29 Mart 2015 Pazar

FLAMENKO DANSI

FLAMENKO DANSI

Rüzgar sıcağı ve nemi okşayarak esti geçti. Birden ortalık gecenin rengine büründü. Seyircilerin uğultusu kesildi. Önce yuvarlak beyaz ışık sahnenin ortasında belirdi. Uzun kuyruklu kostümü kan kırmızısıydı. Işık onu karanlık sahnede parlattı. Tüm bedenini saran kırmızı kostümü, kat kat olan etek uçları arkasından nazlı nazlı süzüldü.

İki elini birbirine vurdu, sessizliği elinin ritmi bozdu. Sert bir hareketle döndü, elbisesinin uzun eteği tüm bedeninin kıvraklığı ile savruldu. Alto sesi süzülerek havada yankılandı, müziksiz, melodisiz... Ayaklarını yere vurmasıyla çıkan tak tak sesleri ellerinin ritmiyle buluştu...

Açık havada, karanlık sahnede, beyaz ışık dansçıyla raks ediyordu.
Ürpermiştim, atmosfer büyülemişti beni, sahneyle bütünleşmiştim.

Sahnenin arkası birden aydınlandı, sıra ile dizilmiş dansçılar birazdan baş dansçıya eşlik edecekti. Müzik sadece gitardı, kadının o büyülü sesine eşlik eden, el çırpmaları ve ayak sesleri bir orkestrayı andırıyordu...

Bir an sessizlik oldu, sessizliği bir köpeğin havlaması, ardından seyircilerin alkışları bozdu. Bodrum Kalesi tıklım tıklım doluydu. Sanki tüm tanınmış yüzler sözleşmiş gibi oradaydılar.

O gece Flamenko dans topluluğunun gösterisi vardı, aynı zamanda Kadir gecesiydi. İslam dinine göre, Kur'an'ın vahiy yoluyla İslam Peygamberi Muhammed'e gönderilmesine başlanan gündü!

Beni gecenin diğer yanı ilgilendiriyordu! Kaçırmadığım için mutluydum, görebildiğim için şanslıydım. Sanat benim için bir ibadetti!..

Bodrum Kalesi'nin hemen arkasındaki camide Mübarek Kadir gecesi yadediliyordu. Hoparlörden çıkan hoca efendinin sesi sahnedeki sesi bastırıyor, bazen de sahnedeki coşkulu sesten baskın çıkıyordu. İki ayrı sesin birbirine karıştığı da oluyordu. Sanatçılar İspanyol'du, dinleri katolikti. Bu gecenin İslam alemi için önemini biliyorlar mıydı? Festival boyunca bir kez sahneye çıkan topluluk bu mübarek geceyle çakışmıştı. Sanat ve din birbirine karışmıştı!..

Flamenko bu, bazen hüzünlü, bazen coşkulu, bazen romantik, bazen de hırçın ve kavgacı olabiliyordu, sesleriyle, danslarıyla, müzikleriyle... Bodrum Kalesi'nin açık havasında bin beş yüz kişiye yakın seyircisinin ayakta alkışları beğeninin göstergesiydi.

Huzur içerisindeydim, gösteri beni büyülemişti. Kaleden ayrılırken, köşelerde yerlerini almış dilenciler verilecek sadakalarla Kadir gecesinden nemalanacaklardı.

Sokak köpekleri havlıyordu!.. Denizin suyu her zamanki gibiydi, boğucu yaz sıcağı, ara sıra esen rüzgarın değip geçmesiyle ferahlatıyordu.
Güneş yine yarın sabah kızıl doğacaktı, tıpkı diğer günlerde olduğu gibi...
Yener Balta, 25 Mart 2015

X
Yener,
Bu da güzel bir anlatı olmuş.
Baban,  bundan mutluluk duymuş…

Yazdıkça daha güzel yazıyorsun.
Babanı kıskandırıyorsun.

En büyük arzum: Yaşam boyunca yazmandır…
Yaza yaza büyük bir yazar olmandır…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 27.3.2015

21 Mart 2015 Cumartesi

NALBANT’IM…



NALBANT’IM…

Bir şehirden başka bir şehre göçmek!.. Kendi memleketini, kendi toprağını, çocukluğunu, tüm anılarını, acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini, mutluluklarını, geçmiş hayatını geride bırakarak... Bırakmak zorunda kalarak!.. Neden? Onlardan biri gibi olmadığından, onlar gibi düşünmediğinden, seni anlayamadıklarından, senin onlar gibi yaşamadığından...
Bizim gibi düşünmeyeni yaşatmayız diyerek. Herkes aynı fikirdeyken onun farklı bir fikri savunmasını, inanmamasını, ifade etmesine izin vermeyerek, onun olan yerde onu yaşatmayarak...
İşte, bir şehir dolayısıyla bir insana dar gelir, sığdırmazlar... Hayat mücadelesi yeni bir şehirde yeniden başlayarak, belki daha da zorlanarak... Onca çilenin, onca acının, onca suçlanmanın yıldırmadığı insan olarak, yeni bir şehirde yeni bir hayata başlamak... Belki de her şeyin çok daha iyi olacağı yeni bir şehir...

Yıllar geçse de memleketinden kopamadı. Hep bir neden için Gaziantep'e gidip gelmişti. İşte yine bir nedenle Gaziantep yollarına düşmüştü bile... Derin düşüncelere dalacağı, belki onca saat gözüne uyku bile girmeyeceği uzun yolculuğa...
Her zaman okuyacak bir dergisi, kitabı, günlük gazetesi yanında olurdu. Gece yolcuğu olduğundan kitabından bir iki sayfa okusa da zorlanmıştı, ışık yetersizdi. Kapadı, çantasına koydu. Arkasına yaslanıp bedenini koltuğa yerleştirdi, hafif gerindi ayaklarını ön koltuğun altına uzatarak...
Yanında oturan adam kendinden yaşça büyüktü. Gece de olsa kasketini başından çıkarmamış, ellerini önünde birleştirmiş ayaklarını uzatmıştı. Başını hafif ona doğru çevirerek;

"Nerelisin hemşerim? diye sordu.
Bu sorunun istenmeyen bir sohbetin başlangıcı olduğunu çok iyi biliyordu.
"Gaziantepliyim." demişti. O sormadı ona, onun nereli olduğunu.
"Neresinden?"  diye ikinci soru gelmişti ardından,

"Evli misin?" demişti.
"Evet." demişti ve devam etti.
"Çocuğun var mı?"
"Var." demişti.
"Kaç çocuğun var?" diye devamı gelmişti sorunun.
"Dört." demişti sıkılarak...”
“Oğlan mı, kız mı?” demesin mi…”

Sorudan çok ne vardı. Zaman öldüren boş insan sorularıydı bunlar... İyice sıkılmıştı gelen sorularla... Anlamıyordu da, kendi bir soru bile sormamıştı karşısındakine...
Biraz sessizlik olmuş, çaylar ikram edilmiş, muavin koridordan gelip geçmiş, sorulara kaldığı yerden devam etmek için, can alıcı soru sorulmuştu işte...

"Mesleğin ne?" demişti. Bu sorular sohbete dönüşmediğinden sabaha kadar sürebilirdi. Bir yerden yakalayıp, sohbete dalmak istiyordu. Bundan önceki yolculuklarından dolayı tecrübeliydi.
"Nalbant’ım!.." demişti.
Sohbet burada kendince bitmişti. Eğer gerçek mesleği olan avukatlığı söyleseydi, kırk yıllık davaların, danışacağı soruların ardı arkası kesilmeyeceğinden emindi. Nalbant’ım diyerek gelecek soruları noktalamıştı.

Bir an nalbantlıkla ilgili sorular gelir mi diye aklından geçirse de, başını cama yaslayıp gözlerini kapamıştı.



YENER BALTA, 18 MART 2015

X
Yener,
Çok güzel olmuş, ne desen değer…

Ben yazsam bu kadar güzel yazmazdım
Sendeki bu yaratıcılığa hayran kaldım…

Umarım bu yetini ömür boyu kullanırsın.
Böylece beni de hatırlatırsın…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yürekten sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 20.3.2015

12 Mart 2015 Perşembe

KÖŞE YAZISI


KÖŞE YAZISI

Ben küçükken, babam işe giderken her sabah Cumhuriyet gazetesini aksatmaz alırdı. Babam o zamanlar Gaziantep'in yerel gazetelerinden birinde günlük köşe yazısı yazardı. O gazeteler de bir iki gün sonra iş adresine postalanırdı. Her iki gazete de akşam eve geldiğinde çantasında olur, bizlerden biri okumak istediğinde çantasından alır, almasak da okumamızı istediği için çıkarır masaya bırakırdı.
Saklayacağı bir yazı varsa keser, tarihini not alır, sarı samanlı kağıtlara yapıştırır, telli pembe dosyasında biriktirirdi. Geri kalan gazeteler, kimi zaman annemin üzerinde sebze ayıkladığı, nane kuruttuğu, kışın bizim ve komşuların sobalarını tutuşturmak için kullanılırdı.
Her ikisi de renksiz gazetelerdi! O zamanlar pek ilgimi çekmeyen gazeteler siyaset, ekonomi ve köşe yazıları ile doluydu. Sanat ve kültür sayfasındaki ilgimi çekerse şöyle bir bakardım.
Hele hele babamın köşe yazısını yazdığı yerel gazete, pek sevimsizdi. Ofsete geçildiyse de hala klişe ile basılan teknikleydi. Daha da bir karamsardı. Yine ön sayfa gündemdeki konular, hükümetin aleyhinde ya da lehinde haberler olarak düzenlenmiş olurdu.
Babamın yazısına gelince!.. En çok zorlandığım şeydi o gün için. Minicik harflerin eğri büğrü dizilişleri, yer yer daha koyu, ya da silik oluşları... Okumak zül gelirdi bana. Hiç ilgimi çekmezdi. Bazen okur ama anlamazdım. Çünkü ardından babamın sorusu gelecekti. Nasıl bulduğumu soracaktı, beğenip beğenmediğimi soracaktı, fikrimi soracaktı!.. Bir fikrim yoktu o zaman, sadece okurdum... İstemeyerek de olsa, zorlansam da...
Bazen daktilo ile yazdığı sarı samanlı kağıdı, gazeteye yollamadan önce bana uzatır; "bak bakalım, nasıl olmuş?" derdi. Büyük harflerle başlığını yazdığı, paragraf boşluğu ile giriş yaptığı, yer yer yanlış yazdığı bir kelimeyi ya da harfi daktilo merdanesini geri sarıp büyük X harfi ile üzerlerine ardı ardına sıraladığı... Bir sayfayı geçmezdi. Çünkü o bir sayfa yazı, gazetedeki köşesinin alacağı kadar yazı demekti.
Sarı samanlı kağıt da mutsuzdu, renksizdi, tatsızdı! Belki de okumaktı bana öyle gelen!.. Babam örnek olamamıştı bana o sıralar, örnek almayı çok istediysem de... Onun bilgisi karşısında kendimdeki bilgisizliğin belki de yükü ağır geliyordu!
Dedim ya küçüktüm!..
Şimdi, okumak bir yana, onun yazılarının kovalayanı oldum. Her yazdığı yazısını ilk bana yolladığı zamanlar olur, düzeltmelerini kırmızı ile belirler tekrar ona yollarım. Bazen üzerinde yorum yapar fikrimi belirtirim. Yeni kitabının hazırlığındaki heyecanı onunla yaşarım. Mesleğim gereği kitaplarının hazırlayıcısıyım. Bu konuda sağ koluyum babamın. Ne büyük mutluluk benim için...
Hem benim hem onun için mutluluğun en büyüğü de sanırım benim de yazmam. Hatta şu an benim de yerel bir gazetede köşe yazmam!.. Yazdığım yazıları ilk ona yollarım. Okur, bazen yazımın başlığını onun koyması beni mutlu eder, varsa gözden kaçan yanlışları düzeltir...
En heyecanlı yanı da, adımı ve tarihini yazdığım satırın altına bir X işareti koyar; "Yener, çok güzel olmuş, sanki ben yazmışım..." gibi alt alta şiir tadında beğenisini sıralar, kimi yazılarıma, "Yener, okudum. Hayran kaldım. Sen bu yeteneği nereden aldın? O kadar güzel anlatmışsın ki, değme öykücüler bile eline su dökemez. Umarım Yener, buna devam eder, tökezlemez..." gibi notlar yazarak, adını ve okuduğu tarihi de not düşüp sevgisini ve mutluluğunu belirtir...
Ne güzel bir yanı kalmış babamın bende, umarım tüm özelliğini alabilirim kendisinin...



Yener Balta, 11 MART 2015

8 Mart 2015 Pazar

MÜBAREK CUMA

MÜBAREK CUMA 

Yine günlerden cuma!.. Bana göre diğer günlerden farkı olmayan, haftanın son günü, sonrasında iki tatil gününün habercisi!.. 

İşte o günlerden bir gün, iş yoğunluğu ve yorgunluğuna ara vermek için dışarı çıkmaya karar verdim. Biraz da yalancı bahara kanmıştım. Özlemini duyduğum güneşe kendimi vermiş ellerim ceplerimde, yeni taşındığımız, öncesi gecekondu sonrasında daha çok iş yeri olan semtte yürüyordum.
Öğle tatili Cuma'ya denk gelmişti!.. 

İş yerimizin hemen önündeki Meydan Cami'nin yanından geçip, biraz ileride yürüyüş mesafesinde daha da büyük Merkez Cami'nin bulunduğu caddeye ulaşmış, bu mübarek günden nasibimi almış, huzura ermiştim!.. Megafondan çıkan yüksek ezan sesini hoca efendinin detone sesinden, hem de dibinden duymak zorunda kalmıştım.
Geniş caddenin asfaltı dökülmüş, kaldırım taşları döşenmiş, kalan toz toprak havaya yayılmış, o tozun dumanın arasından gördüğüm araba kalabalığına anlam verememiştim. Bütün Ankara Cuma namazı için bu camiye mi gelmişti? Yoksa son yıllarda camiye giden mi artmıştı? Koca yolun gidiş-dönüş yönünün sağ tarafı yetmemiş, refüj kenarına da yol boyu arabalarını park etmişlerdi. Burası caddenin ortası demekti, solu demekti, yolun solu yavaş ilerlemeyi bile kabul etmezdi. 

Bugün Cuma'ydı! Mübarek Cuma!.. Başka zaman değil park etmek, duraksamak, hatta yavaşlamak bile söz konusu olmazdı.
Ben mi bilmiyordum? Cuma günü arabaları yolun ortasına bırakıp camiye gitmek kural ihlalinden sayılmıyor muydu? İbadet ediyorsan her şey mubah mıydı? İbadet kural tanımıyor muydu? Park edilmez levhasının bulunduğu yere park edeni affetmeyen trafik polisleri bu durumu nasıl görmezden gelebiliyorlardı?
Fahri trafik müfettişi olmak istemiştim. Başvuru için internete baktığımda talep çokluğundan başvuruları kabul etmediklerini bildirmişlerdi. Keşke o an o yetkiye sahip olabilseydim. Her birine yanlış parktan ceza kesebilmeyi isterdim. Tabi ben her bir araca ceza kesene kadar akşam olur, cemaat dağılmış olurdu. Öyle çoklardı ki!..

Yener Balta, 6 MART 2015

X
Yener,
Okudum. Hayran kaldım.
Sen bu yeteneği nerden aldın?
O kadar çok güzel anlatmışsın ki,
Değme öykücüler bile eline su dökemez.
Umarım Yener, buna devam eder, tökezlemez…
Sevgilerimle,
Hayri Balta, 6.3.2015

27 Şubat 2015 Cuma


"Bencil daima en sevdiği kişiye, yani kendisine zarar verir" Bernice Peers

Kocaman bir ağız sizi yutacak gibi hissedersiniz... İlişki içindeyken iki kişiymişsiniz duygusunu bir türlü yaşayamazsınız. "Oburluk" özelliğinin, iştahlı olmaktan farklı birşey olduğunu anlamaya başlarsınız. "Oburluk" derken, insan ilişkilerinde ve hayata karşı oburluktan bahsediyorum. Bu öyle bir açgözlülüktür ki, sonu gelmez bir istek ve doyumsuzluk haline seyirci kalırken öte yandan bir türlü de konduramazsınız; "Yok canım bu kadar da olmaz artık" diye...
 
Gördüğünüze inanın, inanın ki kendinizi korumaya alın! Neden mi? Çünkü, bencilin seyir defteri, sürekli kendini tekrar eden bir insanlık halidir. Bencil kişide, sanki hiç doymayacakmış gibi bir duygu durumu hep vardır. Kendi ihtiyaçları her zaman öncelikli olduğu için, siz kafanızı uzatıp, elinizi kaldırıp, gözünü kırpıp, ses çıkarıp, havaya zıplayıp hatta amuda kalkıp kendinizi göstermeye çalışsanız da üzülerek söylüyorum; görüş alanına giremezsiniz. 
 
Sürekli olarak "Ne kaçırıyorum?" kaygısı içindedir. Sizi kendi doyumunun bir aracı olarak görür. İlişkilerinde stratejik davranışlar geliştirir ve genellikle; "Bu kişiden acaba ne fayda sağlarım" diye bir düşüncesi vardır. Kanaatkarlık ve gerçek bir doyum duygusu yaşayamadığından, huzursuz bir yapısı vardır.   
 
Birey olma yolculuğunda kendini sevmenin önemi hiç kuşkusuz sağlıklı bir "Ben" den sözededebilmemiz için zorunludur.  Peki aslında bunun anlamı nedir? Kendini sevme; kendi çıkarı için başkalarının haklarını ve de çıkarlarını gözetmeksizin davranma, ilişkilerini ona göre oluşturma ve insanları kullanma mıdır? Başkalarının zarar görmesi pahasına kendi işini yürütme ve onlardan faydalanmaya çalışmak mıdır? "Kazanmaya giden yolda herşey mübah mıdır?"
 
Daha da kötüsü yaşadığımız dünyada iş ve üretim ilişkileri birey olmanın yerini, sürekli rekabate dayalı ilişkilere dönüştürdü. Başarı ve kazanma hırsı çürüyen benliklere, beraberinde ise bencilliğin de normal olduğu sanrısına yol açtı. 
 
Sullivan; "Sevmek kendi doyumunu yaşarken, karşındaki kişinin de doyumunu gözetmektir" demiştir yani ne demek istemiştir?; "Öteki" nin varlığının farkında olmak, paylaşmayı bilmek ve verme kapasitesine sahip olmaktan sözetmektedir. Bencil ise ne yapmaktadır?; Fayda sağlayacağı ya da konfor hissetttiği her durumu kendine yontmakta, kendisine yararlı bulduğu, işine gelen herşeyi bünyesine katmakla meşgul olup yanındakini hiçe saymaktadır. 
 
"Hiçe saymak"!!! Bir insanı hiçe saymaktan bahsediyoruz... Canıyla, kanıyla hemen yanında yer alan, özne olmayı fazlasıyla hak eden, çocuğu, karısı, sevgilisi veya arkadaşı farketmez kendisinden insanca bir ilgi, özen ve saygı bekleyen birisini hiçe saymaktan bahsediyoruz. 
 
Ancak dramatik olan şudur; bencil fazlasıyla kendisi ile meşguldür, meşguldür de aslında kendisine karşı çok ilgili görünse bile ne yazık ki kendisini sevmez, başkasından alıp kendisini doldurma çabası bundandır. Sürekli başkalarından alarak içindeki boşluğu ve yalnızlığı doldurmaya çalışmaktadır, ama nereden bilsin ki başkalarından alarak o boşluklar asla dolmaz hatta dolmadığı gibi giderek açık büyür.
 
Siz bencil insanları yemek masasında hemen tanırsınız! Yemek yeme davranışları hemen dikkatinizi çeker, onlar kafasını önüne eğip ne varsa süpürürken, siz masada dekor işlevi görürsünüz, bir iki laf etmeye çalışsanız da arkasından atlı geliyor telaşında karnını doyurmaktadır. Müthiş alan kaplarlar ve siz kenarda köşede kalmış hissiyatı yaşarsınız. 
 
İki kişilik etkinliklerinizde onun beğenileri, zamanı ve kuralları vardır. Mesela her zaman gittiğiniz bir eğlence mekanında, kendisi eğleniyorsa sizin uykunuz da gelse yorgun da olsanız; "o" sabahlayabilir, başka bir gün eğer keyif alamadıysa siz kalmak isteseniz de; "Ben bugün buranın enerjisini beğenmedim" deyip sizi de sürükleyip çıkarabilir.
 
Küçük bebeğiniz varsa geceleri uyanma ve bakım verme görevi tamamen size aittir, hatta "o" uyanmamak için çeşitli önlemler alır. Evin sorumluluğunu almada mümkün olduğu kadar sıyrılma ve diğerine yıkma yolları arar. Televizyon izlerken de kendi önceliği vardır hatta kumanda ruhsatlı taşıma silahı gibidir. Yemekle kavga eder gibi karnını doyurduktan sonra, hızlıca salona geçmek için "depar" durumundadır.
 
En önemlisi kendi haz ve doyumuna engel oluşturan bir durum olursa fazlasıyla gergindir, engellenme öfke yaratır, allem edip kallem edip o ihtiyacını giderir, ihtiyaçlarını erteleyemez. 
 
Peki bunlardan sonra size ne mi olur? Sahiden ne olur? Cevap vermeye gerek var mı? Siz biliyorsunuz... Arife tarif gerekmez bence.

19 Şubat 2015 Perşembe

ÖZGECAN İÇİN…


ÖZGECAN İÇİN…

Bir kişi suç işlerken cezası müebbetmiş, idammış, bir iki yıl yatar çıkarım diye düşünerek işlemez. Yapılan eylem planlı ya da plansız, yakalanmayı ya da yakalanmamayı, toplum ya da kanun önünde cezalandırılacağını, hüküm giyeceğini düşünerek de eyleme geçmez. O an o kişi için içinde bulunduğu durum her ne ise onu yapmaktır. İşlenen suç karşısında ceza caydırıcı olamaz diye düşünmekteyim.
Yapılan eylemin sonucu düşünülse kanunlardaki cezalardan önce, toplumun yargılamalarından önce kişi kendi vicdanı ile yüzleşir, hesaplaşır... (Ayrıca vicdan o an için söz konusu olsa zaten o eylemde bulunmaz.)
İnsana en büyük cezayı yine kendi vicdanı verir. Vicdan kadar din ve inanç eyleme geçmeden önce ilk yüzleşilmesi gereken olsa da, en ön planlarda inanç öne geçse de işlenen  suç karşısında bir işe yaramamakta, ne yazık ki sadece affedilmek adına, tövbe etmek adına akla gelen olmaktadır.
Her şeyin başı eğitim diyorum. Eğitilmiş bir insan yanlıştan, suçtan, şiddetten, aklınıza gelen olumsuzluk her ne ise kaçınır. Eğitimli insanın akıl sağlığı yerindeyse, cinsel sapkınlığı yoksa kimseye zarar vermez. Eylemi yapan kadın ya da erkek hangi cinsten olursa olsun, nefsi müdafaa dışındaki durumlar hariç şiddete baş vurmaz, kimseye zarar vermez, canileşmez.
Kişinin ailede alacağı eğitim yeterli gelmezse, ya da aileden eğitim alamazsa okul onu biçimlendirir. Toplumda az çok bu eğitimin bir parçasıdır. İçinde yaşadığımız toplumda yer edinebilmek için genel geçerli kurallara, ahlak kurallarına ister istemez uymak zorundadır. Kişi kendini de eğitebilir, yeter ki o bilince sahip olsun.
Bir erkeğin bir kadın üzerinde üstünlük sağlaması nedendir? Erkek, ilkel olan içgüdüsel duygularından kurtulmadığı sürece, üstünlük duygusu, kaba kuvveti, sahiplenme duygusu, kadına karşı davranışlarındaki olumsuzlukları ortadan kaldırılamaz.
Bir erkeğin bir kadına şiddet uygulaması, korkutması, sindirmesi, maddi manevi olarak ezmesi, küçük görmesi belki de nefsin köreltilmediğinin nedenidir. Belki de erkeklerde olan cinselliğin bu kadar dışa yansıtılmasının, önlenemez oluşunun asıl nedeni nefse engel olamamaktır. (Nefsi burada arzular ve kötü istekler olarak düşünüyorum.) Belki de en iyi eğitim nefse hâkim olmaktır, nefsin eğitilmesidir.
Kadını, İslam dininde, toplum, aile, eş ya da kardeş olarak zayıf ve ikinci sınıf insan olarak görmekle bunu baştan kabul etmiş oluruz. Kadın ya da erkek ayırt etmeden her iki cinsi de insan olarak eşitlediğimizde, kadının erkekten tek farkı kas gücü olarak farklılığını kabul ederek, ne şiddete, ne ölümlere ne de korumaya gerek kalmadan yaşanan tüm olumsuzlukları ortadan kaldırabiliriz.
Ne yazık ki, bunun bizim toplumda olabileceğine üzülerek inanmadığımı belirtmek isterim.

YENER BALTA, 17 Şubat 2015

17 Şubat 2015 Salı

GAZİANTEP’İN GÖRÜNTÜSÜ…




GAZİANTEP’İN GÖRÜNTÜSÜ…

İçeriden çıkar çıkmaz kapının önünde annesinin "ellerini yıka" uyarısıyla karşılaştığım küçük kız çocuğunun ardından tuvalete girdim. 

Küçücük alanda yerdeki su birikintisinden kurtulabileceğim bir alan olmadığı için ister istemez üzerine bastım. Bastığım suyun kaynağını ararken, tesisata ya da gidere mal ettiğim birikintinin ne giderle, ne su borusuyla ne de klozetle bağlantısı olmadığını şaşkın gözlerle bakarken kolumda olan kabanımın bir kısmı da yerdeki birikintiden nasibini aldı. Pantolon paçalarımı çekeyim derken iyice bulaştığım birikintiden kendimi dışarı atarak kurtuldum. 

Küçük kızın klozeti kullanamadığı, olduğu yere çömelip işini gördüğünü anlayınca, Ankara'dan Gaziantep'e giderken havaalanında ilk şaşkınlığı yaşamış oldum.

Doğduğum yere, memleketime gidiyordum, mutluydum. Şehir merkezine gitmek için bindiğim otobüste, sağlı sollu gördüğüm, şehirleşme adına çoğalan yapılaşma üzüm bağlarının, fıstık bahçelerinin yok olmasına neden olmuştu. Dönüşümde memleketimden bir şeyler götürmek için yapacağım alışverişlerde fıstık bahçelerinin yok oluşunun, baklavanın ve kavrulmuş tuzlu fıstığın fiyatını ne kadar yükselttiğini hayretle karşılayacaktım.

Özlediğim yakınlarımla kucaklaşmak, lezzetli, zengin mutfağımızın yemeklerine biran önce kavuşmak istiyordum. Lahmacunu yazın sebzeli, kışın kuru soğanlı olarak ikiye ayrıldığını bilirdim de, cevizli, ekşili, soğanlısını ilk defa yedim. Önce nasıl olur böyle bir tat diye merak ederken, acının, ekşinin, tuzlunun zırhlanmış etin hamurda birleştiği tadı, her öğün yesem bıkmam diyerek ifade edebilirim.

İklimi ılıman memleketimde kış sürekli yağan yağmurla sürüyordu. Yürüyüşe çıktığımda daha bir gün önce yeğenimin başına gelen şeyin aynısı benim başıma gelmişti. Yaya olarak geçtiğim yeşil ışık kavşağında baştan aşağı ıslanmış, saç baş kalmamış, hatta yerdeki birikintinin ağzımda bile tadı kalmıştı. Memleketimin yağmur suyu da mı meşhurdu acaba, ben mi bilmiyordum?

Bir hışımla eve gidip, üzerimdekilerden kurtulmuş, yeğenime dikkatsizliği için kızarken arabaya binince tek sözün sürücülerin olduğu kararlılığı ile araçlarını kullandıkları söylenebilirim. Bir iki kez bindiğim taksinin kırmızı ışık da neymiş dercesine dinlemeden geçtiğini, ön koltukta oturduğumda taktığım emniyet kemerine müşterilerin taktığına alışık olmadığı için garipseyerek baktığını fark ettim.

Her zaman hayret ve şaşkınlıkla, bir o kadar da hoşuma giden şeyi bu seferde birkaç kez daha yaşadım. Yerli esnafı, yaşayanı ile merhabalaşma ile başlayan küçük sohbetlerde bile tanıdık çıkan, akrabalarla karşılaşmak bir ayrıcalıktı... Hele ki köklü ve bilinen bir soyada sahipsen!.. Şehrin bu özelliğini seviyorum.

Gaziantep’te gördüğüm, sayıları çok fazla olan kara çarşaflı kadınlara şaka yollu imrenerek; birer tane almalı, ne giyim derdi, ne bakım, ne de baş, üzerimize geçirir çıkarız diye aramızda espri yaptığımız  kadınların tüm bastırılmışlığını, sindirilmişliğini, bu kadar benimseyişlerini bir kez daha sorguladım...

Savaştan kaçan Suriyelilerin şehrin üzerinde etkisinin büyük olduğunu görmek, esnafın camekanlara yapıştırdığı Arapça yazılar, dilenen sersefil çocuklu kadınlar, varlıklı olanların kendi lükslerini her nerede olurlarsa sürdürebildikleri yabancı bir şehir haline dönüştüğü güzel memleketim!..

İlerleyen zamanın olumlu yönde etkileyemediği, şehirleşmek adına daha da bozulan, yerli turizm adına tarihi eserlerin doğallıktan uzak yenilenmeleri, çocukluk anılarımda kalan manzaraları aratır oldu...

Dönüşüm otobüs terminalinde son bulurken; bir yerden mi duydum, bir yerde mi okudum diye düşünürken, sanırım kendi düşüncem olan sözü mırıldandım; "Bir yerin insanını öğrenmek istersen o yerin otobüs terminaline gideceksin. İşte o şehrin insan kesimi bu!" dedim kendi kendime...

Hala terminallerimizde vazgeçilmeyip devam edilen, kendi firmasının çığırtkanlığını yapan kişiyi de "nereye gideceğimi sen sorma istersen, nereye gideceksem kendim sorabilirim" diyerek geçerken paylamıştım.

Yine Suriyelilerin çoğunlukta olduğu, üzerinde kadife elbisesi, ayağı çıplak, saçı kınalı küçük kızın ayakkabısını sağında solunda arasam da bulmamın imkansız olduğunu, soğuk metal bekleme koltuklarında insanların kıvrılarak uyuduğunu, açıkta duran yiyeceklerin o pis ortamda nasıl satılabildiğini, kapalı alanlarda içilmesi yasak olan sigaranın nasıl da tüttürüldüğünü, yerleri paspas eden temizlik görevlisinin önüne kattığı pisliği birkaç kez avuçlayarak çöp kutusuna attığını görünce, daha gelişmek için, ilerlemek için çok çaba sarf etmemiz gerektiğini düşündüm.

Yener Balta, 16 Şubat 2015


25 Aralık 2014 Perşembe

KEHLEYM


KEHLEYM

İş yerindeydim, henüz öğlen olmamıştı. Cep telefonum çalıyordu. Bilmediğim bir numaraydı. Açmakla açmamak arasında kararsız kaldım.

Telefonda söylenenler karşısında şoka girmiştim. Dizlerimin bağı çözülmüştü. Babam, babam... diyerek kapıya yöneldim...

Bilmediğim ses bana "Babanız kalp krizi geçirdi. Şu an Batıkent Camii'sinin yanındaki pazar yerinde, ambulans gelmek üzere" demişti.

O iş yerine yeni taşınmıştık. Annem ve babamın evine yürüyerek 2 dakikaydı. Babamın kalp krizi geçirdiği yerde hemen yokuşun aşağısındaydı. Koşarak babamın bulunduğu yere gittim.

Babamı gördüğümde yerde yatıyordu. Yüzü bembeyazdı, üstü başı toz içindeydi. Kusmuştu... Gözleri donuk, takma dişi, gözlüğü, cep telefonu, şapkası yanında duruyordu. Babamı görür görmez gözlerim dolmuştu.

Metin olmalıydım. Yufka yüreğime sözümü geçirmeliydim. Babamın o sönük gözlerindeki ani değişikliği fark etmiştim. Yanında artık ben vardım!..

Ambulansın ön koltuğuna oturmuştum. Babam arkada sedyede yatıyordu. Şoför, “hangi hastaneye gidelim?” diye sordu. “Hangisi yakınsa” dedim. Yolu yarılamıştık, arkadaki hemşire şoföre, "sireni çal, hızlan!.." demişti. Bu babamın durumunun daha da tehlikede olduğuna işaretti.

İner inmez elektroşok uygulamışlardı babama. Kapının önündeydim. Doktorun ellerinde tuttuğu aleti babamın göğüs kafesine her değdirdiğinde neredeyse yattığı yerden havalanıyordu. Bir, iki derken duran kalbi, üçüncü şokta tekrar atmaya başlamıştı.

O an kendimi tutamamış, hıçkırarak ağlamıştım. Babamı hemen yoğun bakım ünitesine aldılar. Yoğun bakımın kapısında geçen süre ömrümden ömür almıştı.

Kalbinin düzenli çalışabilmesi için kalp pili takılmıştı. Babam kendisine bu ameliyat sonrasında "Pilli Dede" ismini koymuştu.

Kısa bir süre sonar kontrole gelmemiz istenmişti. Ben, ablam ve babam birlikte gitmiştik. Güler yüzlü genç doktorun odasına hep birlikte girdik. Hoş bir sohbet sonrasında doktor babama "sizi şöyle alalım" deyip sedyeyi gösterdi.

Babam, mevsimlerden yaz olsa da kışı yaşıyormuşçasına kat kat giyinmişti. Ceketi, yeleği, gömleği, içliği, nihayet fanilasını da çıkarttıktan sonra zaten babam soluk soluğa kalmıştı. Ablam bana babamın üzerinden çıkanları göstererek, daha önce anlattığı muzır fıkraya gönderme yaparak, "tarladaki tümsek misali!" deyip gülümsemişti…

Doktor, boynunda stetoskopu babamın göğsünü dinlerken, "herhangi bir şikayetiniz var mı?" diye sordu.
Babam, Gaziantep şivesiyle; "ara sıra kehleym doktor bey!.." demişti.
Ablam ve ben bu sözcüğe alışık olduğumuzdan önce garipsemedik...
Doktor, "efendim, anlayamadım?" demişti.
Babam gayri ihtiyari tekrarladı...
"Ara sıra kehleym..." dedikten sonra durumun farkına vardı... Kendi aramızda gülüştük...
Babam doktora, "ne dediğimi anladın mı sen?" diye babacan bir tavırla sordu.
Doktor, "ara sıra kesiliyormuşsunuz" diye anladığı şekilde açıkladı.
Babam yüzündeki tebessümle, "kehleym Antep’çe bir sözcüktür, bazen nefes alırken zorlanıyorum anlamında kullanılır" diye açıkladı.

Babam giyinmiş, doktor masasına oturmuştu. Bilgisayardan bakarak reçete numarasını yazan doktor, kalemini elinden yere düşürmüştü. Eğilip bulmaya çalışsa da bulamamış, oturduğu yerden kalkmış, masanın altına yuvarlanan kalemini almıştı. Yerden kalkıp doğrulan doktor elini beline koyup, yüzündeki muzır ifade ile, “bakın ben de Kehleym!” demişti…

16 Haziran 2014, Yener Balta