PİLLİ DEDE
Telefonda
duyduklarım karşısında dizlerimin bağı çözülmüştü. “Babam, babam!..” diyerek kapıya yöneldim.
Telefondaki
tanımadığım ses bana;
"Babanız kalp
krizi geçiriyor. Şu an Batıkent Cami'sinin yanındaki pazar yerinde, ambulans gelmek
üzere" demişti.
İş yerindeydim.
Babamın kalp krizi geçirdiği yere yürüyerek üç dört dakikalık uzaklıktaydım. Koşarak bulunduğu yere gittim.
Gözlerim dolmuştu. Babam yerde yatıyordu. Yüzü bembeyazdı, gözleri donuktu, üstü başı toz içindeydi. Kusmuştu. Düştüğünde etrafa saçılan takma dişini, gözlüğünü, cep telefonunu, şapkasını, gazetesini toplayıp yanına
koymuşlardı. Nefes nefeseydim. Metin olmalıydım. Yufka yüreğime sözümü geçirmeliydim. Babamla göz
göze gelmiştik. Babamın sönük gözlerindeki ani değişikliği fark etmiştim. Yanında artık ben vardım!..
Ambulansın ön koltuğuna oturmuştum. Babam arkada sedyede yatıyordu. Şoför, “Hangi hastaneye gidelim?” diye
sordu. “Hangisi yakınsa” dedim. Yolu yarılamıştık, arkadan hemşire şoföre,
"Sireni çal, hızlan!.." demişti. Bu babamın durumunun daha da tehlikede olduğuna işaretti.
Babam yaşam ile ölüm
arasındaydı. Son saniyelerde yetiştirdiğimiz devlet hastanesine girmiştik. İner inmez acil odasına alınmış, elektroşok uygulamışlardı. Yarı açık kapının önündeydim. Doktor, elinde tuttuğu elektroşok cihazını babamın göğüs kafesine her değdirdiğinde yattığı yerden havalanıyordu. Bir-iki derken
duran kalbi elektroşokla tekrar atmaya başlamıştı.
Yapılan acil müdahalenin ardından
alındığı yoğun bakım ünitesinin
kapısında buldum kendimi. Bu kapıda annemin haberini almıştık ilkin... Ölümü ilk annemle yaşamıştım!.. O kapıda
bekleyenler o an neler hissedildiğini iyi bilir.
Umutla umutsuzluğu, yaşamla ölümün ince çizgisini...
Bu babamın dördüncü kalp kriziydi. On
beş yıl önce ilk kalp krizini geçirmişti.
Kalbinin yüzde yetmiş beşi tahrip olmuştu. Kalp yetmezliği tanısı konmuştu. Doktorlar kalp
nakli yapılmazsa üç ay bile yaşayamayacağını söylediler. Babam, “Hayır, vücuduma bıçak değdirtmem, öleceksem böyle öleyim!” diyerek kalp naklini
kabul etmemişti. Sonraları neredeyse bir mucize gerçekleşmiş, ana damarlar çalışamasa da kılcal damarlar kalbi besleyerek bu görevi
üstlenmişti.
Belki de babamın kalbi; yaşadığı onca zorluktan, yokluktan, yaşam mücadelesinden yıpranmıştı. Çocuk yaşında annesiz kalmış, gençlik yılları mücadele içerisinde
geçmiş, altı kişilik ailesini geçindirmek için ha babam çalışmıştı. İçindeki öğrenme azmi ile ortaokulu ve liseyi akşam okullarında okumuş, kırk
dokuz yaşında da avukat olmuştu.
Adı konan kalp yetmezliğinden sonra
kalbini yoracak her türlü şeyi bırakıp evine
çekilmişti. Sakin hayatına; dinlenmeyi, yeterli uykuyu, az yemeyi, yazmayı ve okumayı koymuştu. En
büyük etken de, kendi kendisinin iyi bir hastabakıcısıydı. Gençliğinden beri yazmak ve okumak babam için tutkuydu. Yetmiş yaşında
bilgisayar kullanmayı öğrenmişti. Kendi adına açtığı internet sitesinde;
“Tabulara, Talana, Yalana, Hayır!..” demişti. Yıllardır biriktirdiği yazılarını ve
yenilerini de ekleyerek bu sitede yayınlıyordu. Yazılarının aydınlanmak
isteyenlere ışık olacağı inancındaydı.
Belki de babamın kalbini besleyen bu uğraşıydı!.. Çalışma odası onun yaşam
enerjisiydi.
Bu dördüncü kalp krizi muayenesinde
kalpte ritim bozukluğuna çare olarak pil
takılmasını önermişti doktor. O zamanlar kalp pili ülkemizde henüz yeniydi. Kalbin üzerinde ince bir deri tabakası açılıp, deri altına kibrit kutusu
büyüklüğünde bir kutucuk yerleştirilecekti. Dört yıllık ömrü olan bu pil, yenisi ile değiştirilecekti.
Geçireceği bir kalp krizinde pil devreye girecek, kalbe elektroşok etkisi yapıp
çalıştıracaktı. Böyle bir durumda pilden ses duyulacak, en kısa zamanda
hastaneye gelinecekti. Ağır işiten babam bu sesi nasıl duyacaktı? Doktor; “Ses
duyulmasa da vücutta elektrik çarpması gibi bir şey hissedilir” demişti.
Babamın duymayan kulağının yükü azalmıştı bu açıklamayla...
Dört kız evlattık. Diğer üç ablam da
farklı şehirlerde yaşıyordu. Bu son kalp krizinde de babamla ikimiz
başbaşaydık. Yoğun bakımdayken destek olamasalar da babamın kalp pili ameliyatı
için beni yalnız bırakmadılar. Babam ameliyat öncesi evlatlarını gördüğü için
mutluydu. Bir gece hastanede
kalıp eve çıkacaktı. On beş günlük iyileşme sürecinde babamı dördümüz yalnız
bırakmamış, tüm sevgimizle onun bir an önce iyileşmesi için yanında olmuştuk.
Babam bu ameliyat sonrasında ise kendisine "Pilli Dede" ismini koymuştu.
Aslında kalp
hastalığı tek başına bir
hastalık değildi. Diyabeti, yüksek tansiyonu, böbrek yetmezliğini ve bunlarla
seyreden diğer hastalıkları da beraberinde getiriyordu. Hepsi de babamda
mevcuttu. Diyabet için günde üç ünite insülin yapıyordu. Kalp için Monoket,
mide koruyucu olarak Lansor, idrar söktürücü olarak Lasix kullanıyordu.
Antidepresan için Cipralex, alerjiye Zyrtec, Tiroid hormon dengesizliği için
Euthyrox, kan sulandırıcı olarak Coraspin kullanıyordu. Babam; “Böbreğin tek
ilacı su” demişti bir gün. “Günde iki buçuk litre su içiyorum, değerler yüksek
çıkarsa biraz artırıyorum” demişti. Bir küçük kutu dolusu ilacı başucunda
duruyordu. Bir beden bu kadar ilaca nasıl dayanırdı?
Bu son kalp
kriziyle birlikte kendisinin bile anlam veremediği bir hastalık daha ortaya
çıkmıştı. “Panik atak.” Babam, “Bir bu eksikti, adamı rezil kepaze ediyor” demişti. Bir ara sürekli acile gider olmuştuk.
Babamın deprem çantası gibi, acil çantası vardı. Bu çantasıyla hastaneye
giderdik... Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, göğüste ağrı ve sıkışma,
midede bulantı panik atağın belirtileriydi. Bu hal kalp krizinin belirtileriyle
de örtüşüyordu. Zaten her acile gidişimizde EKG, ekokardiyografi, kan sonuçları, tansiyon derken; panik atak
mı, kalp krizi mi neyin ne olduğu anlaşılmıyordu. Doktorlar kesin kararı,
karaciğer enzim değerlerinin yüksek çıkmasıyla verebiliyorlardı. Sonu yine
acilde sabahlamak oluyordu.
Babamın
hastalıklarının neredeyse aynıları annemde de vardı. Belki evin en küçük kızı
olarak daha düşkündüm onlara, ya da çok mu hassastım onlara karşı hiç bilemedim
bu ayrımı. Annem ve babam için kaygılanıyor, onlar için elimden ne geliyorsa
yapmaya çalışıyordum. Onları gördükçe geleceğimi görür gibi oluyordum. Genetik
mirasım olarak bu yaşanılanları ben de mi yaşayacaktım? Ne büyük şanssızlık
olurdu benim için...
Kendi evimde
derin uykudaydım. Birden telefon sesi
ile paniklemiştim. Babamdı! “Yetiş kızım!” demişti. Fırlayıp hemen ambulansı aramıştım. Babamın ev adresini vermiştim. Kalp krizi geçirdiğini, seksen üç yaşında olduğunu, verdiğim adrese doğru yola çıktığımı söylemiştim.
Babamın
kalbi bu krizi de kaldırabilecek miydi? Zaman babamın aleyhine ilerliyordu. Yaşadığı bu günler için,
“uzatmaları oynuyoruz kızım, bakalım ölüm bizi ne şekilde bulacak” demişti. Oysaki babam
ölümü hiç ağzına almazdı. En kötü anında bile umudunu
kaybetmedi yaşamdan...
Yine o yoğun bakım kapısının
önünde, sayısız bekleyişlerin birindeydim...
Babamdan haber almak için hastane kapısında bekliyordum. Kendine has kokusu
olan hastanelerin bu soğuk koridorunda annemin haberini aldığım günü yaşadım.
Bu uzun koridorda annemin acı haberi ile çığlıklarım yankılanmıştı.
Babam çıkıyordu yoğun bakımdan, içim buruktu!.. Kalp sorunu ile geldiğimiz hastaneden, solunumu için çare arıyorduk. Hastane
virüsü kaptığı için asıl sorun solunum yetmezliğine dönüşmüştü. Solunumda
zorlanan babam için Pulmicort ve Ventolin adlı iki küçük kapsül içindeki sıvı
karıştırılacak, Nebülizatör solunum cihazı ile buhar olarak soluyacaktı... Bu
uygulama, daha rahat nefes almasına, kısa da olsa uyumasına yardımcı oluyordu. Bu da bir süre sonra bir işe yaramamıştı. İki hafta içerisinde
birkaç kez acile gitmiştik. Ya bir gece gözlem altında tutuyorlar, ya da serum
takıp yolluyorlardı.
Hastanede günlerin ve gecelerin nasıl
geçtiğini anlayamadığımız zorlu bir
sürece girmiştik... Refakatçi olarak dördümüz nöbetleşe kalıyorduk babamın
yanında. Solunumda zorlanan babamın artık sürekli oksijene gereksinimi vardı.
Nefesi kendine yetmez olmuştu. Sürekli takması gerektiği oksijen maskesini yemek yerken, tuvalete giderken
çıkarması babamı olumsuz yönde etkilemişti.
Çok fazla hayal görmeye başlamıştı
babam... Ölüme yaklaştıkça hayal mi görülürdü? Bilemedim! Yorgun düşen babam,
deliksiz uykuya hasretti. Uykuyla, uyanıklık arasında gidip geliyordu. Bazen
sayıkladığı da oluyordu. “Nasılsın baba?” sorusunu sayısız tekrarlıyordum...
Aslında iyi olmayan babam, gözleriyle “İyiyim” diyerek beni rahatlatıyordu.
Solunumu gittikçe azalıyordu. Artık
babamın yanında nöbetleşe değil, dördümüz birden kalıyorduk. Kenarı lastikli
solunum maskesini hava kaçırmayacak şekilde takmıştı hemşire... Lastik çok
sıkıyordu. Babamın yüzü kızarmıştı. Direndiği sonda da takılmıştı sonunda.
Doktorun odaya gelip gitmesi sıklaşmıştı. İki kez kasıktan kan almıştı. Solunum
hakkında en güvenilir bilgilerden biriydi bu. Kan gazı neden alınır annemin
gidişinde öğrenmiştim!..
Bir şeyler söylemek için çabalasa da
babam, maskede sesi boğuluyordu. Konuşmaya çalıştıkça oksijen değeri düşüyordu.
Bir bardak suyu içmek için kendinde güç bulamamıştı bütün gün. Babam suyu
işaret ediyordu!.. Bir bardak sudan ancak bir yudum alabilmişti. “Doktor maskeyi
hemen takın!” diye uyarmıştı bizi... Babamın gözü solunumu takip edilen
monitördeydi. Gittikçe düşen değeri görmemesi için ablam onu hafifçe
çevirmişti.
Babam, bir şeyler anlatmaya çalışıyor
ama anlayamıyorduk. Elini yazarmışçasına hareket ettirdi. Başucunda duran not
defterini ve kalemini istediğini anladım. Verdim. O güzelim el yazısı
karalamaya dönüşmüştü. Göz ve el işaretiyle kitabını gösteriyordu. Ablam,
“Kitabı istiyor sanırım” diyerek babama kitabını gösterdi. Kitabı bana
vermesini işaret etti. Kitabı elime aldım. Gözleriyle tamam dercesine
onaylamıştı. En son basılan kitabıydı bu; “Pilli Dede!” Bu kitabında kendi
hayatını anlatmıştı.
O kitapla aslında bütün kitaplarını
bana emanet etmişti!..
Babamı apar topar yoğun bakıma
götürmüşlerdi. Koridorda beklerken hepimiz gözlerimizi birbirimizden
kaçırıyorduk. Çok uzun sürmedi bu bekleyişimiz. Doktor yoğun bakımdan
çıktığında söze gerek yoktu! Yüzündeki ifadeden anlamıştık. O koridorda ikinci
kez çığlıklarım yankılanmıştı.
7 EKİM 2106, YENER BALTA
(Hastalık konulu bir yazı için...)