21 Mart 2017 Salı

SONSUZ AŞK

SONSUZ AŞK

Lise yılları... Kız lisesi hem de! Ergenlik yılları...

Pek iyi anlaşan yedi kız 8.20-16.00 arası olan ders saatlerini asıp sinemaya gitmeye karar veriyoruz. Sınıfın toplam sayısı on beş kişi. Yedisi gidince kalan sekiz yetmeyecek öğretmenlere biliyoruz. Sonrasında tatlı kulağımız çekiliyor...

Evin haberi var mı şu an hatırlamıyorum ama saflığın ve dürüstlüğün hat safhası olan yıllarda eminim eve söylemiş olmalıyız. Söylemiş olmalıyız; Ulus’ta olan okula otobüsle ulaştığımız için hepimizin cebinde gidiş-geliş yol ve simit parası olurdu. Üzeri olmadığı için, sinemaya gideceğimiz parayı da evden istemiş olmalıyız.

Sabahın erken saatinde okula gitmeyip, okul çevresinde buluşup Ankara’da, Bahçelievler semtindeki sinemaya gitmiştik. İlk seansda filme girmeyi planlamıştık. Geri kalan zamanda da okulun bitiş saatine kadar (aramızdan sadece birimizin annesi çalıştığından en uygun ev onların olduğu için) arkadaşın evlerine gidip kalan zamanda da birlikte vakit geçirecektik.

Film!.. Aklımda olmasa da afişi hala aklımda. Bana bu yazıyı yazdıran da aslında bugün aldığım bir watsap mesajı. Sevgili kuzenlerimden biri bana bir youtube linki atıp, “Bu müziği çok severim. Şu an dinlerken aklıma sen geldin. Yenimahalle’de ki evinizde girişin sol yanında bulunan kapının arkasında asılıydı. O oda da sen kalırdın.” diyerek anısını benimle paylaşmış.

Endless Love, Brooke Shields ve Martin Hewitt’in başrolde oynadığı film. Yönetmeni ise Franco Zeffirelli... 1981 yapımı. Bizler henüz lise birdeyiz...

O yaştaki kızların kendilerini başrol oyuncularının yerine koyup filmin içinde hissettikleri yaşlar. Film romantik dram... Filmden kalan şu an pek bir şey yok bende. Ama film etkilemiş olmalı ki bu yaşıma kadar unutamamışım... Sanırım o dönemin gişe rekorlarını kırmış olmalı, bizler bile gittiğine göre...

Sinema çıkışı nasıl olduysa filmin afişini istemiştik. Yere göğe sığdıramamıştık o afişi. Zarar gelecek, kırışacak diye de bir yere sokamamıştık. 70x100 boyutunda olmalıydı. O zaman için kocaman afiş boyutuydu bizim için. Mecbur katladık, çantaya sığacak boyuta getirdik. Bir süre okula gidip geldi çantada. Gelmeyen sekiz kişiye de göstermeliydik afişi... Duvara teneffüste asar, hoca derse gireceğinde kaldırırdık. Bir süre böyle devam etmiş olmalı...

O afiş henüz evde bir odam olmayan ve odamın olmasını çok istediğimden, kışları girmediğimiz, önceden misafir odamız olan odayı kendime göre düzenlemiştim. O oda annemin ne emeklerle diktiği dikişlerin kazancıyla alınan koltuk takımlarının bulunduğu oda idi. Kışın soğuk diye, yazın da misafir gelecek diye pek kullanılmazdı. Bendeki radikallikle annemi ikna edemesem de bir gün evde yalnızken tüm koltuk takımını tek başıma oturduğumuz odaya taşımıştım. Oradaki sedirleri de soğuk odaya... Artık misafir gelse de gelmese de, yaz ya da kış fark etmeden koltuklarda günümüz geçecekti. Annemle çok tartışmamız olmuştur bu konuda...

O sıra akrabalardan biri yeni takımlar alıp, eskisini atamayıp, kimselere veremeyip, olmayan yemek odamız için yemek odası takımını bize vermiş olması o odanın depo durumuna geçmesini sağlamıştı. Devasa bir dolap, oymalı, hantal sandalyeler, büyük ve ağır yemek masası... Niyeyse milletin eskisi bizde kıymetliydi!

O depo odasında kendime hazırladığım yatakta soğuk dinlemez yatardım. Babam, “Sobanın sıcağı  gelsin” diye kapıları açardı. Annem, “Donarsın, hasta olursun kalk diğer odaya koltuğa geç.” dese de dinlemezdim. Televizyon kapanacak, evdekiler yataklarına gidecek (ki annem, babam ve ben kalmıştık altı nüfuslu) evde... Kalkıp yüklükten yorgan çarşaf açıp yatağı sermekten hiç hoşlanmayan ben, yatağım her zaman serili olsun, ayrı bir odam olsun istediğimden geç de olsa kendime ait bir dünya kurmuştum.

İşte o yıllarda o afişi bu odanın arka kapısına asmıştım. Benden başka kimseler görmeyecekti. Zaten kaldığım odada onu asacak boş duvarda yoktu. Eşya ve kitaplıklar vardı dört bir yanda. Ben de aklımca en uygun yer olan kapının arkasına asmıştım. Yattığımda da karşımda olacaktı kapı kapandığında. Bu afiş annemle aramızda sürekli bir tartışmaya neden olmuştu. O terbiyesiz buluyordu. Konuya komşuya, gelene gidene ayıp olur diye çıkarmamı ister dururdu. İçeriden ışık yandığında koridordan afiş anlaşılırmış. Afiş büyüklüğünde iki oyuncunun yüzlerinin yarısı ve birleşmeyen iki dudağın temassız halleriydi afiş. Kenarda köşede de küçük yazılar...

Afişin akıbeti ne oldu şimdi hatırlamıyorum. Annem mi yırttı, ben mi lanet olsun deyip kaldırdım hiç hatırlamıyorum. Ama bir film afişine karşı çıkan annem olduğuna, sürekli bana kaldır onu oradan demesinden bıkmış, olmayan odamın, olmayan duvarına bile sevdiğim bir afişi asmama izin verilmemişti...

19 Mart 2017
 YENER BALTA



15 Mart 2017 Çarşamba

PİLLİ DEDE

PİLLİ DEDE
Telefonda duyduklarım karşısında dizlerimin bağı çözülmüştü. “Babam, babam!..” diyerek kapıya yöneldim.
Telefondaki tanımadığım ses bana;
"Babanız kalp krizi geçiriyor. Şu an Batıkent Cami'sinin yanındaki pazar yerinde, ambulans gelmek üzere" demişti.
İş yerindeydim. Babamın kalp krizi geçirdiği yere yürüyerek üç dört dakikalık uzaklıktaydım. Koşarak bulunduğu yere gittim.
       Gözlerim dolmuştu. Babam yerde yatıyordu. Yüzü bembeyazdı, gözleri donuktu, üstü başı toz içindeydi. Kusmuştu. Düştüğünde etrafa saçılan takma dişini, gözlüğünü, cep telefonunu, şapkasını, gazetesini toplayıp yanına koymuşlardı. Nefes nefeseydim. Metin olmalıydım. Yufka yüreğime sözümü geçirmeliydim. Babamla göz göze gelmiştik. Babamın sönük gözlerindeki ani değişikliği fark etmiştim. Yanında artık ben vardım!..
       Ambulansın ön koltuğuna oturmuştum. Babam arkada sedyede yatıyordu. Şoför, “Hangi hastaneye gidelim?” diye sordu. “Hangisi yakınsa” dedim. Yolu yarılamıştık, arkadan hemşire şoföre, "Sireni çal, hızlan!.." demişti. Bu babamın durumunun daha da tehlikede olduğuna işaretti.
Babam yaşam ile ölüm arasındaydı. Son saniyelerde yetiştirdiğimiz devlet hastanesine girmiştik. İner inmez acil odasına alınmış, elektroşok uygulamışlardı. Yarı açık kapının önündeydim. Doktor, elinde tuttuğu elektroşok cihazını babamın göğüs kafesine her değdirdiğinde yattığı yerden havalanıyordu. Bir-iki derken duran kalbi elektroşokla tekrar atmaya başlamıştı.
Yapılan acil müdahalenin ardından alındığı yoğun bakım ünitesinin kapısında buldum kendimi. Bu kapıda annemin haberini almıştık ilkin... Ölümü ilk annemle yaşamıştım!.. O kapıda bekleyenler o an neler hissedildiğini iyi bilir. Umutla umutsuzluğu, yaşamla ölümün ince çizgisini...
Bu babamın dördüncü kalp kriziydi. On beş yıl önce ilk kalp krizini geçirmişti. Kalbinin yüzde yetmiş beşi tahrip olmuştu. Kalp yetmezliği tanısı konmuştu. Doktorlar kalp nakli yapılmazsa üç ay bile yaşayamayacağını söylediler. Babam, “Hayır, vücuduma bıçak değdirtmem, öleceksem böyle öleyim!” diyerek kalp naklini kabul etmemişti. Sonraları neredeyse bir mucize gerçekleşmiş, ana damarlar çalışamasa da kılcal damarlar kalbi besleyerek bu görevi üstlenmişti.
Belki de babamın kalbi; yaşadığı onca zorluktan, yokluktan, yaşam mücadelesinden yıpranmıştı. Çocuk yaşında annesiz kalmış, gençlik yılları mücadele içerisinde geçmiş, altı kişilik ailesini geçindirmek için ha babam çalışmıştı. İçindeki öğrenme azmi ile ortaokulu ve liseyi akşam okullarında okumuş, kırk dokuz yaşında da avukat olmuştu.
Adı konan kalp yetmezliğinden sonra kalbini yoracak her türlü şeyi bırakıp evine çekilmişti. Sakin hayatına; dinlenmeyi, yeterli uykuyu, az yemeyi, yazmayı ve okumayı koymuştu. En büyük etken de, kendi kendisinin iyi bir hastabakıcısıydı. Gençliğinden beri yazmak ve okumak babam için tutkuydu. Yetmiş yaşında bilgisayar kullanmayı öğrenmişti. Kendi adına açtığı internet sitesinde; “Tabulara, Talana, Yalana, Hayır!..” demişti. Yıllardır biriktirdiği yazılarını ve yenilerini de ekleyerek bu sitede yayınlıyordu. Yazılarının aydınlanmak isteyenlere ışık olacağı inancındaydı. Belki de babamın kalbini besleyen bu uğraşıydı!.. Çalışma odası onun yaşam enerjisiydi.
Bu dördüncü kalp krizi muayenesinde kalpte ritim bozukluğuna çare olarak pil takılmasını önermişti doktor. O zamanlar kalp pili ülkemizde henüz yeniydi. Kalbin üzerinde ince bir deri tabakası açılıp, deri altına kibrit kutusu büyüklüğünde bir kutucuk yerleştirilecekti. Dört yıllık ömrü olan bu pil, yenisi ile değiştirilecekti. Geçireceği bir kalp krizinde pil devreye girecek, kalbe elektroşok etkisi yapıp çalıştıracaktı. Böyle bir durumda pilden ses duyulacak, en kısa zamanda hastaneye gelinecekti. Ağır işiten babam bu sesi nasıl duyacaktı? Doktor; “Ses duyulmasa da vücutta elektrik çarpması gibi bir şey hissedilir” demişti. Babamın duymayan kulağının yükü azalmıştı bu açıklamayla...
Dört kız evlattık. Diğer üç ablam da farklı şehirlerde yaşıyordu. Bu son kalp krizinde de babamla ikimiz başbaşaydık. Yoğun bakımdayken destek olamasalar da babamın kalp pili ameliyatı için beni yalnız bırakmadılar. Babam ameliyat öncesi evlatlarını gördüğü için mutluydu. Bir gece hastanede kalıp eve çıkacaktı. On beş günlük iyileşme sürecinde babamı dördümüz yalnız bırakmamış, tüm sevgimizle onun bir an önce iyileşmesi için yanında olmuştuk. Babam bu ameliyat sonrasında ise kendisine "Pilli Dede" ismini koymuştu.
Aslında kalp hastalığı tek başına bir hastalık değildi. Diyabeti, yüksek tansiyonu, böbrek yetmezliğini ve bunlarla seyreden diğer hastalıkları da beraberinde getiriyordu. Hepsi de babamda mevcuttu. Diyabet için günde üç ünite insülin yapıyordu. Kalp için Monoket, mide koruyucu olarak Lansor, idrar söktürücü olarak Lasix kullanıyordu. Antidepresan için Cipralex, alerjiye Zyrtec, Tiroid hormon dengesizliği için Euthyrox, kan sulandırıcı olarak Coraspin kullanıyordu. Babam; “Böbreğin tek ilacı su” demişti bir gün. “Günde iki buçuk litre su içiyorum, değerler yüksek çıkarsa biraz artırıyorum” demişti. Bir küçük kutu dolusu ilacı başucunda duruyordu. Bir beden bu kadar ilaca nasıl dayanırdı?
Bu son kalp kriziyle birlikte kendisinin bile anlam veremediği bir hastalık daha ortaya çıkmıştı. “Panik atak.” Babam, “Bir bu eksikti, adamı rezil kepaze ediyor” demişti. Bir ara sürekli acile gider olmuştuk. Babamın deprem çantası gibi, acil çantası vardı. Bu çantasıyla hastaneye giderdik... Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, göğüste ağrı ve sıkışma, midede bulantı panik atağın belirtileriydi. Bu hal kalp krizinin belirtileriyle de örtüşüyordu. Zaten her acile gidişimizde EKG, ekokardiyografi, kan sonuçları, tansiyon derken; panik atak mı, kalp krizi mi neyin ne olduğu anlaşılmıyordu. Doktorlar kesin kararı, karaciğer enzim değerlerinin yüksek çıkmasıyla verebiliyorlardı. Sonu yine acilde sabahlamak oluyordu.
Babamın hastalıklarının neredeyse aynıları annemde de vardı. Belki evin en küçük kızı olarak daha düşkündüm onlara, ya da çok mu hassastım onlara karşı hiç bilemedim bu ayrımı. Annem ve babam için kaygılanıyor, onlar için elimden ne geliyorsa yapmaya çalışıyordum. Onları gördükçe geleceğimi görür gibi oluyordum. Genetik mirasım olarak bu yaşanılanları ben de mi yaşayacaktım? Ne büyük şanssızlık olurdu benim için...
Kendi evimde derin uykudaydım. Birden  telefon sesi ile paniklemiştim. Babamdı! “Yetiş kızım!” demişti. Fırlayıp hemen ambulansı aramıştım. Babamın ev adresini vermiştim. Kalp krizi geçirdiğini, seksen üç  yaşında olduğunu, verdiğim adrese doğru yola çıktığımı söylemiştim.
Babamın kalbi bu krizi de kaldırabilecek miydi? Zaman babamın aleyhine ilerliyordu. Yaşadığı bu günler için, “uzatmaları oynuyoruz kızım, bakalım ölüm bizi ne şekilde bulacak” demişti. Oysaki babam ölümü hiç ağzına almazdı. En kötü anında bile umudunu kaybetmedi yaşamdan...
Yine o yoğun bakım kapısının önünde, sayısız bekleyişlerin birindeydim... Babamdan haber almak için hastane kapısında bekliyordum. Kendine has kokusu olan hastanelerin bu soğuk koridorunda annemin haberini aldığım günü yaşadım. Bu uzun koridorda annemin acı haberi ile çığlıklarım yankılanmıştı.
Babam çıkıyordu yoğun bakımdan, içim buruktu!.. Kalp sorunu ile geldiğimiz hastaneden, solunumu için çare arıyorduk. Hastane virüsü kaptığı için asıl sorun solunum yetmezliğine dönüşmüştü. Solunumda zorlanan babam için Pulmicort ve Ventolin adlı iki küçük kapsül içindeki sıvı karıştırılacak, Nebülizatör solunum cihazı ile buhar olarak soluyacaktı... Bu uygulama, daha rahat nefes almasına, kısa da olsa uyumasına yardımcı oluyordu. Bu da bir süre sonra bir işe yaramamıştı. İki hafta içerisinde birkaç kez acile gitmiştik. Ya bir gece gözlem altında tutuyorlar, ya da serum takıp yolluyorlardı.
Hastanede günlerin ve gecelerin nasıl geçtiğini anlayamadığımız zorlu bir sürece girmiştik... Refakatçi olarak dördümüz nöbetleşe kalıyorduk babamın yanında. Solunumda zorlanan babamın artık sürekli oksijene gereksinimi vardı. Nefesi kendine yetmez olmuştu. Sürekli takması gerektiği oksijen maskesini yemek yerken, tuvalete giderken çıkarması babamı olumsuz yönde etkilemişti.
Çok fazla hayal görmeye başlamıştı babam... Ölüme yaklaştıkça hayal mi görülürdü? Bilemedim! Yorgun düşen babam, deliksiz uykuya hasretti. Uykuyla, uyanıklık arasında gidip geliyordu. Bazen sayıkladığı da oluyordu. “Nasılsın baba?” sorusunu sayısız tekrarlıyordum... Aslında iyi olmayan babam, gözleriyle “İyiyim” diyerek beni rahatlatıyordu.
Solunumu gittikçe azalıyordu. Artık babamın yanında nöbetleşe değil, dördümüz birden kalıyorduk. Kenarı lastikli solunum maskesini hava kaçırmayacak şekilde takmıştı hemşire... Lastik çok sıkıyordu. Babamın yüzü kızarmıştı. Direndiği sonda da takılmıştı sonunda. Doktorun odaya gelip gitmesi sıklaşmıştı. İki kez kasıktan kan almıştı. Solunum hakkında en güvenilir bilgilerden biriydi bu. Kan gazı neden alınır annemin gidişinde öğrenmiştim!..
Bir şeyler söylemek için çabalasa da babam, maskede sesi boğuluyordu. Konuşmaya çalıştıkça oksijen değeri düşüyordu. Bir bardak suyu içmek için kendinde güç bulamamıştı bütün gün. Babam suyu işaret ediyordu!.. Bir bardak sudan ancak bir yudum alabilmişti. “Doktor maskeyi hemen takın!” diye uyarmıştı bizi... Babamın gözü solunumu takip edilen monitördeydi. Gittikçe düşen değeri görmemesi için ablam onu hafifçe çevirmişti.
Babam, bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama anlayamıyorduk. Elini yazarmışçasına hareket ettirdi. Başucunda duran not defterini ve kalemini istediğini anladım. Verdim. O güzelim el yazısı karalamaya dönüşmüştü. Göz ve el işaretiyle kitabını gösteriyordu. Ablam, “Kitabı istiyor sanırım” diyerek babama kitabını gösterdi. Kitabı bana vermesini işaret etti. Kitabı elime aldım. Gözleriyle tamam dercesine onaylamıştı. En son basılan kitabıydı bu; “Pilli Dede!” Bu kitabında kendi hayatını anlatmıştı.
O kitapla aslında bütün kitaplarını bana emanet etmişti!..
Babamı apar topar yoğun bakıma götürmüşlerdi. Koridorda beklerken hepimiz gözlerimizi birbirimizden kaçırıyorduk. Çok uzun sürmedi bu bekleyişimiz. Doktor yoğun bakımdan çıktığında söze gerek yoktu! Yüzündeki ifadeden anlamıştık. O koridorda ikinci kez çığlıklarım yankılanmıştı.
7 EKİM 2106, YENER BALTA
(Hastalık konulu bir yazı için...)


11 Mart 2017 Cumartesi

DOĞADA OLMAK 5

DOĞADA OLMAK 5

Karı Ankara'da yakaladım bu kış...

Burada (Gündoğan/Bodrum) kış, kış olarak yaşanmıyor. Bazen, soğuk rüzgar, bazen birkaç gün süren fırtına, neredeyse her gece nemli ve baharı anımsatan ılık güneş daha çok kendini hissettiriyor.

Şubat ayının son haftasında, baharı müjdeleyen ağacın çiçeğini gördüğümde sevinç çığlığı attım. Baharın gelişi, doğanın uyanışı, çiçeği, böceği derken içim içime sığmıyor. Her yeni bir günde yeni sürprizler karşılıyor beni.

Geçen yıl çekirdeğini gömdüğüm üç çam ağacını saksıdan alıp toprağa, her zaman kalacakları yere diktim. O kısacık boyları fark edilmez de üzerlerine basılır diye kendi boyları kadar taşla çevreledim. Can sularını verirken 15-20 yılda ancak kendilerini göstereceklerini, benim de yetmişli yaşların başlarında olacağımı düşündüm. Üç dikili çam ağacının gelişimini izlemek bana yetecek...

Zeytin fidesini dört yıl önce dikmiştim. Boyunun iki katına çıktı bile. Sağlıklı bir şekilde büyüyor.

Limon ağacı geçen yazın başında dikmiş olsam da pek mutlu görünmüyor. Bir kez çiçek açsa da, birkaçı meyveye dönüşse de, niyeyse üzerindeki büyük yapraklar bile sararıp dökülüyor.

Geçen sene budanan gül dallarından on- onbeş dal kadar toprağa gömdüm. Aradan tam bir yıl geçti. İkisi tuttu ve bu mevsim dalını göstermeyecek çoklukta yaprak verdi.

Her yer yemyeşil, toprak uyanıyor. O yeşilliğin arasından kırmızı gelincik kendini göstermekte ısrarlı. Bu baharın ilk gelinciğini ben gördüm diye mutlanıyorum. Yol kenarında açan papatyalar tüm saflığıyla esen küçük yelde nazlı nazlı salınıyorlar. Seviyor sevmiyor için kopartılmıyorlar, ne mutlu...

Bu bahar kızıl gerdanı doyasıya fotoğraflamanın keyfine vardım. Ne de güzel ötüşü varmış. Hele bir aşka gelsin ötüyor da ötüyor.

Maskeli ötleğeni tanıdım bu bahar. Ötüşüyle, kesik kesik hareketleriyle onu da doğada ayırt edebiliyorum.

Alakarga için koyduğum kabuklu yerfıstıklarını alırken çok yakından fotoğraflamanın heyecanını anlatamam. Neredeyse aynı zaman içerisinde ona yakın fıstığı bir bir alıp götürüyor.

Serçeler vazgeçilmezi bahçenin. Onlar için aldığım bulgura ara verip, duvar kenarına bırakılan taze sayılacak, bazılarının tüm olmasına şaşırdığım ekmekleri kuşlar için yem yapıyorum. Serçeler diğer kuşların gelmesini de sağlıyor.
Saka bile geldi bahçeye. Kumsalda serçe sandığım kuşun saka olduğunu fark ettiğimde, heyecandan elim titriyordu. Aman kaçacak, bir kare daha fazla çekeyim derken, onun hareketliliği, benim heyecanım çoğu karenin net olmayışını etkilemiş. Olsun çekmiş olmak, o heyecanı ve anı yaşamak bile her şeye değer.

Yağmurun yağmasıyla kuru derenin biraz suyla hareketlenmesi çoğu kuşun mekanı oluyor. Çıvgın derenin yerlisi sanki. Ne zaman gitsem orada küçük küçük keskin hareketliliği ile yeşilin içinde fark ettiriyor kendisini.

Dağın yamacında yüksekte uçanı kerkenez ya da sarı şahine benzetebiliyorum. Makinemin objektifi o uzaklığı çekmeme yeterli gelmiyor. Sarı kuyruksallayan, ak kuyruksallayan, ispinoz, saka, kızılgerdan, alakarga, maskeli ötleğen, kumru, serçe bu bahar gördüklerim. Bu küçük canlıları görmek beni büyülüyor. Gizemli ve sessiz dünyalarına girmiş olmak beni her şeyden koparıyor.

Bu kış ve bahar balık tutmak yeni uğraşlarımdan dolayı seyrek oluyor. Bir iki küçük balığı yakalayıp yaşar görünce denize salıyorum. Niyeyse yüreğim dayanmıyor.

Sahipli yerlerin bahçesinde olan bütün ağaçlar budanıyor. Daha iyi büyüsün dallansın diye budanan dallardan aklıma yapılacak birçok fikir gelse de ne yer ne de zaman ayırmayacağımdan düşünme aşamasında kalıyor...

Bu sabah karıncaların belgesel tadında izlediğim sıra verdi dizilişleri, zakkumun kuru uçuşan minik tohumlarını sırtlanıp gidişlerine hayran kalıyorum. İlk fark ettiğimde üzerlerine basmamayım diye tökezliyorum. Birini bile ezmekten sakınıyorum. Karınca da olsa bir can... Bir sonraki kışa besin depolayan akıllı canlılar...

Pazar alabildiğine canlı. Sebzeler her tezgahın gelir kaynağı. Yeni yeni adını duyduğum, adını sorsam da bir sonraki tezgaha gidene kadar unuttuğum otlardan denemeye karar veriyorum. Geçen pazar ebegümeci ile başladığım ot çılgınlığı bu pazar neredeyse her türden satın alıyorum.

Ebegümecinin yararlarını, şeklini, çiçeğini internette baktıktan sonra pazarcı kadının tarif ettiği soğan ve yağ da pişirip, internetten aldığım fikir ile birleştirip üzerine yumurta kırıyorum. Canım annemin ıspanaklı yumurtasını anımsatıyor bana. Babam ıspanak yesin diye ona hep bu şekilde pişirirdi. Yol kenarında ebegümecini tanımak, adım başı rastlamak, küçüklü büyüklü yapraklarını ne çok seven böceklerin olduğunu (dantel havasına bürünmüş delik delik olmuş yapraklarından) anlıyorum. Toplamak aklımdan geçse de, tozun toprağın için de pek de yenir durumda bulmuyorum kendilerini... Pazardan almak en garantisi...

Ot diye bildiğimiz yeşil bir bitkinin biçimine, renk tonlamasına hayran kaldığım için her gördüğümde durup inceliyor;
“Ey doğa sen ne mucizesin!..” deyip hayret ediyorum.


1 Mart 2017
Yener Balta