19 Mart 2010 Cuma

ZOR YAŞAM!..

ZOR YAŞAM!..

Saman Pazarı'nın ara sokaklarında dolaşırken, mahallede oynayan çocuklara, eski Ankara evlerine, turistik dükkanlara, evinin ve dükkanın kapısında oturan insanlara bakarak geziniyordum. Alışılmış görüntülerin dışında birden karşımda beliriveren adamdan gözlerimi alamadım. Kendisine baktığımı fark etmiş olmalıydı. Gözlerimi kaçırmış olsam da, yanımdan geçtikten sonra yolun sonunda, gözden kaybolana kadar arkasından bakakaldım.

Üzülmüştüm, hem de çok!

Her şeye rağmen içinde bulunduğu duruma göre olabildiğince bakımlıydı. Kemikli uzun yüzü tıraşlı, tepesinde dökülen saçlarının kalanları su ile taranmış, düzgün duruyordu. Ayakkabısını, ökçesine basarak giydiği için kundurasının sivri uçları daha bir önde duruyordu. Çorabının topuk kısımları nezelmiş, o kısım asıl renginden açık duruyordu. Gömleğinin görünen kısmı ütüsüz olsa da beyazdı. Ceketinin önündeki üç düğme iliklenmiş, her iki kolu da katlanmış, dirseğinin üzerinden birer çengelli iğne ile tutturulmuştu.

Yoktu kolları...

Uzun bir süre bulunduğum dükkânın önünde, kalakaldım. Arkamda bulunan dükkânın kapısındaki esnaf ben sormadan anlatmaya başladı. Üzüntümü farketmiş olmalıydı.

"Şu yukarıda bulunan otel var ya, bak!" deyip eliyle işaret ederek, "işte orda yaşıyor" dedi.

Ankara Kalesi'nin tarihi ile yarışan eski, köhne, daha çok işçilerin, evsizlerin bir iki kuruş bulup kaldığı otel havasındaydı.


"Orda yaşlıca bir kadın bakıyor kendisine. O kadın da hem orada kalıyor, hem de otelin temizlik işlerini yapıyor. O kadın var ya o kadın cennetlik!.. O adamın eli kolu. Tıraşını da, banyosunu da, yemeğini de o kadın yapıyor. Hatta kaşık kaşık yediriyor, her öğün. O kadın da zamanında...," deyip duralıyor bir soluk. Anlaşılıyor ne demek istediği ifadesinden!.. " Şimdi yaşlanmış, kimi kimsesi olmadığı için bu otelde yaşayıp gidiyor."

"Adam zamanında bir kereste fabrikasında çalışıyormuş. Kollarını hızar makinesine kaptırmış. O kazadan sonra karısı çocuklarını alarak ana evine gitmiş. Bir daha da dönmemiş. Bu hali ile yaşlı anası bakmış kendisine, o da ölünce buralara gelmiş. İş göremez maaşının tümünü buraya vererek burada yaşayıp gidiyor işte..."

Arkasından üzüldüğüm, düşündüğüm, merak ettiğim, kalakaldığım adamı, koca bir hayatı, birkaç dakikada, birkaç cümleye sığdırarak anlatıvermişti. Yüzümde acı bir tebessümle teşekkür ederek, hayırlı işler dileyerek ayrıldım bulunduğum yerden.

Ne zor bir hayattı yaşadığı. Elsiz kolsuz bir "hiç" olurdu insan.

Üzülmüştüm, hem de çok.

YENER BALTA,

17 MART 2010

3 Mart 2010 Çarşamba

YENİ BİR HAYAT

YENİ BİR HAYAT

"Bilinçsizce kendi kopyalarını yeniden üretip duruyorsun. Önce düşün: Şayet bir çocuk doğurursan dünyaya bir armağan sunuyor olacak halde misin?

Ve sonra düşün: Bir çocuğa annelik ya da babalık yapmaya hazır mısın? Koşulsuz olarak sevgi vermeye hazır mısın?"

Bir arkadaşım benimle özel bir konuyu, kendisi için büyük bir sorun olan konuyu konuşmak istedi. En yakın arkadaşlarımdan olduğu için kendi sorunummuş gibi yardımcı olayı isterdim. İkimiz için de uygun zaman ve yeri belirledik.

Buluştuğumuzda beni görür görmez gözleri doldu. İçinde bulunduğu sorun kendisi için büyük, çözümsüz bir konu olduğu belli idi.

Bana direkt olarak "hamileyim" dedi. Kendini bırakıp ağlamaya başladı. "Bir bebeğim olsun istemiştim. Bebek içimdeyken duygularım, düşüncelerim, kaygılarım, korkularım, birden değişiverdi. Hazır değilim, kendimi hazır hissetmiyorum, doğurmak istemiyorum," dedi. "Doğurursam kendimi daha da kötü hissedeceğim, bundan eminim," diyerek bir süreliğine hiç konuşmadı. Kendisine nasıl yardım etmem gerektiğini bilmiyordum. "İçinden ne geliyorsa, sen ne istiyorsan o kararı ver, doğru olan bu olacak," dedim.

Ne büyük bir tesadüf ki, yanımda okuduğum, OSHO Çocuk adlı kitap vardı. Hatta bu kitap Osho'nun konuşmalarının kitaba dönüştürüldüğünden, tam da arkadaşımın yanıt bulacağı soru, bir başkası tarafından sorulmuştu. Altını çizmiştim, zira ben de çocuk doğurmanın hayatta en önemli kararlardan olduğunu çok iyi bilirdim.

Arkadaşıma bu sorunun bulunduğu sayfayı açtım. Kalın ve biraz daha büyükçe yazılmış soruyu okuyabileceği şekilde kendisine uzattım. Gözleri dolu dolu kelimeleri seçmeye çalıştı. Soru ilgisini çekmişti. Kendisini biraz toparladı. Giriş bölümü bile hemen kendi düşündüklerini pekiştiriyordu. Sonra bir süreliğine izin istedi ve satırları okumaya başladı. Konuşma sonrasında kitabın adını, yazarını ve yayın evini not alıp “Tümünü en kısa zamanda okumam benim için iyi olacak" dedi. Zira kendi düşüncelerini onaylayan bir yakınını bulmuş gibi sevinmişti. Bebeği içinden atmak için yaptığının vicdanı ile büyük bir savaş olduğunu biliyor ve bu savaşın yanıtını kitapta bulmuş olmanın sevincini yaşıyordu.

Soru şu idi: Hamileyim. Kürtaj yaptırmaya karar vermiştim ve bu karardan memnun olduğumu düşünmüştüm. Ama o zamandan beri bunu ne zaman düşünsem üzülüyorum.

Bu anlık bir üzüntü olacaktır. Eğer bir anne olmak istersen o zaman daha büyük sorunların içine girmek istiyorsun demektir. Çünkü bu bir kez çocuk olduktan sonra kolayca çözülebilecek bir mesele değildir.

Anne kendi gelişimini sağlayamaz, çalışamaz; çocuklara bakmak zorundadır. Sonrada zorluklar başlar.

Bir kez kendi gelişim işini bitirdikten sonra bu son derece iyidir. Bir çocuk boş zamana ait bir şey olmalıdır, o en son lüks olmalıdır. O zaman anne olmanın tadını çıkarabilirsin. Aksi takdirde bu karmaşa yaratacaktır. O yüzden sen karar ver. Seni kimse zorlamıyor, bu senin kararına kalmış: Eğer bir anne olmak istiyorsan o zaman bir anne olmak istiyorsundur. Ancak o zaman sonuçlarına da katlanırsın.

İnsanlar dünyaya bir çocuk getirmek istediklerinde ne yaptıklarının farkında değildir. Aksi takdirde kürtaja üzüleceklerine bunun için üzülürlerdi. Her iki olasılığı da sadece düşün: Çocuğa ne vereceksin? Çocuğa verecek neyin var?

Onun varlığına kendi gerginliklerini yetiştireceksin ve o seninkiyle aynı türden bir hayatı tekrar edecek. Psikanalizciye gidecek, psikiyatra gidecek ve tüm hayatı boyunca bir problem olacak. Tıpkı herkese olduğu gibi. Bir kişiye bütün ve sağlıklı bir varlık veremiyorsan, bir ruhu dünyaya getirmeye ne hakkın var. Bu bir suçtur! İnsanlar tersini düşünür: Onlar kürtajın bir suç olduğunu düşünür. Sana anne olma demiyorum; bir anne olmanın çok büyük bir sanat olduğunu söylüyorum, çok büyük bir başarıdır. Önce bu niteliği, içindeki bu yaratıcılığı, bu coşkuyu, bu kutlamayı yarat ve sonra çocuğu davet et. O zaman senin çocuğa verecek bir şeyin olacaktır. Ve sen hastalıklı bir varlık yaratmayacaksın.

Bir anne olmaya hazır mısın? Önemli olan budur. Eğer hazır olduğunu düşünüyorsan devam et: Çocuğu yap. Hazır olduğunda çocuk sahibi olmaktan mutlu olacaksın ve çocuk senin gibi bir anneye sahip olduğu için mutlu olacaktır.

İnsanların sorunu nedir? Bu tek bir şeye indirgenebilir: Anne. Çünkü anne psikolojik bir rahim sunmaya yeterli değildi, anne manevi bir rahim sunmaya yeterli değildi. Psikolojik olarak nevrozluydu, manevi olarak boştu. O yüzden çocuk için manevi besin yoktu, beslenemiyordu. Çocuk dünyaya fiziksel bir varlık olarak gelir, bir ruhu olmadan, merkezi olmadan. Anne merkezde değildi, çocuk nasıl merkezde olsun? Çocuk basitçe bir devamdı, annenin varlığının bir devamı.

Şayet bir insan bunun ne ifade ettiğini anlayabilirse çok daha az insan anne ve baba olmaya karar verecektir. Ve çok daha az insan anne ve baba olmaya karar verseydi çok daha iyi bir dünya olurdu. O daha az kalabalık, daha az nevrozlu, daha az hastalıklı, daha az deli olurdu.

Kendin Olma Özgürlüğü, ÇOCUK, OSHO. OVVO Basım Yayın Hizmetleri
Yener Balta, 30 Ocak 2010

2 Mart 2010 Salı

YAŞLILIK VE YALNIZLIK

YAŞLILIK VE YALNIZLIK

Sağlı sollu dört kattan oluşan eskinin binaları. Önceden yeşillikler ve ağaçlarla dolu olan bahçeler şimdinin artan araba sevdasından otopark olarak düzenlenmiş. Ağaçların dalları sadece kaldırım kenarlarında salınıyorlar bir sağa bir sola... Hele ki birbirine paralel yokuş olan sokakları dikine kesen ara sokağı insana huzur veriyor.

Bu sokaklardaki yıllanmış ağaçlar gökyüzünün maviliğini, güneşin ışığını dalların ve yaprakların yarış edercesine yukarıda buluşmalarıyla gizlediklerinden öyle güzel serinletiyorlar ki yaz günleri bu sokağı, sokaktan geçen insanları...

Yeni yeni iş yerlerine dönüşen bu semtte her öğle arasında çalışanlar o sokaklarda turluyorlar yokuş olmasını umursamayarak.

Öncenin seçkin, zengin ve ayrıcalıklı kişilerinin oturduğu Anıtkabir'in bir yanına düşen Mebusevleri... Şu anki iş yerlerini saymazsak hala ev sahiplerinin oturduğu bir yer. Genç nüfusun olmadığı, yaşayanlarının büyük çoğunluğunun yaşlı insanlar olduğu, karılı kocalı…

İki ayrı sokağında, iki ayrı iş yerinde çalıştığım süreyi toplarsak yedi yılı aşkındır o semtte çalışıyorum. Şu anki iş yerimde, cam kenarında konforlu sayılabilecek bir masada çalışmaktayım. Sıkıldığım zamanlar başımı çevirip sokağa, gelene geçene, dışarıda neler olup bittiğine bakabiliyorum.

Sabah ve akşam saatlerinde, biraz ileride bulunan iki ayrı kreşin küçük misafirlerinin geliş ve gidiş trafiği sokağı fazlasıyla hareketlendiriyor. Sokaktan geçen simitçilerin sesi, bazen hurdacılar, yaz aylarında kavun karpuzcular el arabalarıyla geçiyorlar. Bazen gelen ambulansların acı sesi, saksağanların, serçelerin, güvercinlerin cıvıltılarını bir anda kesiyor, alıp götürüyorlar bizim sokağın yaşlı sakinlerini...

Bahar ve yaz aylarında her öğle yemeğini ön balkonda yiyen yaşlı amcamız, hemşire diyebileceğimiz bir genç kızın bakımıyla ilgilendiği, hastane ve acil durumlar dışında sokağa çıkamayan mahallemizin sakini, o sesiz sakin sokağını bir daha görmemek üzere, gelen cenaze aracı ile bir daha dönmemek üzere götürülmüştü. Balkonda salınan siyah kedi sanki sahibinin gidişini anlamış gibi acı acı miyavlamıştı gün boyu...

Bundan önce şu an bulunduğum yerden birkaç sokak aşağıda çalışıyordum. Her gün aynı saatlerde dışarı çıkan, dökülmeyip başında kalan kızıla boyadığı saçlarını kendisi kabartıp biçim veren, yüzüne sürdüğü allığı, göz kapaklarındaki yeşil farı, dudağına sürdüğü pembe ruju, yaşlılıktan kırışan derisinin arasında birikir, elinin titremesi ile kaşının üzerinden geçtiği kahverengi kalemi kaşının biçimini bozar, yakası kürklü yeşil mantosu, kendisinden büyük eski deri kol çantası, havanın soğukluğuna aldırmadan giydiği ince çorabı ve kalın topuklu ayakkabıları, elinde bastonu, asil bir duruşla gezmesine giderdi.

Hergün evinden çıkar, Tandoğan’ı Ulus’a bağlayan altgeçitten geçer, tren garının havasını koklar, geçmişinin anılarını tazeler, çok önceleri kaybettiği eşinin anıları ile dolaşır gelirdi.

Bir kapı aralığında ettiğimiz küçük sohbette, geceleri eşinin işi gereği toplantılar, kokteyller, gezmeler derken, kendisiyle ve güzelliğiyle ilgilenmiş, çocuk doğurmayı aklından geçirmemiş. Sonrasında da çok geç olduğundan kimsesiz, yapayalnız kalıvermişti... Bu nedenle olsa gerek: “Aman siz siz olun mutlaka bir çocuk doğurun!” diye de büyük nasihati etmişti.

Evine davet ettiği kahve sohbetlerine hiç gitmedim, gidenler de evinin üzerlerinde bıraktığı izleri anlatarak bitiremezlerdi. Kimi ağır kokusundan, kimi yeni hiç bir eşyanın olmayıp ne varsa gençliğinden bu güne kaldığını, halılara çıplak ayakla basılamayacak kirlilikte olduğunu, her şeyin dokunulmayacak kadar pis olduğundan sözederlerdi.

Bir gün öğrendim ki Memnune hanım ömrünü tamamlamıştı. O sokaktan geçerken evinin balkonunda "Anıtkabir Derneği" tabelası görmüştüm. Evini ve tüm kalan varlığını bu derneğe bağışlamıştı. Atatürkçü ve aydın bir kadına da ancak bu yakışırdı.

Geçen bahar, bahçesinde kokusu sokağa yayılan sarmaşık güllerin bulunduğu karşı binanın giriş katında oturan yaşlı karı kocayı, yılların ayıramadığı beraberliklerini gelen ambulans ayırmıştı. Gelen yakınlar, hiç bir zaman kalabalık olmayan evlerini bir süreliğine doldurmuşlardı. Amcamız camın kenarında tek başına oturmayı, sokağı izlemeyi sürdürüyor. Bazı sabahlar yanındaki yardımcısına aldırdığı simitle kahvaltısını yapıyordu cam kenarında.

Bir keresinde kendisi de neredeyse yaşlı sayılacak evin kızı, bir alt katımızın arka tarafında oturan anne ve babasını telefonla arayarak konuşma sırasında babasının telefonu yarıda bırakıp bir daha da bakmamasından meraklanıp, atladığı taksiyle kısa bir sürede kapıya koşmuştu.

Apartmanın içerisinde yıkılırcasına vurulan kapı sesi inletiyordu tüm katları. Merakımdan çıkıp bakmıştım. İndiğimde telaşlı yaşlı kızımız, “Annem ve babam bu saatte ayakta olmalılardı. Tam babamla telefonda konuşuyordum, birden konuşmaz oldu. Hadi babam duymuyor, alzheimer, bir anda ne yaptığını unutuyor, peki annem nerede?” diyerek savrulup duruyordu oradan oraya.

Oldukça kısa boyu ile girişte bulunan dairenin penceresinden içerisini göremediğinden, benden rica etmişti. Mutfağı, odayı, salonu görebiliyordum, aykırı bir durum görünmüyordu. Apartman girişinin bitişiğindeki odada, koltukta birisi oturuyordu, perdeden zor seçebilmiştim. “Tamam anlaşıldı, bu kadar sese babam duymadığından tepki vermiyor, annem de büyük bir olasılıkla markete kadar çıkmış olsa gerek…” dedi.

“Keşke bir yedek anahtarları olsa sizde…” dedim, kendimden örnek vererek… “Verirler mi hiç, verirler mi...” deyip ayaklandırdığı diğer teyzenin evinde beklemek için üst kata çıkmıştı. Evine gittiği teyze de yalnız yaşıyordu.

Her katın kendine ait bir öyküsü vardı neredeyse. Hatta bir gün apartman görevlisinin bizim dairenin zilini çalarak; " Bir süreliğine sizde bekleyebilir mi amca, anahtarı içeride unutmuş, oğlunu aradık birazdan gelir," diyerek geçici bir süreliğine misafirimiz olmuştu.

Uzun zamandır tıraşsız saçları, kalın çerçeveli gözlüğü, üzerinde o soğuk kış günü için sadece giydiği ceketi...

Özür dileyerek girdi içeri, tam bir beyefendi... “Hay Allah!” deyip durdu bir iki, sonra “Rahatsız ettim sizi, iş yerinizde... Efendim, anlatayım işinize devam edin bu arada... Bizim oğlanla telefonda münakaşada bulunduk, dolayısıyla o dalgınlıkla dışarı çıktım. Anahtarı içeride unuttum sanırım.”

Bir limonlu çay ikram etmiş, kısa bir sohbete girmiştik. Kendisi emekli albaymış, 86 yaşındaymış. “Ağır hastaydım, herkes benim gitmemi beklerken, hiç bir şey yokken hanım bırakıp gitti!” diyerek zamansız gidişini anlatmıştı karısının.

“O günden beri de yalnız yaşıyorum. Eh yaş malum unutkanlık yapıyor daha çok.” Bir yandan da hala bir umut ceplerini karıştırıyor, anahtarı kontrol ediyordu. Bir iki aramadan sonra, sonraki denemesinin birinde, “Hay Allah!” deyip, anahtarı ceketinin yan cebinde buluverdi. “İşte benim oğlan kafa bırakmadı bende, yaş malum unutturuyor…” deyip kapıya gelen oğlu ile bir kez daha rahatsız ettiğini bildirerek çıkıp gitmişti.

Daha biraz önce, camdan dışarı baktığımda, arabanın içinde oturduğu yerden çıkmaya çalışıp da çıkamayan teyzenin bir şeyler dediğini fark ettim. ”Öndeki araba size aitse, bacağımdan yürüyemiyorum, alır mısınız lütfen!” demişti.

Araç iş yerimize aitti, çekmek için arkadaşımız inmiş, teyzenin arabadan inmesine eşiyle, oğluyla birlikte yardım etmişti. Ben de dayanamayıp indim, zira benim de annem aynı zorlukları yaşamıştı. Kollarının altından kavrayarak sandalyeye oturmasına yardım ettim. Erkeklerin iki kenarından tutup kaldırdığı sandalyenin üzerinde biraz korktu… “Düşecek gibi oluyorum aman, başım dönüyor indirin beni!” deyip, kısa mesafede sık sık ara verip kendi dairesine getirilmişti el üstünde. “Çok geçmiş olsun!” diyerek buruk ayrılmıştım kendisinden.

Yıllar önce burada oturmuş, Eğe kıyılarında bir ev satın alıp orada uzun bir süre yaşamış, kocasının sağlığı yüzünden tekrar eski evlerine gelen Neşe Hanım kombiyi çalıştıramamış olacak ki “Birazdan eşimi getirecekler, o gelmeden evi ısıtmalıyım ki daha çok hastalanmasın..” diyerek bizden yardım istemişti. Meğerse kombiye gelen doğal gazın ana vanası kapalıymış. En üst katta oturdukları için eşinin her rahatsızlığında sandalye şeklindeki sedyede taşıyan acil elemanları, zorlanmadan indirebiliyorlardı. Neredeyse bir yumru şeklini alan eşi gittikçe küçülmüş, bir deri bir kemik kalmıştı. Bir bayram tatili dönüşü eşini kaybeden Neşe hanım'a başsağlığına çıkmıştık.

İşte yaşlılık bu olsa gerekti. Zaman akıp gitmiş, yaşanılanlar yaşanmış, çocuklar kendi yuvalarını kurmuş, tekrar başa dönülmüş, sağlık tek uğraş olmuştu. Bunca birikimle sağlık söz konusu olmamalıydı, bilgi birikimi olmasa da yaşanmışlığın verdiği bir tecrübe, bir edinim vardı. Sağlık her şeyi bir kenara bıraktırıp, tek ilgilenilmesi gereken konu durumuna gelmişti.

Hatta ikinci iş yerim olan binanın girişinde hemen hissedilen ağır kokunun nedenini, yeni satın aldıkları daireye yerleşen, yönetimi eline alan komşumuzla öğrenmiş olduk.

En üst katta yaşayan yatalak bir anne ile özürlü kızından kaynaklandığını, onların sayesinde öğrenmiştik. Haftada bir gelen bakıcının yaptığı yardım işe yaramıyor olsa gerekti. Tuvalet ihtiyacını bir başkasının yardımıyla gideren annesinin, alt bezlerini kızı apartman boşluğuna atıyormuş. Bunlar da ortadan kaldırılmayıp kaldıkça ağır koku apartmana yayılıyor, havalandırmak için açılan banyo pencerelerden daha ağır koku yayılıyordu.

Tüm apartman baştan ayağa temizletilmişti. Hatta bir gün apartmanda yükselen sesler, acı çığlıklara yerini bırakmış, gidemez, götürmeyin, beni yalnız bırakmayın diyen annenin, sara nöbetine girmiş kızının gitmesine izin vermeyen çığlıklarıydı.

Ambulans görevlileri taşıyamadıklarından bizim iş yerindeki erkeklerden yardım istemişlerdi. Yardımdan dönen arkadaşın yüzündeki ifade hala gözümün önünden gitmez. Annenin, bayın kızının arkasından yataktan sürünerek yere inip, peşinden yerlerde sürüklendiğini, içeri girmenin imkansız bir ağır kokunun hakim olduğunu, pislikten içeri girilecek hal kalmadığını, anne ve kızın yataklarının yatılamayacak durumda olduğunu isteksizce anlatmıştı.

Sedyede baygınlıktan çok, ölmüş gibi yatan kızın teni hiç gün ışığı görmemişe benziyordu. Üzeri yarı çıplaktı, sedyede yatarken üzerine örtülen örtü kaymış, hareketsizlikten vücudu yağ bağlamıştı. Dolayısıyla taşınması da oldukça güç olmuştu. Aynı şey hastane dönüşü için de geçerli olmuş, yukarı taşınılması için yine yardım istenmişti.

Oraya taşındığımızdan beri hiç yıkanmamış, yarı tül, yarı güneşlik, yarı aralık olan perdeler hiç yerinden oynatılmamış, öylece duruyorlardı. Balkon demirine ara sıra asılan boz renkli biçimsiz bezler, mum ışığını andırır puslu oda ışığından başka hayat belirtisi olmayan evde, kurban bayramı dönüşü o komşuyu da kaybedişimizle, tamamıyla hayat belirtisi kalmamıştı. Anne hayatını kaybedince tek tanıdıkları olan akrabaları kendi başına hayatını sürdüremeyeceğinden evin kızını bakım evine yatırmıştı.

Yönetici ile yaptığımız bir sohbette, hiç bir şeye aklı ermiyormuş gibi duran anne kızın sadece para olunca canavar kesildiğini, zamanında seçkin ailelerden birileri olduğunu, lüks ve zenginlik içinde yaşadıklarını, eşinin ölümü ile yatağa düştüğünü söylemişti.

Bakıcı kadınla yaptığı sohbetten para gidecek diye hiç bir şeyi temizletmediklerini, hiç bir şeye el sürdürtmediğini, sadece bir iki tencere yemek yapmasına izin verdiğini söylemişti. O yemekleri de yemeyip dolapta küflendirdiklerini, onun yerine kavanoz kavanoz aldırttıkları reçelleri yediklerini söylemişti. Çok fazla paralarının olduğunu, harcamaya kıyamadıklarını söylemişti.

Gecenin en derin sessizliğinde, rahatlıkla yöneticiyi arayıp, “Gelin annemi yataktan kaldırın…” diyebilecek yetkinliğe sahip olduğunu, aman bize karışmasınlar, bakım evine göndermesinler diye, bir kaç ayın aidatını, apartman masraflarını önceden verdiğini söylemişti.

Yönetici bir iki kez yardım etmiş, eve girerken içinin almadığını belirtmiş, maske takarak girdiğini, içeride nefes almanın imkânsız olduğunu söylemişti. Sonra ardı arkası kesilmeyen isteklerin devam etmesi üzerine zamansız çalan telefonları açmadığını belirtmişti.

Şu kış gününde evin balkon ve pencereleri sayısız gün açık kalmış, yağmurlu, karlı, fırtınalı günlerde perdeler rüzgârda savrulmuştu. Apartmanın önünde bir minibüs durmuş, bir erkekle bir bayan inmişti. En üst katın penceresinde hareketlenmeler olmuştu. O gün, gün boyu izlemiştim olan biteni. Kucaklarında kutu dolusu eşyalar, ellerinde sarkan poşetler, birkaç kez inilip çıkıldıktan sonra, çok çekmeceli ceviz rengi dolabı arabanın kenarında görünce antikacı oldukları hallerinden anlamıştım...

Gün kararmış, salonda kristal avizeler ilk defa görünür olmuş, zamanın en zengin evlerinde bulunan iri desenli kâğıt kaplı duvarlar seçilir olmuştu loş karanlıkta.

Birkaç gün arayla evle ilgilenen yakınları poşet poşet eşyaları çöplerin biriktirildiği ağacın dibine bıraktırmıştı. Perdeler de sökülüp atıldıktan sonra "satılık" yazısı camda belirir olmuştu.

Mevsim ilkbahara dönüyordu, baharda daha bir serpilsin, daha bir boy versin diye o güzelim ağaçların bütün dalları belediye çalışanları tarafından budanmıştı. Ankara sokaklarında son zamanlarda fazlalaşan geveze saksağanlar, yapraklar arasında gizlenen minik serçeler, kumruların gölgesinde serinleyeceği bir dal bile kalmamış, tümü budanmıştı. Kış günlerinde yağan karların, dallarında biriken kar taneleri ile beyaza bürünen güzelliği, yağmurlu bahar aylarında yıkanmış parlak dalları, kolu, bacağı kesilmiş insanlar gibi çırılçıplak bırakmıştı o güzelim sokağı...

1 Mart 2010
YENER BALTA

MEVLANA DEMİŞ Kİ;

MEVLANA DEMİŞ Kİ;

“Ben dostlarımı ne kalbimle ne de aklımla severim.
Olur ya …
Kalp durur …
Akıl unutur …
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur … “

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.
Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi…
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu;
aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.

Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla…
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim…

İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu…
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.

Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi…
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu…
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.

Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim.
Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.

Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra…
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana…

Gitmeyi öğrendim.
Sonra dayanamayıp dönmeyi…
Daha da sonra kendime rağmen gitmeyi…

Dünyaya tek başına meydan okumayı öğrendim genç yasta…
Sonra kalabalıklarla birlikte yürümek gerektiği fikrine vardım.
Sonra da asil yürüyüşün kalabalıklara karşı olması gerektiğine vardım.

Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.

Namusun önemini öğrendim evde…
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Gerçeği öğrendim bir gün…
Ve gerçeğin acı olduğunu…
Sonra dozunda acının, yemeğe olduğu kadar hayata da
“lezzet” kattığını öğrendim.

Her canlının ölümü tadacağını,
ama sadece bazılarının hayatı tadacağını öğrendim.

Ben dostlarımı ne kalbimle nede aklımla severim.
Olur ya …
Kalp durur …
Akıl unutur …
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur …

MEVLANA

17 Şubat 2010 Çarşamba

KARŞILIKLI BAĞIMLILIK

KARŞILIKLI BAĞIMLILIK

Birçok karşılıklı bağımlılık, bazı insanların dram ya da kriz tutkunu adını verdiği bir duruma gelir.
Problemler tuhaf bir şekilde bağımlılık yapıcı olabilmektedir.
Eğer yeterince uzun bir süre ıstırap, kriz ve karmaşa içinde yaşarsak, problemlerin hissetmemizi sağladığı korku ve uyarılma hissi konforlu bir duygusal tecrübe haline dönüşebilir. Bir süre sonra duygularımızı problemler ve krizler ile bir araya getirmeye o kadar alışırız ki, bizim ilgimiz olmayan sorunlara bulaşmaya başlayabiliriz. Hatta kendimize uyarıcı bir şeyler yaratmak için problem çıkarmaya ya da sorunları olduklarından daha büyük bir hale getirmeye bile başlayabiliriz. Özellikle kendi hayatımızı ve duygularımızı fazlasıyla ihmal ettiğimiz durumlarda bu çok fazla ortaya çıkabilir.
Bir sorunla uğraşırken yaşıyor olduğumuzu fark ederiz. O sorun çözüldüğünde kendimizi boş ve duygulardan arınmış gibi hissedebiliriz. Yapacak bir şeyimiz yoktur. Krizler bizim için yaşaması rahat yerler haline gelir ve bizi varlığımızın yeknesaklığından kurtarır. Bu tıpkı pembe dizilere bağımlı olmaya benzemektedir, tek farkı günlük krizlerin bizim ve ailemizin, arkadaşlarımızın hayatlarında gerçekleşiyor olmasıdır.
Kendimizi ayırdıktan ve kendi işimize bakmaya başladıktan ve hayatlarımız sonunda sakin ve huzurlu bir hale geldikten sonra, bazı karşılıklı bağımlılar ara sıra o eski heyecana özlem duyabilmektedir.
Bazen yeni hayat tarzımızı sıkıcı bulduğumuz olabilir. Karmaşa ve heyecana o kadar alışmışızdır ki huzur başlangıçta bize donuk gelebilir. Ama buna alışacağız.
Hayatlarımızı geliştirdikçe, hedefler belirledikçe ve yapacak ilgi çekici şeyler buldukça huzur da rahat ettiğimiz, karmaşa içinde olmaya göre daha rahat olduğumuz bir yer haline gelecektir. Artık heyecanlı ıstıraba karşı istek de ihtiyaç da duymayacağız.
"Heyecanlı ıstırabı" aradığımız zamanları fark etmeyi öğrenmeliyiz. Sorun yaratmak ya da başkalarının sorunlarına bulaşmak zorunda olmadığımızı anlamamız gerekir.
Dram ihtiyacımızı gidermenin yaratıcı yollarını bulmalıyız. Bize keyif verecek işlerde çalışmalıyız. Ama heyecanlı ıstırabı hayatlarımızdan uzak tutarak…
+
İLİŞKİLERDE BAĞIMLILIĞA SON
Melody Beattie
Türkçesi: F. Nagehan Öztürk
Ovvo Basım Yayın Hizmetleri. Sayfa: 236
+
YENER BALTA, 14 ŞUBAT 2010

BABAMIN AMCASI

BABAMIN AMCASI

Ateş düştüğü yeri yakardı. Onun düşen ateşi kimseyi yakmamıştı. Yalnızdı, yalnız da öldü. Kendi çevresi, anası, babası, kardeşleri kendisinden çok çok önce teker teker ölüp gitmişti. Evlenmemişti. Çocukları, bir aile hayatı olmamıştı. Gençliğinde bir nişanlılık başından geçmişse de nişanlısını kendi yeğeni ile evlendirmişlerdi. Bu konuda da kimselerle bir şey paylaşmamıştı.
Memleketi Gaziantep’ti. Küçükken geçirdiği ateşli hastalık beyninde az da olsa hasar bırakmıştı. Bir mesleği yoktu, ortaokulu bitirmişti. Ailesi varlıklı olduğundan para kazanmak gibi bir kaygısı olmamıştı. Kendisini asilzade ilan etmiş, hatta soyadını Büyükbeyzade olarak değiştirmişti. Babadan, atadan kalan tüm toprakları ucun ucun satıp, o paralarla varlık içinde yaşıyordu. O yaşama ne derece varlık içinde yaşadı denebilirdi, tartışılırdı.
Çok zeki olduğu söylenirdi. Çoğu vaktini okuyarak geçirirdi. Bilgi edinmek için okul şart değildi. Tarihe meraklı idi, tarih profesörlerine taş çıkaracak bilgiye sahipti. Çevresindekilerle öyle kolay kolay muhatap olmazdı. Daha çok bu konuları abisinin çocuğu olan, kendine daha yakın bulduğu dört yeğeninden en büyüğü ile tartışırdı. Zira o kendisini yaşam şeklinden dolayı yargılamaz, kendi kardeşlerini de amcalarına karşı davranışlarında sık sık uyarırdı. Amcaları o zamana göre biraz farklı bir yaşam sürüyor, farklı fikirleri savunuyor, ara sıra da çizgiyi aştığı oluyordu!..
Alışılagelmiş yaşam tarzını bir miktar daha toprak satıp, o para ile kendisine avizeci dükkânı açarak değiştirmek istemişti. Toprakları satıp satıp yediği çevre tarafından hep dedikodu konusu oluyordu. Babadan kalan tüm toprakları yok pahasına satıp bitireceği korkusu ile sürekli konuşuluyordu. Ne de olsa onun mirasçıları da kendi yeğenleriydi. Ne kadar satarsa kendilerine kalacak miktar gittikçe azalacaktı.
Avizeci dükkânı için bir beklentisinin olup olmadığı tartışılırdı. Bazen açmıyor, kimi zaman haftalarca uğramıyor, aklına estiğinde gidip dükkânda oturuyor, gelen müşterilerle de isterse ilgileniyor, kafasına eserse de dükkândan kovuyordu. Dükkân izbe bir görüntüyü bürünmüş, yok pahasına devredip, o para ile de dilden dile dolaşacak Hindistan gezisine çıkmıştı.
Bu gezi en çok dillerinde dolaştırdığı kız yeğenlerinin ilgi konusu olmuş, hatta konuşma boyutunu aşıp gülme konusu haline gelmişti. Ne işi vardı amcalarının Hindistan da... Ne yapacağını şaşırmış olsa gerekti onlar için amcaları... Bu gezi yıllarca konuşulmuştu. Nede olsa tarihe meraklı olan amca, belki de bundan sonra ülke ülke gezecekti.
Amca daha da yaşlanmış, dört yeğeni de Ankara da yaşadığından onların desteği ile yaşlılığını sürdürebileceğini düşünerek bir ev alıp, göçmüştü Ankara ya. Ankara ona yavan gelmişti. Gaziantep de yaşadığı kolaylığı orada bulamamıştı. Yine de yaşlılığındaki yalnızlığını yeğenlerinin destekleri ile giderebileceğini düşünüyordu. Daha çok kızlardan büyük olan yeğeni sıklıkla uğruyor, kendi uğramasa bile yetişkin oğlunu gönderip, ihtiyaçlarını gideriyordu. Bunu da canı gönülden değil, amcadan ne koparırsak kardır amacıyla yapıyordu.
Bazen de kendisi yeğenini arıyor, Gaziantep de keyifle gittiği, alıştığı hamama, "gel beni götür" diyerek çağırıyordu.
Kısa boyu, gittikçe aldığı kilolarla daha da kısa görünüyordu. Gözleri göz kapaklarından dışarı fırlayacakmış gibi duruyor, bembeyaz kaşları göz kapaklarına uzanıyordu. Çerçevesi ve camı siyah olan gözlüklerini takması görüntüsünü biraz olsun örtüyordu. Dışa dönük kalın pembe dudakları, beyaz bıyığının altından et parçası gibi sallanıyor, kirli saçı ve sakalı ile her zaman tıraşsız dolaşıyordu. Kafasının tüm kiri ve yağı sürekli kullandığı şapkasına işlemiş, kullandığı boyun bağının boz rengi kirli paltosunun içinde kaybolurdu.
Ara sıra en büyük yeğenin evine gelir; biraz konuşur, özlediği Antep yemeklerinden yer, oturduğu yerde uyur, o kısa zamanda horlaması gecenin ilerleyen saatlerindeki horlamaları aratmazdı. Aslında o görüntüsü insanı üzer haldeydi.
Bir gün büyük yeğeni kendisini ziyarete gitmiş, kapının zilini duyurana kadar bir yarım saat geçmişti. Kulakları ağır duyuyordu. Gelirken telefon edilmiş olsa da kendince güvenliği için kuşku duyuyordu. Bitmeyen kilitleri tek tek açıp, zincirli kapı aralığından son bir kez daha kim o demeden açmamıştı.
İçerisinin havası ağırdı. Yerde boş alan yoktu her yer halı ile kaplıydı. Üst üste, rengarenk, karmakarışıktı... Bildiğimiz ev düzeninin dışında bambaşka bir yaşam alanı haline gelmişti. Her yerde tüple ısınan seyyar sobalar vardı. Koridorda, banyoda, salonda, mutfakta, yatak odasında... Salon yeni taşınmış çalışma odasını andırıyordu. Salonun tam ortasında eğri konmuş büyük bir çalışma masası, yerde, masada, plastik sandalyelerde her an taşınılacak gibi yığılı kitaplar vardı. Her konuda rahatlıkla kitap bulunmaktaydı. Yeğeni kitapları inceledi, bir hayli zengin kitaplığa sahip olduğunu gururlandırırcasına ona dillendirmişti.
Mutfak günlerce kalan kapların kurumuş, kokmuş, küflenmiş tabak, tava, tencere, çatal, kaşık bulaşıkları ile doluydu. Amca ve amcanın evi bir yerde acınacak halde idi. Koridorda ve diğer kullanılmayan odada çelik kasalar vardı. Kasaların kendi kilitleri yetmemiş olmalıydı ki, üzerinde asma kilitli zincirlerle güvenliği daha bir sağlamlaştırılmak istenmişti.
Yatak odasındaki çekmece ve gardolap içlerinde ne varsa, kendi el yazısı ile, çorap, fanila, don, havlu, kazak diye devam eden küçük etiketler yapıştırmıştı. Aklı iyice gidip geliyor olsa gerekti. Yeğeni buna üzülmüş; "Unutmaya mı başladın artık amca, bunları yazdığına göre…" diye sormuştu. “Her çekmeceyi teker teker açıp içinde ne var diye bakmaktansa dışına bakıyorum?” demişti. Antep şivesiyle kelimeler ağızından ağır ağır çıkıyordu.
Yeğeni, amcasının bu halde yaşamasına içi elvermemişti. Gel bizde yaşa dese iki göz odada altı nüfus yaşıyordu. Yardımcı bulalım dese istemiyordu, ben kendimi idare edebiliyorum dese de, kendi işini de kendi göremiyordu artık.
Bu ziyaretin ardından kısa bir süre sonra, tanınmayan biri tarafından yeğenine telefon gelmişti. Keçiören karakolundan bir polis memuruydu arayan. "Adının Kemal Büyükbeyzade olduğunu üzerinden çıkan nüfus cüzdanından öğrendik. Sanırım yakınınız olsa gerek" diye ölüm haberi beklenmedik bir şekilde ulaşmıştı. Ankara'nın ayazında kendi başına hamama gitmeye karar vermiş, hamamın kapısının önünde bastığı buzlu zeminde ayağı kaymış, başını yere çarpmış, oracıkta beyin kanamasından ölüvermişti. Haber yayılmıştı bile yeğenler arasında, cenazesi alınıp, beş altı kişiyi geçmeyen bir kalabalıkla gömülmüştü. Mezar taşı yaptırmayı bile kimseler üstlenmemiş, kalan mirasından kendine pay düşmemişti. En büyük yeğen kimselere söylemeden mezar taşını bir yıl sonra yaptırmıştı.
Artık kalan mirasın pay edilmesi, tüm mirasçıların katılımıyla evine girilmesi kalmıştı. Bazıları için beklenen bir andı. Gün, saat kararlaştırıldı. Büyük yeğen kendisi bu durumu yaşamak, görmek istemediği için çocuklarından birini sırf temsili olarak yollamıştı. Eve ölümünden sonra ilk defa girilecekti. Kapılar zaman zaman kendisi ile ilgilendiği yeğeni tarafından açılacaktı. Kapı kolay kolay açılmıyordu, anahtarlar var olan kilitlerin içinden boşa dönüyor, tutukluk yapıyordu. Kapı daha önce zorlanmış, kurcalanmıştı. Kapıyı açan yeğen, birileri içeri girmiş olma ihtimali üzerinde söylenip duruyordu. Sonunda kapı açılmıştı.
Ortalık darmadağındı. Amca hayatta iken dağınıklıkta bile bir düzen vardı, bu düzensizlik bir şeylerin arandığı izlenimini bırakıyordu. Kasanın üzerindeki asma kilitli zincir, kenarda duran demir makası ile kesilmiş, kasanın içerisinde anlamsız birkaç eşya bulunuyordu. Yeğen var olan paralarını nerelerde sakladığını çok iyi biliyor olsa gerekti ki, doğruca yatak odasına girip tek tek çorapların içlerini araştırıyor, ne var ne yoksa dışarı çıkarıp, yere yığıyor, giysilerin tümü için bunlar ancak yer bezi olur deyip yüzünü buruşturuyordu.
Evde kimselerin işine yarayacak doğru dürüst eşya yoktu. Onların beklentileri bir köşede kimselerin bulamayacağı yığın paralar, altın liralar bulmaktı. Zaten o birileri tarafından çoktan bulunmuştu. Büyük yeğen cenazeyi teslim alırken hatıra olsun diye sadece siyah kalın çerçeveli gözlüklerini almış, başkada bir eşyasına dokunmamıştı.
Evde bulunan eşyalardan isteyen istediğini almış, seçilen eşyalar götürülen evde lüzumsuz kalabalığa neden olacak, baktıkça kimselerin içi acımayacaktı.
Bir hayatta bu şekilde noktalanmış, arkasından bir damla gözyaşı bile akıtılmamıştı. Ateş hiç bir yüreği yakmamış, aksine satılıp yenen malların ateşi yürekleri yakmıştı.
YENER BALTA,
16 ŞUBAT 2010

8 Şubat 2010 Pazartesi

TERKEDİLMİŞ KİTAPLAR

TERKEDİLMİŞ KİTAPLAR

İçerinin havası boğuyor beni. Belki hava değil beni boğan, içinde bulunduğum ruh halim, bilemiyorum!

Kendimi dışarı atmalıyım. Şu an beni sıkan durumdan bulunduğum ortamla kurtulmaya başlamalıyım. Nedenini bilmediğim, belki de çok iyi bilip üzerinde durmadığım sıkıntımı gidermeyi sokakta aramalıyım.

Ankara'nın soğuk, hatta ayaza çalan kışında, buz ve çamur karışımı yollarında ine çıka yürüyorum. Yüzüme çalan soğuk, yanaklarımı sıyırıp kulaklarımı sızlatırken, gözlerim soğuktan yaşarıyor. Şu an üşümek umurumda değil. Belki yürümek unutturacak her şeyi.

Tarihi Ak Köprü, oturduğum semte ismini vermiş, üzerinden geçiyorum. Tüm Ankara'yı boylu boyunca dolanıyor bu dere. Bir zamanlar temiz aktığı isminden belli. Ama şu an üzerinden geçerken, kışın soğuğunda bile hissettiriyor çirkin keskin kokusuyla durumunu. İster istemez baktırıyor kendisine... Derenin içinde bir kaç araba lastiği, eski bir koltuk, patlamış lastik top, kurumuş otlara takılı rengi boz kumaş suyun akışında dolanıyor. Sağlı sollu dizili evlerin her türlü atığı daha bir kirletiyor görüntüyü...

Dere boyunca süzülen üç beş martı, bulundukları deniz şehrinden balık kamyonlarına takılıp toptancı halinin yükünü çeken dereyi kendilerine mekân tutmuşlar.

Sıkıldığım günlerde yaptığım şeylerden biridir yürümek. Bunca zaman hafta sonu çalışmış biri olarak, iki günün tatil olması rahatlatıyor beni. Kızılay'a kadar yürümek gözüme büyüyor. Yürüsem de belim bana dur diyecek onu biliyorum. En azından Kızılay'da gezebilmem için mesafeyi kısaltmam gerekiyor. Metroya binmek en iyisi diye geçiriyorum aklımdan. Griye çalan caddeyi aşıp, istasyona geçiyorum.

Trenin gelmesi için az zamanı bekliyorum. Hınca hınç insan dolu vagonda kendime kapı aralığında bir yer buluyorum. Yıllardır yaşadığım Ankara'da tanıdık bir yüze rastlamamak için kafamı kaldırmıyorum. Sanki randevulaşmış gibi tercih edemediğim kişilerle karşılaşmak o kadar doğal ki, şu an istemiyorum. Neyse ki üç durak sonrasında ineceğim.

Kızılay yine karmaşa, oradan oraya giden insanlar, gitmekten çok bekleyen arabalar, kontrol edilemeyen seyyar satıcılar, duyguları hedefleyen dilenciler...

Kızılay'dan Demirtepe'ye doğru çıkıyorum. İnsan kalabalığından sıyrılıp, Moda Çarşısı'na doğru yöneldim. Alışveriş merkezlerinin mantar gibi çoğalması, eski çarşıları öksüz çocuklar gibi bırakmış, tüm esnafın derdine dert katmış durumları yüzlerinden okunuyor. Alt katında daha çok çeyizliklerin bulunduğu dükkanların arasına sıkışmış eski bir plakçının vitrininde kaybediyorum kendimi... Yan yana dizili uzak doğu malları satan birbirine rakip dükkanlar bir iki müşteriyi ağırlıyorlar.

Her zaman severek zamanı unuttuğum sahafın önündeyim. Dükkânın önüne üst üste, yan yana dizilmiş eski kitap ve dergilerin içeriden dışarıya taşmış hali hoşuma gidiyor. Bu koku; eski, tozlu, kalmış, yıpranmış ve zamana dayanmış kitap kokusu bana hiç yabancı değil. Kimilerine alerji yapan, kimilerinin midesini kaldıran, kimilerinin kendine ait oluşturmadığı kitaplıklardaki kitaplar benim için o kadar tanıdıktı ki...

Ben beni bildim bileli, evimizde babama ait kitaplık bizim için her konuyu içeren bir kütüphane idi. Babam için kitapları biz çocukları kadar değerliydi. Konu ne olursa olsun babama sorduğumuz soruları, önce ön bilgi olarak bizlere açıklar, aradığı kitabı, kitaplıkta elini atıp bulmasıyla, gerekli bilgiye ulaşabileceğimiz kitabı bize uzatması, beni şaşkınlığa uğratırdı. Babamın bu kadar bilgi sahibi olması takdir edilecek, imrenilecek bir durumdu.

Misafirlik için gittiğim yeni evlerin bir kaçında değil bir kitaplık, tek bir kitaba bile rastlamamak beni hep şaşırtmıştır. Zira kitapsız bir yaşam düşünemiyorum.

Üst üste konmuş dergi ve kitapların arasından her zaman süzülerek içeri girdiğim sahaf bugün kapalı idi. Sanki dükkân açıkmış gibi kitapların dışarıda olması garipti. Demek ki kitaplar her zaman yerlerinde duruyordu.

Ne alırsan 1 TL. bölümü dikkatimi çekmiş, içlerinden bildik kitap ve yazar var mı diye aramıştım. Sait Faik Abasıyanık'ın iki kitabını, hele hele 1 TL.'lik bölümde bulmak beni sevindirmiş olsa da, böyle değerli bir yazarın kitabını sahaflara düşmesi beni düşündürmüştü.

Benim için okuduğum kitaplar kitaplığımda kalmalıydı. Her iki kitabı ayırmıştım. Diğer bir kitabın sol üst köşesinde ''1992 Haldun Taner Öykü Ödülü'' ibaresi o kitabı almam için iyi bir nedendi.

Elimdeki kitap ince bir öykü kitabı idi. Kitabın ismi, ''Tutkulu Bir İstanbul Üçlemesi'', yazarı Didem Uslu idi. Daha önce ismini duymadığım bir yazardı. Ünlü ve ben bilmiyorsam bu benim ayıbımdı.

Amatör bir öykü yazarı olarak ödül almak ne güzel bir duygu olsa gerekti. Bu duyguyu yaşamak isterdim. Kitabın ilk sayfasında, ''değerli hocama'' diye başlayan, verdiği desteklerden dolayı teşekkürünü belirten paragraf yazarın kendi el yazısı ile yazılmıştı. İsim, tarih ve imza... Kitabın sayfaları hiç açılmamış, hiç okunmamış, geçen 18 yıl, beyaz sayfaların rengini sarartmıştı. Kendi kitabıma yapılmış bir hakaret gibi üzülmüştüm. Hocanın kitaplığına sığamayan bu kitap, benim kitaplığımda yerini alacaktı.

Kapalı bir dükkandan alışveriş nasıl olacaktı? Bitişik dükkana kitapları almak istediğimi belirttim. ''Hemen dönecek mi?'' diye sordum. Sert bir ifade ile, ''Bilmiyorum'' dedi. Başka soru sormamam için gerekli mesajı vermişti. ''Peki parasını size bıraksam!..'' desem de arasının iyi olmadığını ardı ardına sıraladığı anlamsız kelimelerle ifade etmişti. Diğer yandaki dükkana durumu açıkladığımda da benzer bir yanıt almıştım. Durum anlaşılmıştı. Çevre esnaf kendi aralarında iletişim kuramamışlardı.

Çantamdan kalem ve not kağıdı çıkarmış, seçtiğim kitapların yazar ve adlarını yazmış, kapının alt boşluğundan içeri itmeyi planlamıştım. Cüzdanımda en küçük kağıt para olarak 20 TL. vardı. Demir paraların içinde 3 TL. için 20 kuruş eksikti. Elimdeki kağıda eksik olan borcumu, bir sonraki Kızılay'a geldiğimde bırakacağımı da not düşerek kapının altından itelemiştim.

Elimdeki kitapları benimsemiş, hafta sonu için okumayı planlamıştım. İçimdeki huzursuzluk gitmiş, yerine eski olsalar da benim için yeni olan kitapları okuyacak olmanın huzuru kaplamıştı.

YENER BALTA,
7 ŞUBAT 2010

19 Ocak 2010 Salı

TARÇIN

TARÇIN

Tarçın'ı ilk olarak kendisi kadar şirin mi şirin beş kardeşinin arasından en hareketlisi, en sevimlisi, en oyuncusu olarak gözüme kestirmiştim. Arkadaşım, küçük bir minderin üzerinde tüm yavruları toplamış, odanın ortasına yere bıraktığında henüz yürüyemedikleri halde düşe kalka sağa sola saçalanmışlardı. Arkadaşım, istersem yavrulardan birini alabileceğimi söylemişti. Tarçın o an adını almasa da, işte şu kahve kulakları olan, onu almak isterim demiştim. Arkadaşım onu başka bir arkadaşına ayırdığını belirtti. Başka bir yavruyu seçmemi önermişti. Ona içim ısınmıştı, ondan başkasını istemeyeceğimi söyledim. Üzgünüm sözü ile olamayacağını bildirmişti.

Yeni bir iş için İstanbul'dan Gaziantep'e göçmüştük. O günlerde iş yerinde hiç huzur yoktu. Grafik piyasasında isim yapmış bir ajansın işvereni ile İstanbul'da anlaşmış, bir kaç ay tanıdığımın yanında kalacak, daha sonra evimizin tüm eşyalarını kiralayacağım eve getirecektik. Getirdik de. İşte ne olduysa o zaman oldu, iş yerindeki küçük olaylar büyümüş, her zaman yaşanan iş hayatı bir kez daha kendini farklı boyutlarda göstermişti. İşveren bana İstanbul'da vaat ettiği ücretin yarısına çalışabileceğimi söyledi. Bunu ev eşyalarımı taşıdığımda bana söylemişti. Kapasitemin anlaştığımız maaşa uygun olmadığını neden bildirerek. Bu arada üç ay boyunca parça parça aldığım para bir aylığı anca bulmuştu. Kendisiyle böyle anlaşmadığımızı, yaşanan diğer olaylarla birlikte kendisi ile çalışamayacağımı bildirerek ayrılmıştım.

Arkadaşım, iş yerinden olduğu için bu olayı benim kadar hissetmiş ve üzülmüştü. Ertesi akşam evde, "ne olacak bu halim" deyip kendimi yiyip bitirirken, beklemediğim bir zamanda kapı çaldı. Arkadaşım kucağında mini minnacık köpek yavrusunu bana uzatmış; "bunun adını Tarçın koyduk, bu senin" diyerek, üzüntüme sevinç, mutluluk katmıştı. Bembeyaz tüylerinin arasında kömür karası gözleri, kocaman ıslak burnu, iki tarçın sarısı kulakları, şirin yüzünün iki kenarından ifadesine göre şekil alırdı. Tarçın benim köpeğimin adı olmuştu.

Eve bebek mi gelmişti, köpek mi gelmişti belli değildi. Bir an olsun kucağımızdan inmek istemiyordu. Bir bebeğin tüm hallerini bir köpekle yaşamıştık. Kendi yatağında yatmasına alışması çok zor olmuştu, hatta alışmamış bizim yatağın ayakucunu kendine yer edinmişti. Yatak odası ile onun bulunduğu yerde olabildiğince uzak olduğu halde geceleri sizinle yatmak istiyorum ağıtları ağır basıyor yatağımıza huzur içinde gömülüyordu. Neyse ki tuvalet eğitimi beklediğimizden kolay oldu. Önceleri evin küçük tuvaletine, sokağa çıkma zamanı geldiğinde dışarıda ihtiyaçlarını gidermeye hemen alışıverdi. Tıpkı bir çocuk gibi tüm süt dişlerini değiştirmiş, yerine yenileri gelmişti. Getir, götür, git, gel, aferin, hayır, evet, otur, sus, hadi, yemek, arkadaş, anne, baba, dede, top, oyuncak, koş, dur, bekle, çorap gibi daha birçok kelimelerin yanında, ayırt ettiğinden mi nedir, cümleleri mi tanıyordu, onun içinde geçen kelimeleri mi seçiyordu bilemiyorum. Hadi gidiyoruz, dediğimde benden önce kapıya gelip, evin içerisinde coşup koşuyor, zıplıyor, oradan oraya atlayıp duruyordu. "Hayır Tarçın sen gelmiyorsun" dediğimizde, bir iki ısrar sonrasında vicdan yapmadığımız sürece kalıyor, yaparsak yenik düşmüş olup bizimle geliyordu.

Tarçın koyu bir Antepliydi. Bebekliği Gaziantep'te geçtiğinden ağzının tadını iyi biliyordu. Tavşanlar gibi havuç yemeyi seven Tarçın, Antep lahmacununu, patlıcan kebabını, burma kadayıfını ve baklavasını kokusundan tanırdı. Ankara'ya yerleştiğimizde Antep'ten gelen yiyeceği ayırt eder bulundukları yerden ayrılmayıp sabırla vermemizi beklerdi. Ankara’dan alınmış bu yiyeceklerin yanından bile geçmezdi.

Tarçın şu an için 11 yaşında, insan yaşına göre 75 yaşında. Hala bir şeyler öğrenebiliyor olması ne güzel. Bir tek dili yok, o da olsa konuşacak. Olmasa da konuşuyor ki zaten, hareketleri ile, kuyruğu ile, bakışları ile her şeyi diyebiliyor. Sezgileri çok kuvvetli mesela. Ağlamaya gör yanında, hemen kucağına çıkıp, gözyaşlarını yalıyor insanın. Ağlamayı bir kenara bırakıp, ne yapıyor bu köpek diye düşünmeye başlıyorsunuz. Eğer kendini kapıp koy vermiş ağlamaya devam ediyorsan, yapabileceğim bir şey yok deyip, evin en uzak kısmına kaçıp sığınıyor üzülenle üzülmemek için. Sevgiyi de, sevmeyi sevilmeyi de, kıskanmayı da pekala biliyor insanlar gibi.

Evin içerisinde nerede olursa olsun, bir ambalaj sesinin hışırtısını duysun; " Ne yiyoruz, o ne, ben de yiyecek miyim?" dercesine merakla bekliyor hala... Eğer ki keyfi yoksa hava hele ki yağışlı ve rüzgârlıysa, bin bir nazla çıkıyor sokağa. Hiç kaçırmadığı tekliftir oysaki... Bazen kucağımda, "lütfen ihtiyacını gör, evin içerisinde sürpriz bir şeyle karşılaşmayı istemiyorum" gibi cümleler sarf edebiliyor insan, karşısındaki her ne kadar köpek de olsa.

Tarçın, Terrier cinsi iki numara boyutunda. Tüyleri çok çabuk uzuyor, evde tıraş etmek çok zor, o da biz de sıkılıyoruz. Önceleri veterinere götürüp tıraş ettiriyorduk. Yaklaşık üç hafta evden dışarı çıkmak istemiyor, evin içerisinde de karacı askerler gibi alçak sürünerek, koltuk, yatak ne bulursa altına sığınıp gizleniyor, kendini çıplak ve çirkin hissediyor olsa gerek. Ne zaman ki tüyleri uzamaya başlıyor o zaman huzura kavuşuyor.

Bir kış günü Tarçın her zaman olduğu gibi kendi başına gezmek için evden çıkmış, ama bu sefer dönmesi gereken süreyi fazlasıyla aşmıştı. Süre akşamı bulmuş, adım adım, bütün sokağı, mahalleyi evlerin bahçelerini arar olmuştuk. Bulunduğumuz yerden çok uzaklaştığında kendisini çağırmak için nefeslediğimiz ıslığı bile duyduğunu sanmıyorduk. Tarçın yoktu, çalınmış olabilirdi, bir arabanın altında kalabilirdi, ölmüş olabilme ihtimalini düşünerek çöp bidonları, çalılıklar boş alanlara bakar olmuştuk. Sanki evin çocuğu kaybolmuştu. Bizde bıraktığı etkisi çok büyüktü. Aradan iki gece üç gün geçmiş, bize uzun zaman gibi gelmişti. Kapıyı açıp bakmak alışkanlık olmuş, yetmiyor pencereden kapının önüne bakıp hiç umudumuzu yitirmeden bekler olmuştuk. Gözlerime inanamamıştım. Tarçın kapkara olmuş, halsiz kapının önünde uzanmış, bizim onu bulmamızı bekler gibi tüm gücü tükenmiş halde eve dönmenin huzur ile orada yatıyordu. Çığlık çığlığa kapıya koşup onu kucaklamıştım. Ayaklarının üzerinde duramıyordu. Bitkindi, tek tek bütün vücudunu kontrol ettik, kırık çıkık, yara bere var mı, tepki verecek mi diye. Neyse ki bir hasar yoktu. Sadece evimdeyim, huzura kavuştum, biraz dinlenirsem tekrar eski Tarçınınız olacağım dercesine uyumak istiyordu. Keşke neler oldu anlatabilseydi. İyiydi ya, bizimleydi ya, evine dönmüştü ya, daha ne isteyebilirdik. O günden sonra yanına bizi almadan kapıdan dışarı adım bile atmadı. Kendini bizimle güvende hissediyordu. Biz de kendimizi...

Hatta bir gün misafirlere Tarçınlı Kek yapmaya karar vermiştim. Yumurtayı, şekeri birbirine katmış, cevizi önceden kıymış, unu katmadan vanilya ve tarçını da katayım dedim. Tarçını bir türlü bulamadım. Mutfaktan anneme seslendim.
"Anne Tarçın nerede?"
Annemin sesinden önce küçük sevimli yün yumağım ayağımın hemen dibinde gözlerini bana dikerek, kuyruğunu hızlı hızlı sallıyordu. İşte Tarçın buradaydı, gelmişti, kendisini aradığımı sanmıştı. Ne kadar akıllı şu köpekler, nerede olursa olsun evin içinde kendisine seslendiğimde zıpkın gibi fırlar gelir yanıma.

En çok korktuğu şey ses, nedendir bilmem, sokakta gezerken haylaz çocukların Tarçın'ı korkutmak için elindeki koca topu tam Tarçın'ın dibinde yerde patlatması belki de sesten korkmasının kaynağı oldu. Son zamanlarda pek moda olan havai fişek gösterilerinde evde ya da dışarıda olsun tir tir titriyor, kucağımıza sığınıyor hayvan. Kendinden kat kat büyük köpeklere kafa tutarken ki haliyle kıyasladığımızda komik oluyor zira.

En sevmediği şeylerden biri de bavul. Evdeki bütün hareketlenmelerden kaygılanıyor. Bavullar hazırlanıp da bir kenara bırakıldığında, sanki kendi evde yalnız bırakılacakmış gibi, soran gözlerle açıklama bekler oluyor. Bir insana açıklar gibi açıkladığımızda anlayıp sabırla bizim tüm hareketlerimiz kontrol altına alınıyor. Uzun yolculuklara çıkmayı en az bizim kadar seviyor, bitmez tükenmez araba yolculuğu arka koltuğun tümü kendine ait olsa da sıcak ya da soğuk havada koltuğa sinmesine neden oluyor. Her molada daha gelmedik mi dercesine sıkıntısını anlayabiliyor insan.

Bir gün arkadaşım bizde yatıya kalmıştı. Kimseler uyanmadan Tarçın'la sabah yürüyüşünü tamamlamış sessizce eve girmiştik. O anda arkadaşım kalkmış banyo kapısının önünde idi. Tarçın'a, "banyoya" demem yetmişti. Patilerini yıkayacaktık. Banyoya girmiş, duşun olduğu kısma girip beni beklemişti. Arkadaşım hayretler içerisinde inanmıyorum diyerek şaşkınlığını belli etmişti. Nasıl olacak şimdi deyip bizi izlerken, önce musluğu açıyor, sonra duşun altında patilerini yıkıyor dememle arkadaşım bir an durup şaka yaptığımın ayırdına varmıştı. Hiç köpekle aynı ortamda bulunmayan için köpeklerin çoğu hareketi şaşırtıcı olabiliyordu.

Gündüzleri evde tek başına kalıyordu. Bir keresinde hafta sonu gezisine katılmak için ablama bırakmıştım. Ablamın da iki küçük çocuğu olduğundan pek eğlenmişe benziyordu. Geziden dönüp Tarçın'ı almaya gittiğimde, "hadi Tarçın gidiyoruz" dediğimde fırlayan Tarçın, yeğenlerimin kucağından inmiyor, ısrarlarım üzerine burada kalmak istiyorum dercesine arkalarına gizleniyordu. Ablam bu durum karşısında hayvanları sevmemesine karşın, Tarçın'a uzaktan bir sempatisi vardı. Bu hareketi ve böyle bir şeyi gözlerinin önünde bir köpeğin ifade etmesi ablamın göz yaşlarının akmasına neden olmuştu.
Annemle babam sakın bize getirme, bir de köpekle uğraşamayız iğreniriz deseler de, neredeyse torunları yerine koymuşlardı. Hatta Tarçın'ın yiyebileceği yiyecekleri saklıyor, gittiğimizde kendi elleri ile yediriyorlardı. En çok da annem “sırf bu Tarçın'ı balkondaki kuşları kovalaması için bizde kalmasını istiyorum” demişti. Zira annem, "Tarçın koş balkon kuş " deyince, annemin ön ve arka balkonuna yerleşmek isteyen bütün güvercinleri kaçırıyordu.

Tarçın öncesinde köpeklerden korkan biri olarak, şimdi iyi bir dost diyerek ne kadar sevdiğimi anlatamam.

YENER BALTA,
18 OCAK 2010

6 Ocak 2010 Çarşamba

BENİ ISITIYORSUN!

BENİ ISITIYORSUN!
Onca benzerinin arasında gözüm sana takılmıştı. Sanki bana gülümsüyordun. Kendimi sana bakmaktan, sana dokunmaktan alıkoyamıyordum. Elimi sana uzatsam sıcaklığım seni eritecek sandım bir anda. İri beyaz bedenin soğuğu anımsatıyordu.

Yusyuvarlak bedenin üst üste duran iki büyük kartopu gibiydi. En güzeli hâlâ gülümsüyordun.

Sıcaklığın karşında kucaklayıp kavramak istedim tüm bedenini avucumda. Elimi sana uzatıp, kar beyazı bedenini kavradım, sımsıkı. Sıktıkça erimiyor, ısıtıyordun.

Tezgâhta duran satıcıya;

"Bu sevimli kardan adam kaç lira?" diye fiyatını sordum.

Fiyatın ne olursa olsun sen benim olacaktın.

Şimdi çalışma masamın bir köşesinde tüm sıcaklığınla her an bana gülümsüyorsun... Üşüteceğine ısıtıyorsun…

Yener Balta, 5.1.2009

17 Aralık 2009 Perşembe

CANIM GİZEM'İME

CANIM GİZEM'İME,

İyi ki varsın, iyi ki geldin dünyaya! Heyecanla beklediğim ilk güzel doğum sensin benim için... Kendi doğum günü tarihim gibi net beynimde bu tarih. Her yıl büyük heyecanlarla tekrarlanan...
Miniciktin oysa ki; ellerin, ayakların, o minicik burnun... Ne çok öpücük kondurdum ben onların üzerine sayısız. Ne çok çektim içime mis bebek kokunu. Ne çok aldım koynuma, ne çok sokuldun yanıma, benim sevgi yumağım.
Bir an olsun yanımdan ayrılmak istemedin, bir an olsun yanımdan ayırmak istemediğim güzel Gizemim. Her gece ağladığında heyecanla annenle kalkar, o gecenin acı uykusunda altını temizler, huzur dolu süt emişini mutlulukla izlerdim.
İlk adımın aklımda, iki hecelik kelimelerin cümle olurdu kulaklarımda. Ne çok severim seni...
Anlayamadığım bir sürede, anlayamadığım bir hızla büyüdün, kendin olmaya... Şimdi çok uzaklardasın, kendi ayaklarının üzerinde durmaya başlamanın ilk adımlarını atmaktasın. Okudun, sevdin, sevildin, sevindin, hiç istemediğim şey senin üzülmendi, üzüldün. Hayat bu, tüm duyguları yaşatmazsa, tattırmazsa, tanıtmazsa olmaz. Bundan sonra mutlu olman dileğim, onu da sakın çevrende arama, zira o zaten sende, onu yakalamayı bilmen yetecek de artacak da sana.
Minik minik kapı çalışların, şimdi bu yaşımızda akıl alışların olarak duyurmakta kendini. Minik yumru ellerin sorgulamak için yumrulamakta hayatı. Hayat ne kadar zor olsa da, şimdi daha iyi anlıyorum. Bu zorluklardan hepimiz geçeceğiz. Soracağız, sorgulayacağız, aydınlatacağız kendimizi, kendi çevremizi.
Yaşam sanırım bu! Acılarda olgunlaştırırmış insanı, yaşanılan deneyimlerden çıkarılanlarla birlikte. Ama sorunların üstesinden gelecek yine biziz, kendimiz. Sakın başkasında arama! Kendine yardım edecek yine kendinsin güzelim, sakın unutma.
Seni ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha yineleyerek, yeni yaşının yeni mutluluklar getirmesini diliyorum. Hayatına kimleri almak istiyorsan onlarla olman dileğiyle...
Seni çok seven Teyzen,
12 Şubat 2008

(G. T. 14.12.2009)

21 Kasım 2009 Cumartesi

ACILI ADANA

ACILI ADANA

Öğlen yemeğinin ağırlığını midemden çok üzerimde hissediyorum. Çalışma masasına yapışmış olmaktansa, evde olup, koltukta yayılmayı tercih edeceğim bir durumdayken, elimdeki işi bitirme telaşıyla çalışmaktayım.

Kapı zilinin mekanik kuş sesi, bir çocuğun avucunda sıkıştırdığı kuş misali birden ötmeye başladı. Bu iş yerine yeni taşınmıştık. Kapıdaki kişi vergi dairesinden gelen kontrol memuruydu. Sanırım iş yeri değişikliğinde bu tür kontroller yapılıyormuş, pek bilgim yoktu bu konuda, öğrenmiş oldum sayesinde.

Bulunduğum odanın girişine karşı masamda çalışırken, gür bir erkek sesinin "selamun aleyküm" cümlesiyle başımı kaldırdım. Yüzüme yapmacık bir gülümseme yapıştırarak, beklenen cevabı vermeyip, hoş geldiniz diye yanıtladım. Hiç de hoş gelmediği ortalığa yaydığı elektrikten belli oluyordu. Davetsiz konuklar için konan koltuğa yayıldı. Her işveren gibi, işverenlerimiz gelen misafirin yüklediği görevin gerginliğini üzerlerine almıştı.

"Hoş geldiniz, yemek yer misiniz?" diye soruldu. Duymadı, ya da duymazlıktan geldi. Tekrar aynı soruyla yüzleştikten sonra, "siz ne yediyseniz ben de ondan yerim" diye yanıtladı… Bizim yediğimiz onu kesmeyeceğinden, işverenim elindeki menüden şef garsonlar gibi, tüm kebap çeşitlerini sayarak tercihinin ne olabileceğini duymak için bekledi.

"Adana, acılı olsun..." deyip isteğini belirtti, içecek olarak da "ayran" dedi. İşverenim acil olsun diye eklemeyi unutmadı telefondaki karşı sese. Ama gelen memurun gelişindeki rahatlık aciliyeti gerektirmiyordu. Belki de açlığının aciliyetiydi kaygı yaratan... O kadar kanıksamıştı ki öğle yemeğini her gittiği yerde yemeye görevinden önce görevi gibi yemeğini sipariş ettirmişti.

Yanımdaki koltukta oturan memurun üzerine sinmiş koku, yeni ateşlenmiş sigaranın dumanı gibi burnuma geliyordu. Rahatsız oldum. Varlığı bile rahatsız etmişti her nedense. Ama yapabileceğim bir şey yoktu. Kalkıp biraz gezinip oturmayı aklımdan geçirdim ama elimdeki işi bir an önce bitirmeliydim.

İşverenlerim en önemli müşterileri nasıl ağırlıyorlarsa aynı özeni gösteriyordu. Sanki memleketten gelen hemşerililer gibi sonu gelmeyecek bir sohbete girmişti. “Kirası kaça buranın?” diye sordu. Bu soru görev icabıydı. Verilen cevap için, "az değil mi?" diye fikrini belirtti. Oysa işveren kredi çekerek almıştı. Kira öder gibi evinizin taksitini ödeyin, sonunda eve sahip olun mantığı şu dönem için moda idi. İşverenlerim kendi malına kendilerini kiracı göstermişti, kendi kendisiyle kira kontratı yapmıştı... Uzun bir süre kredilerin kolaylığından, bu tür kredilerin kefilsiz faizsiz herkese verildiğinden, kendisinin de nasıl zorluklarla şu an için oturduğu eve sahip olduğunu biz çalışanlar da dâhil olmak üzere hikâyesini anlatmaya başlamıştı.
Ev sahibimiz kocasını kaybettiği için evi satmak istediğini, yabancıya gitmesin siz alın diyerek teklifte bulunduğunu söyledi. Kaçırmayalım dedik, yıllarca o evde oturmuştuk. Oğlan Kayseri de okuyor, benim kazancım yetmiyor, hanım bakanlıkların birinde görevli, kız iş hayatına yeni atılmış. Hanımı emekli ettik, peşinatını verdik, az da kredi çektik. Hanımın maaşını görmeden krediyi ödüyoruz, benim maaş oğlana gidiyor. Kızınkiyle de karnımız doyuyor. Hiçbir şeyin yeteceği yok. Kazançla bu iş olmuyor, diyerek beklentilerini dillendirmişti... Yılların birikimi kendisini bu meslekte bu kadar rahat davranmaya itiyordu. Bir yılı kalmıştı emekliliğe.

Daha yaşınız kaç ki, bu kadar borcun altına girdiniz, diyor işverene. Demek ki boyunuzdan çok kazancınız var ki kalkıştınız bu işe demeye getiriyor lafı. Genç yaşta bu kadar krediyi çektiğinize göre kazancınız iyi ki diyerek şimdi bu tarafın maddi kazancının azlığı ve çokluğunun ne olduğuna geçiyor sohbet.

Kendi kadar kalın kumaştan, içinde sıkışmış görüntüsü veren paltosunu, yemeğin gelişi ile çıkarıp sık sık geldiği ev ziyareti gibi kendisi vestiyere astı. Acılı adana odanın ağır havasını daha bir ağırlaştırmıştı.

Yemeğini yerken kalın bıyığı mı nefes alışını zorluyordu, yoksa acılı adana lokmaları mı yeme sırasında kendini zorluyordu anlamış değildim. Yağlı kıyma kokusu, soğan kokusuyla karışmış, mis gibi kokan çalışma odamız, lokanta havasına bürünmüştü. Ellerini yıkamadan yaptığı dürümleri indiriyordu mideye, şu sıralar domuz gıribi ile ölüm rekorları kıran H1 N1 virüslerini hiçe sayarak... Sehpaya uzanırken göbeği eğilmesine izin vermezken, ağzındaki lokmalar etrafa saçalanırken  konuşmasından da geri kalmıyordu.

İşine olan sorumluluk aklına gelmiş olmalıydı ki, "kaç kişi sigortalı çalışıyor?" diye sormuştu. "İki kişi" demişti işveren. Oysa çok kişi çalışıyordu ve çoğu da sigortalı değildi. Hatta bana dönüp soru sorarsa diye bir anda nasıl cevap vermeliyim diye düşünmüştüm. Aldığım maaşın çok çok altında sigortalıydım. Bunu dememem gerektiğini biliyordum, neyse ki sohbet o kadar farklı boyutlara kaymıştı ki bu sorunun bana yönelmesi çok zordu.

Yüzüne yapışan tok insan ifadesiyle koltuğun arkasına yaslandı. Az şekerli Türk kahvesini söyledi. Bir de sigara yaktı mı yemeğin keyfi çıkacaktı. Bu soğukta kim balkona çıkıp da içecekti. Şu anki hükümetin sigaraya hayır kampanyası ve 62 TL. para cezasına inat odanın içerisinde tüttürmek için iş verenin masasına uzanarak bir tane aldı. Yaktı, odanın ortasına içine çektiği dumanı savurdu. Adananın üzerine ona iyi gelmiş olabilirdi ama, sigaranın kokusuna tahammülüm kalmamıştı. Masamdan kalkmıştım. Bu tür şeylere tepkimi veren ben, tepkisizliğimin karşısında sonradan girdiğim odanın penceresini açarak odayı havalandırmak istedim. Hiç alınmamıştı bile pencereden gelen soğuk ve temiz havayı üzerine...

Kalkmak için izin istenmişti. Ortalama on beş dakikalık bir sürede yapacağı işi, bir buçuk saate yayabilmişti. Bu seferlik karı, karnını doyurmak olmuş, beklentilerinin daha çok ve farklı yönlerde olduğunu ne kadar anlatmış olsa da anlaşılmadığının burukluğu ile ayrılırken, işverence, yolunuz buralara düşerse yine bekleriz diyerek uğurlanmıştı.

Yener Balta,
20 Kasım 2009

+
Merhaba,
Öyküye başladım çok hoşuma gitti. Okudukça Babam da ne güzel yazıyo diye düşünüyordum ki, yazının sonunu gördüm. Aferin diyorum ellerine sağlık, gittikçe daha ustalaşıyor yazıların. 
Sevgiler.

Editörden kapmışsın diyorum bu arada...:)
G.T.

+
Babam,
Yüz üzerinden yüz...

+
cok cok cok cok cok cok guzel olmus, eline saglik.
:)
gercekten cok begendim.
G.Z.

+
Güzel. Sıkılmadan okudum. Elini tembel alıştırma. Sık sık yaz.
Sevgi...
FEV

10 Ekim 2009 Cumartesi

FATMA TEYZE

FATMA TEYZE

Hava öyle güzel ki... Ekim ayının ilk haftası. Yaz sonbahara elini vermiş, vedalaşıyor sanki...

Hiç cami avlusunda oturmamıştım. Esen rüzgâr can çekişen sıcağı bastırmış, kuzeye bakan caminin duvarındaki bankı hissettiğim havadan dolayı benimsemiştim. Güneş batmak için yerine doğru ilerlerken alışılagelmiş mimariden uzak kubbesiz, kare yapının sadece minaresi o mekânın cami olduğunu anlatıyordu. Minarenin gölgesi çakıl taşlı köy yoluna öyle güzel düşmüşü ki, tam kadraja girecek bir görüntüydü. Bir kaç kare çektim...

Havanın güzelliği beni çarpmıştı; ama nedense başım ağrıyordu. Bir ağrı kesici yutmak için çeşmeye doğru ilerlerken; Camiden bir anons verilmişti köy halkına…

"Gel hele gitme, otur" diyen ses beni yakaladı. Döndüm, sarılan iki beden birbirine kenetlenmiş, "canım anam, öpeyim seni bir" sesi sıcaklığını daha bir sarmalıyordu kucaklaşmanın.

"Anam benim nasılsın?" dedi oğul.

"İyiyim iyi, nasıl olam... Hele bir otur yanıma" dedi. "Ne dediler camiden duymadım oğlum, kulağım duymaz, bilem diye geldim". Diğer yanına da ben oturdum.

"Hoş geldin hele," dedi. Sanki kendi misafiriymişim gibi karşıladı beni. Sıcacık... Kıramamıştım davetini. Beyaz tülbendi yüzünü çevrelemişti. Elinde ahşap bastonu, bir elinde mor tespihi. Neredeyse elindeki tespihin boncuk sayısı kadar yaşı vardı.

"Benim anam tam 96 yaşında, dedi oğul. Tam dokuz çocuk doğurmuş. Hatta on, biri ölmüş."

Hiç kullanmadığım kelime ağzımdan dökülü verdi, "Maşaallah..." Yaşına göre dinçti, baston yardımı ile bankın bulunduğu iki basamağı pek zorlanmadan çıkmıştı. İlkin gözlerimi yüzünden kaçırdım. Bakamadım, bakışlarım yüzünü acıtacakmış gibi geldi, zira gözleri göz çukuruna kaçmış, göz kapakları o kadar düşmüştü ki, sadece gözlerinin karası görünüyordu. İçimi acıtmıştı. Dişleri dökülmüş, yerine takmaları takılmamıştı. Yüzünün dokusunu tahmin edersiniz artık. Elleri de yüzü ile aynı dokudaydı.

"Neden burada oturursun?" diye sordu. Birlikte geldiğim kalabalığın tümü köy odasında toplanmış bir tek ben dışarıda kalmayı tercih etmiştim. Köye niye gelmiştik, bu soruda o gizliydi. "Gezmeye, fotoğraf çekmeye geldik teyzeciğim" dedim.

"İyi iyi hoş gelmişsiniz" dedi.

"Evime gidelim, neden burada oturursun" dedi.

"Hava öyle güzel ki... sağol teyzem, burada oturalım" dedim.

Kulağım duymaz, gözlerim görmez, buna da şükür benim güzel kızım" dedi. "Buna da şükür buna da" dedi.

Anlatmaya başladı ben sormadan;

"Ben burada köyün misafirliğinde kalırım, bir başıma. Yanımda bir de oğlum var. O mu bana bakar, ben mi ona bakarım belli değil. O hasta, o bakamaz kendine. Hasta işte... Yemeğimi de yaparım bu halimle, şükürler olsun Allahıma... Şurda az ilerde tapulu toprağım var benim, param yok ki üzerine ev yapam."

O an caminin hoparlöründen, "imar izni olmayanların kendi toprakları da olsa ev yapmaları yasaktır" diye duyurulduğunu, teyzem sorunca ayrımsadım.

Oğlu söze girmişti, "ne yapacaksın ana bu saatten sonra evi" dedi. "Her üç ayda bir, birimizin yanına gel kal diyoruz ama gelmiyor, o sevgili oğlunu bırakamıyor" diyerek annesine takıldı.

"Nasıl gelem oğul nasıl gelem, o hasta, o kendine bakamaz, onu bırakamam" dedi. Kendine bakan gerekken, oğlunun sorumluluğunu üstlenmişti.

"Bir baba dokuz evlada bakar, dokuz evlat bir babayı bakamaz" atasözü öyle güzel uyuyordu ki. Asıl bu yaşta ev gerekti başını sokacak.

Teyzeye sordum, "kaçıncı çocuğunu kaybettin diye, duyamamış olmalı ki, oğluna tekrarlattı sorumu. "İlk çocuktu, ilk..."

"Kaç yaşında evlendin?"

"On altı, çocuktuk daha..."

Cevabını bildiğim halde, sormak istedim, "Neden 9 çocuk teyzem?"

"Bilmezdik o zaman, bir şey. Bilmezdik ki! Nerden bilelim! Şimdi ki gibi miydi o zaman!.." deyip devam etti kendi anlattıklarına. "Cahildik, bilmezdik bir şey..?"

"Aş yoktu, açlık vardı, ekmek yoktu, yoksulluk vardı... Ah anam" dedi. "Ah anam, sana bakamadım, sana yediremedim, seni giydiremedim..." derken içinde büyüttüğü özlem dolu sevgisi, olmayan gözyaşlarını akıtamadan ağlamıştı pişmanlıklarına. 96 yaşında, dokuz evlat sahibiyken, otuz altı torunu varken, anaların anası, pişmanlıkları için hala anne özlemi duyuyordu. Ne saf bir sevgiydi ana sevgisi. Şaşırmıştım!..

"Nerden çıkardınız teyzem bu ağıdı şimdi, bak beni de ağlattınız..."

"Evime gidelim ha, sana orda çay yapayım, içeriz bir güzel"

"Sağol teyzem sağol, kıyamam. Burada oturalım, temiz hava. Şimdi köy odasından bize de getirirler nasıl olsa, çayı burada içeriz."

Konuşmasına ara vermeden devam etti.

"Ah kızım ah... Zamanında Ankara'ya gitmek için yatak yorgan sırtlanır, üç gün yol alınırdı. Araba yoktu, at, eşek yoktu."

Eliyle karşımıza düşen sol yanındaki tepeyi gösterip, bak buralar bizim. Diğer tepelerde bir ağaç görüyor musun? Yok, bomboş. Bu ağaçların hepsini rahmetli dikti. Tek tek baktı onlara, orman yaptı o tepeyi. Hükümet geldi, aldı elimizden burayı.

"Hakkınızı aramadınız mı teyzecim, olur mu öyle şey..."

"Yok kızım yok, az uğraşmadık, elden bir şey gelmez" dedi. "Ne tapumuz var elimizde, ne bir belgemiz, bir şey edemedik, gitti devletin eline rahmetlinin toprakları... Atalardan kalma oralar, nasıl ispatı olur ki, bilemedik"...

Oğlu Ankara da oturur, köyde olan evinin bahçesine diktiği ağaçlarını her hafta sonu sulamak için gelirmiş. Anam anam dedikçe, gerçek anneniz mi diye sorma gereği hissettim. Dördüncü çocuğuymuş. Ana oğul kendi aralarında konuşmalarını sürdürdüler bir ara. Bir oğlunun birinci karısı hastalıktan ölmüş. İkincisi de hastaymış, "o da mı ölecek oğul" diye sorunca gülümsedik... "Nereden bileyim ana" diye cevap verdi, "Allah bilir!.."

Köyün gençlerinden biri elinde tepsi, acemisi belli, bize doğru çay getiriyordu. Bu da benim torun dedi. Ne güzel, kendi yalnızlığının içinde yine de yalnız değildi, çevresinde hep kendinden birileri vardı. Zaten köy küçük yerdi, herkes herkesi iyi bilirdi.

"Evime gitseydik kızım evimi görseydin" dedi bir kez daha.

"Yok teyzem şimdi arkadaşlar çıkar, gitme vakti, bir de onları gör" dedim.

Birlikte geldiğim gurup birer birer dışarı çıkıyordu köy odasından. “Bak şimdi göreceksin çoğu kişi senin fotoğrafını çekmek isteyecek,…” derken arkadaşlardan biriyle göz göze geldik. "Çek çek sen de çek, hadi fotoğrafımı…" dedi. O kadar dikkat ettiğim kelimeyi çoğu eğitimli kişiler bile dikkat etmezken, bir kaç kez telaffuz etse de doğru yerde kullanmıştı fotoğraf kelimesini. Resim dememişti!

Şöyle bir toplandı, elbisesinin eteklerini çekiştirdi, tülbendinin iki kenarını başına sıkıştırdı, bizler hafif çektik kendimizi kendinden. Tespihim de görünsün deyip bastonunun üzerinde birleştirdiği elinde tuttu. "Adım da Fatma Okur, bunu da bilin!" dedi, mertçe. Sonra kendi kendine, "bilseniz ne olacak ki... dedi. "Olsun teyzem bakarsın yine geliriz köye, seni ziyarette ederiz hem" dedim. Bir kaç karede ben çektim Fatma Teyzemin fotoğrafını...

İznini istedim kalkmak için, gitme vakti! Hiç yabancılık çekmeden gönülden öptüm anamın elini, canı gönülden. O da beni yanaklarımdan öpüp, oğluna sarıldığı sıcaklıkla kucakladı beni.

Otobüs hareket ederken el sallamıştım kendisine. Ayağa kalkmıştı el sallarken. Bir anlık otobüs içerisindeki konuşmaya başımı çevirmiştim ki, otobüsün arka kısmından el sallamak için baktığımda Fatma Teyzem'in bulunduğu yerde kalabalık vardı, bir telaş almıştı orada bulunanları. Meraklı gözlerle beyaz tülbentli Fatma Teyzemi aramıştı gözlerim, göremiyordum kendisini... Otobüsün şoförüne seslendimse de durması için duyuramadım sesimi...

Yener Balta,
9 Ekim 2009

25 Ağustos 2009 Salı

AYŞE TEYZE

AYŞE TEYZE

Dizlerini kırmadan eğilmişti yere. Bir o yana bir bu yana dönüp bir şeylerle uğraşıyordu. Merak ettim, gözüm onca kalabalığın arasında ona takılmıştı. Yerden aldığı minik torbaları yerdeki terazide tartıyor, geri yerine koyuyordu.

Arkasında idim, yana doğru geçip yüzünü görmeye çalıştım. Bol büzgülü şalvarındaki minik çiçek desenleri kır bahçesini andırıyordu. Şalvarından daha da desenli bir buluz, başında yöresine ait örtüsü vardı. Pullu mor yemenisi alnının bir yarısında, onun üzerine yöresel beyaz, kenarı oyalı örtüsünü dolayıp bir düğüm atmıştı. Kınalı beyaz saçları her iki yanından çıkmıştı. Örtmek değildi niyeti tümünü. Bir çiçek değil, bahçesinden topladığı bir demeti, saç bağının sağ yanına geçirmiş, geçmişin artistlerine taş çıkaracak güzellikte güzelliğine güzellik katmıştı. Sabahın erken saatlerinde başına yerleştirdiği çiçeklerin bir kısmı havanın sıcaklığı ile kendisini bırakmıştı. Belki de kendi güzelliği karşısında solmuşlardı, kim bilir. Altın minik liraları da kulaklarında parıldayarak sallanıyordu. Baş aşağı durduğu o kadar sürede bir kez olsun eli baş bağına gitmemiş, sanki oraya sabitlenmiş gibi duruyordu.

Elimdeki fotoğraf makinemle görüntülemek istedim habersiz. Biraz çekinmedim desem yalan olur. Habersiz o anı yakalamaktı niyetim. Haberi de olacağını sanmıyordum. O kadar dalmıştı ki, dünya umurunda değildi. Her anını ardı arkasına çekmek için deklanşöre basıyordum. Eğildiği yerden kendisini görüntülediğimi fark etti, bir güzel gülücük salıp işine devam etti. Alışveriş eden müşterisini yolladıktan sonra, doğruldu, çek hadi dercesine yüzüne mutluluk ifadesi katarak hafif bir tebessümle en doğal halini yakalayabilmem için bir anlık duraksadı. Çektim. Ne güzel bir kare yakalamıştım.

"Yaş yetmiş, iş bitmiş" diyenlere, yetmişi aşmış hala hayat devam ediyor dercesine tüm gücü ile tek tek ayıkladığı barbunyaları birer kiloluk ayarlayıp şeffaf torbalara doldurmuş, yan yana yerleştirmişti. Bir pazar tezgâhının önünde emeği ile ekmeğini taştan çıkarır misali kendi kazancını çıkarmak için uğraşıyordu.

"Bana da yollarsın!.." derken öyle içten söylemişti ki, göndermemeyi düşünemezdim. Arkasındaki pazarcıyı işaret ederek tekrar dönüp işine devam etti. Anladım ki o pazarcıdan adresi alacaktım. Pazarcı bizi izlemiş olacak ki, hoş bir tebessümle karşıladı beni, "teyzemin adresini alabilir miyim, çektiğim fotoğrafı yollayacağım" dedim. Kasaların üzerini örtmek için kullanılan kâğıtlardan birinin ucundan bir parça kopardı, adını adresini yazdı.

Neler düşündürdü bana Ayşe teyzem! Kim bilir gençliğinde ne gönüller yakmıştı. Bu yaşında bu konumda hala süsünü eksik etmemişti, kendinden vazgeçmemişti. Yüzünü görünce gülümsüyor insan ister istemez, dert etmemiş hiç bir şeyi kendine, ya da bundan sonra keyfini çıkar be dünyanın dercesine... O yaşta, pazarda kendi yetiştirip topladığı barbunyaları satarak mı, tadını çıkaracaktı! Mutlu olabileceği yerdi orası, ürettiğini satmaktı, gününü geçirmekti belki de. Kaç çocuk, kaç torun sahibiydi kim bilir, keşke sorabilsem, sohbet edebilseydim kendisiyle, olmadı, belki başka bir yaza, belki başka bir pazara...

Heyecanla en güzel pozunu büyük bir karta, diğer kareleri de küçük boyutlarda kartlara bastırdım. Her bir kartın arkasına güzel dileklerde bulundum kendisi için. Zarfa da adımı adresimi, belki aramak ister diye, telefon numaramı da ekledim. Kim bilir ne kadar mutlu olacaktı, tıpkı benim yollamamla mutlu olduğum gibi. Belki de kimselerin böyle bir şeyi önemsemeyip lafta, "tamam yollarım" sözünü gerçekleştirmiştim.

Tam bir hafta sonrasında öğleye doğru telefonum çaldı. Adımı sorup onayımı aldı, kendisini,"Yalıkavak pazarında fotoğraf çekmiştiniz ya" diyerek tanıttı. Sözünü kesip, "Teyzem deseniz yeter" dedim. Çok mutlu olmuştu. Çok teşekkür etti, "her biri öyle anlamlar yüklü ki çektiğiniz fotoğrafların, ne kadar memnun olduk bilemezsiniz" dedi. Duygulanmıştım!..

Ayşe teyzem çekindi dedim kendi kendime, telefonu kendi açmamıştı, uzun sağlıklı bir ömür diledim, iletmesini istedim. Dedim ya; belki bir kez daha tatil amaçlı gittiğim Yalıkavak da, Ayşe teyzemin elini öpmek için Perşembe pazarını orada bulunduğum sürece kaçırmayacağım.

YENER BALTA 24 Ağustos 2009
+
Yener Hanım,
Öyküne hayran kaldım.

Sana bu işte ekmek var.
Bir öykü güzel olur ancak bu kadar...

Usta öykücüler bile böyle güzel yazamaz.
Yaz, yaz, sen durmadan öykü yaz...

Sevgilerimle,
Hayri Balta, 24.8.9.2009

+

Merhaba,

Ellerine sağlık valla, ben orada alışveriş yaparken sen neler yaparmışsın meğer...
Sevgilerimle, yazmanın devamı dileklerimle.
G.T.

+

Yener,ciğim, teşekkür ederim.
Sevgiler.
Yalçın Efe

+

Gercekten cok guzel olmus teyzecim, gittikce kalemin alisiyor sanirim,
Ayse Teyze yi yolda gorsem tanirim sandim...eline saglik..
Optum canim,
Gigi

12 Ağustos 2009 Çarşamba

MİNİK SERÇE

MİNİK SERÇE

Yalnız, yapayalnızken evimde, evimin sokağa bakan penceresinde, geçmişe, yaşadığım günlere dalmış, anılarımın içerisinde boğulmak üzereyken, birden pır pır seslerinin içerisinde kendime, o ana döndüm.

Küçük, mini minnacık bir serçeydi pencereme konan. Ürkmedi, çekinmedi benden. Önce hiç kıpırdamadım ürkütmemek için onu. Kesik kesik baş hareketleri ile kendini kolluyordu. Yavaşça kendimi geri çektim, kaçmadı. Mutfaktan aldığım bir tutam ekmeğin içini koparıp minik minik ufaladım avucumda. Yavaşça pencereye yaklaştım, biran için havalanıp tekrar kondu pencerenin kenarına. Avucumdaki ufaladığım ekmekleri yavaşça serpeledim. Hiç ilgilenmedi. Minik gagası ile tırtıklamadı bile. Demek ki karnı aç değildi. Tekrar süzülürcesine pencereden uzaklaştım. Bir çay tabağına su doldurdum. Döndüğümde pencerenin demirine konmuş sanki bir şeyler bekliyordu. Tabağı bıraktım, elimi yavaşça kendime çektim. Merdivenden iner gibi birer birer pencerenin demirlerini sekerek ekmek kırıntılarının üzerine kondu. Suya şöyle bir daldırdı gagasını... Sanki istediği bu da değildi. Dikkatlice, gri tüylerinin üzerinde gözlerimi gezdirdim. Doğanın griliğinde, o renk cümbüşünde ne güzel de gizlerlerdi kendilerini... İncecik çelimsiz pembe ayakları sıkıca yere basıyordu. Görünürde her hangi bir sakatlığı yoktu. O an sanki kendisini incelediğimi anlamışçasına kanatlarını havalandırdığında iç kısımlarda bir terslik fark etmedim.

Evcil herhalde dedim kendi kendime. Bir serçenin evcil olabileceğini hiç duymamıştım. Belki şehir içerisinde insanlara alışmış olabilir miydi? Bilemiyorum, ne kadar evcil olsa da bu narin serçeler yine de ürkektiler. Minicik canlarından başka neleri vardı ki. Koca şehirde ne kadar yalnız hissediyorsam kendimi, belki de o da benim gibi yalnızdı. Serçeler yalnızlık hisseder miydi? Sanmam. Tüm canlılar gibi yalnız olmaya mahkûmdular. Hele ki serçeler ilk kanat çırpışlarıyla kendi başlarına uçmaya, yemeye, kendi yuvalarını yapmaya, üremeye hazırlardı. Artık yalnızlardı...

Telefonum çalıyordu, serçemi bırakıp gitmek istemedim, kim bilir ne gereksiz bir sohbete katılmak zorunda kalacaktım. Hangi sohbet beni kendine çekiyordu ki. Hiç, hiç biri... Yine de gittim, aranmak, hatırlanmak, düşünülmek bile bazen, bazı yalnızlıklarda umut veriyordu bana. "Minik serçem benim" diye açtım telefonu. Karşıdaki ses durakladı, kim olduğunu umursamadan yalnız olmadığımı, şu an için yeni tanıştığım birisi ile ilk sohbetim, belki de son sohbetim olabileceğini söyledim. Çok ürkek olduğunu tam içeri girmek için bana kendisini tanıtmak üzere olduğunu söyledim. Neler diyorsun dedi karşı ses. Ben kim olduğunu, ne dediğini merak bile etmiyordum. Aklım pencerenin kenarındaydı zira. Pencereye doğru yöneldim, telefonu bıraktım, derinden alo alooo... sesleri gelirken pencerede buldum kendimi.

Sanırım o ana kadar aklıma gelmeyen tek şey ona dokunmaktı. Zira ürkeklerdi serçeler, kaçırabilirdim. Yavaşça işaret parmağımı öne çıkarıp, yılan kıvraklığında serçeme doğru uzattım. Hafifçe yanaştırdım, bir iki geri çekildi. Sonrasında gagası ile parmağıma bir iki tıkladı. Algılayamadığım bir anlık hareketle parmağıma kondu. Benimle dost olmak istiyordu. Benden kaçmamıştı. Ne kadar şanslıydım. O an içinde bulunduğum tüm umutsuzluktan sıyrılmış büyük bir mutluluk yaşıyordum. Heyecanlandım. Parmağımdan tekrar yere kondu. Olabildiğince yavaş hareket ettirerek parmağımın ucu ile hafifçe dokundum. Kaçmadı. Kaçmaması beni heyecanlandırıyordu. Oysaki ürkeklikleri ile tanıdığımız bu küçük serçeler isterlerse kaçmayabiliyorlardı.

Bir kez daha tanık olmuştum. Dünyada ilk olarak bildiğim insanın umutla yoğun bakımdan çıkışını beklediğim hastane bahçesinde, sırf serçeler için satın aldığım simitleri minik minik onlara hazırlayıp, bankta oturduğum yerde ayaklarımın dibine kadar gelmeleri, mutsuzluğumu, umutsuzluğumu ve üzüntümü o an için dondurmuştu. O küçük gagaları ile pıt pıt toprağın üzerindeki minik simit parçalarını ne de çabuk tüketiyorlardı. Bir aracın ya da birilerinin geçişi ile biranda ortalıktan kayboluyorlardı. Ne kadar simit parçaları birikse de kendilerini güvende hissetmedikçe toprağa konmuyorlardı. Onları izlemek bana huzur vermişti o an için.

Bir süre penceremi açık bırakmaya karar verdim. İsterse evimi paylaşabilir, istediği sevgiyi ona verebilir, ekmeğimden minik parça ayırabilirdim. Gider miydi, içeri girer miydi, bilmiyorum. Pencereyi rahatça görebileceğim koltuğa geçip onu izlemeye koyuldum. Koyduğum ekmeklerden birer birer yiyordu ürkek ürkek. Koyduğum suya kafasını daldırıp, ayakları ile başını tüm doğallığıyla öyle bir hızla kaşıdı ki, neler oluyordu anlamadım. Birden yoldan geçen arabanın sesi ile havalandı. Sokakta duran ağacın dalına konmuş olabilirdi. Oturduğum yerden kalktım, gözlerimle aradım, bulamadım.

Okuduğum kitaba kendimi vermeye çalıştım olmadı. Bir sayfayı bitirmiş ikinci sayfaya geçmiş olsam da geriye doğru baktım, biraz önce bu satırları ben mi okumuştum. Hiçbir şey anlamamıştım okuduklarımdan... Kitabı sehpaya bıraktım, yerimden kalktım. Sokağın her iki kenarında yolların, yılların bekçisi kavak ağaçlarından benim evime yakın olan ağacın dallarına dikkatlice baktım. Benim serçemi ararken gözlerim, kavak ağacının sedef yaprakları arasında seçmeye çalıştığım serçemden o kadar çok vardı ki hangisi benim pencereme konmuştu seçemedim.

Serçelerin kavak ağacındaki devinimleri, şehrin en işlek caddesinde yürürken hissettiğim yalnızlığımı hissettirmişti bana. Penceremi yaz boyunca bu sevimli serçelere açık bırakmaya karar verdim. Kışın, kuşlar için özel olarak aldığım ekmeklerden, bir parça da bu ağacın dalına koyacaktım bundan sonra.

YENER BALTA,11 Ağustos 2009

+
yalçın efe
Evet, keşke ben de azıcık olsun yazabilseydim? Nerdeeee...

+
aynur elmaağaçlı
kuzi güzel bir öykü.11 ağustos doğum günüydü. öykünü kendime armağan ediyorum. sevgiler

G.T.
Ellerine sağlık, çok güzel olmuş,
Bence sen herşeyi bırakıp yaz... Öptüm.

+
Yener,
Çok güzel olmuş. Kutlarım,
Gittikçe daha da gelişiyor yazılarım.
Ne olurdu senin gibi yazar olsaydı bütün kızlarım…
Sevgiler…
HB, 12.8.2009

22 Temmuz 2009 Çarşamba

EMİNE'NİN DRAMI

EMİNE’NİN DRAMI

Üç adım attı, dizlerini kırarak küçüldü, tüm gücüyle yükseldi, havada vücudunu geriye doğru gerdi, filenin üzerinde topu yakaladı ve anlık bir hareketle topu karşı takımın sahasına doğru vurdu. Karşı takımın, savunmada bekleyen her iki oyuncusu da topa hamle yapsa da yakalamak ne mümkündü. Top yere çakılmıştı.

Skor bir sayı daha artmıştı. Yaşadığımız heyecan, biz oyuncular tarafından kendi yarı sahamızda bir araya gelerek “Hey, hey, hey!” sesimizle şenlenmişti. Emine'nin yaptığı sayıyı bireysel başarıya dönüştürmeden kutlamıştık. Seyirciler yok denecek kadar azdı, bir kaçımızın ailesi, arkadaşı, kulüp yöneticileri gelmiş olsa da salon boş sayılırdı. Bu duruma alışmıştık.

Maçı az bir sayı ile biz kazanmıştık. Karşı takım da en az bizim kadar güçlüydü. Takımın as kadrosu altı kişiyken, altı kişi de yedeğimiz vardı. İlk altıda oyuna başlamak ayrıcalıktı biz oyuncular arasında. Bazımız asların ası olup, sakatlık dışında her maçta mutlaka ilk altıda yerini alırdı. Emine de vazgeçilmez aslardan biriydi. Oyunda kendine düşeni fazlasıyla yapar, attığı servislerle takıma direkt puan kazandırırdı.

1.85 boyu ile takımın en uzun boylusu idi Emine. Antrenman dışında da kendi başına yılmadan çalışırdı. İri siyah gözleri, süt beyazı teni, sürekli kestirdiği kısa saçı ile tarzını hiç değiştirmezdi. Kadın özelliğini ön plana çıkarmaktan hoşlanmazdı. Sade görünüşten yanaydı. Emine'ydi o. Bir farkı olacaktı bizlerden. Her zaman kendisine sakladığı bir şeyleri vardı onun.

Eminelerin evi henüz yapılaşmanın olmadığı, sadece bir tepenin çevresine yaşam kurulan gecekondulardan biriydi. Geç saatlerdeki antrenman sonrasında bile servisten, evinin bulunduğu çarşı meydanında iner, evinin kapısına kadar gidilmesine izin vermezdi. Yaşadığı semtten, evinden pek hoşnut değildi. Kimseler bilsin istemezdi bunu.

Emine Dil Tarih'de, Fransız Dili Edebiyatı öğrencisiydi, okula gitmediği zamanlarda sanki işe gidermiş gibi, sabah erkenden stada gelir, bazı günler antrenman yapar, bazı günlerde orada yıkanır, giyinir, kendince süslenir nereye gittiğinden hiç kimseye bahsetmezdi. Haftanın belli günleri neredeyse tam gün ortalıkta görünmezdi. Soyunma odasında kendine ait bir dolabı vardı. Orada tüm ihtiyaçlarını karşılayabileceği eşyalar mevcuttu. Havlusu, şampuanı, yedek giysileri, arada atıştıracağı yiyecekleri her zaman bulunurdu. Orası onun evi gibiydi, zira eve sadece yatmak için giderdi, kalacak yeri olsa eve de gitmezdi bile.

Ailesi ile iletişimi yok denecek kadar azdı. Hatta hiç yoktu. Kendine örnek aldığı birileri vardı çevresinde ki ailesine her bakımdan ters düşüyordu. Kabullenemiyordu! Ablası istemediği, bilmediği birileriyle evlendirilmiş, istemediği kadar çocuk doğurmuştu. Kocası kendinden fiziken o kadar küçüktü ki ablası onun yanında kocaman kalıyordu. Bunu bir kez kendisine örnekleyerek soyunma odasında anlatıvermişti. Ablası gibi kendisini de evlendirmek, biran önce evinin kadını yapmak, kocasının hizmetinde bulunmasını istiyor, kendisi ne gördü, ne yaşadıysa tıpkı kendi hayatı gibi yaşanır sanıyordu babası. Baş kaldırıyordu, bu kadar baskı Emine' yi daha bir çıkmaza sokuyordu.

Annesi ev kadını, babası cami hocası idi. Her zaman "Al şu kitabı oku!" dese de hiç bir zaman okumamıştı. Tıpkı küçük yaşta istemediği halde her yaz tatilinde kuran kursuna zorla gönderilmesi gibi… Saçlarını örtmek için başına aldığı başörtüsü tüm bedenini örterdi. Arkasından uçuşarak gelen örtüyle kendisini daha çok sahnede şarkı söyleyen kadınlara benzetirdi. İçinde anlamadığı bin bir türlü karmaşık yazıları olan kitabı da, kucağında bebeğini taşıyan anneler gibi sımsıkı tutardı. Ablası, abisi, kendisi ve küçük kardeşi ile anlamadıkları halde babasının hocası olduğu camiye zorla, görev gibi giderlerdi. Gitmeme gibi bir durumu yoktu, hocası babasıydı. Zira anlamıyordu, dili dönmüyordu, öğrenmek, ezberlemek istemiyordu. Yaz tatilleri hiç gelmesin istiyordu. Okul onun kurtarıcısı oluyordu en azından.

Babası ile sürekli çatışır durumda idi, zaten paylaştıkları hiç bir şey yoktu ki, kavga dövüş bir şekilde kendi düzenini kabullendirmişti ailesine. Her ne kadar sık sık tartışma olsa da... Babası; "Kız kısmı dediğin okumaz, top peşinde koşmaz, hele hele top oynarken mayo denen o donu üzerine geçirip salonun ortasında, herkesin gözünün önünde orasını burasın açmaz..." deyip öfkesini sürdürüyordu her gördüğünde Emine'yi... Emine hiç duymamışçasına kaçar adımlarla babasının yanından uzaklaşırdı.

Sabahları evden çıktığında babası çoktan camiye gitmiş, kendisi eve geldiğinde de babası çoktan yatmış oluyordu. Karşılaşmaları neredeyse imkânsızdı. Böylelikle sorun kökten çözülmüş gibi olsa da, gittikçe daha da çıkmaza giriyordu.

Kulüp kendi içerisinde anlaşmazlığa girdiğinden kapanma aşamasına gelmişti. Çoğumuz üniversite öğrencisiydik. Kimimiz derslere yoğunluk vermek için sporu bırakmış, kimimiz de başka kulüplere giderek arkadaşlığımızdan ister istemez uzaklaşmıştık. Emine de bırakanlardan biriydi, zaten kendisini spor dışında görmemiz imkânsızdı, kimse kimseden haberdar değildi artık.

Bir gün şehrin en işlek caddesinde yolda karşılaştığım mahalleden arkadaşım olan Faruk’la güle oynaya otobüs durağına doğru yürüyorduk... Okul çıkışı şehrin merkezine gelmenin mutluluğu, belki de yorgun bir günün ardından eve gitmenin heyecanı üzerimizdeydi. Akşam yavaştan günün üzerine çökmüş, kendine ayrılan süreyi dolduran gün çekilmek üzereyken herkes kendi havasındaydı. Sohbet koyuluğunda geçen konuşmanın arasında karşıdan geleni Emine'ye benzettim sansam da, evet o Emine'nin ta kendisi idi.

Emine benim bildiğim Emine'den çok farklı görünüyordu. Davranışlarında aşırılık, taşkınlık vardı. Yalnız yürüyordu. Sağa sola bakıp gülücükler atıyordu. Belki birkaç kadeh bir şey içmişti bilemiyorum. Zira durup dururken normal bir insanın yansıtabileceği bir tavır sergilemiyordu. Tam karşı karşıya geldiğimizde, Emine "merhabaaaa" sını olabildiğince uzatıp, "ne haber" ini kestirip atmıştı. "İyilik!.." yanıtını verdiğimde taşkınlığı yoldan gelen geçeni kendisine baktırması için yetiyordu. “Telefon numaranı versene, arayayım seni!” dese de benim söylediğim numarayı aklında tutarmışçasına uzaklaşmıştı bile yanımızdan.

Şaşmıştım doğrusu Emine'nin bu haline. Yanımdaki arkadaş beni durdurup, gözlerini gözlerime dikerek, "Sen bunu nerden tanıyorsun?" diye bana hesap sorarcasına yanıtımı beklemişti. Emine ile aynı kulüpte voleybol oynamıştık. Söylemiştim nereden tanıdığımı. Onun söylediği söz karşısında dona kalmıştım! Bir süre kendime gelememiştim!..

Emine için bu söyleneni yakıştıramamıştım. İnanmama gibi bir durum olamazdı. O kadar emin bir dille söylemişti ki... İnanmak istemedim.

Emine’nin hayatı kaymıştı!..

YENER BALTA
21 Temmuz 2009

14 Haziran 2009 Pazar

ÇÖPLÜKTEN

ÇÖPLÜKTEN

Hiç şaşırmadım, marketin otoparkında yine bir arabalık bile boş yer yoktu. Yolu takip edip otoparktan çıktığımda, çöp koyteynırının hemen dibinde bir yer vardı. Rahatlıkla oraya bırakabilirdim arabamı.

Hazırlıksız bir alışverişti, ne alacağıma karar vermemiştim. Her akşam eve giderken bugün ne yiyeceğim kaygısı yaşıyordum. Kendim için mutfakla bir şeyler hazırlamak bazı zamanlar pek cazip gelmiyordu bana. Daha çok o anlık yiyebileceğim, pratik yiyecekleri tercih ediyordum.

Market iki katlıydı, üst kat daha çok ev eşyalarına, alt kat yiyeceklere ayrılmıştı. Tercihim yiyecek katıydı, reyonlara bakınarak gezindim, canımın istediğini aradım, bir şey bulamadım, uzun süre bekleyecek çeşitli konserveler, buzluğa koyabileceğim tavuk parçaları, çayın yanında atıştırabileceğim bisküvi çeşitlerini el arabasına koydum. Mevsim meyvelerinden birer ikişer poşetlere koyup daha fazla oyalanmadan kasaya gittim. Kasada uzun bir sıra vardı. Herkes iş çıkışı evine bir şeyler almış, televizyonun karşısında zaman öldürürken atıştıracak yiyecekler koymuşlardı el arabalarına... Sonunda sıra bana gelmişti. O markete ait özel indirim kartımın olup olmadığını sordu kasiyer, olduğu halde yok dedim. Promosyon amaçlı bu tür indirim kartları kullanmayı hiç mi hiç benimseyemedim. Aldığım ürünler barkot taramasından geçtikçe poşetlere koydum. Hiç biri neredeyse işe yaramaz dediğim yiyecekler, 50 TL. tuttu. Ne kadar gereksiz bir alışverişti bu yaptığım. Sonuçta karnım doyacaktı.

Oturduğum ev şehrin merkezine yakın sayılırdı, ulaşım her şekilde çok rahattı, işe gidiş gelişlerde kalabalık olsada zamanla ilgili bir sorun yaşamıyordum. Semti her ne kadar benimsemesem de bunun için tercih ediyordum. Çok eski bir yerleşim yeriydi, zamanında göçmenler için devletin yer ayırdığı iki üç katlı evler yapılmıştı. Sokakların her iki kenarına dikilmiş ağaçlar yolun ortasında buluşup, dar olan sokakları daha bir daraltıp, karartıyordu. Şu anda orta kesim insanların yaşadığı, hatta toptancı haline çok yakın olduğu için orada çalışan bütün pazarcılar bu semte yerleşmiş, mahhallenin eski havası kalmamıştı. Bunu çevre esnaftan sık sık duyuyordum.

Kimsenin kimseye saygı duymadığı bir trafik karmaşası vardı. Bu küçük yerleşim alanı şehrin birkaç büyük semtine geçmek için ana yol gibi işliyordu.

Arabanın bagajını elimdeki poşetleri bırakmak için açtığımda, yanımda duran çöpten ağır bir koku yayılıyordu. Marketin her türlü atığı birbirine karışmış olmalı ki bu ağır koku tüm çevreye yayılmıştı. Dayanılır gibi değildi. Henüz çöp kamyonunun biriken çöpleri almasına zaman vardı. Güneş henüz batmamıştı, yüksek binalar güneşi engellediğinden bulunduğum yerde çoktan batmış hissi veriyordu. Birden çöp koyternırının içinde haraket eden bir karartı gördüm. Küçük bir oda büyüklüğündeki çöp yığınının içindeki karartı ne bir köpek büyüklüğünde, ne de bir kedi küçüklüğünde idi. Alışık olduğumuz sokak hayvanlarının mekanı olan lezzet sofrasında çöpleri karıştıran bir erkek silüetiydi. Gözlerime inanamadım. İlk defa çöp karıştıran bir insan görmüş değildim. Alışık olduğumuz, neredeyse kanıksadığımız bu görüntü niyeyse bu seferinde beni sarsmıştı. Hatta bir keresinde ürkek bir köpek yavrusunun tepkilerini gösteren küçük bir çocuğun çöpte bulduğu yiyeceği bizim yanından geçmemizle, yemeğe devam ederek silindir çöp bidonunu kendine siper ederek yuvarlaklığı boyunca geriye doğru sürtünerek kendini saklaması, bugün gibi aklımdaydı. Birlikte yürüdüğümüz arkadaş grubundan kimsenin dikkatini çekmemesi belki de bundandı. İnsanların başkalarının attıklarıyla, atıklarıyla ve her türlü pisliğin çöp adı altında bir arada bulunmasıyla kendilerine, bu karmaşadan yiyeceği birşeyler araması insanlık adına ne onur kırıcı bir durumdu.

Keyif adı altında yapmış olduğum alışverişimin neler olduğunu düşünmeden orada kendi nemasını arayan adama uzatmak, yanımda bulunan 10 TL’nın onun sadece bir öğünlük ihtiyacı olacağından vermeye çekindiğim, bir kerelik değil, her zaman yiyecek ekmeğe ihtiyacı olacağını düşündüğüm insana nasıl yardım ederim diye düşünürken bir ömür geçirmiştim, bir kaç dakikalık duraksamamla... Belki de kadın olduğumdan çekinmiştim, sonrasında yaptığım iyilik peşimi bırakmaz bir kötülük oluşturabilirdi. Arabamın plakasını alabilir, beni takip edebilir, yaptığım yardım başıma bela olabilirdi. Kendi kurduğum senaryo, yapmayı düşündüğüm küçük yardımdan beni uzaklaştırmıştı.

Arabaya binip oradan uzaklaşmamla biraz olsun görüntü belleğimden uzaklaşmış, eve girdiğimde kendi açlığımı giderirken her lokmamda masa yerine mekanı çöp olan adamı unutturmamıştı.

11 Haziran 2009
YENER BALTA

+
Yener,ciğim
Selam, sevgi, özlem.
Öykünü okudum. Bana göre, oldukça uzun cümleler kuruyorsun. Uzun
cümleleri anlamak zor, diye düşünüyorum. İnsanı yoruyor. Ama yazanı
yormuyor mu...
Bir iki de yazım yanlışı var. Ayrı yazılması gereken "de",ler var.
Birleşik yazılmış. İkincisi, Çöpden değil çöpten. Sanıyorum, bunlar
matbaa hatasıdır.
Öyküden yararlandım. Bayan olarak, yapacağın yardım sonrası başına
gelebilecekleri belirtmen yerinde bir düşünce.
Sevgiler, özlemler.
Y.E.

+
Sait Fadik Eteğiyanık'a bir efferin...
?