanı; kitaplar, gazeteler, dergiler, not kağıtları...
Sayısız kullandığı ilaçların bir listesi vardı, bir de masasının üzerindeki raftaki kutuya öyle düzenli yerleştirirdi ki kutularını, hayran kaldığım detaylardandı. O ilaç kutusunun fotoğrafını çekmiştim.

Ölçülüydü her konuda...
Siz hiç bir lokma ekmeği fazla gelecek diye yemeyip kalan ekmeklerin yanına koyanı gördünüz mü? O bir lokma ekmek ölçüsünü kaçıracağı için ağızına atmaz, zayi olmasın diye çöpe atmazdı. Tabağına aldığı yemeğin bir ölçüsü vardı. Fazlası zarardı. Ana ve ara öğün kavramı hayatı boyunca vardı. Tadına bak diye uzatılan bir lokmayı ağzına atmaz, “yemek zamanı yerim, kalsın” derdi. Tabağına aldığı küçük öğün yemeğini bir saatte yer, fazlasıyla çiğnerdi.

Programlıydı benim babam...
Biz küçükken gelen misafirler geç saatlere kadar kaldıklarında, “kusura bakmayın benim yat saatim,” diyerek durumunu bildirir yatardı. Bu babam için normaldi. Uyku zamanına kalan misafirde isterse bizde yatardı. Yaşı ilerleyip (işleri biten!) misafirler gelmez olduğunda, kendi ziyaretçilerine de belirlediği zaman içerisinde belirlediği sürede görüşeceğini söyler, eğer konuşma uzarsa sürenin bittiğini hatırlatır, geleni yolcu ederdi. Verdiği saate gideceği yerde olur, aksatmaz, aksatanı da uyarırdı.
Yemek, çalışma, uyku, dinlenme, okuma, yazma hep saatliydi. Belki de evinin her bölümünde saat olması bundandı.

İnsan sarrafıydı, bir görmesi yeterdi...
Bir kez görmesi, bir kaç cümle söylemesi, oturmasından, kalkmasından kişinin ne olduğunu hemen anlar, ona göre davranırdı.  “Ey ağam, anlaşıldı!..” der konuyu keser gerekeni yapardı. Lafı uzatanı, gereksiz konuşanı, boş boğazı pek dikkate almazdı.

İnsan davranışlarını çözmüştü.
Hayatı boyunca iyiler ve kötülerle (ki kötüler sanki daha çoktu) bir arada olmuş, düşüncesinden, davranışından, konuşmalarından, değerlerinden ve değer vermediği maddiyat yüzünden bile çevresinden darbeler almış olsa da birinin bile üzerinde durmamış, gerekeni yapmıştı. İnsana, insandır deyip, “beşer de, şaşar da” sözünü uygulamıştı... Kin beslememişti, en kötülerine bile...

Sevenlerin yanındaydı...                         
Sevenlerin yanındaydı. Toplum (ana-baba, yakın çevre) onaylamasa da o onaylayandı. “Sevenleri ayıramazsın” bırak kendi anlasın, mantığı ile sevenleri birleştirendi, yanlış doğru... Sevgi görmemiş yaşamında sevginin nasıl bir güç olduğunu iyi bilirdi. Sevginin kendisine güç kattığını, bizleri sevgisiyle büyüttüğünü çok iyi bilen ben, bu yaşıma kadar bir gün olsun babam tarafından incitilmemişimdir. O’nun sevgisini bu yaşıma kadar hissetmenin verdiği duyguyu anlatamam...

Para onun için amaç değil, araçtı.
Öğrenciler, okuyan araştıran varsa eğer mutlaka yanında olur, yönlendirir, “cebinde dursun, lazım olur” der para verirdi. Geliri olmayana yardım eder, bundan kimselerin haberi olmazdı. Her ay maaş gibi yardım ettiği yakınları da vardı. Bayramda yanına gelen çocukların bayram harçlığını eksik etmezdi. Bayramların eski tadını yaşatmak isterdi o yanıyla...

Olmayanın yanındaydı babam!
Yenimahalle’de kömürle, odunla ısındığımız evimizde maddi gücü olmayan komşumuz için kilitli olmayan kömürlüğün kilidi onlar da alabilsin, ısınabilsinler diye açık bırakılırdı... (Annem bazen itiraz etse de bu duruma, babam; "alttan yakıldığı sürece bizim ev daha sıcak olur hanım" diyerek, annemi rahatlatmaya çalışırdı. Annem çalışmayan kocasının sorumsuzluğundan dolayı tepki verirdi aslında. Yoksa esirgediğinden değil, babam kadar yufka yürekliydi kendisi de.)
Hayatı boyunca var olduğu için değil, kendinde olanı hep ihtiyacı olan başkaları ile paylaşmıştı...

Çağın ilerisindeydi benim babam...
Çağın ilerisindeydi, dinle, parayla, lafla hiçbir şeyin olmayacağını bilir, çıkarcılarla, düşünemeyen toplumun içerisinde üreterek kendi yolunu bulmuş, herkesin önüne geçmiş, örnek hatta ışık olmuştu...

Sözünün eriydi...
Söz verdiği şey ne ise unutmazdı, yapardı. Söz aldığı şey neyse bekler, olmazsa sorar, nedenine göre yapılacaksa anlar, yapılmayacaksa ağzına bir daha almazdı. Sözünde duranın da onun yanında yeri ayrıydı.

Az konuşur, öz konuşurdu.
İyi bir dinleyiciydi babam. Laf olsun diye konuştuğunu hiç hatırlamam. Bazen bir söyler, pir söylerdi. Gereksiz bir laf çıkmazdı ağzından... Konuşması sakin, anlaşılırdı. Bazı zamanlar kendi dünyasından olan arkadaşları ile konuşurken keyiflenirdi.

Öz temizliği önemliydi onun için...
Babamı bu yaşıma kadar sakallı, bıyıklı görmemişimdir. Günlük tıraşını, el yüz yıkar gibi mutlaka yapardı. Ne zamanki hastane odasında yapamaz oldu, onu da benden tatlı diliyle rica etti. O anımızda fotoğraflanmıştır. İç temizliği kadar dış temizliğine de önem verirdi benim babam...

İşte, insan olmayı, adam olmayı bilen, hayatı gerçekten yaşayan (parada, malda, mülkte gözü olmadan, maddi sıkıntılar içinde geçse de zaman), yaşamın hakkını vererek, kendinden eserler bırakan benim babam, eserleri ve Hayri Balta olarak, Eren, Bilge Balta unvanı ile yaşamaya devam edecek...

İnsan olmanın hakkını veren babam...


Yazmayı hiç bitirmek istemeden...

20 MAYIS 2016
YENER BALTA







28 Haziran 2016 Salı

TEKNEDE BALIK

TEKNEDE BALIK
Heyecanlıydım! Akşam yediden, sabah yediye denizde geçirecektim. Denizi çok seviyorum. Deniz huzur veriyor. Sonsuzluğu rahatlatıyor. Bir geceyi denizin üzerinde, hem de hiç uyumadan geçirmek farklı bir deneyim olacaktı.
Bu yıl balık yakalamanın keyfini çıkardım. Ama denizin üzerindeyken tutmanın keyfini yaşamamıştım.
Balık tutacağımız yer, balık üreticiliğinin yapıldığı yerin 100 metre yakınındaydı. Orası denizin ortasında, iki saat tekne yolculuğu ile gideceğimiz bir uzaklıktaydı. Saat yediydi ve günbatımının keyfine varacaktım. Fotoğraf makinem elimde anı kolluyordum.  Güneş denizden batacaktı. Az ötede üç sıra dağa denk gelse güzel kareler çekebilirdim. Hatta güneşi alıp şunun arasına koymalı dedim kendi kendime...
Güneş, denize doğru inerken, tepsi gibi koca bir yuvarlak olduğunda balık üretilen yere gelmiştik. Güneşin kızıllığı, denizi ve gökyüzünü alev alev yakıyordu. Balıkların olduğu yerde çığırtkan martılar av peşindeydi. O kızıllıkta, güneşin ışığında kara lekelere dönüşen martılar harika görünüyordu. Sayısız deklanşöre bastım. 
Kızıl güneş batmış, ayın yansıyan beyazlığı denizi açık maviye çevirmişti. Manzara şahaneydi. Sanki güneş beyaza bürünüp ay olarak gelmişti. Buz mavisi deniz, martılarında gitmesiyle sonsuz bir sessizliğe büründü.
Balık tutma zamanı başlamıştı. Herkes oltasını denize salmış rast gelmesini bekliyordu. Teknenin ön kısmından taka taka diye bir balık yere çarpıyordu. O masum can, can derdinde oradan oraya vurup duruyordu. Usta balıkçılar koca bir lüfer yakalamış, oltayı kendine dolayan balığı tutmaya çalışıyorlardı. Arkamızda sessizliği bir çupra çırpınışı bozdu. Tam ona bakarken benim oltaya da balık gelmişti. 50 metrelik derinlikten oltayı çekmeye başladım. Yemle birlikte olta iyice ağırlaşmış, yay biçimini almıştı. Bu bir levrek dedi yanımdaki, oltanın ucundaki balığın iğnesini dikkatlice çıkardı. Teknede bir coşku yaşandı, herkes balık tutma telaşındaydı.
Üretim çiftliğinin nöbetçileri denizin üzerinde kurulu olan konteynırda yaşıyorlardı. Gece devriye gezen özel güvenliği vardı. Küçük bir kayık çok yanaştığı için uzaklaştırıldı. 100 metreye kadar yanaşmak için özel izin gerekiyormuş. Sıkı denetleniyormuş, bu tür avcılıklar... Usta balıkçılar gece boyunca, değişik tekniklerde olta attı. Heyecanlı bekleyişlere çay ve kahvenin sıcaklığında tanıklık ettim.
Nasıl sabah oldu anlamadım. Birkaç saat uykusuzluğa dayanamayan ben gece hiç sızlanmamış, uyku hiç aklıma getirmemiştim. Gün doğuyordu. Güneş görünmeden önce ortalık aydınlanmış, oltalar toplanmış, kim ne kadar balık tuttuysa masaya dizilmişti. Kısmetler fotoğraflanmış, en büyük balığı tutan balığıyla poz vermişti.
Teknenin ön kısmına geçmiş, güneşin dağın ardından görünmesini bekliyordum. Teknede herkes yolculuk boyunca dinlenmeye çekilmişti. Kaptan rotasında ilerliyor, hafiften bir müzik duyuluyordu. Güneşin her anını fotoğraflamıştım neredeyse... Balıkçıl kuşlar aceleci kanat çırpışıyla güneşe doğru ilerlerken, bir başka balıkçıl grubu denizde kendini dışarı atan balıkları yakalayarak ilk nemalarını yakalamışlardı.
Güneşin sıcaklığı, denizin serinliğiyle kaynaşırken kıyıya yaklaşmıştık. Eve gidip bir an önce gecenin yorgunluğunu üzerimden atmak istiyordum.

25 HAZİRAN 2016

 YENER BALTA

YOZGATLI TEYZEM

YOZGATLI TEYZEM
“Bir merhaba bile demiyor buradaki insanlar!” dedi nispet ederek.
“Merhaba dedim ya teyze...” dedim vurgulayarak...
“Sana demiyorum kızım, sen dedin. Buranın insanları ne böyle, kimse bir selam vermiyor.”
“Buradaki herkes dışarıdan gelme, buralarda pek yerlisine rastlayamazsınız.”
“Bizim oralarda selamsız geçilmez de, ne bileyim kızım...”
Deniz kenarında, ters duran kayığın takozuna oturmuş, yorgun ve mutsuz görünüyordu teyzem. Belli ki sohbete aç, insan yüzüne hasret kalmıştı. Başörtüsünde, entarisinin üzerine giydiği uzun eteğinde, mini çiçekli koyu renklerinde bir karmaşa vardı. Yüzündeki çizgilerden yaşı anlaşılıyordu. Dökülen dişlerinden, ince içeri kaçmış dudakları morarmıştı. Ayaklarını üzeri kabuk tutmuş, yaraydı.
Ben sormadan anlatmaya başlamıştı sohbete hasret teyzem. Burada oğlumla gelinin yanındayım. İkisi de sağlıkçı... Evim Yozgat’ta. Oralıyım ben... Sıkıldım burada çok... Gelin yaptığım işi beğenmiyor.
“Beğenmez mi teyzem?”
“Beğenmiyor, beğenmiyor...”
Mutsuzdu teyzem, memleketinden, evinden uzak olmaktan, gelinin yanında olmaktan, konuşamamaktan...
“Hep mi burada kalıyorsunuz?”
“Yok kızım yok, biran önce bayram gelsin diye bekliyorum, bayramda gideceğiz.”
“Eh, az kaldı önümüz bayram...”
“Ne bileyim kızım, oradaki yakıt parasını burada harcarız dedim, geldim. Geldiğime bin pişmanım!...”
Buranın insanı değildi teyzem, sıkılmıştı. Gitmedim, yoluma devam etmedim, hasret kaldığı sohbetin dinleyicisi oldum...
İki oğlum var, bir de kızım. Kızım torun bekler, kızının yanına gitti. Ben yalnız yaşarım. Burada ki evler nedir öyle, kapıdan girersin mutfak, iki kat çıkarsın... ev, ev değil ki, ev böyle mi olur?
Benimle  ilgili birkaç sorusu da oldu. Nereliydim, niye buralara geldim, evim eşim var mıydı? Çocuk var mıydı?
“Çocuk yok.” dedim.
“En iyisi, çocuğun mu var derdin var!..” deyip her duyan gibi teselli lafını o da etmişti.
Laf nereden açılmıştı hatırlamıyorum ama oruç tuttuğunu söyledi. Oruç o yaş için uygun değildi. Hastalıklarının olup olmadığını sormuştum.
“Olmaz mı, her şey var.”
“Oruç iyi gelmez teyze.”
Belli ki kalp rahatsızlığı vardı, dudakları mordu, ayağındaki kaşıntı izleri şekerdendi. Eklemişti,
“Su iç bol bol dedi doktor, söylemesi ayıp kabızlık var kızım...”
“Eh yapma teyzem, tutma oruç...”
“Benim için dersin, doğru söylersin. Ne bileyim kızım, çocuklar tutuyor, onlarla tutuyorum bende.”
Denize sıfır oturduğu yerden ayaklarını suya sokmasını önerdim.
“Şişmiş ayaklarına tuzlu deniz suyu iyi gelir teyzem” demiştim.
“He olur.” dese de yapmamıştı.
“Benim oğul işte...” demişti. Oğlu denizden çıkıyordu. Arkamda olduğu için bir an anlamamıştım.
“Yolundan alıkoydum kızım seni.” dedi.
“Yok teyzem, sohbet ettik ne güzel. Madem oğlunuz geldi, ben gideyim.” demiştim.
“Uğurlar ola kızım, bahtın açık olsun.” demişti.
Yaşlılık buydu işte, sohbete aç, insana hasret...  Bir yerde okumuştum. Yedi yaşın altıyla, yetmiş yaşın üstü insanlarla daha çok vakit geçirin yazıyordu. Arta kalan yaşlardaki insanların hayatın içinde kayboldukları, insanın farkında olmadıklarının bir belirtisiydi bence... Çok da doğruydu, insanın özü o iki yaş belirlemesinin arta kalanlarındaydı.

25 HAZİRAN 2016

YENER BALTA