YILLARIN SÜRÜCÜSÜ*
Şuna bak be... Gençliğimiz yollarda geçti. Bir Rize,
bir İstanbul... Mekik dokur gibi. Bir yere yazsaydım, bu kaçıncı seferim,
kağıtlar dolar taşardı...
Allaha şükür hiç kaza geçirmedim.
Aklından bu düşünceler geçer geçmez direksiyona tak tak vurdu. “Şeytanın
kulağına sağır olsun!” dedi. Şeytanın insanın mutluluğunu kıskanacağı inancı
ile içine bir korku düştü. Nedenini anlayamadığı bir burukluk duydu. Sonra eşi
ve çocukları gözünün önüne geldi.
Bugüne değin kaza geçirmemiş
olmasını kurallara uymasına bağladı. “Her şeyin bir yolu yordamı var!” dedi. “Adamlar
bu kuralları boşuna koymamışlar... Konulan bu kuralların hepsinin bir deneyim
sonucu olduğu inancına vardı. Bütün bu kurallar belki de acı bir olay sonucu
gerçeklik kazanmıştır.” dedi. Kurallara saygılı olduğu için, kuralların önemini
kavradığı için de gurur duydu kendinden. Eşine, çocuklarına kavuşmanın sevinci
ile kendine değer biçmiş olmanın sevinci bir araya gelince, bir türkü
mırıldanmaya başladı. Mutluluk dedikleri bu olmalıydı.
“Bu günkü yolu da bitirdik, bu yükü
de boşalttık mı, iş tamam... Bir an önce evime, eşime, çocuklarıma kavuşmak kalır
geriye. Mahalleye girerken bizim bakkaldan çocuklara birer tane gofret alırım.
Hanıma da bir şeyler almam lazımdı ama biraz elime para geçmeli...” diye
düşündü. “Çocuklar elime bakar, bir şey almazsam eli boş gidersem bana
küserler, çocukları küstürmek iyi bir babaya yakışmaz. Çocukları küstüreceksek
niçin yaşıyoruz bu dünyada...” diye kendi kendine söylenip duruyordu.
Mahalle girişindeki bakkaldan iki
tane gofret aldı. “Şu büyüğe, şu küçüğe” diyerek her ikisinin sevdiği neyse onu
aldı. Atladı yeniden kamyona. Yapacağı tek şey bundan sonra daracık sokaklarda
top oynayan çocukları kollamaktı. Yoksa Allah muhafaza...
Bu düşünceler içinde sokağın sonunda
ve bir meydanda bulunan evine gelmişti bile. Uzakta top oynayan kendi
çocuklarını da görmüştü. Çocuklarda babalarının yaklaşan kamyonunun sesini
duymuşlardı. Başlarını sese çevirdiklerinde babalarının kamyonu olduğunu görmüşlerdi.
Çok sevindiler... “Hey, babamın kamyonu!” diye bağırdı büyük çocuk. Küçük çocuk
da heyecanlanıp babasını çok özlediği için, babasının ona mutlaka sevdiği bir
şey getireceğinden emin, bir an önce kavuşmak için kamyonun geliş yönüne doğru
koşmaya başladı.
Baba, inanılmaz bir hızla kendine
doğru koşan evladını görmüştü fakat; iş işten geçmişti! Hızı yavaş olduğu halde
durmayı başaramadı. Sonuna kadar frene bassa da küt diye bir ses duydu. Kamyon
sanki taşa toslamış gibi bir ses çıktı. Kamyonu durdurdu, geriye doğru hızlıca
koştu...
Küçük oğlu sevecen gözlerle kendine
bakıyordu. Gözleri açık gitmişti. Açık gözlerinden sevgi pırıltıları sızıyordu.
Baba kendini yerden yere attı.
Ağladı, sızladı, dövündü... Duyduğu acının büyüklüğü altında ölmek istiyordu.
Olayı duyup gelen komşular elini ayağını tutup sakinleştirmeye çalışıyordu.
Karısı evden yalınayak fırlamıştı...
Kurallara uymak yetmiyordu. Şeytanın
kulağına kurşun akmıyordu. Kaderin bu kadarı da olur muydu? Bu sonuç için mi
çalışmıştı, bu sonuç için mi çocuklarını özlemişti?
Ne olurdu ki sanki çocuklarını
deliler gibi özlemeseydi. Ne olurdu ki sanki çocuğu telaşa kapılmasaydı. Kendisini
arabanın önüne atmasaydı.
Cebindeki gofreti çıkarıp, toplanan
komşularına göstererek, “gofreti ne de çok severdi” deyip, olduğu yere çökmüş
oğluna sarılmış, hüngür hüngür ağlıyordu.
29.3.1989*
YENER
BALTA
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder