DENİZDE OLMAK...
Henüz gün ağarmamış, derinden
gelen ezan sesi kulağıma değip geçmişti. Uyanmıştım, yatağımdan kalkmış perdeyi
aralamıştım. Geç vakit denizin üzerinde gördüğüm sayısız ışık hala aynı
yerlerinde mücevher ışıltısında parlıyordu. Oradaydılar! O derin karanlıkta
pırıl pırıldılar...
Mevsim kıştı, balık mevsimi
başlamıştı. Balıkçıların ekmek kapısı denizdi, balıktı, ağdı, soğuktu, emekti,
çileydi... Evde gecenin yalnızlığında bırakılmış kadındı, çocuktu. Odun
sobasının çıtırtısında buharı tüten
çaydanlıktı.
Parmaklarımın arasında o
dokuyu hissetmenin şaşkınlığı ile onu önce tutmuş, sonra küçüklüğü karşısında
kıyamayıp salmıştım denize. O bir anlık buluşmada doyamadığım güzelliğinden kendinden
geriye pullarını bırakıp gitmişti. Canı için belki bir küçük teşekkürdü. Elimde
daha önce hiç hissetmediğim bir dokuydu bu. Mini minnacık pullar elime
yapışmıştı. Her minik pulcuk; beyazdı, pembeydi, sarıydı, yeşildi... Her rengin
sedefiydi... Pırıl pırıl parlıyorlardı. Elimi birbirine sürtsem de elime
yapışmış, çıkmıyorlardı. Taşların üzerinde yalpalayarak suya eğildim, bir iki
minik çarpan dalgada elimi temizledim. Elimi burnuma götürdüm, kokusunu da
bırakmıştı ardında...
Denizin kenarında olmak, kışı
bahar gibi yaşamak, yıllardır masa başında çalışan ben kendimi hiç
hissetmediğim kadar iyi hissettiriyordum. Oltaya balık takılınca buruk mutluluk
yaşıyor, yerde rastladığım karınca yuvasına basmamak için sakınan ben o
masumane cana kıyıyordum. Kıyıyor muydum?
Başımın hemen üzerinde, oltamı
gözlediğim alanda yeni bir kuş görüyorum. Daha sonra adının Sumru olduğunu
öğreniyorum. Sumru’nun avcılığını hayretler içerisinde izledim. O yükseklikte
balığı görüp diklemesine suya öyle bir ustalıkla dalıyordu ki doğanın bu
mucizesine hayran kaldım.
Deniz kenarında sabırla
beklerken balık oltaya takılacak diye neler takılıyordu gözüme; suya paralel,
değdi değecek mesafede işi varmışçasına denizin sonsuzluğunda gidip gelen
karabataklar... Şimdi göç mevsimi onlar için. Denizin ve gökyüzünün birleştiği ufuk
çizgisinde, aynı aralıklarla dizilmişçesine sayısız karabatağın bulundukları
yeri terk ederken ki halleri. İpe
dizilmiş kara inci taneleri gibi... Dikkatli bakan gözlere bir armağan olabilir
ancak bu nadir görüntü. Belki belgesel programlarının dışında görme imkanı
bulamadığımız...
Doğa ile baş başa kalmak;
gökyüzünün maviliğinde, bulutların yumuşaklığında, denizin kenarında, denizle
olmak...
Yine akşam olmuştu. Herkes evinde,
televizyonlarının başına çekilmişti. Karşımda, kör karanlığın tam ortasında denizle
göğü ayıran kısımda, masal kahramanı korsanın sahip olduğu, koca bir sandık
dolusu mücevherin ışıltıları gibi yarım ada ışıl ışıl parlıyordu. O ışıltılar,
o karanlıkta göğün üzerinde puslu gökkuşağı renginde hare oluşturmuştu.
Balıkçı tekneleri, yeni bir
gecenin başlangıcında sandıktan düşen birkaç değerli taş gibi koyu karalıkta
parlıyorlardı.
Rastgele...
YENER BALTA, 13 OCAK 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder