27 Mart 2016 Pazar

TARÇIN UYUYOR!

TARÇIN UYUYOR!
Bu gün bir kez daha gözlerim doldu. Küçücük yavru bir köpeğin, sahibi olan çocuğu kapıda görmesindeki mutluluğa şahit olmuştum. Zıplamıyor neredeyse havada uçuyordu. Tarçın’da, beni kapıdan girer girmez aynen böyle karşılardı. Zıplardı, atlardı, sağa sola koşardı, kucağımda sevmemle, biraz sakinleşirdi.
            Tarçın için 12 Şubat günü bir türlü veremediğim kararı vermiştim. Bu karar uyutma işlemiydi!
Tarçın’la ilgili fazlaca yazı yazdım. Bu yazıyı da yazmadan edemedim.
16 yıl yaşamıştı. Artık çok yaşlanmıştı. Sperm torbasındaki büyümeye kanser denmişti. Oturup kalkamıyordu. İki basamaklı bahçeye inip tuvaletini yapıp çıkamıyordu. Kimi zaman bahçe kapısının açılmasını bile bekleyemeyip olduğu yere ihtiyacını gideriyordu. Zaman zaman da yatağını ıslatıyordu.
Geceleri inliyordu. Belli ki acısı çoktu. Yatağından kalkması zaman alıyordu. Sanırım ayakları uyuşuyordu. Bazen ayakta kımıldamadan durur, bazen de olduğu yere yığılırdı.
Ağzı çok kötü kokuyordu. Dişleri dökülmüştü. Artık öksüremiyordu bile... Küçücük bir şey de olsa yediğimizden verince kusuyordu.
Gözleri sık sık çapaklanıyor, şişiyordu. Göz damlalarıyla çare aradım.
Kulakları duymuyordu. Seslensek de bakmıyordu. Ancak yüksek sese tepki veriyordu. Bazen kapının açılan kısmını karıştırıp diğer tarafında beklediği oluyordu.
Kapı çalıp da biri geldiğinde can havliyle fırlayıp havlayan Tarçın, artık hiç oralı olmuyordu.
Tırnak dipleri hep kanamıştı. Tüylerinin canlılığı kalmamış, Tarçın artık sona yaklaşmıştı. Her an, bir şey olacak diye korkuyordum Tarçın’a...
O gün hiç aklımda yokken “bugün bu iş olmalı!” dedim. Bugün Tarçın için bu kararı verdim verdim, yoksa uzayıp gidecek, hayvan da çektiği acısıyla kalacaktı.
Veterineri telefonla aradım. Bir önceki görüşünde daha fazla gecikmememi, bir an önce uyutulması gerektiğini söylemişti.
Bir kez daha kararımın doğruluğunu kanıtlayacak şeyleri, sorularım karşısında onaylatmıştım. Uyutma işleminin maliyetini daha önce öğrenmiştim. Randevu almak istedim aynı güne. Gerek olmadığını söyledi. Hatta uygunsa hemen gelin demişti. Sonrasında Tarçın’ı alacaksak çarşaf tarzı bir örtü getirmemi, almayacaksak belediyeden araç çağıracağını, onun için vakitli gelmemizde yarar olduğunu söylemişti.
Tüm kararlılığımla hazırlanmıştım. Tarçın’ın eşyaları dönüşte beni üzecekti. Bundan emindim. Hiç birine dokunmadım. Yarım kalan maması, su kabı, minderi, oynamasa da ortalıkta duran topu...
Arabanın arka koltuğuna örtüsünü açtım. Ağır ağır pati adımlarıyla sağı solu işaretledi. Son bir kez uzaktan fotoğrafını çektim.
“Hadi gel, arabaya, gidiyoruz Tarçın...” dedim. Bu kelimeleri iyi bilir, çok severdi. Evde olmaktan sıkılır, arabayla, anneyle gideyim de... havasındaydı hep. Sanki sezinlemişti. O kadar isteksiz arabaya geldiğini hiç görmemiştim.
Arabaya biner binmez gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Vazgeçmeyecektim. Yol boyunca ağladım. Veterinerin yerine gelmiştik. Arka koltukta, araba durduğu anda ayağa fırlayan Tarçın, bu sefer derin bir uykudaydı. Okşayarak uyandırmış, kucağıma aldım. Sımsıkı sarıldım. Ona bu son sarılışımdı. Başından öptüm.
İçeri girdik. Veteriner buruk bir tebessümle karşıladı bizi. Yanındaki kadın “nesi var?” demiş olmalı ki, kadına doğru eğilerek sessizce “uyutma işlemi” demişti. Bunu duymak daha da duygulandırmıştı beni.
Tarçın’ı bir kez daha öptüm. Göz göze gelmemek için yüzüne hiç bakmadım. Bakışlarında hep bir anlam yakalardım!...
Metal sedyeye bırakıp, sessizce, “özür dilerim Tarçın, dostluğun için teşekkür ederim.” diyerek yanından ayrıldım.
Hıçkırarak ağlıyordum...

Yener Balta, 23 Mart 2016

10 Şubat 2016 Çarşamba

TARÇIN YAŞLANDI

TARÇIN YAŞLANDI

Koltuklara ve yatağıma çıkamadığı için sevinmiştim. Hem altına kaçırmaya başlamıştı, hem de kılı, tüyü, kokusu koltuk için hiç iyi olmuyordu. Tarçın artık yaşlanmış, yaş almıştı.

Babam bir gün bana; “yaşlılara neden ‘yaşlı’ denir, bilir misin?” diye sormuştu. Bilmediğimden kendisi açıklamıştı.
“Yaşlanan insanlar zamanla altlarını tutamazlar, dolayısıyla altlarına kaçırırlar, altları hep ıslak olduğundan yaşlı denir.” demişti.

İşte insanı, hayvanı aynıymış yaşlanınca... Bütün canlılar aşağı yukarı aynı sorunları yaşıyorlar. Tarçın da bu gerilemeyi gün gün gözlemliyorum. Yukarı bir yere atlayamayarak başladı ilk belirtiler. Bebekliğinde olduğu gibi altına kaçırıyor zaman zaman. Gezme ile bağlantılı olan tuvalet ihtiyacını eve de yapmaya başladı.

Tıpkı yaşlılar gibi, en çok da merdiven çıkamıyor. Ya çok yavaş çıkıyor, ya arada durup nefesleniyor, ya da kucağıma almam için durup bekliyor. Şu anda onu bile yapmıyor, çünkü artık merdiven inip çıkmalar kucakta yapılıyor. Birkaç kez merdivenden inerken yuvarlandığı da oldu. Neyse ki bir yerleri kırılmadı.

Artık sokakta uzun süre gezmiyor, kapının önüne çıkıp ihtiyacını giderip içeri giriyor. Şu zamanlar daha çok yatağında ve uyuyarak geçiriyor zamanı...

Ağzı dayanılmaz kokuyor, çok öksürüyor ve nefes almakta zorlanmaya başladı şu son zamanlarda...

En kötüsü de yaşlı erkek köpeklerde yaygın olan testislerinin büyümesi, şu ismi lazım olmayan hastalıktan sanırım... Acısı vardır eminim. Özellikle otururken olabildiğince yavaş bırakıyor kendini yere. Bazı geceler uykuda inliyor. Sıklıkla patilerini yalıyor, sanırım uyuşuyor. Bazen arka bacaklarının gücü kalmıyor, yığılıyor.

Uyutma işlemini bazı veterinerler önerse de bazıları yiyor, içiyor, uyuyor, tuvalete çıkıyorsa bırakın yaşasın diyor.

Tarçın Ocak ayında 17 yaşına girdi. Köpek yaşının uzatmalarında. Bazen bakışlarında bu cana nasıl kıyılır diye kendimi sorgular buluyorum. Bazen de acısını hissettiğimde gözlerimi kaçırırken yanlış mı yapıyorum bu kararda diye hesaplaşıyorum kendimle...
Verilmesi en zor karar!..

Bunca yıl varlığıyla bana dostluk eden Tarçın’ın yaşlanmasını da görmek varmış. Koca 16 yılımda hep benimle olan, onu rahatsızlandığında veterinere götürdüğümde duygusal anlar yaşamışımdır. Şu anda da göz yaşlarıma hakim olamıyorum.

Benim tatlı Tarçın’ım...


YENER BALTA, 7 ŞUBAT 2016

26 Ocak 2016 Salı

BÜYÜKLÜK!

BÜYÜKLÜK!

Ben küçükken, büyüklerim benim için çok büyüklerdi! Gözümde çok büyütürdüm onları. Onlar doğruyu bilirlerdi, hep doğrudan, iyiden yana olduklarını sanırdım. Her şeyin üstesinden gelirlerdi. Saygım sonsuzdu, öyle öğretilmişti.

Ben büyüyünce onların o kadar büyük olmadıklarını gördüm. Hatta bazılarından büyük olduğumu!..  Anne, baba, abla, amca, teyze, hala... tüm bu adlandırmalar, “benden büyüksün sana olan saygım sonsuzdur” anlamına geliyordu... Bu büyüklük, öğretilmiş ezberden öte bir şey değildi bence. Bu söylemlerle büyüklüklerini ve büyük olmayı bir üstünlük sanıyorlardı. Toplumun kural ve yaptırımları daha da saygınlığa dönüştürdü o kendini büyük sanan büyükleri!..

Abla, teyze, amca... dediğimde; “benden büyüksün, beni koruyan ve kollayansın, senin küçüğünüm” demiş oluyordum. Ben bunun farkındaydım, onlar farkında mıydı?

Şu anda ben de o büyük dediklerimin yaşındayım. Tek fark ben büyüklük nedir farkındayım!

Anne; Anneme anne demek, evet büyüklüktü, bana can verendi, bundan büyük ne olabilirdi ki, o sonsuz sevgi, unutulmaz tek koku, sımsıcak bir sarılış, kendinden bir parça, uykusuz geceler, çile, mücadele... Annem, en büyüğümün bir diğeriydi.

Babam benim için haktı, karardı, sınırsız bilgiydi, okumak, yazmak, öğretmekti. Sevgiydi, anlayıştı, sıcacık kucaktı, tatlı bir tebessümdü, üzerimde iki gözdü, o her şeydi benim için. Benim babam “BABA” dediğimde büyüklüğünün hep hakkını verendi.

Herkes böyle miydi peki? Eğitim sürecinde sayısız öğretmenlerim oldu. Birkaçı öyle büyüktüler ki saygım sonsuzdu. Büyüklükleri, öğrettikleriyle, örnek oluşlarıyla her zaman bende kalacaklardı. Fırsatım olsa o birkaçına cani gönülden tekrar “öğretmenim” diyerek teşekkür etmek isterim. Diğer bazı öğretmenler de bu adlandırmaya öyle güzel sinmişlerdi ki, ham kişilikleri ile sadece görev olarak orada bizlerin başındaydılar. Yine de sağ olsunlar...

Abla!.. Aynı kandan, aynı candan. Bunu ben iyi bilirim. Üç ablam var benim. Bir tek ben ablayı kullanırım. En küçük olduğumdandır belki de... Hani derler ya, "kardeş hayat demektir. Kimi zaman üzüldüğün anda karşında bulabilmektir!.." Yaşımız ilerledikçe aramızdaki yaş farkının kapandığını anladım! Hepimiz büyümüştük!..

 Ben yine de, yaşımız sekseni de bulsa abla demeyi tercih ederim her üçüne de...

Tanımadığımız birine bile hitap ederken abla, teyze, amca, dayı... dememiz, belki de bir nevi haksız ezber öğretiydi... İçimizde büyüttüğümüz aslında büyük olmayan büyüklerdi bunlar...

Bazen, o büyük bildiklerime verdiğim değerin henüz anlaşılmadığını anladım. Adlandırmaları adlarının yerine koyarak yanımda, içimde daha değerli kıldığımı anlamadıklarını anladım. Adlandırmalarla hitap ederken, “hala ben sizin küçüğünüzüm, korumanız kollamanız gerekmiyor mu?” sorumdan habersiz olduklarını anladım. Çata çat karşılarına alıp benimle çatışmak, alınmak, darılmak, kırılmak, hep haklı olmaları onların benden büyük olmadıklarının bir kanıtıydı.

Yaş olarak büyük olmak büyüklük için yetmiyordu. “Akıl yaşta değil baştaydı!”


YENER BALTA, 22 OCAK 2016

DOĞADA OLMAK – II

DOĞADA OLMAK – II

Kışı burada ilk defa hissettim. Kuzeydoğudan esen bir rüzgar çeşidi olan poyraz soğuğu getirmişti Deniz üzerinde küçük beyaz dalgalar sürekli birbirinin tekrarıydı. Burada, esen rüzgarlara da merak salmıştım. Zeytin ağaçlarının aynı yöne eğilmelerinin nedeni sert esen poyrazdan olsa gerekti.

Evde olmak hareketsiz olmaktı. Soğuk ve sert esen rüzgar yüzünden bir gün ara verdiğim yürüyüşüme bugün pek de aldırış etmeden çıkmıştım. Rüzgar biraz daha yumuşamıştı.

Denizi yukarıdan görüyordum.

Yeşil ile mavinin arasında yürürken önümde dans edercesine oradan oraya konan küçük, ürkek çıvgın sanki bana eşlik ediyordu. Yeşil topraktan fışkırmış, taşların arasından bile kendine yer bulmuştu. Kızılkuyruk daldan dala konarak doğanın renginde kaybolmuştu. Alakarga ağzında palamut ile bir anda önümde belirip palmiyenin gövdesine konmuştu. Martılara alışmıştım artık. Onlar tek ya da çoklu denizin üzerinde, özellikle balıkçı kayıklarının gözleyicisi, çığırtkanlarıydı hep...

Denizin kumsalla buluştuğu yerde küçük taşlar suya kapılmış bir ileri bir geri gidip geliyordu. Kumsalın bitiminde bodur zeytin ağaçları, uzun palmiyeler, okaliptüs ağaçları, palamutlar, zengin bitki örtüsüyle yeşilin bin bir tonu vardı.

Havanın kötülüğü herkesi eve kapatmıştı. Kumsalda bir tek ben vardım. Arada inşaat işçilerinin sesi geliyordu. Bir de denizin kıyıya her vuruşundaki yorucu ses. Bir gelip bir giden küçük dalgaların bıraktığı beyaz köpüklerin arasında deniz kabuklarını arayıp bulmak benim için hazine avcılığıydı. Bulduğum irili ufaklı deniz kabukları her defasında beni heyecanlandırıyordu. Her gördüğüm bu mucizevi taşları yerden almak için hiç üşenmiyordum.

O sürede denizin sesini duymaz olmuş orada kaybolmuştum. Birden tiz bir kuş ötüşü beni uyarmıştı. Sese doğru başımı kaldırmıştım. Palmiye ve okaliptüs ağacının karmaşasında, kendini bana göstermek istercesine seslenmiş, görebilmem için çıplak dala konmuştu. Birkaç kez tiz sesiyle ötmüş, baştan çıkaran renk cümbüşü tüyleriyle büyülemişti beni. O bir yalıçapkınıydı nede olsa! Pır deyip uçup gitmişti. Arkasından şaşkın bakakalmıştım.

Bugün doğa bana sürpriz yapmakta çok bonkördü. Buna çok isteyip de rastlayamadığım spiral deniz kabukları da dahildi. Bu kadar çok sayıda rastlamamın nedeni gece denizin dalgalı olmasından kaynaklanıyor olabilirdi. Tüm topladığım deniz kabuklarını ceplerime doldurmuştum. Bir çocuğun saf mutluluğuydu benim ceplerimdeki o an!..

Rüzgarın şiddeti beni yürümekten vazgeçirmemiş, doğada kaybolmayı sürdürmüştüm.


YENER BALTA, 25 OCAK 2016

14 Ocak 2016 Perşembe

DENİZDE OLMAK...

DENİZDE OLMAK...

Henüz gün ağarmamış, derinden gelen ezan sesi kulağıma değip geçmişti. Uyanmıştım, yatağımdan kalkmış perdeyi aralamıştım. Geç vakit denizin üzerinde gördüğüm sayısız ışık hala aynı yerlerinde mücevher ışıltısında parlıyordu. Oradaydılar! O derin karanlıkta pırıl pırıldılar...

Mevsim kıştı, balık mevsimi başlamıştı. Balıkçıların ekmek kapısı denizdi, balıktı, ağdı, soğuktu, emekti, çileydi... Evde gecenin yalnızlığında bırakılmış kadındı, çocuktu. Odun sobasının çıtırtısında  buharı tüten çaydanlıktı.

Parmaklarımın arasında o dokuyu hissetmenin şaşkınlığı ile onu önce tutmuş, sonra küçüklüğü karşısında kıyamayıp salmıştım denize. O bir anlık buluşmada doyamadığım güzelliğinden kendinden geriye pullarını bırakıp gitmişti. Canı için belki bir küçük teşekkürdü. Elimde daha önce hiç hissetmediğim bir dokuydu bu. Mini minnacık pullar elime yapışmıştı. Her minik pulcuk; beyazdı, pembeydi, sarıydı, yeşildi... Her rengin sedefiydi... Pırıl pırıl parlıyorlardı. Elimi birbirine sürtsem de elime yapışmış, çıkmıyorlardı. Taşların üzerinde yalpalayarak suya eğildim, bir iki minik çarpan dalgada elimi temizledim. Elimi burnuma götürdüm, kokusunu da bırakmıştı ardında...

Denizin kenarında olmak, kışı bahar gibi yaşamak, yıllardır masa başında çalışan ben kendimi hiç hissetmediğim kadar iyi hissettiriyordum. Oltaya balık takılınca buruk mutluluk yaşıyor, yerde rastladığım karınca yuvasına basmamak için sakınan ben o masumane cana kıyıyordum. Kıyıyor muydum?

Başımın hemen üzerinde, oltamı gözlediğim alanda yeni bir kuş görüyorum. Daha sonra adının Sumru olduğunu öğreniyorum. Sumru’nun avcılığını hayretler içerisinde izledim. O yükseklikte balığı görüp diklemesine suya öyle bir ustalıkla dalıyordu ki doğanın bu mucizesine hayran kaldım.

Deniz kenarında sabırla beklerken balık oltaya takılacak diye neler takılıyordu gözüme; suya paralel, değdi değecek mesafede işi varmışçasına denizin sonsuzluğunda gidip gelen karabataklar... Şimdi göç mevsimi onlar için. Denizin ve gökyüzünün birleştiği ufuk çizgisinde, aynı aralıklarla dizilmişçesine sayısız karabatağın bulundukları yeri terk ederken ki  halleri. İpe dizilmiş kara inci taneleri gibi... Dikkatli bakan gözlere bir armağan olabilir ancak bu nadir görüntü. Belki belgesel programlarının dışında görme imkanı bulamadığımız...

Doğa ile baş başa kalmak; gökyüzünün maviliğinde, bulutların yumuşaklığında, denizin kenarında, denizle olmak...

Yine akşam olmuştu. Herkes evinde, televizyonlarının başına çekilmişti. Karşımda, kör karanlığın tam ortasında denizle göğü ayıran kısımda, masal kahramanı korsanın sahip olduğu, koca bir sandık dolusu mücevherin ışıltıları gibi yarım ada ışıl ışıl parlıyordu. O ışıltılar, o karanlıkta göğün üzerinde puslu gökkuşağı renginde hare oluşturmuştu.

Balıkçı tekneleri, yeni bir gecenin başlangıcında sandıktan düşen birkaç değerli taş gibi koyu karalıkta parlıyorlardı.

Rastgele...


YENER BALTA, 13 OCAK 2016