17 Ekim 2016 Pazartesi

KİTAPEVİ SAHİBİ

KİTAPEVİ SAHİBİ
Bulunduğumuz binanın en üst katında ben çalışıyordum. Onun kitapevi, asma kattaydı. Girişi içeri ve dışarı açılan camlı kapılarındandı. Geliş ve gidişlerimde asansöre binmiyordum. Merdivenlerden inip çıkarken, kitapevi dikkatimi çekerdi.
Apartman Ankara’nın eski, yıkılıp yenisi dikilmeyen şanslı binalarındandı. Geceleri Sakarya’nın sarhoş müdavimlerinin uğrak yeri olan, bina girişinin her iki yanında lokanta vardı. Asıl kaynağı bu lokantalar olan, görmeye bile tahammül edemediğim o siyah hamam böceklerine merdivenlerde rastlamak sinir bozucuydu.
Onu, işe geç kaldığım bir sabah görmüştüm. O yaşına göre çok özenli bulmuştum kendisini. Kadife kahverengi pantolonu, yeşil kaşe ceketi, ceketinin içinde o yılların modası oduncu gömleği vardı. Saçının ön kısmı dökülmüş olsa da kalan kısmı taralı, her iki yana kıvırdığı hafif uzun bıyığı saçını rengiyle aynıydı. Anahtarı çeviriyordu ki apartman ışığı ayarlanan süreyi tamamlamıştı. Dış kapıdan sızan ışık apartmanı yeterli aydınlatmıyordu. Tam yanından geçerken aynı anda ışığın düğmesine uzanmıştık. Ellerimiz havada kalmıştı.
            Tok sesindeki kibarlığıyla, “pardon, sizi fark etmedim, günaydın kızım” demişti. İçime kaçan sesimle “günaydın” diyerek, zora ki bir gülümsemeyle selamladım kendisini. Günaydınımı duyduğunu pek sanmıyordum. Kafası meşgul gibiydi.
            Babamı bir ziyaretimde, “bir ara şu dosyayı çalıştığın binanın giriş katındaki kitapevine bırakıver kızım” demişti. Şaşırmıştım!.. “Sen, tanıyor musun baba?” diye sormuştum. “Evet, arkadaşım sayılır” demişti. Bir de adını küçük kağıda yazmış olduğu kitabı almamı istemişti.
Kapıyı ittiğimde küçük bir çanın sesiyle irkildim. İçeri girdiğimde duvarlar raflarda duran kitaplarla doluydu. Ortada küçük, yuvarlak bir masa vardı. Çevreme bakınırken, “Buyurun, aradığınız kitap varsa yardımcı olayım?” demişti.
Önce kendimi tanıtmış, tanıtırken de babamın adını vermiştim. Dosyayı kendisine uzatmıştım. Teşekkür edip babamı en kısa zamanda arayacağını söyledi. Babamın istemiş olduğu kitabı biraz düşündükten sonra, “bu yeni çıkan yayınlardan henüz gelmedi, bu günde yarın da gelir” demişti. “Yine uğrar sorarsınız” diyerek, masadaki çalan telefona baktı. O arada ben raflardaki kitaplara göz gezdirdim. Ne çok okunacak kitap vardı...
*
            Babam hastalığından dolayı evden pek çıkmıyordu. Onun dışarı işlerini ben üstlenmiştim. Bir gün sarı zarfa koyduğu birkaç kitabını üzerinde yazdığı adrese bırakmamı istemişti. Adres, Kolej’de kolay gidebileceğim bir yerdi. Bu babamın kendi kitaplarıydı. Yıllar sonra birkaçını bastırmış ve yakın çevresine dağıtıyordu.
            Adrese bir arkadaşımla birlikte gitmiştim. O sokakta arabayı bırakıp çıkamayacağımı biliyordum. Sokak dardı. Sağlı sollu park edilen araçlardan dolayı ancak tek araba geçebilirdi.
            Zamanında Ankara’nın en varlıklı ailelerinin oturduğu bir apartmandı. Asansörle çıktığım ikinci katın sağ tarafındaki kapıydı numarası. Zile bastım. Bu kapının ardında kim bilir ne hayatlar yaşanıyordu. İnce bir dikdörtgen levhanın adına kapı denmişti. Kapı içeri ile dışarıyı, özelle geneli bir birinden ayıran, adına anahtar denen küçücük bir metal parçayla açılıp kapanan bir geçişti.
Kapı açılmıştı. Kapının arasından uzanan kişi işte o kitapevinin sahibiydi. Zaman geçtiği için adını hatırlayamadığımdan karşımda görünce şaşırmıştım. Ama kendisi beni ilk defa görür gibi karşıladı. O kapının ardındaki kokuda babamın evinin bir benzer kokusunu hissetmiştim. Kitaplardan oluşan bir kale, bilgisayarın klavyesinden dökülen anılar, ne olursa olsun üretmenin verdiği enerji ile yaşama azmini hissetmiştim. Yalnızlık bir insana, hele ki erkeğe yakışmıyordu...
Beni içeri buyur etse de girmedim. Arkadaşımın beklediğini söyledim. Kitapları kendisine uzattım. Ayaküstü küçük sohbetimizde yönelttiği sorularla benimle ilgili kısa bilgi edinmişti. Çok kibar hali ile yaşımı sormuş, “küçük kızımla yaşıtsınız” demişti. “Dur bir dakika kızım” deyip mutfağa gitmiş, içeriden” yalnız yaşıyorum, kendi yemeğimi yapabiliyorum. İdare ediyoruz işte...” deyip durumunu bildirmişti. Dış kapı salonun karşısındaydı. Neredeyse her yer kitapla doluydu. Sehpa üzerleri, duvarlar, ortadaki yemek masası... Aynı zamanda o çalışma masası olsa gerekti. Üzerinde bilgisayarı duruyordu.
“Bir dakika” deyip diğer odalardan birine girmiş elinde iki kitap ile gelmişti. “Bunlar benim kitaplarım. Size vermek istiyorum, çok özür diliyorum, adınız ne idi tekrar söyler misiniz?..” deyip kitaplarını benim için imzalamıştı. “Gün Gördüm Yüzler Gördüm, Kar Altında Güller Var” adlı kitaplarıydı. Her iki kitabını da bir solukta okumuştum. Yaşadığı kişisel tanıklıklar, izlenimler ve söyleşilerden oluşuyordu. Şimdiye kadar bu tarz bir kitap okumamıştım, ilgimi çekmişti.
Ayrılırken yalnızlığın verdiği sıcaklığı arar olduğu hissini yakalamış, ayaküstü bir sohbetin sıcaklığı bile evi ısıtmıştı o soğuk Ankara kışında...
*
Babam ile telefonla görüştükten sonra, bir yemek sohbetinde buluşmaya karar kılmışlar. Ulaşımında eşlik edeceğim babam için yemekte ben de olacaktım. İleri yaştaki insanların sohbetlerinin ne kadar dolu geçtiğini kendi yaşıtlarımla geçirdiğim bazı sohbetlerin yavanlığında daha iyi ayrımsıyorum. Can kulağı ile sohbetlerinin dinleyicisi oluyorum. Bu doyurucu sohbette ne çok öğrenilecek şey var deyip kendim için kaygılanıyorum. Aradaki yaş farkı tesellim oluyor.
Bu sohbette babam övgü ile bahsederken benden, öykü yazdığımı paylaşıyor. “Okumak isterim” diyor. En kısa zamanda mail atacağımı bildiriyorum. Birkaç öykümün üzerinde çalışarak geri yolluyor. Kendi yazdığı yazılardan da bana yolluyor bir armağan gibi. Arı bir dille yazdıklarını okurken o anlatıların içinde buluyorum kendimi.
*
Daha sonraki karşılaşmamız, babamın gidiş yolculuğunda oluyor kendisiyle... Tören boyunca yanımda bulunuyor tüm sevecenliğiyle... Babam için ‘gerçek olan’ güzel sözler söylüyor.
Babamın ardından hazırladığım kitap için özellikle yardımcı olmak istiyor. Oldu da, hem de benim için en önemli aşamalarında...
Bu kitap için beni aramasını beklerken, kendisinin arkadaşı, benim de öğretmenimin gidişinde rastladık birbirimize... Tören sırasında, ‘babamın dini tören için vasiyeti olup olmadığını’ sormuştu. Bu sorunun bir benzerini, benim babama sorduğumu söyledim. “Toplumla ters düşmeye gerek yok, çok başınız ağrır kızım, bildikleri gibi olsun...” dediğini söylemiştim.
Kitap için, “birlikte üzerinde çalışalım” derken, Kızılay’da ki Mülkiyeliler’de buluşmuştuk. Kendisine posta ile yolladığım çıktılarla birlikte üzerinde yaptığı düzeltmeleri tek tek göstererek, sayfa sayfa ilerlemişti sohbetimiz. Her bir sayfaya  tanıklık eden anıları, yazıları ve deneyimleriyle sohbet uzamıştı. O kadar sürenin nasıl da dolu dolu geçtiğinin farkına varmamıştım. En son basılmış olan “Ortak Belleğimizdir Dostlar...” adlı kitabını adıma imzalamış yanında getirmişti. Babamın onca basılmaya hazır kitapları hakkında bir yayıncı olarak haklı olumlu-olumsuz eleştirileri, umutsuz değerlendirmeleri; okunmayan bir zamanda basılmasına pek de sıcak bakmadığını söylemişti.
Bir bayram mesajı ile kendisini hatırlamak istedim. Kendisi telefonla arayarak; içinde bulunduğu durumdan dolayı beni çıkaramadığını tüm kibarlığı ile bildirip kendimi hatırlatmamı istemişti.
Üzülmüştüm!
Kitap için hazırladığı yazısında bilgiye de yer vermiş, babamla ilgili uzunca yazmıştı. Hazırladığım kitabı son şekline getirmiştim. “Ben görmeden baskıya girmesin olur mu kızım?” diye de tembih etmişti. Attığım elektronik posta ile düzeltme yapamayacağından bir çıktısını istemişti benden, yollamıştım.
Son düzeltmeleri de yapmış, çok yerinde müdahalelerde bulunmuştu. Kendisine sonsuz teşekkürlerimi kitap da teşekkür cümlesiyle belirtmek istesem de “gerek yok” deyip istememişti. Hazırladığım kitabın içerik olarak da pek doyurucu olmadığını tüm içtenliği ile söylemişti. Ben de gerekli açıklamayı yaparak, bunu bilincinde olduğumu, yine de bastıracağımı bildirmiştim.

YENER BALTA,

15 EKİM 2016

Hiç yorum yok: