TOPRAKLA BULUŞMA
Patlıcan fidesinin uzun
süre toprakta dikili olup, eflatun, pembe, mavi, biraz da beyaz karışık naif
çiçeğinden sonra hızla patlıcana dönüşmesi izlenmeye değer heyecanlardan...
Üç küçük fidenin
neredeyse ona yakın patlıcan vermesi ve bunu; kendi yetiştirdiğim sebzeyi yemek
kadar güzel bir şey var mı hayatta?.. Hani çok söylenen sözler vardır ya; “küçük
şeylerden büyük mutluluklar yakalamak” diye... İşte tam bu sözü açıklıyor bu
güzel mucizeler.
Kışın soğuk ve kısa
gecelerde patlatıp yediğimiz mısır tanelerini bir deneyeyim diye toprağa
gömdüğümde nasıl bir sonuç alacağımı bilmeden dikmiştim. İlk minik yeşil
fidanını görünce heyecanlanmış, günbegün takip edip kısa sürede boyuma ulaşan
mısır dalının sevdalısı olmuştum. Mısır
çıkmayacak diye ümit kesmişken, bir de baktım ki kızıl sarı saçlarını çıkartıvermişti
dal ile yaprak arasından. Şimdi olması için sabırsızlanıyorum.
Evde, kilerde ne
bulduysam toprağa gömmeye karar verdim bir ikisinin yeşillendiğini görünce.
Mısır, nohut, yerfıstığı, fasulye... Hatta buzdolabında kalmış iki yumru turp,
birkaç küçük havucu bile toprakla buluşturdum. Buluşturmaya gör... Yetmedi,
yumru birkaç patatesi dörde bölüp toprağa gömüp beklemek de farklı bir duygu.
Elime geçen bir
çiçek fidesini koca bahçede yer yokmuş gibi, çapayı patatesin olduğu yere denk
getirmek, toprağın altından o dörtte bir patatesin filizlendiğini görüp
alelacele tekrar toprağa gömdüğüm telaşı ve heyecanı anlatamam.
Şaşkınlık
içerisinde bekler olmuştum. Toprak görmemiş insanlar gibi elime geçeni
gömmüştüm toprağa. Fidesi, tohumu, çekirdeği... Çekirdek dedim de; kuşlar yesin
diye pazardan aldığım kavrulmamış ay çekirdeklerini yere düşenlerinin bir bir
yeşerdiğini görmek büyüleyiciydi. Madem toprakla buluşan yeşeriyor, bahçenin
kenar kısımlarını büyüyünce çit gibi olsun diye ay çekirdekleri ile doldurmuştum.
Şu an bahçenin her tarafı ay çekirdekleriyle dolu. Kuşlar, çiçeğine, dalına,
yaprağına konup bir bir çıkarıyorlar o bal tadında yemişleri. Hatta gizlenerek,
onları ürkütmeden fotoğraflarını bile çektim o güzel anların...
Kilosu altın
değerinde olan çamfıstıklarını, kozalağın içinde ya da çekirdekleri yollara
dökülmüş halde toplamak, hızımı alamayıp bunları büyük bir kavanozda biriktirmiştim
bu sonbahar. Çıkar mı diye gömdüğüm birkaç yerde, fidanını tanımadığım için
çapalarken bir ikisini sökmüştüm. Saksıda, sardunyanın altında kendini sağlama
alan çam çekirdeği şimdi bir karış olmak üzere... Yetiştiğini gördükten sonra
küçük saksılara gömdüğüm çam fıstıkları bir bir çekirdeğini üzerinden atmak
üzere... Her aşamasında fotoğraflamak da ayrı bir zevk benim için.
Salatalık, domates
meyveleri konusunda oldukça cömertler. Her gün yeni çiçekler açıp, mini
minnacık domates ve salatalıklara dönüşmesi bir mucize. Domateslerin yeşilden
kırmızıya dönüşüp, dalından kopartırken ki duyguyu herkes yaşamalı... Suyun
toprağa değmeden önce yapraklarına düşmesindeki çıkan ses; kızgın güneşin
akşamında, toprağın suyu içine çekmesi, o günün tüm yorgunluğunu alıp götürüyor
insanın...
Kabak için üzgünüm,
her gün sapsarı çiçeklerini açsa da, minicik kabaklara dönüşse de hiç büyümediler.
Sararıp çürüdüler dalında.
Salataya sıktığım
limon çekirdeklerini biriktirip, suyun içinde bekletip, ya tutarsa diye tümünü
küçük bir saksıya dikip unutmuştum. Bir gün baktığımda o küçük saksının üzeri
yemyeşildi. Biraz boy attıktan sonra ayırmış ayrı saksılara dikmiştim. Şimdi
gelen misafirlerime birer limon fidesi armağan ediyorum.
İki ayrı dal olup, aynı
pergolede serilmiş asmanın yere düşen üzüm tanelerinin çekirdekleri bahçenin
neredeyse her yerinde mini fidelere dönüşmekte... Hiç sıkılmadan çıktıkları
yerden alıp minik saksılara dikiyorum. Onlar da birer armağan edebileceğim
fidelere dönüşüyor benim için... Yoksa toprağı bellediğimizde kaybolup
gidecekler, böyle yaşayacaklar...
Buranın rüzgarı çok.
Sert ve neredeyse esmeyen gün yok. Yeni diktiğim boyumca limon fidesinin yeni
çıkan yaprakları kıvrılıp büzüşmekte... Üzerinde mini minnacık birçok limon
çıksa da birkaçı dalında az da olsa büyümekte... Kışa doğru salatya sıkacağım aşamaya
gelir sanırım.
Şeftali... Nasıl
anlatırım bilmem. Yapraklarını döküp kışın her dalı budanırken içim acıyan. Ne
kadar ağaç kendini yenileyecek olsa da baharda, niyeyse kesilen her dalı için üzülmekteyim.
Soğuk, hatta ayaz denecek bir Mart ayında tomurcuklandı. Pembe bordo
çiçeklerinin çoğu dondu. Kalan ağacı şenlendirmeye yetti. Çok fazla çiçek
meyveye dursa da, çoğu döküldü minik meyvelerin. Çiçekli zamanında dalına konan
Büyük Baştankarayı o muhteşem çiçekli dalında görüntüledim... Şimdi o fotoğraf evin
duvarında asılı... Her gün meyvenin biraz daha büyümesini gözleyerek, olmuş mu
olmamış mı yokladım. İlk kızaran şeftalisinde sevinç çığlığımı attım. Bir
dalında taşımaz olan meyvesini, dalına destek olsun diye diğer dala bağladım. Önce
öptüm, sevdim, kokladım... Bir bir dalından koparıp yedim.
Bu güzel anları
yaşamak için geç kalmış sayılmazdım. Annem ve babama, bu güzelliği yaşattıkları
için çok teşekkür ediyorum onlara... Ve sık sık da anıyorum kendilerini
anılarımda...
Bir önceki yaz,
kutuya koyup 10 tane kadar şeftaliyi babama postalamıştım. “Kızım, tadı öyle
güzelmiş ki yine yolla” demişti. Nasip değilmiş.
Ya annem; nane toplarken,
taze soğanı kökünden çektiğimde, demet demet topladığım maydanoz ve roka için,
domatesleri salata yapıp, yemeğe katarken “ah keşke annem burada bunları
tadabilse” diyorum. Göz yaşlarım bu mutlu anlarımda, annem ve babam için hüzne
dönüşüyor. Tıpkı bu satırları yazarken olduğu gibi...
8 TEMMUZ 2016
YENER BALTA