26 Ocak 2016 Salı

BÜYÜKLÜK!

BÜYÜKLÜK!

Ben küçükken, büyüklerim benim için çok büyüklerdi! Gözümde çok büyütürdüm onları. Onlar doğruyu bilirlerdi, hep doğrudan, iyiden yana olduklarını sanırdım. Her şeyin üstesinden gelirlerdi. Saygım sonsuzdu, öyle öğretilmişti.

Ben büyüyünce onların o kadar büyük olmadıklarını gördüm. Hatta bazılarından büyük olduğumu!..  Anne, baba, abla, amca, teyze, hala... tüm bu adlandırmalar, “benden büyüksün sana olan saygım sonsuzdur” anlamına geliyordu... Bu büyüklük, öğretilmiş ezberden öte bir şey değildi bence. Bu söylemlerle büyüklüklerini ve büyük olmayı bir üstünlük sanıyorlardı. Toplumun kural ve yaptırımları daha da saygınlığa dönüştürdü o kendini büyük sanan büyükleri!..

Abla, teyze, amca... dediğimde; “benden büyüksün, beni koruyan ve kollayansın, senin küçüğünüm” demiş oluyordum. Ben bunun farkındaydım, onlar farkında mıydı?

Şu anda ben de o büyük dediklerimin yaşındayım. Tek fark ben büyüklük nedir farkındayım!

Anne; Anneme anne demek, evet büyüklüktü, bana can verendi, bundan büyük ne olabilirdi ki, o sonsuz sevgi, unutulmaz tek koku, sımsıcak bir sarılış, kendinden bir parça, uykusuz geceler, çile, mücadele... Annem, en büyüğümün bir diğeriydi.

Babam benim için haktı, karardı, sınırsız bilgiydi, okumak, yazmak, öğretmekti. Sevgiydi, anlayıştı, sıcacık kucaktı, tatlı bir tebessümdü, üzerimde iki gözdü, o her şeydi benim için. Benim babam “BABA” dediğimde büyüklüğünün hep hakkını verendi.

Herkes böyle miydi peki? Eğitim sürecinde sayısız öğretmenlerim oldu. Birkaçı öyle büyüktüler ki saygım sonsuzdu. Büyüklükleri, öğrettikleriyle, örnek oluşlarıyla her zaman bende kalacaklardı. Fırsatım olsa o birkaçına cani gönülden tekrar “öğretmenim” diyerek teşekkür etmek isterim. Diğer bazı öğretmenler de bu adlandırmaya öyle güzel sinmişlerdi ki, ham kişilikleri ile sadece görev olarak orada bizlerin başındaydılar. Yine de sağ olsunlar...

Abla!.. Aynı kandan, aynı candan. Bunu ben iyi bilirim. Üç ablam var benim. Bir tek ben ablayı kullanırım. En küçük olduğumdandır belki de... Hani derler ya, "kardeş hayat demektir. Kimi zaman üzüldüğün anda karşında bulabilmektir!.." Yaşımız ilerledikçe aramızdaki yaş farkının kapandığını anladım! Hepimiz büyümüştük!..

 Ben yine de, yaşımız sekseni de bulsa abla demeyi tercih ederim her üçüne de...

Tanımadığımız birine bile hitap ederken abla, teyze, amca, dayı... dememiz, belki de bir nevi haksız ezber öğretiydi... İçimizde büyüttüğümüz aslında büyük olmayan büyüklerdi bunlar...

Bazen, o büyük bildiklerime verdiğim değerin henüz anlaşılmadığını anladım. Adlandırmaları adlarının yerine koyarak yanımda, içimde daha değerli kıldığımı anlamadıklarını anladım. Adlandırmalarla hitap ederken, “hala ben sizin küçüğünüzüm, korumanız kollamanız gerekmiyor mu?” sorumdan habersiz olduklarını anladım. Çata çat karşılarına alıp benimle çatışmak, alınmak, darılmak, kırılmak, hep haklı olmaları onların benden büyük olmadıklarının bir kanıtıydı.

Yaş olarak büyük olmak büyüklük için yetmiyordu. “Akıl yaşta değil baştaydı!”


YENER BALTA, 22 OCAK 2016

DOĞADA OLMAK – II

DOĞADA OLMAK – II

Kışı burada ilk defa hissettim. Kuzeydoğudan esen bir rüzgar çeşidi olan poyraz soğuğu getirmişti Deniz üzerinde küçük beyaz dalgalar sürekli birbirinin tekrarıydı. Burada, esen rüzgarlara da merak salmıştım. Zeytin ağaçlarının aynı yöne eğilmelerinin nedeni sert esen poyrazdan olsa gerekti.

Evde olmak hareketsiz olmaktı. Soğuk ve sert esen rüzgar yüzünden bir gün ara verdiğim yürüyüşüme bugün pek de aldırış etmeden çıkmıştım. Rüzgar biraz daha yumuşamıştı.

Denizi yukarıdan görüyordum.

Yeşil ile mavinin arasında yürürken önümde dans edercesine oradan oraya konan küçük, ürkek çıvgın sanki bana eşlik ediyordu. Yeşil topraktan fışkırmış, taşların arasından bile kendine yer bulmuştu. Kızılkuyruk daldan dala konarak doğanın renginde kaybolmuştu. Alakarga ağzında palamut ile bir anda önümde belirip palmiyenin gövdesine konmuştu. Martılara alışmıştım artık. Onlar tek ya da çoklu denizin üzerinde, özellikle balıkçı kayıklarının gözleyicisi, çığırtkanlarıydı hep...

Denizin kumsalla buluştuğu yerde küçük taşlar suya kapılmış bir ileri bir geri gidip geliyordu. Kumsalın bitiminde bodur zeytin ağaçları, uzun palmiyeler, okaliptüs ağaçları, palamutlar, zengin bitki örtüsüyle yeşilin bin bir tonu vardı.

Havanın kötülüğü herkesi eve kapatmıştı. Kumsalda bir tek ben vardım. Arada inşaat işçilerinin sesi geliyordu. Bir de denizin kıyıya her vuruşundaki yorucu ses. Bir gelip bir giden küçük dalgaların bıraktığı beyaz köpüklerin arasında deniz kabuklarını arayıp bulmak benim için hazine avcılığıydı. Bulduğum irili ufaklı deniz kabukları her defasında beni heyecanlandırıyordu. Her gördüğüm bu mucizevi taşları yerden almak için hiç üşenmiyordum.

O sürede denizin sesini duymaz olmuş orada kaybolmuştum. Birden tiz bir kuş ötüşü beni uyarmıştı. Sese doğru başımı kaldırmıştım. Palmiye ve okaliptüs ağacının karmaşasında, kendini bana göstermek istercesine seslenmiş, görebilmem için çıplak dala konmuştu. Birkaç kez tiz sesiyle ötmüş, baştan çıkaran renk cümbüşü tüyleriyle büyülemişti beni. O bir yalıçapkınıydı nede olsa! Pır deyip uçup gitmişti. Arkasından şaşkın bakakalmıştım.

Bugün doğa bana sürpriz yapmakta çok bonkördü. Buna çok isteyip de rastlayamadığım spiral deniz kabukları da dahildi. Bu kadar çok sayıda rastlamamın nedeni gece denizin dalgalı olmasından kaynaklanıyor olabilirdi. Tüm topladığım deniz kabuklarını ceplerime doldurmuştum. Bir çocuğun saf mutluluğuydu benim ceplerimdeki o an!..

Rüzgarın şiddeti beni yürümekten vazgeçirmemiş, doğada kaybolmayı sürdürmüştüm.


YENER BALTA, 25 OCAK 2016

14 Ocak 2016 Perşembe

DENİZDE OLMAK...

DENİZDE OLMAK...

Henüz gün ağarmamış, derinden gelen ezan sesi kulağıma değip geçmişti. Uyanmıştım, yatağımdan kalkmış perdeyi aralamıştım. Geç vakit denizin üzerinde gördüğüm sayısız ışık hala aynı yerlerinde mücevher ışıltısında parlıyordu. Oradaydılar! O derin karanlıkta pırıl pırıldılar...

Mevsim kıştı, balık mevsimi başlamıştı. Balıkçıların ekmek kapısı denizdi, balıktı, ağdı, soğuktu, emekti, çileydi... Evde gecenin yalnızlığında bırakılmış kadındı, çocuktu. Odun sobasının çıtırtısında  buharı tüten çaydanlıktı.

Parmaklarımın arasında o dokuyu hissetmenin şaşkınlığı ile onu önce tutmuş, sonra küçüklüğü karşısında kıyamayıp salmıştım denize. O bir anlık buluşmada doyamadığım güzelliğinden kendinden geriye pullarını bırakıp gitmişti. Canı için belki bir küçük teşekkürdü. Elimde daha önce hiç hissetmediğim bir dokuydu bu. Mini minnacık pullar elime yapışmıştı. Her minik pulcuk; beyazdı, pembeydi, sarıydı, yeşildi... Her rengin sedefiydi... Pırıl pırıl parlıyorlardı. Elimi birbirine sürtsem de elime yapışmış, çıkmıyorlardı. Taşların üzerinde yalpalayarak suya eğildim, bir iki minik çarpan dalgada elimi temizledim. Elimi burnuma götürdüm, kokusunu da bırakmıştı ardında...

Denizin kenarında olmak, kışı bahar gibi yaşamak, yıllardır masa başında çalışan ben kendimi hiç hissetmediğim kadar iyi hissettiriyordum. Oltaya balık takılınca buruk mutluluk yaşıyor, yerde rastladığım karınca yuvasına basmamak için sakınan ben o masumane cana kıyıyordum. Kıyıyor muydum?

Başımın hemen üzerinde, oltamı gözlediğim alanda yeni bir kuş görüyorum. Daha sonra adının Sumru olduğunu öğreniyorum. Sumru’nun avcılığını hayretler içerisinde izledim. O yükseklikte balığı görüp diklemesine suya öyle bir ustalıkla dalıyordu ki doğanın bu mucizesine hayran kaldım.

Deniz kenarında sabırla beklerken balık oltaya takılacak diye neler takılıyordu gözüme; suya paralel, değdi değecek mesafede işi varmışçasına denizin sonsuzluğunda gidip gelen karabataklar... Şimdi göç mevsimi onlar için. Denizin ve gökyüzünün birleştiği ufuk çizgisinde, aynı aralıklarla dizilmişçesine sayısız karabatağın bulundukları yeri terk ederken ki  halleri. İpe dizilmiş kara inci taneleri gibi... Dikkatli bakan gözlere bir armağan olabilir ancak bu nadir görüntü. Belki belgesel programlarının dışında görme imkanı bulamadığımız...

Doğa ile baş başa kalmak; gökyüzünün maviliğinde, bulutların yumuşaklığında, denizin kenarında, denizle olmak...

Yine akşam olmuştu. Herkes evinde, televizyonlarının başına çekilmişti. Karşımda, kör karanlığın tam ortasında denizle göğü ayıran kısımda, masal kahramanı korsanın sahip olduğu, koca bir sandık dolusu mücevherin ışıltıları gibi yarım ada ışıl ışıl parlıyordu. O ışıltılar, o karanlıkta göğün üzerinde puslu gökkuşağı renginde hare oluşturmuştu.

Balıkçı tekneleri, yeni bir gecenin başlangıcında sandıktan düşen birkaç değerli taş gibi koyu karalıkta parlıyorlardı.

Rastgele...


YENER BALTA, 13 OCAK 2016

10 Ocak 2016 Pazar

AH VESİLE AH...

AH VESİLE AH...

Bu gün Vesile vardı temizlikte. Evi ona emanet edip bırakıp çıktım. Yedek anahtarımı da vererek. Yarın babamda temizlikte olacağı için, “yedek anahtarı babama bırakırsın” dedim. Evden çıkarken, “işin bittiğinde ara beni, belki erken çıkabilirim işten” dedim.

Vesile saat 16,30’da aradı. “İşim bitti, ben çıkıyorum abla” dedi. Hayret ettim! “Bu saatte nasıl biter evin temizliği?” dedim. “Dinlenmedim, ara vermeden tüm işi yaptım.” dedi.

Eve geldiğimde hiç yapmadığım, güvenimi sarsmak istemediğim şeyi bu gün yapmaya kararlıydım. Temizliğini kontrol edecektim. Ettim de... Etmez olaydım!..

Bir gün önce yaptığım pirinç pilavını pişirirken dökülen pirinç taneleri mutfak tezgahında duruyordu. Bir iki çerçevenin ve üst kattaki avizelerin üzerine parmağımı sürdüğümde parmağımın geçtiği yerde iz kalmıştı.

Alt kata salona indim, orta sehpadaki geniş cam kasenin içine peçeteyi sürdüm, tozlar birikerek çoğunluğu oluşturdu. Ardından yerdeki laminat parkede bir iki farklı yere peçeteyi sürdüm, eh hatırı sayılır diyecek grilikte idi. Camlı dolabın üzerinde bir yanı bir önceki temizlikte yarım alınmış toz öylece duruyordu...

Yukarı çıkarken merdivenin en üstten üçüncü ya da dördüncü basamağına elimdeki peçeteyi şöyle bir sürdüm. Tozla birlikte kum taneciklerini ve Tarçın’la oyun oynadığımız leblebilerden biri, bir alt basamağa düştü. Bir alt basamak, bir alt basamak derken iki büklüm tekrar aşağı indim. Tüm basamakları tek tek peçete ile geçtim. Peçetenin üzerine biriken pisliğe inanamadım. Fotoğrafını çektim.

Beni en çok şaşırtan kısmı, “abla, bu halılar çırpınca güzel oluyor, nerede çırpabilirim?” diye sorması ile arka bahçeyi önermiştim.  Haklıydı yeni çıkan şu çok tüylü halılardandı.

Kuru peçeteyi, holdeki 70x120 gibi bir ölçüdeki küçük halının ucuna sürttüm, ıslanmasını bekledim, kombi harıl harıl yanmadığından ıslak halı henüz kuruyamazdı.

Elime eldiveni taktım, duru su ile temiz bir bez aldım, bezi sürter sürtmez inanamadım! Saç, tüy, kum, toz tümü toplandı. Kan beynime sıçradı. Kalktım, evde amaçsızca dolaştım. Ne çırpılmış, ne süpürülmüş, ne de silinmişti. Beze baktıkça “yazıklar olsun!” dedim. Aldığı ücreti haram etmek yerine Allah’ın dan bulsun dedim.

Halıdan çıkan pisliklerden utanmak gibi bir niyetim olmadı. Halı bu, dış kapı girişinin önüne sermiştim, o kadar olacaktı elbet... Birkaç aydır temizliğe gelen hep kendisi idi. Ayrıca o temizliğe geliyordu, amaç pis evi temizlemekti.

Holdeki halıyı kaldırıp rulo olarak yere vurdum, halıdan düşenleri görünce inanamadım. Biriktirsem o kadar tozu toprağı bir arada göremezdim. Yine oradan çıkan pisliklerinde fotoğrafını çektim.

Elektrik süpürgesini çalıştırdım, çekmedi makine. Yok artık dedim. Sanırım bu çekmeyen süpürgenin bile farkında varmadan sürtüp durmuştu halıya. Süpürgenin bir yerlerini kontrol etmek bile aklına gelmemişti. Baktım ki, elektrik süpürgesinin fırça kısmı kıl, toz, tüyle tıkanmıştı.

Yazıklar olsun Vesile!

Evde birçok küçük aksesuar vardı, onları ve buzdolabının üzerinki tüm magnetleri toplamıştım. Tuvalet masasının üzerini boşaltmış olsam da tozu bile almamıştı.

Önemle belirttiğim halde birçok şeyi dikkate almamıştı. Onca saat ne yapmıştı Vesile!.. Yaptıkları da gözüme görünmezdi zaten.

Vesile’ye telefon ettim. Üçüncüsünde açtı. Gördüklerimi anlattım. “Vicdanın nasıl rahat ediyor?” diye sordum. Önce ısrarla inkar etti. Kendini kandırmamasını söyledim. Çektiğim fotoğrafları ona da yollayacağımı söyledim.
Sonunda kabul edercesine, “bir sonrasında telafi ederim abla” dedi. “Bir sonrası olmayacak Vesile!” dedim. “Haram da etmiyorum, ama bizi ve kendini kandırmaktan vazgeç...”dedim.

Yarın babama temizlik için gitmeye yüzü olmayacağından, anahtarımı babama bırakmasını istedim. Evi babama çok yakındı.


NOT: Aman ne pis kadınmış demeyin benim için...
YENER BALTA, 2013




7 Ocak 2016 Perşembe

HASTA YATAĞINDA

HASTA YATAĞINDA

Üç kişilik hastane odasında, orta yatakta, kıpırdamadan, daha doğrusu kıpırdayamadan yatıyordu. Bir başkasının yardımı olmadan değil soldan sağa dönmek, kaşınan burnunun üzerini bile kaşıyamaz durumdaydı.

Ne acı! Bir başka kişinin bakımına muhtaç olarak yaşamak...

Bu durumu babamın hastane odasında ona refakat ederken günlerce sabah akşam görmüş olmak, bazen doyumsuz insanoğlunun aç gözlülüğünde kıyaslar buluyordum kendimi. Hiçbirimizin birazdan bu duruma düşmeyeceğinin bir garantisi yoktu bu hayatta...

Bir bardak suya uzanamamak, yemeğini kaşıklayamamak, aynaya bakıp tıraş olamamak, üzerini örtememek, gazete okuyamamak, tuvalete bile gidememek... Yani en ufak ihtiyacı bile bir başkası tarafından giderilmesi, içler acısıydı. Aklı başındaydı, konuşamıyordu bile. Sadece göz hareketleri ile çevresine bakabiliyordu.

Eşi ve oğlunun nöbetleşe kalıp  baktıklarını izledim. Oğul olarak, eş olarak altını temizlemek ne zor bir durumdu. Pislik değil burada demek istediğim, bir babanın evladına bu durumda muhtaç olması...

Önümüz bayramdı. Eşi bayram hazırlığı yaptığından birkaç gün sonrasında geldiğinde yatağında küçülmüş, büzülmüş, en son nasıl bırakılmışsa öyle kalan, hasta yatağında birden ağlarken görmüştüm. Eşini gördüğü için ağlıyordu. O geldiği için sevinmişti. Bir şeyler demeye çalışsa da kelimeler, boğuk anlamsız ses olarak çıkıyordu ağzından. Kadın kocasının dili olmuştu, onu kendi dermiş gibi dinliyordu.

Oğul candı ihtiyaçlarını gideriyor, belli aralıklarda yatakta çeviriyor, kalan zamanda odada olmadığından baba derdini dillendiremiyordu. Birkaç kez aşağıda olan kafeteryaya gidip babasını sıkıntılı halinden dolayı çağırdığım olmuştu.

Karısı başkaydı, o konuşamasa da onun yerine de konuşuyor, yanında duruyor, dokunuyordu.

Çocuk candan da olsa eş başkaydı, eş yoldaştı, eş dermandı, eş sevgiydi, eş eşin eşiydi. Boşuna eş dememişlerdi.

12 yıldır böyle demişti. MS hastasıydı ve düzelmesi, eski sağlığına kavuşması imkansız olan eşinin durumunu kanıksamış olarak anlatırken, solunumda zorlandığı yetmiyormuş gibi yatak yaraları da acısına acı katmıştı.

Hani bazen ölümde çare aranır ya, bazı durumlar için, ne bileyim!.. Aklıma bunlar geliyordu, yaşamak nefes almaksa eğer, bu şekilde yaşamak bile ölmekten daha mı iyiydi? Bilemedim!..

YENER BALTA, 6 OCAK 2016