19 Şubat 2012 Pazar

BAVULLARI HEP TOPLU DURMALI İNSANIN...

BAVULLARI HEP TOPLU DURMALI İNSANIN...

Bir gün telefonların hiç çalmayabileceği hesaplanmalı...

Tül perde arkasından misafir yolu gözlemekten vaz geçmeli...

İhanetlere, terkedilmelere, bir başına bırakılmalara hazırlıklı olmalı...

Yalnızlığa alışmalı...

* * *
Çünkü "omuz omuza" günlerin vakti geçti. Dayanışma... günümüz borsasının değer kaybeden hisse senetlerinden biri artık...

Bireyin keşif çağı, geride kırık dökük yalnızlıklar bıraktı.

Terörün bile bireyselleştiği çağdayız. Zaman, birlikten kuvvet doğurma zamanı değil; zaman, tek başına dimdik ayakta kalabilmeyi becerme zamanıdır.

* * *
İşte o yüzden alışmalı yalnızlığa...

Sokaklar dolusu ıssızlıkla başbaşa yaşamayı göze almalı insan... Güvendiği dağlardaki karlara bakıp ders çıkarmalı... Hüzünlü bir şarkıyla paylaşılan gecelerde başım dayayacak bir omuz arama huylarından vazgeçmeli... Sofrada tek tabağa, tabakta az yemeğe alışmalı...

Romanlardan yalnızlığı yücelten paragraflar asmalı evin en görünür duvarlarına...

"Yalnızlık paylaşılmaz/ Paylaşmılsa yalnızlık olmaz" dizeleriyle başlamalı güne...

Telesekretere "şu anda size cevap verebilecek kim se yok" denmeli, "... belki de hiçbir zaman olmayacak..."

Cevapsızlığa, sessizliğe ısınmalı...
* * *
Oysa sessizlik haksızlığa alkıştır.

Haklılığın onuru yaşatır insanı... Susmanın utancı öldürür.

O yüzden en sessiz gecelerde ''doğruydu, yaptım"la teselli bulmalı insan...

Feryada komşuların yetişmemesine, soğuk duvar diplerinde sessizce ağlaşmaya alışmalı... Kendiyle hesaplaşmaya çalışmalı...

Gece yastıkla ağlaşmaya, sabah aynayla gülüşmeye, kendiyle hüzünlenip, kendiyle keyiflenmeye hazır olmalı...

Hep başını alıp gidebilecek kadar cesur, ama hep kalıp savaşacakmış kadar gözüpek olabilmeli...

Sessizliği, sese dönüştürebilmeli...

* * *
Ve sırt çantasını her daim hazır tutmalı insan...

Yollarla barışmalı...

Yalnızlığa alışmalı...


Can Dündar

İnternet ortamından alıntı yapıldı.

ETİKET İSTEMEYEN YALNIZ KADINLAR

ETİKET İSTEMEYEN YALNIZ KADINLAR

Aslında o kadar çoklar ki... Kesinlikle yalnızlıktan hoşlanmayan, paylaşmayı bilen, son derece hoş ve bakımlı kadınlar. Düzgün eğitimleri ve gelişimleri olan, iş hayatında erkeklerden çok daha başarılı. Genellikle yaşantılarında erken yapılmış bir evlilik ya var ya da yok. Eğer varsa da eşleri ile birlikte çıktıkları yolda kocalarının ciddi şekilde geri kaldığını görerek veya özgürlüklerine getirilen manasız kısıtlamalar sebebiyle boşanıp yollarına tek başlarına devam ediyorlar. Düzenli evleri, ev yaşamları, arkadaşlıkları, dengeleri ve etrafta uyandırdıkları saygınlıkları var. Okumayı, kültürel ve sanatsal faaliyetleri takip etmeyi seviyorlar. Bilerek ya da bilmeden kendilerini geliştirirken sınırlar oluşturmayı ve kendilerini korumayı da gayet iyi beceriyorlar. Bulundukları ortamlarda çok hoş arkadaşlıklar kurabiliyor, bunları ömür boyu zedelenmeden götürebilme marifetini de gösteriyorlar. Kurdukları her türlü ilişki uzun soluklu ve nitelikli. Duygusal ilişkilere de uzak değiller, beraberlikleri başladığında ellerinden geleni yapıyorlar ama anlaşılmaz kaprisler ya da istekler ile karşılaştıklarında şaşırıyorlar. Sonra da yalnız kalıyorlar. Çünkü yalnız kadın, erkeğe çok bilmiş görünüyor, öfke yaratıyor. İllişkilerde nörotik yaklaşım kadına has bilinirken, erkekte tuhaf naz-niyaz davranışları, garip istekler, evgilisini sahiplenmeme, onun donanımını küçümseyip yaptığı "biber dolmasını" eleştirme, kendine rakip görme, ondan öğrendikleri hoşuna gitse de bundan rahatsızlık duyma, aynı evi paylaşmaktan kaçış, küçümseme gibi davranışlar sergiliyor. Oysa çağdaş ilişkilerde biz değil miyiz, "Kadın beni sadece ben olduğum için sevsin" diyen! Oysa bu kadınlar tam da istedikleri gibi. Erkekten etiket istemeyip, onu o olduğu için sevenler... Kadın olduklarının unutulması haklı olarak çok ağır geliyor. Sanki kendine yetiyor olması, onu sevdiği için her şeyine katlanması, sevdiğinden maddi taleplerinin olmaması adeta olumsuz özellikleri haline gelmiş durumda. Haklı olarak, kullanılmak istemiyorlar, acaba bu mu erkeği rahatsız eden? Terapilerde edindiğimiz tecrübeler enteresan; erkek kendini savunmuyor, yaşadıklarının kendisini mutlu etmekle beraber zorladığını ifade ediyor. İlişkinin başlangıcından beri çok değiştiğini ve kendisini çok değerli gördüğünü bunu da sevgilisine borçlu olduğunu dürüstçe itiraf ediyor. Birlikteliklerden beklentileri sorulduğunda saydıklarının hepsi ilişkisi içinde zaten karşılanmış oluyor. Kadın için durum daha farklı. İlişkinin kurtulması adına her türlü öneriye açık. Dürüstlük, samimiyet ve gerçek ilgi istiyor, ama bu ilginin asla erkeğin sosyal yaşantısını etkiler halde yapış yapış sunulmasını istemiyor. Sonuçta yalnız kalıyor...

Doç. Dr. Özkan PEKTAŞ

İnternet ortamından alıntı

BİR KADINI AĞLATMAK

BİR KADINI AĞLATMAK
Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya...

En az erkekler kadar yani!

Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe!

İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra. Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte. Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır. Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli...

Ve kadın ağlar; hem de çok! Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını, kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar. Ama bilir misiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları. Her damla bir derstir çünkü. Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler. İçlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları.Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar. Zaman geçer sonra. Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler, yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini. Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar, o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı...

Çok ağlayan kadınlar, bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür. Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden.
Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan...

İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar. Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların. E.. o zaman niye sarılsınlar ki! Niye sarılalım ki! Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur.

Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır. Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır. Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır. O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü!

AZİZ NESİN

İnternet Ortamından Alıntı Yapıldı.

18 Aralık 2011 Pazar

AHMET BEYE NE OLDU?..

AHMET BEYE NE OLDU?..

En büyük sinema salonlarının birinde tercih ettiğim filmi bulabiliyorum. Bileti almak için gittiğim sinema gişesinde, arka sıralarda pek yer kalmadığından ve o filmi de kaçırmak istemediğimden ön sıradan bir bilet alıyorum.

Patlamış mısırın kokusu beni baştan çıkartsa da film arasına kadar irademi zorlayacağım.

Salona girdiğimde hafif yukarı doğru meyilli dar koridordan sola dönüp, koltuk numarama bakıyorum. Küçüklüğümde gittiğim sinema salonları ile ilgisi olmayan salonda, bir film süresi bana ait koltuğa oturuyorum. Alaca karanlık, siyah ve kırmızının hakim olduğu salonda, yerlerini arayanların arasında çalan hafif müzik insanı rahatlatıyor. Önden ikinci sıradaki ilk koltuğa oturuyorum.

Seyirciler yavaş yavaş salona girerken, tekerlekli sandalyesini kendi kumanda eden bir adamın da içeri girdiğini fark ediyorum. Tekerlekli sandalyeye bağımlı kalmak, hayattan kopmak anlamına gelmiyordu. Tüm engellere rağmen sinemaya gelmişti işte. En öndeki koltuğa doğru yanaşırken, arkasından içeriye irice iki görevli girdi. Tekerlekli sandalyede oturan adama doğru hızlı adımlarla yaklaşıp, "geldik Ahmet abi, geldik" deyip, bir sağına biri soluna geçip koltuk altlarından ve bacaklarından yakalayıp sinema koltuğuna geçirdiler. "Burada daha rahat edersin" dedi birisi... Birbirlerini tanıyor olsalar gerek ki, birbirlerine şaka yollu takılıp, "aman sakın geç kalmayın, her zaman olduğu gibi filmin bitmesine yakın gelip beni alın" dedi. İçlerinden biri "sen merak etme Ahmet abi, biz o işi halleder, kimseler ayaklanmadan seni dışarı çıkarırız" deyip, tekerlekli sandalyesini de alıp yanından gülerek ayrıldılar.

Filmin başlamasına az bir süre kalmıştı, perdede reklamlar gösteriliyordu. Seyirciler bir bir içeri giriyordu.

Gelecek programların fragmanlarından ilki perdeye yansımıştı. İyice koltuğuma gömülmüş filmi izlemek için kendimi hazırlamıştım. Film başlamış, ortalık karanlığa gömülmüştü. Bir an cılız el feneri koridordan içeriyi aydınlatmış, geç kalan iki kişi görevlinin yerlerini göstermesiyle yerlerine oturmuşlardı.

Film, bir çok dalda oskar ödülü almıştı. İki saatlik bir süre içinde aklımdaki herşeyden uzaklaşmıştım. Film beni içine çekmiş, sanki filmin kahramanlarından biri haline gelmiştim. En güzel, en karmaşık, en heyecanlı yerinde on dakika ara denmiş, kendimle yaptığım savaşı kaybedip, en küçüğünden patlamış mısır almıştım.

On dakikalık arada önde oturan Ahmet bey'i iki kişinin fark etmesi üzerine "vay Ahmet abi, ne haber?" diyerek, sevgi ve coşku ile selamlaşmışlardı. İçlerinden biri "Yalnız mısın?" diye sorup, "bizim yanımız boş, seni de bizim yanımıza arkaya alalım" deyip, kucaklayıvermişlerdi.

Gong sesi duyulmuş, film kaldığı yerden başlamıştı. On dakika aranın yetmediği sürede, iki kişi o kalabalıkta ve karanlıkta Ahmet bey'den boşalan yere oturuvermişlerdi.

Bir sinema filmini değerlendirilirken ele alınan tüm özellikleri, başarılı bir şekilde bu filmde bulmuştum.

Büyük bir keyifle filmi izledim. Filmin son dakikaları yaklaşmış, filmde kimler görev almışsa uzun bir liste sıralanacakken, içeri Ahmet bey'in anlaştığı sinema görevlileri sesizce girmiş, en ön sırada oturan adamı kucaklamış, o an kıyamet kopmuştu. Kucağa alınan adam donakalmış, yüksek sesli final müziği başlamış, yan koltukta oturan kadının, "kocamı nereye götürüyorsunuz?" çığlıkları müziğe karışmış, sesini duyuramamıştı. Kucaktaki adam ne kadar debelensede olayın şokundan dolayı bağırmaya çalışsa da sesi duyulmaz olmuştu. Dar, karanlık koridordan dışarı çıktıklarında iki görevli gerçekle yüzleşmişlerdi.

Kucakladıkları adamın Ahmet bey'in olmadığını öğrenince ne diyeceklerini bilememiş, özür üstüne özür dileseler de neler olduğunu güçlükle ifade etmişlerdi. Adamın sesi çıkmaya başlamış, "sizi dava edeceğim, şikayetçiyim sizden" derken, karısı yanına gelmiş, o da olayın içine dalıvermiş, karı koca iki görevli ile bir dövüşmedikleri kalmıştı.

Olay bir anda büyük heyecanlara neden olmuştu. Seyirciler salondan çıkarken, iki görevli içeri girmiş, peki Ahmet abi nereye gider dercesine birbirlerine sorar gözlerle bakmışlardı. Birbirlerine sürekli bir şeyler söyleyip, gülüşüyorlardı. Ahmet bey'i gözleriyle arıyorlardı.

Salondan çıktığımda Ahmet bey tekerlekli sandalyesine oturmuş, bir arkadaşı sandalyesini iterken, diğer arkadaşı ile de koyu bir sohbete dalmış şen şakrak gidiyorlardı.

Yener Balta, 15.12.2011

20 Ekim 2011 Perşembe

ACI YAŞAM

ACI YAŞAM

"Düşünebiliyor musun!" dedi. "Evlendiğimde tam 16 yaşındaydım. Evlenmek istemediğimi söylesem de kim dinledi ki!... Babama; evlenmek istemiyorum, okumak istiyorum dediğimde, bana verdiği cevaba bakar mısın; 'okula gidip de erkeklere yem mi olacaksın' dedi. Zihniyete bakar mısın? İşte beni 16 yaşında evlendirdi. Hiçbir şey bilmezken, bilmediğim bir adamla..."

Ortaokul arkadaşımla yolda karşılaşmıştık. Aradan neredeyse otuz üç yıl geçmesine rağmen birbirimize sıcacık, özlemle sarıldık. Hani şimdilerde gençlerin "kanka" dedikleri yakınlıkta arkadaşı olur ya insanın, işte o zamanlarda onlardan biriydik biz de... Bir çay içimi yeni moda simitçi kafelerden birine girip oturduk. Sanki onca yılı bir çay içimi zamana sığdırmak için birbirimizle anlaşmış gibi, hayatımızda en çok bizlere iz bırakan yaşantımızdan kesitleri anlatmaya başladık. Bir de o zamanlara ait aklımızda kalan ne varsa anılarımızı paylaştık...

Hiç değişmemişti, yıllar ona fazladan kilo ve kırışıklıklar katmıştı, bir de acı bir yaşam... En çok annesinin ölümü etkilemişti onu, ne aldatılması, ne kendisinin ne de kızının boşanması, ne de babasının onca varlığına karşın ona maddi bir katkı sağlamaması... Hele hele annesinin kırkı çıkmadan babasının yeniden evlenmiş olması...

Yüzüne yerleşen mutsuzluk, bazen sevince dönüşüyordu sohbet etmenin mutluluğunda... Anlatıyordu, sözünü kesmeden dinledim. Kimselerle paylaşamadığı acılarının tümünü bir çırpıda benimle paylaşıvermişti.

"Annem ağır hastalandı, yatağa düştü, bir başıma anneme ben baktım. Gitti annem..." Anne acısı acıların en büyüğü…" demişti.

Gözlerinde biriken yaşlar, tombul yanaklarından bir bir dökülüverdi. Bu acının ne kadar yürek yaktığını, ne kadar iç sızlattığını ben de yaşamıştım. Masadaki peçeteler göz yaşlarımızın imdadına yetişti.

"Kocam olacak adam beni yedi yıl biriyle aldatmış. Sonunda karşıma dikilip 'boşanalım' dedi. Hiç itiraz etmedim, nafaka ve çocukların dışında hiçbir şey istemedim. İstediklerimi aldıktan sonra boşandık" dedi. "Şimdi o kadınla..."

Ben de "boşandım" dedim. "Üzüldüm" dedi. "Boşanmalara üzülmüyorum, hatta boşananları tebrik ediyorum, eğer bir birliktelik yürümüyorsa çabalamanın anlamı yok…" dedim. Gülümsedi, "haklısın belki de" dedi. Yaşadığımız hayat bir yerlerde birbirine benziyordu. Tek fark babamız ve babalarımızın bize kattığıydı.

Yaşam zordu, üniversite mezunuydum, bir mesleğim vardı. Kıyaslama yapmak doğru olmazdı. Çalıştığım halde kazandığım para ile ancak geçinebiliyordum. Neyse ki kira gibi yüklü bir miktarda her ay giderim yoktu. Babam bana bir ev, bir de araba almıştı, yaşantı benim için maddi anlamda daha kolaydı. "Sağ olsun babam, hiç zorluk yaşatmadı bana" dedim.

Yaraya tuz basmak bu olsa gerekti. Derin bir soluk alıp; "İşte" dedi, benim bu son söylediğim söz karşısında; "Ne babalar var!.. Babamın dükkanını biliyorsun" diyerek eliyle bir zamanlar babalarımızın bitişik olan iş yerlerini gösterirmiş gibi, "o dükkan ve üzerindeki dört katlı apartman onun." Biraz aşağı sokağı göstererek, "bir dört katlı apartman da orada var. Bu kadar varlığa sahipken ben ne yapıyorum; gidip el alemin çocuğuna bakıyorum. Olacak şey mi? Ankara'nın bir ucundan diğer ucuna her sabah erkenden gitmek de çabası...

En acısı da ne biliyor musun?" diye ekledi. Şu an kardeşimin oturduğu daire de onun. Sırf kardeşimden kira alamıyor diye o daireyi satılığa çıkardı. Ne babalar var bak işte..." diyerek başını sağa sola çevirip, "olmaz olsun böyle baba" deyip sustu.

"Bir lirayı harcarken düşünen, para gidecek, fatura çok gelecek diye hala kovaya suyu doldurup, haftada bir kez yıkanan zihniyetten ne beklersin" diyerek babasının düşüncesizliğini, bilgisizliğini, cahilliğini sıralıyordu. "Bu tutumluluk değil, basbayağı cimrilik..." diyerek masanın üzerinde duran sigara paketinden bir tane daha çıkarıp ateşledi, dumanı havaya üflerken içindeki sıkıntılardan arınırcasına tüm nefesini dışarı savurdu...

"Peki baban bunca varlığa terzilik yaparak mı sahip oldu?" diye sordum. “Zira benim annem de terziydi. Annemin terzilikten kazandığı ancak babamın kazancına destek oluyordu. Öyle daireler apartmanlar alacak bir gelir sağlamamıştı emeği ile...”

"Bir ara müteahhitlik yaptı, bir ara millet vekilliğine soyundu... " diyerek yanıtladı. Amaan ne hali varsa görsün dercesine savdı kafasından o an için babasını...

"İşte şimdi de benim oğlan üniversiteyi kazandı. İki yıllık, Isparta' da ki üniversitenin bir bölüme zar zor puanı tuttu da gidip kaydını yaptıracak. Yol parasını verecek gücüm bile yok. Sabah babasıyla buluştu, para yok demiş bizim oğlana, ne yapayım ben şimdi?" diyerek yine bir süre sesiz kaldı. Sonra hiç susmamış gibi; "Olmaz olsun o baba!" dediğinde boşanmış kocasından çok kendi babasını kastetmişti…

Babasının düşünce yapısı yüzünden koca bir yaşam nasıl başlamış, nasıl devam ediyordu... Kimi kimden sakınıyordu babası!.. Kadın ve erkeği, hele hele çocuk yaşta cinsiyet olarak ayırmanın, bir birine yem olmanın ne kadar cahillik olduğunu "okula gidip de erkeklere yem mi olacaksın" cümlesi fazlasıyla ifade ediyordu. İşte kendi kızının yaşamını kendisi yemişti!..

Zor bir durumdu, küçük yaşta can arkadaşım neler yaşamıştı, hala da yaşıyordu. "Öyle çok istemiştim ki okumayı!.." dediği andaki yüz ifadesi aklımdan hiç gitmeyecekti.

Sevinç ve üzüntünün bir arada yaşandığı bu karşılaşmada, bir daha ki buluşma için verilen telefon numaraları ile ayrılmıştık.

Yener Balta, 19 EKİM 2011

30 Eylül 2011 Cuma

YIRTIK ETEK

YIRTIK ETEK

Söylediği söz karşısında donup kalmış, bütün kan beynime fırlamıştı. Sanırım bana laf atmıştı. Diz hizamda olan eteğin bir karış yırtmacı ona batmış olmalıydı. Onun gibi ayak bileklerime kadar uzun etekler mi giymeliydim? "Eteğiniz yırtılmış" lafının üzerine; "O yırtık değil, yırtmaç!" demiş, başka da bir şey dememiştim.

Beni giyimimden dolayı yargılıyordu. Kendi değerlerine, kendi ortamlarına aykırı düştüğümden giydiğim etekten rahatsız olmuşa benziyordu. Yırtmaç ne zamandan beri yırtık olarak anlaşılmaya başlanmıştı. Bir de öğretmen olacaktı!..

Hiç aklıma gelmezdi, Halk Eğitimi Merkezi'nde öğretmenlik yapacağım. O dönemde işsizdim, iş arıyordum, gazete ilanlarının birkaçına gitmiş olumlu bir sonuç alamamıştım.

Yaşadığım semtin Halk Eğitimi Merkezi’nde resim öğretmeninin ayrıldığı kulağıma gelmişti. Zaman kaybetmeden gerekli belgeleri hazırlamış, resim branşı için başvurmuştum.

Görüşmeyi müdür beyle yapmıştım. Tecrübemden çok derslerde işlenen konularla ilgili bilgimin olup olmadığını sormuştu. Hazırlıklıydım, kursiyerlerin derslerde neler yaptığını az çok bildiğimden, bir büyük dosya hazırlamış; içine de, kendi yaptıklarımdan birer örnek koymuştum.

Müdür bey çalışmaları görünce beğenmiş olmalıydı ki; "Siz yarın ki derse katılın, kayıt işlemlerini ben yaparım!..” demişti. Bu kadar kolay olacağı hiç aklıma gelmemişti…

Müdür bey bana sınıfımı göstermişti. Ders defterini ve dolabı da açık bırakarak beni sınıfta yalnız bırakmıştı. Haftanın üç günü burada olacaktım. Yarın bu derslikte hiç tanımadığım öğrencilerle tanışacak, belki de benden yaşça büyük olanlarla ders verecektim…Bu duruma alışık olduğum halde yine de heyecanlıydım.

Ertesi sabah sınıfa girdiğimde 40-45 yaşlarında en ön sırada oturan kursiyer öğrenci beni sevinçle karşılamıştı. Boyadığı kumaş parçasını sıraya sermiş, minik kavanoz boyalarını dizmiş, gelecek olanları bekliyordu. Benimle birlikte sınıfa iki genç kız girmiş; benden sonra da sınıfa, özür dileyerek elinden tuttuğu 4-5 yaşlarında oğlu ile 30 yaşlarında bir bayan girmişti.
Gülümsemiştim... O gün çocukla birlikte çok hareketli, neşeli; hatta, sorunsuz bir ilk ders yapmıştık.

Zamanla öğrencilerle arkadaş, tüm sınıfla da aile gibi olmuştuk. Herkes derdini, mutluluğunu paylaşabiliyordu. Bu da beni ve sınıfı mutlu ediyordu...

Sorunu daha çok öğretmenlerle yaşamıştım. Öğretmenler odasına hiç gitmedim, gitmeyecektim de, ders aralarında ve öğle yemeklerinde hep sınıfımda olacaktım.

Bir sabah sınıf defterini almak için müdür odasına giderken, benim sınıfımda olan Yasemin koridordaki ankesörlü telefonla görüşüyordu. Gülümseyerek selamlaşmıştık. O sabah ardımdan gelen öğretmen hanım beni odada yakalamış, alel acele: “Günaydın, telefonda konuşan öğrenci sizin sınıfta galiba? Söyleyin ona, telefonda doğru dürüst konuşsun, konuşurken kendinden geçiyor, konuştuğu da erkek olsa gerek!.." demişti.

Şaşa kalmıştım, bu ne demekti? Kendinden geçmek! Hem de telefonun diğer ucundaki konuştuğu kişinin cinsiyetine kadar tahminde bulunabiliyordu. Bu uyarı için ne denebilirdi ki!.. "Peki, kendisiyle görüşürüm" deyip odadan çıkmıştım.

Yasemin'i telefonla konuşurken ben de görmüştüm, kendinden geçer bir hali yoktu, ayrıca mutlu görünüyordu.

Yasemin okumak istemediği için ortaokuldan ayrılmış, evde zaman geçmediği için bir meslek, bir uğraş olsun diye resim kursuna gelmek istemişti.

Uzun boylu, uzun saçlı, kara gözlü güzel bir kızdı. Derste Yasemin'e bakmıştım. Mutlu görünüyordu, hevesle kumaşını boyuyor, yanındaki arkadaşı ile sohbet ediyordu.

Teneffüste Yasemin'in yanına gitmiştim. "Mutlusun ne güzel, fark ediliyor…" dedim. Hep mutlu olmasını diledim. Bir erkek arkadaşının olduğunu biliyordum. Telefonda konuştuğu kişinin o olduğu büyük bir olasılıktı; zira ailesinden gizlediği bir arkadaşlığı vardı. "Telefonla konuşurken dikkatli ol, aramızda cahiller var!" deyip, başka da bir uyarıda bulunmamıştım kendisine... Anlamıştı ne demek istediğimi, o da bu ortamın ne kadar tutucu olduğunun farkındaydı.

Çok sürmeyen bu öğretmenlik dönemimde cuma akşamları okulun bahçesinde okunan istiklal marşına tüm okul olarak eşlik ediyorduk. O cuma tüm branşların öğrencisi, öğretmeni, memuru, görevlisi bahçede toplanmış istiklal marşının okunması için hazırlanmıştık.

Öğrencilerin çoğu kadındı. Erkek olan öğrenciler elektrik, elektronik, marangoz, bilgisayar gibi branşlara geliyorlardı.

Defteri müdür odasına bırakmış, istiklal marşının okunacağı alana gelmiş, erkek öğretmenlerin olduğu bölümde durmuştum. Bayan öğretmenlerden biri bana kaş göz işareti yapmış, beni bayan öğretmenlerin bulunduğu alana çağırıyordu.

Hayret etmiştim, kadın erkek diye niçin ayrılmışlardı, böyle bir şey aklımın ucundan bile geçmezdi. Öğretmenin işaretlerine aldırmamış, bulunduğum yerden kımıldamamıştım.

Kadın ile erkeğin bir arada bulunmasından rahatsız olan, etek boyu ile uğraşan, öğrencinin telefon konuşmasını konu eden bir ortamda böyle insanlarla ne işim olabilirdi. Hele ki orası eğitim merkezi, öyle ki halkın eğitim merkeziydi!.. Bu eğitim merkezinde, ne yazık ki, eğitilen halk değil, eğiten halktı...

Herkes bulunduğu ortamı kendi dünya görüşüne çevirebiliyordu, ne üzücüydü. Farklı fikirlerde olup aynı ortamda bulunmak, o ortama karşı gelmek, olması gerekeni diretmek, bana ya da onlara bir fayda sağlamayacaktı.

En kısa zamanda istifamı vermeliydim…
Yener Balta 29 Eylül 2011

X
Sevgili Yener,
Öykün ne desen değer…

Her öykün bir öncekinden güzel oluyor…
Baban da bundan mutluluk duyuyor.

Öyküde önemli olan anlatımdır.
Bu da sende bütünü ile vardır.

Bir de beklenmeyen, çarpıcı sonuç gerek.
Bu da kendiliğinden oluşur giderek…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
Hayri Balta,29.9.2011
x

13 Eylül 2011 Salı

ARKASI DÖNÜK ADAMLAR

ARKASI DÖNÜK ADAMLAR

Ramazan ayı akşamlarından birinde, Kızılay’dayım. Sokakta hızlı adımlarla insanlar koşuşturmakta. Herkes iftar olmadan eve dönme telaşında. Ankara'nın en eski sokaklarından birinde arabamı bıraktığım otoparka doğru gitmekteyim. 

Sokağın sessizliğini akan bir su şırıltısı bozarken, kafamı sese doğru çevirdiğimde gördüğüm manzaraya o kadar alışık olduğum halde, "bu kadarı ayıp doğrusu" diyebilmiştim. Aramızda bir araba boyu mesafe vardı. Kaldırımın kenarında, park halindeki arabanın yanında bulunan ağacın dibine, her iki eli önünde yola arkası dönük, ihtiyacını gideren bir adamla karşılaşmıştım. Aslında şaşırmamalıydım. İki eli önünde, arkası yola dönük adamlarla o kadar çok karşılaşmaktaydım ki...

Daha bu görüntüyü hazmedememişken, bir başka akşam köpeğim Tarçın'la birlikte yaşadığım mahallenin parkında geziniyorduk. Tarçın'ın ihtiyacını ağaç ve çalı diplerinde gidermesi ne kadar normalse, bulunduğu banktan kalkıp, diğer bankta oturan kızlı erkekli gençleri hiçe sayıp, basketbol sahasında basketbol oynayanları ve onları izleyenleri, benim gibi parkta dolaşanları da görmezden gelip, parkın tam ortasında bulunan insan boyu çalılıklara iki eli önünde yine arkasını dönen adamın yaptığı da kendine göre o kadar normaldi. İşi bitirip banktaki arkadaşlarının yanına gidip kaldığı yerden, yere bıraktığı bira şişesini eline alıp kafasına dikmişti...

Bazı akşamlar Batıkent'ten Varlık mahallesine arabayla giderken, Ergazi Köyü ile Batıkent İnönü Mahallesi arasında sağlı solu, arabasını durdurup iki eli önünde, yola arkası dönük bir çok adamı görürken, yürüme mesafesinde bu işi yapanlara tahammül edemez oldum. Bir, iki, üç derken bu sayıyı öyle çoğaltabilirdim ki, iki eli önünde arkası dönük adamların haddi hesabı yoktu.

Belki de erkeklerin boşaltım organlarının dışarıda oluşu, her mekanda ihtiyacını giderme kolaylığı mı mekan fark ettirmiyordu? Yoksa bu semtlerde yaşayan erkeklerin eğitim düzeyi mi bunu yaptırtıyordu? Anlamış değildim! Yıllar önce bir arkadaşımın, bir akşam evine giderken yol boyunca erkek arkadaşının kendisine eşlik ederken, "pardon" deyip kendisinden uzaklaşıp, cami avlusunda gözden kaybolup, geri gelmesiyle "çok sıkışmıştım" deyip yola devam etmelerini benimle paylaşmıştı. 
"Eceline susayan köpek cami duvarına işermiş" atasözü aklıma gelmişti. Bu davranışından sonra görüşmediğini de...

Bu işin eğitimle de ilgisi yoktu. Belki de, parklarda tuvaletlerin olmayışı mıydı? Ulu orta ihtiyacını gideren birilerinin, o herkese açık olan tuvaletlerin ne durum alacağını şimdiden tahmin edebiliyordum. Bu iyi niyet düşüncemi yine kendim çürüterek, hadi parkta tuvalet yok, her adım başı yaya trafiği olmayan yerlerde de mi tuvaletler konmalıydı!.. Belki de araba içlerinde, ağaç altlarında, kaldırım kenarlarında ya da çimlerin üzerlerinde içilen alkoller mi erkekleri bu duruma düşürüyordu? Bu durumda kadınları görmek imkansızdı!.. Ayıp kelimesi en çok kadınları mı bağlıyordu? Kadın fizyolojisi bu tür ihtiyaçlarını sokakta gidermesi için uygun mu değildi?

Alacakaranlık bir akşam, evimin perdelerini çekmek için bina girişinin en uç köşesinde olan odamın penceresinin önündeyken, üç gencin sakınarak bahçeye doğru girdiğini gördüm. Pencereden kafamı uzatarak; 
"Ne oluyor, bir sorun mu var deyip," telaşlarını sordum. Aralarından biri; 
"Arkada, otoparktaki arabayı çekecek de arkadaş" dedi. 
"Ne arabası?" dedim. Arkada duran zaten iki araba vardı, biri benim, diğeri komşunun arabası idi... 
"Ne yapıyorsunuz?" diye bir kez daha sordum. Lafı eveleyip gevelerken, birinin elleri önünde birleşmiş, benim duvarımın dibine iyice sokulmasıyla, ne yapacağını tahmin ederek kendimi içeri çektim. Tekrar cama yanaştığımda üst katta oturan iri yarı komşu, iki eli önünde arkası yola dönük gencin omuzlarına yapışmış, durumundan kurtulamayan çocuğun şaşkınlığına aldırmadan anlayamadığım küfrüyle onu silkeliyordu. 
"Yer mi yok ulan?" deyip sesini yükseltmişti. Korkak, titrek, cılız bir sesle,
"Asker, asker uğurluyoruz, içkiliyiz...", diyerek savunmaya geçmişti... 
"Yürü git!" diyerek itelemişti elindeki genci... Gözcü konumunda olan diğer ikisi çoktan yolun karşısına kaçmışlardı.

Bir kez daha imrendiğim kaba erkek kuvvetinin biz kadınlarda olamayışına yazıklanmıştım. Ben, bir şey yapamamış kendimi pencereden içeri çekmişken, erkek olmanın verdiği güven ve kuvvetle geçerken bile bu duruma müdahale edebilmişti komşu...

Erkek eğemen bir toplumda, eğemenliğin bu tür davranışlarda hüküm sürmesi ne üzücüydü. Gece karanlığında sokaklar onların mekanları olabiliyor, her türlü ihtiyaçlarını evleri gibi sokaklarda giderebilen erkeklerin özgürlükleri olumlu yönde olabilseydi; sanırım o zaman sokaklar sadece onların olmaz, korkacak, kaçacak, ürkecek bir durum olmadığı için kadınlar da erkekler kadar özgür olabileceklerdi...

Yener Balta, 12 EYLÜL 2011

+

Sevgili Yener,
Öykün ne desen değer.
Konu da güzel
Anlatım da güzel.
Bakalım okuyucuların,
Bu öykün için ne der?

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…

Av. Hayri Balta, 12.9.2011

31 Mayıs 2011 Salı

KORKARAK İYİLİK YAPMAK…

KORKARAK İYİLİK YAPMAK…

Bu bahar bir kez daha denemeye kararlıyım. Kaç bahar geçti? Hatırlamak istemiyorum.
İki çam fidanı kurudu, iki sarmaşık gül, bir iğde ağacı, bir de söğüt...
Sedimleri, rengarenk menekşeleri, kokan laleleri saymıyorum bile... Ne diktiysem tümü kurudu. Tümünden vazgeçip kaya sarmaşığı kaplasın üzerini dedim. O da diktiğim boyutta öylece duruyor sanki... Aynı gün aynı sarmaşıktan evimin bahçesine de dikmiştim. Neredeyse iki yıl oldu. Bahçemdeki sevimsiz otların içinde kendini gösterdi bile... Dallandı budaklandı, demir parmaklıkların bir köşesine dolandı.
Sanırım sıcağı, soğuğu, yağmuru, güneşi direkt aldığı için ne ektiysem başarılı olamamıştım. Korunaksızdı, tepedeydi, oldukça yüksekteydi. O sabah esrarengiz sis bulutu beni büyülemişti. Sabahın serinliği hafif ürpertmişti tenimi. Orada, gün öyle kızıl sonlanıyordu ki, sanki altında mavi deniz eksikti...
Çapayı, kazmayı, küreği arabanın arkasına yüklemiş, yola koyulmuştum. Bir iğde, bir de leylak fidesini seracılardan satın alıp bir an önce dikmek için hareketlenmiştim.
İnsana huzur veren farklı bir ortam olarak değerlendiriyordum burayı. Kimilerini ürperten, korkutan bu ortamda huzur buluyordum. Kimseler yoktu benden başka. Artık yaşamadıkları için orada bulunan onca insanı saymıyorum. Şehrin uğultusu bile ulaşmıyordu bulunduğum yüksekliğe. Bir iki serçe cıvıltısı, adını bilmediğim, sesini hiç duymadığım küçük kuş sesleri, sessizliği bozuyordu. Vızıltısıyla yüzümü sıyıran sineğin sertliğini elimin üzerinde hissetmiş, huylanmış üzerime silivermiştim.
Bir uçtan bir uca sıralanıveren, bir ayağın bile giremeyeceği aralıklarla dizilmiş, henüz mermerle kapatılmamış küçük parselleri şans sayarak çukur kazmalıydım. Eldivenleri elime geçirmiş, topraklı ağaç köklerini toprakla, yeni yerleriyle buluşturmak için işe koyulmuştum. İğde ağacını üst başa dikmek daha doğruydu. Bu bana iletilen bir vasiyetti!..
Ayağa kalkıp boyca yüksekte olan yürüyüş alanından su bidonunu alacaktım ki, bir taksi benim arabanın arkasında duruverdi. İçerisinden bir kadın, bir de erkek iniverdi. Benim bulunduğum alana doğru yaklaşıyorlardı, küçük bir baş hareketi ile erkek olanla selamlaşmıştım. Hemen yanımdaki yerde durmuşlardı. Kadın çantasından bir örtü çıkarıp, başına örttü. Birlikte aşağı boşluğa inip yanyana duvara oturdular. Ellerini önlerinde açıp, duyamayacağım, anlayamayacağım şekilde mırıldanıyorlardı.
İğde ağacını suladığımda suyun ağaç dibinde birikmesi için toprağı kenarlara doğru çekip çukur açmıştım. Birden ağlama, hıçkırık sesi ile irkildim. Baktım, kadın ağlıyordu, hıçkırıyordu, kendisini yanındaki adamın üzerine bırakmış, nefes almakta zorlanıyordu. Oralı olmamaya çalışsam da kadın gittikçe kötüledi. Hıçkırıklar nefesini tıkamış, kendinden geçmişti. Kucağında kadın yarı baygın sinir krizi geçirir gibi kasılmış, bana bakarak, yardım isteyen gözlerle, hastaneye gitmek istediğini belirtir bir şeyler geveledi ağzında...
Huylanmıştım, o saatte bir tek ben vardım. Erken bir saatte, hemen yanımdaki yere gelmiş, üstüne üstlük taksiden inmiş, taksiyi de göndermişlerdi. Bir an aklımdan geriye dönüp olanları sıralamıştım, olay bir tezgah olabilirdi. Dikkatli olmalıydım, kanmamalıydım. Bir iki çapa ile toprağa boş boş vurdum, büyük bir çelişki içerisinde ne yapacağımı şaşırmıştım. Tüm dikkatim kadının üzerindeydi, bu bir rol olabilir miydi? Rol ise iyi oynuyor diye düşündüm! Gerçek mi oyun mu ayırt edemez olmuştum. Adamın tepkilerini izledim, şaşkındı, ne yapacağını bilemiyordu. Öylece kadını sakinleştirmeye çalışıyordu. Gençlerdi, üstleri başları pek de kötü sayılmazdı.
Çok hassas bir andı. Verdiğim karar benim için, yaşayacaklarım için kritik bir andı. Eğer kadına orada bir şey olsa hayat boyu vicdan azabı çekecektim. Şöyle bir baktım, bir şey olsa bile erkeğin üstesinden gelebilirdim. Ne de olsa güçlü kuvvetli, gençliğimde güreşmiş biriydim.
"Haydi" dedim. "Gidelim!.."
En yakın hastaneye gitmek için onlar arkaya, ben öne oturmuştum.
Hala tedirginlik yaşıyordum. Her an her şey olabilirdi. Gözlerim yoldan çok dikiz aynasından onların üzerindeydi. Her an tezgah olabileceği ihtimalini unutmamış, her an bir girişimde bulunacaklar diye korku içerisindeydim.
Hastanenin önüne gelmiştik, üzerimden büyük bir yük kalkmış, hafiflemiştim.
"Allah ne muradınız varsa versin!" dedi erkek olanı... Tek muradım vardı o da sizden bir an önce kurtulmak diyemedim. Ama benim için dileği yerine gelmişti bile, istediğim olmuştu.
Kimselere güvenemez olmuştuk, ne biçim bir toplumdu, iyilik yapmaktan bile korkar olmuştu insan...
Leylak fidanım, kazma küreğim orada öylece kalmıştı. Kendimde bu yaşadığım heyecan sonrasında tekrar gidecek gücü bulamamıştım. Yol boyunca yaşadıklarımı aklımdan atmamıştım.
Yener Balta, 26.5.2011

TARÇIN

TARÇIN

Apartman kapısını açtığımda dışarı fırlayan Tarçın, bina girişindeki demir parmaklıkların hemen dibine her zaman ki gibi arka ayaklarının birini kaldırıp işaretledi. Akşam gezilerini binanın sol tarafında kalan küçük parka, sabah gezilerini de sağında kalan büyük parkta yapardık. Arkasından çıkmış, çöp bidonuna attığım çöpü bırakırken tam karşımda duran midibüsü, içerisinde oturan üç genci fark etmiştim. Sokak lambasının aydınlattığı arabanın içerisindeki gençler 16-17 yaş civarında olsa gerektiler. Bizim çıkmamızla onlar da hareketlenmiş, yandaki binanın otoparkına doğru yönlerini çevirip, kaldırımda yürürken sürücü koltuğunda oturan genç ile göz göze gelmiştim. Gözlerinde, korku, endişe, telaş vardı. Bana çok dikkatli bakmışlardı. Altı dairelik apartmanda kış mevsimi boyunca bir tek ben yaşıyordum. Hırsızlık aklıma gelmişti ilkin, gayri ihtiyari baktığım aracın plakası nasıl olduysa, ezberimin kuvvetli olmamasına karşın aklımda kalmıştı. "Bir sorun mu var?" diyecekken vazgeçmiştim.
Tarçın, her zamanki gibi beni beklemeden fırlamış gitmiş olacaktı, ortalıkta görünmüyordu. Geriye dönüp baktığımda araba köşe başından sokağa dönerek kaybolmuştu.
Sokağın diğer başındaki küçük parka geldiğimde Tarçın'ı görememiş, çalılıklara, bekçi kulübesine, ağaçların arkasına baktımsa da yoktu. Fark edilmemesi imkansızdı, bem beyaz tüyleri o karanlıkta, kış karalığında fark edilirdi hemen.
Küçük parkın hemen bitiminde, diğer sokağın köşe başında bulunan Tarçın'ın bir türlü vazgeçemediği dişi köpeğin bahçesine görevimizmiş gibi her sokağa çıkışımızda gidip, kokusunu takip eder, kenar köşeyi işaretler, Köpük'ün onun gelmesi ile o içerden, Tarçın dışarıdan sesli sesiz birbirleriyle haberleşirlerdi. Tarçın o evin bahçesinde de yoktu, tekrar parka doğru yönelmiştim. Tarçın ortalıkta görünmüyordu. Büyük bir ihtimal, arasıra yaptığı gibi, büyük parka doğru gitmiş olacağını düşünerek, kendi sokağımızdan geri döndüm.
Sağlı sollu apartmanların bakımsız, bir avuç denecek küçüklükte toprak olarak bıraktıkları alanları kontrol ediyor, bel hizasındaki demir parmaklıklara astıkları ekmeklerin beyaz poşetleri akşamın karanlığında parlıyordu. Ne çok ekmek bırakıyorlardı dışarı insanlar. Ayaza kaçan kış sabahlarının bazı günlerinde Tarçın'la sokağa çıktığımızda bu poşetleri asılan parmaklıklardan toplar, parkın müdavimleri olan serçelere, saksağanlara, güvercinlere, küçük parçalar halinde koparır atardım. Tarçın çalı ve ağaç diplerinde kendine yeni kokular ararken, kuşlara ekmekleri atmak beni dinlendirirdi. Sabah sessizliğinde, kuşların çıkarttıkları sesler, birbirlerinin lokmalarını almak için çırpındıklarında ya da onları ürküten bir ses ile hepsinin bir anda havalanmasıyla kanatlarından çıkan ses beni büyülerdi. Ekmek parçalarının bazen tazeliği, bazen hiç dokunulmadan bir bütün halinde bayatlayan, küflenen, hiç bir şekilde değerlendirilmeyen ekmekleri bırakan kişileri merak ederim.
Sokağın diğer başına doğru bir hareketlilik sezmiş, Tarçın'ın havlaması kulağıma gelmişti. İki apartmanın boşluğunda ses iyiden iyiye yankılanıyordu. Tarçın havlıyor, komşum Adem usta; "Tarçın sus, Tarçın" diyerek bir çocuk eylermiş gibi eyliyordu.
Beni görünce Tarçın kuyruğunu sallayıp, bana doğru koştu, Adem usta; "ya... Tarçın'ı kaçıracaklardı az daha. Bir ses oldu, pencereden baktım, fırladım dışarı. Arabadan inen çocuk Tarçın'ın üzerine doğru yeltenip tutmaya çalıştı. Tarçın kaçtı, havladı, üzerine üzerine gitti. Tarçın’ı almak isteyenler beni görünce vazgeçip kaçtı. Araba da iki kişi vardı, bir anda kayboldular ortalıktan" dedi.
Anlamıştım, kuşkulanmakta haklıydım. Demek hırsızlığın başka türlüsüydü başımıza gelen. Aklımda kalan, doğruluğundan şüphe duyduğum plakayı eve girer girmez kağıda yazmıştım. Vazgeçmeyebilirlerdi, tekrar bizi rahatsız edebilirlerdi. Daha önceden bizi takip etmiş, izlemiş, bizi bir şekilde biliyorlardı ki, bu kadar emin bu işe soyunmuşlardı.
Bir köpeği niye kaçırırlardı ki, anlayamamıştım. Belki bağsız gezişi, belki eğitimli oluşu, dur, bekle, geç, hayır gibi komutları parkta duymuş olup, hayran kalmış, kendilerinin olmasını istemiş olabilirlerdi. Kim bilebilirdi ki neden böyle bir şey yaptıklarını!..
Bağlı bulunduğum karakolu aramıştım ertesi gün, yaşadıklarımı anlatmıştım. Telefondaki bu tür olayları kanıksamış ses; "isterseniz geliriz, şahit gösterebilir misiniz, tutanak tutar kayda geçeriz. Bu da sizin bir işinize yaramaz. Köpeğinizi bağlayarak gezmenizi öneririm, bu en güvenlisi olur" diyerek, olayın basitliği karşısında bir şey yapılmamasının daha doğru olduğunu savunarak telefonu kapamıştık.
Plakayı trafikle ilgisi olan bir arkadaşımı arayıp, olayı anlatıp bildirmiştim. Plaka doğruymuş. Aracın kime ait olduğunu, bizim mahallede oturduğunu öğrenmiştim bile. O akşam Adem usta'ya aracın kime ait olduğunu öğrendiğimi söyledim. "Kimmiş, bu mahalledense tanırım" dedi. Zira kendisi o mahallede doğmuş, ilk göçmenlerdendi. Adını söylediğimde, bir an duraksadı, hatırladı. "Çankırılı Mikail, tamam tanırım!.. ileride oturur" dedi. Sustu, biran durdu, "iyi biri değil o" dedi.
Tanıyordu, iyi birinin çocukları da zaten böyle bir olaya kalkışmazdı. Bulaşmamalıydı, beklemekte yarar vardı. Köpek için bunu yapan bana, evime zarar verebilir diyerek bir süreliğine daha dikkatli olmalıyım diye düşünmüştüm. Adem ustaya, "madem öyle, siz de bakar olursunuz eve gündüzleri, belli mi olur gelirler tekrar, iyi biri değil dediğinize göre, olayı baba ile de paylaşmanın anlamı yok, bekleyelim" demiştim.
Bazıları için bir köpek olan, benim için dünya tatlısı bir Tarçın'dı. Bir iki arkadaşıma bu olayı anlattığımda, daha ne kurtulmuş olurdun işte, gezdirmesi, veterineri, yemeği, bakımı derken hazır yaşı da bir hayli geçti, yaşlılığı zor olur, kaybettiğinde çok üzülürsün deseler de, Tarçın benim için iyi bir dostu, kıyabilir miydim ona...
Yener Balta, 24 Mart 2011

ANNEM KAYBOLDU…

ANNEM KAYBOLDU…

Annem ve babam biraz hava değişikliği olsun diye; İstanbul'a, ablamın yanına gitmişlerdi. Bir haftadan fazla gittikleri yerde kalmadıkları için dönüş hazırlıkları başlamıştı. Annem ve babamın bir yerlere gitmesi, onlar için küçük de olsa bir değişiklik oluyordu.
Annem ve babamı giderken yolcu eder, gelirken de karşılardım. Treni tercih ediyorlardı, onlar için her bakımdan kolay oluyordu.
İstanbul'dan sabah trenine binecekler, öğle sonrası Ankara'da olacaklardı. Heyecanla gelmelerini bekliyordum.
İş yerinde yoğun bir çalışma içerisindeydim ve o akşam işin yetişmesi gerekiyordu. İzin alıp çıkmam imkansız gibi görünüyordu. Ankara' da ki ablamı aradım, durumu kendisine aktardım, müsait olmadığını söyledi? "Gar iş yerine yakın, bir saat izin alıp karşılamana bir şey demez işveren" diyerek benim adıma ne diyeceğime karar vermişti.
Bunu kendisine açıkladığımda, "taksiye binip gitsinler madem öyle" dedi. Her ikimizin de kendimize ait arabası vardı, ablamdan bu yanıtı duymak beni üzmüştü. İstanbul'da ki ablamı aradım, konuyu onunla paylaştım. "Bir de ben arayıp durumu onunla konuşayım" dedi. Annemiz ve babamızdı, yaşları ilerlemişti, kendi işlerini kendileri görebilseler de, saygı gereği karşılanmalıydı.
İstanbul'daki ablam beni aramış, "Senin iş yerinde sorun olmasın, gidip karşılayacak, ben konuştum" demesiyle içim rahatlamıştı. En azından önümdeki işi iç huzurumla bitirecektim. Benim ya da ablamın, ablamızı araması arasında ne fark vardı? Bu ayrıca üzerinde durulabilecek bir konuydu. Kafam takılmıştı!..
Annemlerin gelme vakti yaklaşıyordu, ablam varmış olmalıydı, annem ve babam karşılanmalarının mutluluğu içerisinde evlerine varacaklardı. Eve vardıklarını düşünerek bir süre sonra evi telefonla aradım, ama açan olmamıştı. Meraklanmıştım!..
Cep telefonumdan ablam aradı, tedirgin, çekingen, titrek bir sesle "annem kayıp" dedi. "Nasıl olur, annem mi kayıp?" dedim. "Evet, annem kayıp buraya gel" dedi. Olayı tam olarak anlatmamış, aklıma hiç gelmeyecek durumlar gelmişti. Anneme bir şey mi olmuştu? Trende bir insan nasıl kaybolabilirdi? Meraklanmış, kaygılanmış ve korkmuştum...
Fırlayıp çıkmıştım iş yerimden, tren garı çok yakın olduğundan hemen varmıştım. İlk olarak babamı görmüştüm, babam tren garının ana girişindeki merdivene oturmuş, ablam sağa sola koşuşturuyor, taksiciler, gar görevlileri birbirleriyle konuşuyorlardı. Ablamdan neler olduğunu anlatmasını istedim.
Tren gelmişti, annem ve babam orta peronda inmiş, ablam elindeki valizleri babamla birlikte arabaya doğru taşıyıp, daha sonra yürürken zorluk çeken annemin yanına dönerek koluna girip destek olacaktı. Annem, ablam gelene kadar oradaki bankta bekleyecek, ablam ve babam da elindeki valizlerle arabaya doğru gideceklerdi. Ama hiçbir şey konuştukları gibi olmamıştı.
Ablam döndüğünde annem yerinde yokmuş. Defalarca etrafa baktığı halde annemi görememiş. Taksicilere annemi tarif ederek, binip binmediği sormuş, anlatılana göre binen olmadığı söylenmiş.
Bir kez de ben bakayım diyerek, trenden indikleri perona doğru gittim. Annemi görmemek imkansızdı. Zira ortalıkta ne tren ne de insanlar vardı. Korkarak tren raylarının aşağıda kalan yerlere kadar bakmıştım. Başı dönüp düşmüş olabilir miydi? Bu düşüncem beni bile korkutmuştu. Tuvaletlere, bekleme salonlarına tek tek bakmıştım. Annem yoktu!
Annem nereye gidebilirdi? Bulamıyordum! Tren peronlarından çıkınca sağa ve sola ayrılan tünelin diğer tarafına bakmak hiç aklımıza gelmemişti. İhtimal vermiyordum, o tarafa gitmekte yarar vardı. Az ilerde annemi görür gibi oldum, koşarak yanına gittim, şaşkın ve kaygılıydı. Beni görünce çok mutlu olmuştu, sarıldım anneme... Peron ayrımında kalabalığın da etkisiyle tünelin sağa tarafına gideceğine, sol tarafına gitmiş, ilerledikten sonrada yanlış olduğunu anlasa da, bacaklarında yürüyecek gücü kalmadığı için yavaş yavaş geri dönerken rastlamıştım ona.
Ablama ve babama kızmıştı, yürüdüğümüz sürece söylenmişti.
Ağır adımlarla bizimkilerin yanına gitmiştik. Annem, ablama gerekeni söylemiş, ablam da; "Bavulları taşıdıktan sonra senin bulunduğun yere geldim, yoktun! Bekleyecektin, öyle anlaşmıştık, neden kızıyorsun ki..." deyip anneme açıklama yapıyordu. Annem; "Yavaş yavaş yürür, senin dönüşünde nasılsa yolda karşılaşırız diye düşünmüştüm", dedi.
Annem bulunmuştu ya daha ne isterdik. Hem kızgınlık hem sevinç bir arada yaşanıyordu. Annem ve babam dönüş yolu boyunca hiç konuşmamışlardı.
Yener Balta, 8 Mart 2011
G. T. 18.4.2011

2 Mart 2011 Çarşamba

DÜRÜSTLÜK

Dürüstlük, Sevgili Çocuğum...
Erdal ATABEK

Dürüstlük insan ahlakının temelidir.

Ama dürüstlük nedir?

Yalan söylememek, kimseyi aldatmamak, kendi çıkarı için başkalarını
kandırmamak, olduğundan başka türlü görünmemek dürüst olmak için
yeterli midir?

Değildir sevgili çocuğum.

Çağımızda bunlar da kalmadı elbette, ama dürüstlük bunlardan çok daha fazla, bunlardan çok daha başka bir şeydir.

Dürüst olmak, gerçekleri kabul etmektir. Dürüst olmak, her şey ve
herkes için aynı ilkeleri geçerli kılmaktır. Dürüst olmak, her zaman
ve her koşulda doğru bildiğinin yanında olmaktır. Bunlardan ötürü de
dürüst olmak çok zor bir şeydir.

Dürüst olmak en başta cesur olmayı gerektirir.

Cesur olamadan dürüst olamazsın.

Yalnız kalmayı göze alamazsan dürüst olamazsın.

Çıkarlarından yoksun kalmayı göze alamazsan dürüst olamazsın.

Dürüst olmak, bedeli çok ağır bir erdemdir.

Ama zaten bütün bunlardan ötürü de çok değerlidir.

O zaman insan neden dürüst olmanın peşinde koşsun ki?

Böylesine ağır bir yükü kim sırtlanmak ister?

Söze bakarsan herkes dürüst olduğunu söyler. Rahatça ve kolayca.

Ama biraz onların yakınlarında durur, nelerden çıkar sağladığına
bakarsan görürsün ki gerçekte dürüst değillerdir.

Her çıkar, ekonomik çıkar değildir sevgili çocuğum.

Duygusal çıkarlar vardır, kendi üstünlüğünü kabul ettirmeye dayalı çıkarlar vardır.

Çok çeşitli çıkarlar vardır.

İnsanı baştan çıkaran da her çeşitten çıkardır.

İşte, insanı dürüst olmaktan uzaklaştıranlar bunlardır.

İnsan önce kendine karşı dürüst olmaktan vazgeçer.

Sonra da buna uygun kılıflar hazırlar.

"Koşullar" der, "'Böyle yapmak gerekiyordu" der, "Sen işin içyüzünü
bilmiyorsun" der, daha sıkışırsa karşısındakini suçlar, tehdit eder,
saldırır.

Ama ne yaparsa yapsın, dürüst değildir.

Gerçekleri kabul etmeye yanaşamaz.

Bir yıl önce "ahlaksal zekâ" konusunda bir yazı yazmıştım.

Ahlakın bir zekâ biçimi olduğunu belirmiştim ki doğrudur.

Dürüstlük de bu ahlaksal zekânın birinci ilkesidir.

Ama bak, dürüstlük insana neleri sağlar?

Öncelikle, dürüstlük özdeğer yaratır. Kendine değer vermeyi
öğrenirsin.

Özdeğer kendine saygı duymayı yaratır, özsaygın olur.

Özdeğer ile özsaygı da özgüveni yaratır.

Özgüveni olmayanlara dikkatle bakarsan görürsün ki özsaygıları ve
özdeğerleri ya eksiktir ya da yoktur.

Özgüven, temelsiz bir böbürlenme değildir.

Temelsiz bir böbürlenme, değersizliğini örtmeye yarayan bir özgüven
taklididir.

Özgüven, gerektiği zaman ortaya çıkan büyük bir güçtür.

Ama işte özgüven de baba parasıyla, dayı desteğiyle oluşmaz.

Özgüven senin bileğinin hakkıyla kazanacağın bir erdemdir.

Özgüven, dürüstlüğünün sana armağanıdır.

Dürüstlük sevgili çocuğum, yaşamının temel taşı olursa kazanırsın.

Hakkın olanı kazanırsın ki çok değerlidir.

Doğru olanı kazanırsın ki başını hep dik tutmanı sağlar.

Kendini kazanırsın ki en büyük kazancındır.

Geri yanı sana kendiliğinden gelir.

Doğru yerde durana doğru şeyler gelir.

Yaşamanın güzelliği bundan başka nedir ki?


Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi, 15 Mayıs 2006

18 Şubat 2011 Cuma

BAĞIRMAK 2

B A Ğ I R M A K
Konuşurken karşımızdaki kişiyi baskı altına almak için sesimizi yükseltmemiz bir çözüm yoluna ulaşmada en büyük engel olarak karşımıza çıkıyor. Zaten hiddetin de en büyük göstergesinin sesi yükseltmek olduğu hesaba katılacak olursa sözlerime hak verilecektir.

Bağırma eyleminin ilişkilere verdiği zarar yadsınamaz, daha da önemlisi bazen geri dönülemez noktalara kadar da devam edildiği görülür, hazır verip veriştirirken karşımızdaki kişiye.

Sözlerimizi, düşüncelerimizi akıl süzgecinden geçirdikten sonra sarfetmemiz yolundaki en büyük engeldir bağırmak. Yapısı gereği hızlıdır, öylesine söylenen bir söz bazen karşıdakinin kalbinde iyileşmeyecek yaralar açabilir.

Sesin ortamdan geçmediğini, şiddetin karşıdakinin önemseyeceği düzeyde olmadığını düşünmekten ileri gelir. Bağırmak, bir iki istisnası göz ardı edildiğinde, bağrını yırtmaktır önemsenmek için.

Kendi önemsizliğini karşıda olan herkesin, her olayın önemine yaymaya çalışma ve böylece rahatlama girişimidir.

Bencilcedir...

Öfkenizi dışarıya boşaltmanın, kendinizi rahatlatmanın, hatta bazen içinizdeki sıkıntı ya da üzüntüyü söküp atmanın en kolay yolu. Ama insanların kulaklarını tırmalamamak açısından bir odaya kapanıp yapmakta fayda vardır.

Kendisinden uzak kalmış olanlar çok bağırır.

En tatlı ses tonumuzu elalemlere verdiğimizden, en yakınımızdakilere kalan.

Çok bağıran bana az duyurur.

Üstelik kendi sesinden beni de duymaz olur.

Kalır tek başına.

Ses; duyulmuyor diye değil duyulsun diye yapılandır. Kendini, başkalarına farketirmektir.

Azarlamak eylemini gerçekleştirenlerin, olmazsa olmazıdır.

Karlı bir dağın tepesindeyseniz, çığ düşmesine sebep olabilir. Her yerde yapılmaması lazım.

İçinizden yükselenleri dışa vurmak ihtiyacı doğduğunda başvurulan en kolay yöntem... Evdeyseniz yastığa boğarsızın sesinizi. Sesinizin sonuna kadar yırtındıktan sonra da tatmin sağlanmadıysa açar ağzınızı beklersiniz...

Askerde hergün, ses tellerini yırtarcasına yapıldıktan sonra, sivil hayatta özlenebilen hareket.

Küfretmek ile süslendiğinde ruhu şööööyle bir meltem esintisi gibi serinleten şeydir.

İnsanların birbirine bağırmadığı bir dünya dileğiyle...

Siz siz olun, bağırmayan siz olun.

www.eksisozluk.com

17 Şubat 2011 Perşembe

BAĞIRMAK 1

BAĞIRMAK

Bağırmak hayatımızın çeşitli alanlarında karşımıza çıkan bir aksiyondur. İnsanoğlu şüphesiz içinde bulunduğu duruma göre tepki verir. Kimi zaman bir korkuyla, kimi zaman bir harekete karşılık olarak bu tepkiyi sergiler.

Bağırmak eyleminin bizde nasıl dönüşümleri oluyor ya da ne kazandırıp bize ne kaybettiriyor…

Yüksek sesle sesleniş sinirlenmek sonucunda sesi fazla yükseltmektir. Kimi zaman bir bakıma kişinin kontrolden çıkma noktasıdır bağırmak. Bireyin kendini ifade ediş çabasında sesle ilgili, yani modülasyon sürecinde son nokta…

Karşımızdakiler bizi anlamadığında istem dışı olarak sesimizi yükseltebilir hatta haykırırız. Çoğu zaman ise bunu kabullenmeyip “ne bağırması ya bağırmıyorum ki sadece söylüyorum” şeklinde sözler sarfederiz. Aslında ifade edemeyiş anında gayri ihtiyari yapılan bir harekettir bu. Konuyu anlattığımızda karşı taraf anlamamışsa eğer biz de o gün sinirliysek bu eylem gerçekleşir. Ya da birine bir konu anlatıyorsanız ve bu konu size çok basit geliyorsa ve o kişi de anlamamışsa yine bağırmak eylemimiz gerçekleşebilir. Burada bir an önce konuyu anlaşılır kılmak isteğimiz bulunur oysa her insanın algılama sürecinin aynı ölçülerde gerçekleşmeyeceğini akıldan çıkarmamak gerekir.

Kişilerin her biri aynı yöntemle anlayamayabilirler bağırmak o zaman kişiye baskı yapar, konsantrasyon bozar hatta gerginlik yaratır ve ters tepki olarak olumsuz sonuçla karşımıza çıkar. Böylesi durumlarda başarısızlık kaçınılmaz olur ve anlatamadığımıza üzülürüz, olaya yaklaşımımızın önemi büyüktür burada…

Anlatırken ya da kendimizi ifade ederken o anki psikolojik durumun da önemi vardır. Bizler biliyorsak da karşımızdakinin bilmesine gerek yoktur.

Acelecilikte vardır. Sorulduğunda burada ne oluyor diye anlatmak istememe hali de vardır.

Bağırmak öfkenizi dışarıya boşaltmanın, kendinizi rahatlatmanın hatta bazen içinizdeki sıkıntı veya üzüntüyü söküp atmanın en kolay yoludur ama insanların kulaklarını tırmalamamak açısından bir odaya kapanıp yapmakta fayda vardır! Bencillikten uzak durmuş oluruz odaya gittiğimizde ve ortamdan uzaklaşırız ve düşünürüz.

Neden bunlar oluyor diye kendi kendimize sorarız. Bu durum bir bakıma olayları gözden geçirmektir.
Harcadığımız çaba, nasıl oldu neden oldu şeklindedir. Sonraki kendimi tutamadım sıkıntı, gerginlik oluyor işte ne yapacaksın özür dilerim veya kusura bakma böyle olmasını istemezdim şeklinde bir tezahürdür.

Öfkelenmek bazen çaresizliktir ama çaresiz olmayalım da… Olaylara bakışta “elden ne gelircilik” anlayışını bırakıp gücümüz yettiğince sabırla ve anlayışla hayatımıza devam edelim. Hele böylesi zor zamanlarda mücadele bunu gerektiriyorsa…
Kendisinden uzak kalmış olanlar çok bağırır…

Böyle durumlarda ise senin olduğunun farkındayım mesajı vardır “seni gördüm, sen de beni gördün” ün bir göstergesidir bu da... Selamı ulaştırabilme çabasıdır. Ses duyulmuyor diye değil duyulsun diye yapılandır, kendini başkalarına farkettirmedir.

Azarlamak eylemini gerçekleştirenlerin, olmazsa olmazıdır bu. Hata yapıldığında ortaya çıkar amaç hatanın yapılmamasını sağlamaktır. Halbuki ters teper azarlanan kişi o kişiye kızar eğer gayretli ise “sanki bir suçlu ben miyim” diye karşılık alır.

Kişinin üzülmesine neden olur hatta o kadar kişi içinde küçük düşürüldüğünü düşünür karşıdaki kişi. Kızar hatta ortamdan ayrılmayı dahi düşünür. Bu durum tartışmalara dahi yol açar. Oysa böyle durumda da yapılması gereken o kişiyi kazanmaktır. En önemlisi samimiyetten şüphe etmemektir. Hata varsa birebir konuşmadır.

Askerde her gün ses tellerini yırtarcasına yaptıktan sonra sivil hayatda özlenebilen eylem biçimi…

Ayrıca kuvvetli motivasyon aracımız…
Bir bakıma beyin yıkama fonksiyonu görerek konsantrasyon sağlamaktadır. Söylenen sözler kısadır hareketle uyumludur, bağırılarak beyine işlenmesi sağlanmaktadır. Dikkat çekme unsuru vardır.

Ya da bir karlı bir dağın zirvesinde bulunuyorsanız bu eyleminizle bir çığ düşmesine sebep olabilirsiniz. Yani her yerde ve her durumda yapılmaması gerek! Çünkü bağırmak burada basınca neden olduğundan kardan koca bir kütlenin altında bırakabilir bizi. Birilerini canından bezdirebilirsiniz bu yükün ağırlığı altında. Canından edebilirsiniz.

İnsanların birbirine bağırmadığı bir dünya dileğiyle...

Siz siz olun, bağırmayan siz olun.


Özgür Karakaya
www.guncelegitim.com

19 Aralık 2010 Pazar

TAM BİR YAPRAK DÖKÜMÜ

TAM BİR YAPRAK DÖKÜMÜ

Mahalle gibi olan sitede herkes tanırdı onu. Çok bilmiş, tuttuğunu koparan, anaç kadındı Zekiye hanım.

A'dan Z'ye, her harfin oluşturduğu 12 bloktan ve 10'ar daireden oluşan sitede, henüz çevre düzeni yapılmamış, ısınma için kombiler takılmamış, ara sıra taşıma suyuyla idare ettiğimiz binanın üçüncü katında onlar, beşinci katında biz oturuyorduk.
Annem ve Zekiye hanım komşuluktan öte dost, hatta kardeş kadar yakın olmuşlardı. Gündüzleri evde oldukları için birlikte zaman geçiriyor, pişirdiklerinden tabak tabak birbirlerine veriyorlardı.

O zamanlar ben okulu yeni bitirmiş, iş hayatına yeni başlamış, bir dergide çalıştığım için akşamları geç gelip sabahları erken gidiyordum. Sitede neler olup bitiyor, o gün binanın, evin ne gibi sorunu olmuş annemden öğreniyordum.
Zekiye hanım evlerinin direğiydi. Evi her bakımdan çekip çeviren kendisiydi. Çekilmez bir kocası, laf anlamaz iki oğlu vardı. Her iki oğlu da ilkokulu bitirip, ortaokuldan terkti.

Eğitim, hele ki okul eğitimi onlardan çok uzaktı. Baba, bir bakanlıkta çalışmış, şoför emeklisiydi. Emekli parası ile bir taksi plakası satın almış, bir de taksicilikte kullanacakları yeni bir araba almışlardı. Araba onlar için yeni doğmuş bebek gibiydi. Hayatları onun çevresinde geçiyordu. Kova kova sularla yıkıyor, kuruluyor, parlatıyorlardı. Hatta bir gece dergiden geç döndüğümde evin balkonundan kocasının yol kenarında duran arabasını tuttuğu el feneri ile kontrol ettiğini görmüştüm. Onlar için araba umuttu...

İki oğlu ve kocası vardiyalı çalışıp taksiyi hiç boş bırakmıyorlardı. Ya küçük oğlu, ya da büyük oğlu, seyrek de olsa babaları kullanıyordu arabayı. Bir şekilde oğullarının eğitimle kazanamadıkları mesleklerini, babaları bu şekilde sağlayarak iş sahibi, meslek sahibi yapmıştı.
Bir akşam annem hararetli bir şekilde apartmanın merdiveninde, küçük kardeşin abisini elinde bıçakla kovaladığını, ağza alınmayacak küfürleri sarf ettiğini, birinci katın apartman penceresinden boşluğa atlayıp zor kaçtığını anlatmıştı.

Zekiye hanım annemde teselli bulmuş, ayılıp bayılmış, sakinleştirene kadar bayağı uğraştığını anlatmıştı. Birkaç gece eve gelmediğini, aralarında çıkan tartışmanın kaynağını bile bilinmezken büyük oğlunu göremez olmuştu.

Büyük oğlu bir gün çıkagelmiş, yanında da bir kızı getirmiş, biz evleneceğiz demişti. Zekiye hanım yine annemle dertleşmiş; "Bunlar yerine taş doğursaymışım…" deyip, "Allah bana niye kız evlat vermedi" deyip yazıklanmıştı.

Evliliğin ilk zamanları, aynı evde yaşanılan sorunlar büyüyünce ayrı eve çıkarmışlardı.büyük oğullarını… Küçük oğlunu kendisine benzetip; "bundan bana bir zarar gelmedi, ama büyük olan tıpkı babası, zarar gelir ondan" deyip uzaklaşmıştı ondan…

Oğlu ve kocası taksiciliğe devam etmiş, sabahı akşamı olmayan bir yaşamın zorluğundan yakınmaya başlamışlardı. Sonunda, oğlu ile nöbetleşe çalışacak bir şoförle anlaşmışlardı ve böylece emekli kocası daha çok yorulmayacaktı.

Sorunlar, tartışmalar hiç bitmiyordu. Koca ile anlaşamıyor, sık sık kavga ediyor, tartışmalar bizim kattan duyuluyordu.
Zekiye Hanımı, bizim evde salonda iken, ara sıra saçlarını örttüğü tülbenti ile başını sımsıkı sarmış, tek gözü morarmış, eli başında koltuğa yaslanmış bir şekilde oturur görmüştüm.

Zekiye hanımın her halinden evde sorunlarının büyüdüğü, hatta şiddete dönüştüğü anlaşılıyordu. O gece salonda misafirimiz olmuştu. Kocası değil aşağı inmesine üçüncü katın kapısından geçmesine bile izin vermeyip, hırsından ateş püskürüyordu.

Büyük oğlunun bir bebeği olmuş, ardından yeni bir kadını sevdiğini, diğeri ile boşanacağını söylemiş, sorunları yetmezmiş gibi sorunlara sorun eklenmişti. Küçük oğul abisi eve geldiğinden evi terk etmiş, karı koca onca sorunun içerisinde kendi sorunlarını bir kenara bırakmış, ne yapacaklarına çare ararlarken işin içinden çıkamaz olmuşlardı.

Küçük oğlu da sanki abisine nispet edercesine, yanına bir kız almış, anne bu senin gelinin olacak, deyip kaçırdığı, sevdiği kızı ana evine getirmişti. Zekiye Hanım,nikahsız olmaz deyip alelacele küçük oğlunu da evlendirmişti.

Yaşanılan olaylar gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini aratmıyordu.

Gelin iyiydi, uysaldı, Zekiye hanım'ı anne bilmişti, aynı evde yaşayacaklardı. Gelin kaynanadan çok, ana kız gibi iyi anlaşıyorlardı. Oğlu tekrar takside çalışmaya başlamıştı. Gelinin ikiz bebeğe hamile olduğu anlaşılınca, ev bayram havasına dönmüştü.

Kız evlat isterken ikiz kız torunu olmuştu. Günler bebeklerle, yaşam kaygısıyla, ara sıra dışarıya pek taşmadan tartışmalarla yaşayıp gidiyorlardı.

Çocuklar büyümüş, ev kalabalıklaşmış, evdeki sorunlar, evin ekonomisi de büyüyünce katlanılmaz hale gelmişti.

Yine bir gün Zekiye hanım üstü başı yırtık, saçı başı dağınık kendisini apartmandan dışarı atmış, canını zor kurtarmıştı. Zekiye hanım kocası ile kavga etmiş, uzun bir süre eve de girememişti.

O kavga ailenin de sonu olmuştu. İçerde neler olmuş biz de bilmiyorduk. Zekiye hanım bir daha o eve girmedi. Gelin iki çocukla bir başına kalmıştı. Küçük oğlu kuaförde çalışan bir kadına aşık olmuş, tüm sorumluluklarını unutup uzun bir süre ortalıktan kaybolmuştu. Çocuklar baba diye ağlamış, gelin de kayınbabanın evine sığamaz olmuştu.

Tam bir yaprak dökümü idi. Gelin kaynana aynı evde, bir göz odada birlikte yaşamaya karar verseler de yürütememişlerdi. Gelin markette çalışmayı sürdürmüş, aldığı asgari ücret neredeyse kirayı karşılıyordu. Ana da, baba da yoktu. İki elti anlaşmış aynı evde yaşamaya karar verseler de kısa sürede evlerini ayırmışlardı.

Batıkent'in sitelerinin birinde depodan bozma, siteye gelir olsun diye kiraya verilen, bir yerde kiraya çıkmışlardı.
Uzun bir süre haber alamamıştık. Bir bayram sabahı gelin hanım ve kız torunlar babamın bayramını kutlamak için ziyarete gelmişlerdi.

Zekiye hanım geceli gündüzlü, meslekleri doktorluk olan bir ailenin yanında bebeklerine bakıyor, sadece pazar günleri izin kullanıyor, o zamanda da torunlarını görmek isterse dışarıda bir yerde görüşüyorlardı.

"Zira annemle de aramız açıldı. Şu an en kötü insan benim onun için" demişti gelin hanım. Kızlar büyümüş, genç kızlığa adım atmışlardı. Liseye başlamış, çocuk gelişimi bölümünü tercih ederek meslek sahibi olmaya çalışıyorlardı.

Babam, "En kötü koca bile, kocasızlıktan iyidir…" sözüne dayanarak, "babaları ile görüşüyorlar mı çocuklar?" deyip, tekrar birleşme ihtimalinin olup olmadığını soruyordu.

"Asla, bunca yaşadığım zorluklarla buralara kadar geldikten sonra, asla!.." deyip kararının kesin olduğunu net bir şekilde belirtmişti gelin hanım... "Çocuklar babasız kalmasın diyorsanız eğer, istedikleri zaman görüşüyorlar. Zaten hayırsız bir babadan ne yarar gelir ki çocuklara…" deyip başını öne eğmişti.

“Şu an çalışmıyorum, sağlığımdan dolayı, ama iyileştim, tekrar işime döneceğim. Kimselerin bir faydasını görmedim ben.”
Babam: “Peki, çocukların babası ne yapıyormuş, bir haber var mı, gelip gidiyor mu? diye sormuştu gelin hanıma…

Babamın bu sorusuna ikizlerden biri yanıt verdi: "Babam üç aydır bizi aramıyor", Annesi duruma açıklık getirmek için söze devam etmişti. "Babaları bir kavgaya karışmış. Kavgada yaralama varmış, sonunda yakalanmış. Ceza olarak da okuma cezası verilmiş, bu tür bir kavgaya, ancak eğitimsiz insanlar karışır, demiş Yargıç…."

İkizlerden diğeri de söze girmişti, "Hem de 12 kitap okuyacak, bir de 200 adet fidan dikecekmiş babam!.." deyip verilen cezaya şaştıklarını belirtmişlerdi.

Şaşkınlık bizi de almıştı. Ne güzel bir cezaydı. Cezanın da güzeli oluyormuş demek ki... Arkası arkasına soruları sormuştuk. Ne kadar sürede, hangi kitapları okuyacaktı, okuduğunu nasıl anlayacaklardı. Fidanları nereden alıp, nereye dikecekti...

"Zaman olarak kısıtlamamışlar babamı, okuyacağı kitabı kendi seçecekmiş, kalınlığı da, 100 sayfanın altında olmayacakmış, okuduğu kitabın özetini yazılı sunacakmış," deyip sevimli, çok bilmiş bir şekilde babasının cezasını bize anlatıyordu.

Gelinin, bunca yaşadığı olumsuzluğa rağmen kocasını hala kabul etmemesindeki kararlılığını takdir etmiştim doğrusu... Her iki genç kızın annelerinin bu kararında yanında olması ayrı bir güven kaynağıydı.

Babamın oturduğu koltuğun çevresinde duran sağlı sollu kitaplar, her odada bulunan kitaplıklarda ayrı ayrı konuları içeren kitaplar; nasıl olurda birilerinin okuması için ceza niteliği taşıyacaktı, şaşa kalıştım...

Kitap okuma ceza olarak verildiğine göre, okumanın bedeli büyük olsa gerekti...

Okumayan biri için, okumak ne büyük bir cezaydı...

Yener Balta, 16.12.2010

xxx
Yener Hanım,
Kutlarım.

Çok güzel olmuş.
Kutlarım. Çok küçük ayrıtılar bile gözünden kaçmamış...
Aferin demekten başka sözüm yok sana...

Av. Eren Bilge, 16.12.2010

xxxxx
14 Ocak 2011
Orhan Okuducu
Tebrikler Yener, devam...

xxxxx
Gizem Zencirci
Gerçekten çok güzel olmuş, ellerine sağlık teyzecim.