15 Mart 2017 Çarşamba

PİLLİ DEDE

PİLLİ DEDE
Telefonda duyduklarım karşısında dizlerimin bağı çözülmüştü. “Babam, babam!..” diyerek kapıya yöneldim.
Telefondaki tanımadığım ses bana;
"Babanız kalp krizi geçiriyor. Şu an Batıkent Cami'sinin yanındaki pazar yerinde, ambulans gelmek üzere" demişti.
İş yerindeydim. Babamın kalp krizi geçirdiği yere yürüyerek üç dört dakikalık uzaklıktaydım. Koşarak bulunduğu yere gittim.
       Gözlerim dolmuştu. Babam yerde yatıyordu. Yüzü bembeyazdı, gözleri donuktu, üstü başı toz içindeydi. Kusmuştu. Düştüğünde etrafa saçılan takma dişini, gözlüğünü, cep telefonunu, şapkasını, gazetesini toplayıp yanına koymuşlardı. Nefes nefeseydim. Metin olmalıydım. Yufka yüreğime sözümü geçirmeliydim. Babamla göz göze gelmiştik. Babamın sönük gözlerindeki ani değişikliği fark etmiştim. Yanında artık ben vardım!..
       Ambulansın ön koltuğuna oturmuştum. Babam arkada sedyede yatıyordu. Şoför, “Hangi hastaneye gidelim?” diye sordu. “Hangisi yakınsa” dedim. Yolu yarılamıştık, arkadan hemşire şoföre, "Sireni çal, hızlan!.." demişti. Bu babamın durumunun daha da tehlikede olduğuna işaretti.
Babam yaşam ile ölüm arasındaydı. Son saniyelerde yetiştirdiğimiz devlet hastanesine girmiştik. İner inmez acil odasına alınmış, elektroşok uygulamışlardı. Yarı açık kapının önündeydim. Doktor, elinde tuttuğu elektroşok cihazını babamın göğüs kafesine her değdirdiğinde yattığı yerden havalanıyordu. Bir-iki derken duran kalbi elektroşokla tekrar atmaya başlamıştı.
Yapılan acil müdahalenin ardından alındığı yoğun bakım ünitesinin kapısında buldum kendimi. Bu kapıda annemin haberini almıştık ilkin... Ölümü ilk annemle yaşamıştım!.. O kapıda bekleyenler o an neler hissedildiğini iyi bilir. Umutla umutsuzluğu, yaşamla ölümün ince çizgisini...
Bu babamın dördüncü kalp kriziydi. On beş yıl önce ilk kalp krizini geçirmişti. Kalbinin yüzde yetmiş beşi tahrip olmuştu. Kalp yetmezliği tanısı konmuştu. Doktorlar kalp nakli yapılmazsa üç ay bile yaşayamayacağını söylediler. Babam, “Hayır, vücuduma bıçak değdirtmem, öleceksem böyle öleyim!” diyerek kalp naklini kabul etmemişti. Sonraları neredeyse bir mucize gerçekleşmiş, ana damarlar çalışamasa da kılcal damarlar kalbi besleyerek bu görevi üstlenmişti.
Belki de babamın kalbi; yaşadığı onca zorluktan, yokluktan, yaşam mücadelesinden yıpranmıştı. Çocuk yaşında annesiz kalmış, gençlik yılları mücadele içerisinde geçmiş, altı kişilik ailesini geçindirmek için ha babam çalışmıştı. İçindeki öğrenme azmi ile ortaokulu ve liseyi akşam okullarında okumuş, kırk dokuz yaşında da avukat olmuştu.
Adı konan kalp yetmezliğinden sonra kalbini yoracak her türlü şeyi bırakıp evine çekilmişti. Sakin hayatına; dinlenmeyi, yeterli uykuyu, az yemeyi, yazmayı ve okumayı koymuştu. En büyük etken de, kendi kendisinin iyi bir hastabakıcısıydı. Gençliğinden beri yazmak ve okumak babam için tutkuydu. Yetmiş yaşında bilgisayar kullanmayı öğrenmişti. Kendi adına açtığı internet sitesinde; “Tabulara, Talana, Yalana, Hayır!..” demişti. Yıllardır biriktirdiği yazılarını ve yenilerini de ekleyerek bu sitede yayınlıyordu. Yazılarının aydınlanmak isteyenlere ışık olacağı inancındaydı. Belki de babamın kalbini besleyen bu uğraşıydı!.. Çalışma odası onun yaşam enerjisiydi.
Bu dördüncü kalp krizi muayenesinde kalpte ritim bozukluğuna çare olarak pil takılmasını önermişti doktor. O zamanlar kalp pili ülkemizde henüz yeniydi. Kalbin üzerinde ince bir deri tabakası açılıp, deri altına kibrit kutusu büyüklüğünde bir kutucuk yerleştirilecekti. Dört yıllık ömrü olan bu pil, yenisi ile değiştirilecekti. Geçireceği bir kalp krizinde pil devreye girecek, kalbe elektroşok etkisi yapıp çalıştıracaktı. Böyle bir durumda pilden ses duyulacak, en kısa zamanda hastaneye gelinecekti. Ağır işiten babam bu sesi nasıl duyacaktı? Doktor; “Ses duyulmasa da vücutta elektrik çarpması gibi bir şey hissedilir” demişti. Babamın duymayan kulağının yükü azalmıştı bu açıklamayla...
Dört kız evlattık. Diğer üç ablam da farklı şehirlerde yaşıyordu. Bu son kalp krizinde de babamla ikimiz başbaşaydık. Yoğun bakımdayken destek olamasalar da babamın kalp pili ameliyatı için beni yalnız bırakmadılar. Babam ameliyat öncesi evlatlarını gördüğü için mutluydu. Bir gece hastanede kalıp eve çıkacaktı. On beş günlük iyileşme sürecinde babamı dördümüz yalnız bırakmamış, tüm sevgimizle onun bir an önce iyileşmesi için yanında olmuştuk. Babam bu ameliyat sonrasında ise kendisine "Pilli Dede" ismini koymuştu.
Aslında kalp hastalığı tek başına bir hastalık değildi. Diyabeti, yüksek tansiyonu, böbrek yetmezliğini ve bunlarla seyreden diğer hastalıkları da beraberinde getiriyordu. Hepsi de babamda mevcuttu. Diyabet için günde üç ünite insülin yapıyordu. Kalp için Monoket, mide koruyucu olarak Lansor, idrar söktürücü olarak Lasix kullanıyordu. Antidepresan için Cipralex, alerjiye Zyrtec, Tiroid hormon dengesizliği için Euthyrox, kan sulandırıcı olarak Coraspin kullanıyordu. Babam; “Böbreğin tek ilacı su” demişti bir gün. “Günde iki buçuk litre su içiyorum, değerler yüksek çıkarsa biraz artırıyorum” demişti. Bir küçük kutu dolusu ilacı başucunda duruyordu. Bir beden bu kadar ilaca nasıl dayanırdı?
Bu son kalp kriziyle birlikte kendisinin bile anlam veremediği bir hastalık daha ortaya çıkmıştı. “Panik atak.” Babam, “Bir bu eksikti, adamı rezil kepaze ediyor” demişti. Bir ara sürekli acile gider olmuştuk. Babamın deprem çantası gibi, acil çantası vardı. Bu çantasıyla hastaneye giderdik... Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, göğüste ağrı ve sıkışma, midede bulantı panik atağın belirtileriydi. Bu hal kalp krizinin belirtileriyle de örtüşüyordu. Zaten her acile gidişimizde EKG, ekokardiyografi, kan sonuçları, tansiyon derken; panik atak mı, kalp krizi mi neyin ne olduğu anlaşılmıyordu. Doktorlar kesin kararı, karaciğer enzim değerlerinin yüksek çıkmasıyla verebiliyorlardı. Sonu yine acilde sabahlamak oluyordu.
Babamın hastalıklarının neredeyse aynıları annemde de vardı. Belki evin en küçük kızı olarak daha düşkündüm onlara, ya da çok mu hassastım onlara karşı hiç bilemedim bu ayrımı. Annem ve babam için kaygılanıyor, onlar için elimden ne geliyorsa yapmaya çalışıyordum. Onları gördükçe geleceğimi görür gibi oluyordum. Genetik mirasım olarak bu yaşanılanları ben de mi yaşayacaktım? Ne büyük şanssızlık olurdu benim için...
Kendi evimde derin uykudaydım. Birden  telefon sesi ile paniklemiştim. Babamdı! “Yetiş kızım!” demişti. Fırlayıp hemen ambulansı aramıştım. Babamın ev adresini vermiştim. Kalp krizi geçirdiğini, seksen üç  yaşında olduğunu, verdiğim adrese doğru yola çıktığımı söylemiştim.
Babamın kalbi bu krizi de kaldırabilecek miydi? Zaman babamın aleyhine ilerliyordu. Yaşadığı bu günler için, “uzatmaları oynuyoruz kızım, bakalım ölüm bizi ne şekilde bulacak” demişti. Oysaki babam ölümü hiç ağzına almazdı. En kötü anında bile umudunu kaybetmedi yaşamdan...
Yine o yoğun bakım kapısının önünde, sayısız bekleyişlerin birindeydim... Babamdan haber almak için hastane kapısında bekliyordum. Kendine has kokusu olan hastanelerin bu soğuk koridorunda annemin haberini aldığım günü yaşadım. Bu uzun koridorda annemin acı haberi ile çığlıklarım yankılanmıştı.
Babam çıkıyordu yoğun bakımdan, içim buruktu!.. Kalp sorunu ile geldiğimiz hastaneden, solunumu için çare arıyorduk. Hastane virüsü kaptığı için asıl sorun solunum yetmezliğine dönüşmüştü. Solunumda zorlanan babam için Pulmicort ve Ventolin adlı iki küçük kapsül içindeki sıvı karıştırılacak, Nebülizatör solunum cihazı ile buhar olarak soluyacaktı... Bu uygulama, daha rahat nefes almasına, kısa da olsa uyumasına yardımcı oluyordu. Bu da bir süre sonra bir işe yaramamıştı. İki hafta içerisinde birkaç kez acile gitmiştik. Ya bir gece gözlem altında tutuyorlar, ya da serum takıp yolluyorlardı.
Hastanede günlerin ve gecelerin nasıl geçtiğini anlayamadığımız zorlu bir sürece girmiştik... Refakatçi olarak dördümüz nöbetleşe kalıyorduk babamın yanında. Solunumda zorlanan babamın artık sürekli oksijene gereksinimi vardı. Nefesi kendine yetmez olmuştu. Sürekli takması gerektiği oksijen maskesini yemek yerken, tuvalete giderken çıkarması babamı olumsuz yönde etkilemişti.
Çok fazla hayal görmeye başlamıştı babam... Ölüme yaklaştıkça hayal mi görülürdü? Bilemedim! Yorgun düşen babam, deliksiz uykuya hasretti. Uykuyla, uyanıklık arasında gidip geliyordu. Bazen sayıkladığı da oluyordu. “Nasılsın baba?” sorusunu sayısız tekrarlıyordum... Aslında iyi olmayan babam, gözleriyle “İyiyim” diyerek beni rahatlatıyordu.
Solunumu gittikçe azalıyordu. Artık babamın yanında nöbetleşe değil, dördümüz birden kalıyorduk. Kenarı lastikli solunum maskesini hava kaçırmayacak şekilde takmıştı hemşire... Lastik çok sıkıyordu. Babamın yüzü kızarmıştı. Direndiği sonda da takılmıştı sonunda. Doktorun odaya gelip gitmesi sıklaşmıştı. İki kez kasıktan kan almıştı. Solunum hakkında en güvenilir bilgilerden biriydi bu. Kan gazı neden alınır annemin gidişinde öğrenmiştim!..
Bir şeyler söylemek için çabalasa da babam, maskede sesi boğuluyordu. Konuşmaya çalıştıkça oksijen değeri düşüyordu. Bir bardak suyu içmek için kendinde güç bulamamıştı bütün gün. Babam suyu işaret ediyordu!.. Bir bardak sudan ancak bir yudum alabilmişti. “Doktor maskeyi hemen takın!” diye uyarmıştı bizi... Babamın gözü solunumu takip edilen monitördeydi. Gittikçe düşen değeri görmemesi için ablam onu hafifçe çevirmişti.
Babam, bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama anlayamıyorduk. Elini yazarmışçasına hareket ettirdi. Başucunda duran not defterini ve kalemini istediğini anladım. Verdim. O güzelim el yazısı karalamaya dönüşmüştü. Göz ve el işaretiyle kitabını gösteriyordu. Ablam, “Kitabı istiyor sanırım” diyerek babama kitabını gösterdi. Kitabı bana vermesini işaret etti. Kitabı elime aldım. Gözleriyle tamam dercesine onaylamıştı. En son basılan kitabıydı bu; “Pilli Dede!” Bu kitabında kendi hayatını anlatmıştı.
O kitapla aslında bütün kitaplarını bana emanet etmişti!..
Babamı apar topar yoğun bakıma götürmüşlerdi. Koridorda beklerken hepimiz gözlerimizi birbirimizden kaçırıyorduk. Çok uzun sürmedi bu bekleyişimiz. Doktor yoğun bakımdan çıktığında söze gerek yoktu! Yüzündeki ifadeden anlamıştık. O koridorda ikinci kez çığlıklarım yankılanmıştı.
7 EKİM 2106, YENER BALTA
(Hastalık konulu bir yazı için...)


11 Mart 2017 Cumartesi

DOĞADA OLMAK 5

DOĞADA OLMAK 5

Karı Ankara'da yakaladım bu kış...

Burada (Gündoğan/Bodrum) kış, kış olarak yaşanmıyor. Bazen, soğuk rüzgar, bazen birkaç gün süren fırtına, neredeyse her gece nemli ve baharı anımsatan ılık güneş daha çok kendini hissettiriyor.

Şubat ayının son haftasında, baharı müjdeleyen ağacın çiçeğini gördüğümde sevinç çığlığı attım. Baharın gelişi, doğanın uyanışı, çiçeği, böceği derken içim içime sığmıyor. Her yeni bir günde yeni sürprizler karşılıyor beni.

Geçen yıl çekirdeğini gömdüğüm üç çam ağacını saksıdan alıp toprağa, her zaman kalacakları yere diktim. O kısacık boyları fark edilmez de üzerlerine basılır diye kendi boyları kadar taşla çevreledim. Can sularını verirken 15-20 yılda ancak kendilerini göstereceklerini, benim de yetmişli yaşların başlarında olacağımı düşündüm. Üç dikili çam ağacının gelişimini izlemek bana yetecek...

Zeytin fidesini dört yıl önce dikmiştim. Boyunun iki katına çıktı bile. Sağlıklı bir şekilde büyüyor.

Limon ağacı geçen yazın başında dikmiş olsam da pek mutlu görünmüyor. Bir kez çiçek açsa da, birkaçı meyveye dönüşse de, niyeyse üzerindeki büyük yapraklar bile sararıp dökülüyor.

Geçen sene budanan gül dallarından on- onbeş dal kadar toprağa gömdüm. Aradan tam bir yıl geçti. İkisi tuttu ve bu mevsim dalını göstermeyecek çoklukta yaprak verdi.

Her yer yemyeşil, toprak uyanıyor. O yeşilliğin arasından kırmızı gelincik kendini göstermekte ısrarlı. Bu baharın ilk gelinciğini ben gördüm diye mutlanıyorum. Yol kenarında açan papatyalar tüm saflığıyla esen küçük yelde nazlı nazlı salınıyorlar. Seviyor sevmiyor için kopartılmıyorlar, ne mutlu...

Bu bahar kızıl gerdanı doyasıya fotoğraflamanın keyfine vardım. Ne de güzel ötüşü varmış. Hele bir aşka gelsin ötüyor da ötüyor.

Maskeli ötleğeni tanıdım bu bahar. Ötüşüyle, kesik kesik hareketleriyle onu da doğada ayırt edebiliyorum.

Alakarga için koyduğum kabuklu yerfıstıklarını alırken çok yakından fotoğraflamanın heyecanını anlatamam. Neredeyse aynı zaman içerisinde ona yakın fıstığı bir bir alıp götürüyor.

Serçeler vazgeçilmezi bahçenin. Onlar için aldığım bulgura ara verip, duvar kenarına bırakılan taze sayılacak, bazılarının tüm olmasına şaşırdığım ekmekleri kuşlar için yem yapıyorum. Serçeler diğer kuşların gelmesini de sağlıyor.
Saka bile geldi bahçeye. Kumsalda serçe sandığım kuşun saka olduğunu fark ettiğimde, heyecandan elim titriyordu. Aman kaçacak, bir kare daha fazla çekeyim derken, onun hareketliliği, benim heyecanım çoğu karenin net olmayışını etkilemiş. Olsun çekmiş olmak, o heyecanı ve anı yaşamak bile her şeye değer.

Yağmurun yağmasıyla kuru derenin biraz suyla hareketlenmesi çoğu kuşun mekanı oluyor. Çıvgın derenin yerlisi sanki. Ne zaman gitsem orada küçük küçük keskin hareketliliği ile yeşilin içinde fark ettiriyor kendisini.

Dağın yamacında yüksekte uçanı kerkenez ya da sarı şahine benzetebiliyorum. Makinemin objektifi o uzaklığı çekmeme yeterli gelmiyor. Sarı kuyruksallayan, ak kuyruksallayan, ispinoz, saka, kızılgerdan, alakarga, maskeli ötleğen, kumru, serçe bu bahar gördüklerim. Bu küçük canlıları görmek beni büyülüyor. Gizemli ve sessiz dünyalarına girmiş olmak beni her şeyden koparıyor.

Bu kış ve bahar balık tutmak yeni uğraşlarımdan dolayı seyrek oluyor. Bir iki küçük balığı yakalayıp yaşar görünce denize salıyorum. Niyeyse yüreğim dayanmıyor.

Sahipli yerlerin bahçesinde olan bütün ağaçlar budanıyor. Daha iyi büyüsün dallansın diye budanan dallardan aklıma yapılacak birçok fikir gelse de ne yer ne de zaman ayırmayacağımdan düşünme aşamasında kalıyor...

Bu sabah karıncaların belgesel tadında izlediğim sıra verdi dizilişleri, zakkumun kuru uçuşan minik tohumlarını sırtlanıp gidişlerine hayran kalıyorum. İlk fark ettiğimde üzerlerine basmamayım diye tökezliyorum. Birini bile ezmekten sakınıyorum. Karınca da olsa bir can... Bir sonraki kışa besin depolayan akıllı canlılar...

Pazar alabildiğine canlı. Sebzeler her tezgahın gelir kaynağı. Yeni yeni adını duyduğum, adını sorsam da bir sonraki tezgaha gidene kadar unuttuğum otlardan denemeye karar veriyorum. Geçen pazar ebegümeci ile başladığım ot çılgınlığı bu pazar neredeyse her türden satın alıyorum.

Ebegümecinin yararlarını, şeklini, çiçeğini internette baktıktan sonra pazarcı kadının tarif ettiği soğan ve yağ da pişirip, internetten aldığım fikir ile birleştirip üzerine yumurta kırıyorum. Canım annemin ıspanaklı yumurtasını anımsatıyor bana. Babam ıspanak yesin diye ona hep bu şekilde pişirirdi. Yol kenarında ebegümecini tanımak, adım başı rastlamak, küçüklü büyüklü yapraklarını ne çok seven böceklerin olduğunu (dantel havasına bürünmüş delik delik olmuş yapraklarından) anlıyorum. Toplamak aklımdan geçse de, tozun toprağın için de pek de yenir durumda bulmuyorum kendilerini... Pazardan almak en garantisi...

Ot diye bildiğimiz yeşil bir bitkinin biçimine, renk tonlamasına hayran kaldığım için her gördüğümde durup inceliyor;
“Ey doğa sen ne mucizesin!..” deyip hayret ediyorum.


1 Mart 2017
Yener Balta

22 Aralık 2016 Perşembe

AYŞEN

🎈🎈🎈🎈🎈
AYŞEN

Ayşen gezmeyi çok seviyormuş. Anne ve babası ile parka gitmeyi, alışveriş yapmayı, anne annesine ve dedesine gitmeyi hep istiyormuş. Dışarı çıktıklarında da bir şeyler aldırmak için zorluyormuş. Bu hareketinden annesi de babası da hiç memnun değilmiş. Pazar günü annesi Ayşen’i parka götürmek için söz vermiş. Akşam erken yatarsa sabah çabuk olur diye erkenden yatmış. Pazar sabahı erkenden kalkmış. Yatağını düzeltmiş. Elini yüzünü yıkamış. Anne ve babasını öperek uyandırmış.

Hep birlikte kahvaltı masasını hazırlamışlar. Ayşen masaya tabakları, çatalları, bardakları, bir de ekmeği koymuş. Güzel bir kahvaltı yapmışlar. Bardağındaki sütü bir dikişte içmiş. Yumurtasını, tereyağlı ekmeğiyle yemiş. Ayşen’in karnı iyice doymuş.

Annesi hazırlıklarını yaptıktan sonra beklediği an gelmiş. Annesi ve babası Ayşen’e bir ders vermenin zamanı geldiğini düşünmüşler. Dışarıda gördüğü her yiyeceği, içeceği ve oyuncağı aldırmak isteyişinden şikayetçilermiş. Bu davranışı her zaman yapıyormuş. Annesi ve babası her gördüğünü değil de, istediklerinden sadece birini alabileceklerini söyleseler de, Ayşen söz verdiği halde hiç mi hiç sözünde durmuyormuş. Anne ve babası verdikleri bu kararı bu gün uygulayacaklarmış. Bugün Ayşen’in her istediği alınacakmış. Ayşen’in her gördüğünü bugün de isteyeceğinden eminmiş.

Annesiyle birlikte evden çıkmışlar. İlk olarak çocuk parkına gitmişler. Her taraf satıcılarla doluymuş. Simitler, patlamış mısırlar, elma şekerleri, balonlar... Hepsi de çok güzel görünüyorlarmış. Satılanlar şöyle bir bakmış, salıncağa doğru koşmuş. Salıncakta sallanmayı çok seviyormuş. Uzun uzun sallanmış.

Patlamış mısır ilk isteği olmuş. Birazını yemiş, geri kalanını da elinde tutuyormuş. Elma şekerini canı çok çekmiş. Annesinden almasını istemiş. Annesi mızmızlanmasına bile fırsat vermeden almış. Birkaç kez yaladıktan sonra elma şekeri yere düşmüş. Ağlamış, annesi ağlamsını sürdüremeden bir yenisini almış. Yenisinin paketini açmadan elinde tutmuş.

Sır kaymaya gelmiş. Kayacağın tarafa doğru koşmuş. Elindekilerini annesinin tutmasını istemiş. Annesi kabul etmemiş. Yere bırakması doğru olmazmış. Elindekilerle kaymak zor olmuş. Biraz dinlenmiş, canı simit istemiş. Annesine simit göstermiş. Annesi anlamış ve onu da almış. Simidi bir güzel yemiş. Parktan çıkarken büyük kırmızı bir balona gözü takılmış. Annesinin elini bırakıp uzun uzun seyretmiş. Annesi o istemeden kırmızı balonu almış. Balonun ipini elinden kaçırmamak için bileğine bağlatmış.

Parktan çıkıp yürümeye başlamışlar. Yürürken balonuna baktığı için gelip geçene çarpıyormuş. Yürümekte zorlanıyormuş. Mağazaların vitrinlerine bakarak geziniyorlarmış. Birden, bir hamburgercinin önünden geçerken kocaman bir hamburger ilanıyla karşılaşmış. Gözlerini kocaman açmış. Hamburgeri annesine göstermiş. Çok acıktığını söylemiş. Annesi de acıktığı için birlikte içeri girmişler. İki ayran, iki patates kızartması, iki de hamburger söylemişler. Ayşen büyük bir iştahla başlamış, birazını tabağında bırakmış. Annesi bitirmesi için hiçbir şey söylememiş. Ama kalanında da gözü kalmış. Bir poşete koydurarak çıkmışlar. Çıkışta o kocaman hamburger görüntüsüne bakamamış. Çünkü yedikleri çok gelmiş ona. Karnında ağrılar başlar gibi olmuş. Gezmeye devam demiş annesi.

Olacak şey mi bu!.. Tüm vitrin oyuncaklarla dolu. Uzun uzun bakmış. Annesi; “hadi yeter baktığımız” bile dememiş. Gözü kocaman bir bebeğe takılmış. Annesi; “hayır” demiş denemek için. Mızmızlanmaya başlamış, ağlamış. Annesi “devam” diyerek almış istediği bebeği. Bebeğin fiyatı annesine pahalı gelmiş. Annesi düşünmüş, ama sonuca varmak için pahalı da olsa almaya karar vermiş. Bebeğin siyah kıvırcık saçları varmış. Elbisesinin üzerinde beyaz ve sarı çiçekler varmış. Kolları ve bacakları bezdenmiş. Adını “bez bebek” koymaya karar vermiş.

Oyuncakçıda ne güzel şeyler var diye aklından geçirmiş. Hepsinin kendisinin olmasını istiyormuş. Ayşen bir şeyin farkına yeni varmış. Bugün istediklerini aldırırken hiç zorlanmadığını fark etmiş. Karnının ağrısı daha da kendisini belli etmeye başlamış. Biraz mızmızlanmış, elindeki ve kolundakilerin  ağır geldiğini annesine söylemiş. Annesi taşımayı kabul etmemiş.

Annesi dondurma teklifinde bulunmuş. İtiraz etmemiş. Kocaman bir çikolatalı dondurma topu gözünde iyice büyümüş. Yerken birazı üzerine damlamış. Ağzı yüzü hep kirlenmiş. Elindekilerle yemek zor olmuş. Dondurma nihayet bitmiş. Yürümeye devam etmişler. Bir kitapçının önünde durmuş annesi. Rengarenk yapboz vitrinde duruyormuş. Resimli kitaplar, boyama kitapları çok hoşuna gitmiş. İçeri girmişler. Yapboz, boyama kitabı ve bir de resimli öykü kitabı almışlar. Annesi bu alışverişten memnun olmuş. Çünkü Ayşen’e kitap almayı çok seviyormuş. Son alışverişin paketlerini de Ayşen yüklenmiş. İyice zorlanıyormuş yürümekte.

Karın ağrısı  iyice belli ediyormuş kendisini. Ateşi de çıkmış biraz. Midesi de bulanır gibi olmuş.  Annesi durumu anlamış, eve doğru yola koyulmuşlar.  Patlamış mısır paketi, elma şekeri, balon, hamburger poşeti, bez bebeği, yapboz ve kitaplarının bulunduğu paketi çok ağırlaşmış. Elinden kayıyormuş bazıları. Terlemiş, sıkılmış, daralmış. Neyse ki eve yaklaşmışlar.

Eve girdiklerinde kapının önüne yığılı vermiş. Taşıdıkları ve yedikleri ağır gelmiş. Midesi bulanmış, paketlerden kalkamamış. Anne ve babası yardım etmenin zamanı geldi demişler. Banyoya götürmüşler. Yedikleri midesini bozduğu için çıkarmış. Doğruca yatağına uzanmış. Bez bebeğiyle, yapbozuyla, balonuyla oynayamamış. Öykü kitabının resimlerine bakamamış. 
Boyama kitabının boş yerlerini boyayamamış bile. Yatağında uyuya kalmış.

Annesi ve babası biraz üzülmüşler ama, bu davranışlarının gerektiğini biliyor olduklarından her istediğini aldırmanın yanlış bir davranış olduğunu öğreneceğinden memnunluk duymuşlar.

YENER BALTA
26 EYLÜL 1995