8 Mayıs 2016 Pazar

Okumak, Yaşamın Sırrına Varmaktır!

Okumak, Yaşamın Sırrına Varmaktır!

Oktay Akbal 

Benim gibi kitaba sürgün bir yaşamı tercih eden biri için okumak bir ritüeldir. Bu yüzden kendimi bildim bileli hep bir kalabalık içinde yaşadım ve yaşıyorum da... Kimler var bu kalabalık içinde?
Kimler yok ki!
Dostoyevski'den Soljenitsin'e, Virginia Woolf'den Iris Mordoch'a, Goethe'den Günter Grass'a, Uşaklıgil'den Güntekin'e, Fatma Aliye Hanım'dan Ayşe Kulin'e, Şair Nigar'dan Gülten Akın'a, Sokrates'den Nietzsche'ye uzanan ve nicelerini de içine alan bu geniş dünyanın içinde yalnızlığın sözü mü olur?

Okuyarak edindiğimiz bu dostlar etrafımızda farkında olmadığımız bir hale oluşturur. Yaşama bakışımız, olaylara tepkimiz farklı bir anlam kazanır. Özgüvenimiz artar, karşımızdakine sevgi ve saygı ile yaklaşırız. Okumak, yaşam tecrübesiyle birleştiğinde ortaya çıkan "Bilge insan"dır. Bir toplumda bilge insanların çoğalması demek, o toplumun birbirine saygılı, hoş görülü, adil, dürüst, sevecen olması demektir. Böyle bir toplumdan üç kağıtçı, zorba, hırsız,uğursuz çıkmaz. Özetle, temiz bir toplum okuyan bireyler sayesinde oluşur.

Okudukça sivriliklerimizi köreltir, kendimizi yenileriz. Beynimizde, yüreğimizde biriktirdiklerimiz bize her insanın bir dünya olduğunu öğretir. Okumak, görünmeyen bir pencereden dışarı bakmaktır. Bakarken merak ederiz.Tanımak, bilmek,anlamak isteriz. Dünyaya, bilime, insana dair her şey satır aralarındaki yollarda saklıdır. Hangi yolda ne kadar yürüyeceğimize kendimiz karar veririz.

Mevlana, "Ey kardeşlerim! Sen fikir ve düşünceden ibaretsin.Senin varlığın bunlardandır. Geri kalan sinir ve kemiktir ki, onlar hayvanlarda da vardır" der. Fikir edinmek ve düşünmenin yolu "Bilmek"ten geçer. Bilmek de okumakla gerçekleşir. Okudukça bilir,bildikçe fikrimiz artar, fikrimiz arttıkça düşüncemiz gelişir. Dolayısıyla yalana, yanlışa, batıla inanmayız. Gerçeğin, iyinin,doğrunun, güzelin dünyasında varoluruz.

Okuyup da ne olacak? diyenlere en güzel yanıt,inadına okumak olmalıdır. Ancak bu sayede bizi Allah ile kandırmaya çalışanların iç yüzünü görür, yobazların, din tacirlerinin tuzaklarından korunuruz. Utanmazca dini kendi çıkarlarına alet edenlere karşı, kendimizi ve güzel dinimizi savunmak için tek çıkar yol elbette okumaktır.

Hala, "Okumak bana ne kazandırır?"diye soran varsa, "Okumakla insan olmayı kazanırız,gerçek insan olmayı..."*
Daha ne olsun?

* Oktay Akbal / Geçmişin İçinden say.172

3 Mayıs 2016 Salı

YOLDA YÜRÜRKEN

YOLDA YÜRÜRKEN
Yürüyordum! Tam iş yerimin olduğu sokağın başına gelmiştim ki, arkamdan;
            “Takdir ederim sizi!” diye bir erkek sesi işittim. 
Ne oluyordu? Durdum, dönüp arkama baktım.
“Yürürken kitap okuyorsunuz, taktire değer bir durum” dedi.
“Tebrik ediyorum sizi. Ne güzel, hayran kaldım yaptığınıza” dedi. Teşekkür ettim.
Aslında bu benim bulduğum bir şey değildi. Küçükken yaz akşamları, babamı işten geleceği saatte evimizin önündeki duvarda oturur beklerdim. Uzaktan görürdüm babamı, yavaş sakin adımlarla gelirdi. Kolunun altında çantası, tek elinde kıvırdığı kitabı, hep okurdu yürürken. Hatta bir keresinde başını fark etmediği ağaç dalına çarpmıştı. Hafif kanamıştı. Neyse ki bir şey olmamıştı babama... Bir keresinde de evi geçmiş çok sonra geçtiğini fark edip geri dönmüştü.
Babam için zaman kıymetiydi. Hala da kıymetli...
“Kitabı bitirmek üzereyim ve hatta tekrar başa döneceğim, merak içindeyim” dedim. Birazdan iş yerine girecek ve elimdeki işi devam edecektim. Kitap okumaya zaman ayıramazdım iş varken... Yolda yürürken neden okuduğumu açıklarcasına… 
“Ne güzel” diye yineledi.
“Ne okuyorsunuz?” diye çekinerek sordu. “Yazar olmak istiyorum” diyerek kitabın ön yüzünü gösterdim.
“Yazmaya çalışıyorum da” dedim.
“Ne yazıyorsunuz?” diye sordu. “Yazıyorum…” dedim, sözümü keserek,
“Kitap mı?”
            “Hayır, henüz değil, günlük tutmaktan öyküye geçtim.”
Çoğu kimsenin kitap okumadığı ile ilgili uzun uzun anlattı. Dinledim, hoş sohbetini…
“Kitap yazmış olsanız ben okurdum” dedi. Net ve hoş bir sesle, o anki hayranlığını belli ederek...
“Okuyun, okumak güzel…” dedi.
“Evet, çok haklısınız okumaya çalışıyorum” dedim.
“Dedikodu yok, huzurlusunuz, kafanız rahat...” diye de ekledi.
“Montaigne’nin, Denemeler kitabını öneririm size…” dedi.
“O benim başucu kitabım” dedim, gülümseyerek...
Ben de merak etmiştim, yolda kitap okumamla ilgilenen insanı.
“Siz ne işle uğraşıyorsunuz? diye sordum.
“Ben hastalığımdan dolayı askerlikten ayrıldım” dedi.
“Uzun zamandır tedavi görüyorum. Şu anda iyiyim ama, devam ilaçlara…” dedi.
Kitap okuyup, günde 1.5 saat yürüyormuş. Yüzünden hasta olduğu hemen anlaşılıyordu. Sarı, solgun yüzü tıraşsız, dişleri seyrelmiş ve olabildiğine sarıydı. Saçları beyazlamıştı. Üzerinde sıklıkla değiştirmediği her halinden anlaşılan gömlek ve kumaş pantolonu vardı. Görünüşü pek de derdi değil gibiydi.
“Askerlik, insan yapısına uygun değil bence, katı disiplin hakim…” demem, konuşmamızı noktalamıştı.
Başarılar diledi bana... İyi günler dileyerek ayrıldık. Gülümsemelerimiz yüzümüzde uzun bir süre kalarak...

10 EYLÜL 2008
YENER BALTA



11 Nisan 2016 Pazartesi

DOĞADA OLMAK III

DOĞADA OLMAK III

Baharın ilk müjdecisi erik ağacı... Budanmış seyrek dalları minik beyaz çiçeklerini saldı. Hava, her bahar olduğu gibi yanılttı yine bitkileri. Onlar mı aceleciydi, bahar mı?

Kırmızı gelincikler,
Mart deyince çıktılar kara topraktan,
Yeşile bürünen irili ufaklı bitkilerin arasından.
Kırmızısıyla kontrastı oldu yeşilin...

Niye gelinciğe “gelincik” demişler?
Öğrendim!

Mimozalar, sarsını sevdiğim. Hep annemi anımsatan!
Ya o beyaz papatyalar, çocukluğumdan kalan ilk çiçeğim.
Mor akasyalar, yapraksız dalında seyrine doyamadığım.
Kayısı ağacının pembe çiçekleri, saf umutlar...

Kelebekler yine iş başında!
Tüm zarifliğiyle beyaz, sarı kelebekler,
Zamana meydan okurcasına sakin...

Ya alakargaya ne demeli.
Yaz kış demeden ayrılmadı bizlerden.
Bahçedeki palamut ağacında dal bırakmadılar ki konsun.
Yuvasını dağıttılar...
Ah düşüncesiz insanlar...
Öksüz kaldı yavrucak...
Yine de yılmadı, buldu sağdan soldan palamudunu...

Her sabah yaptığım gibi bu sabah da, ilk bahçeye “günaydın” dedim. Ağaçları, denizi, toprağı, kuşları ve tüm beni kendine çekenleri selamladım.

Saksıda duran minik çiçek boy atmakta, topraktaki düzgün oyuk dikkatimi çekti birden. Gülümsedim! Alakarganın marifeti olsa gerek dedim içimden... Yine saklamış palamudunu hep yaptığı gibi. Çok tanık oldum saklısına...

Birkaç basamak indiğimde filizlenmiş palamudu elime aldım. Ne de şaşkınsın sen. Yoksa filizlenen palamudu yemiyor musun? dedim. Az ötede duran Alakargaya...
Bir tohumu elimde tutmanın ayrımını yaşadım. Yeni bir saksıya diktim, can suyunu da verdim, izleyeceğim...

Şeftali ağacının çiçeğe durmasını heyecanla bekledim. Pıtır pıtır patladılar bir bir... Sonra bombalar ardından... Sevinemedim. Bundan sonra her bahar şeftali çiçeği, masum canların gidişini anımsatacak bana, içim burkulacak...

Kuşlar bırakmadı bizi. Her sabah, her akşam ve aklıma geldikçe hemen biten yemlerini tamamladım. Alakarga, serçe gitmedi bahçemizden... Yenileri eklendi aralarına, ibibik uğradı gitti.  Kızıl Başlı Örümcek kuşunu ilk kez fotoğrafladım. Baştankara ötüşüyle büyülüyor her an. En çok istediğim şeyi, şeftali ağacının çıplak dalında, ardı sıra dizilmiş pembe çiçeğiyle doluyken, Büyük Baştankara’yı hem de çok yakınından fotoğraflamak... İnanılmaz bir güzellikte bir fotoğrafa sahip oldum. Karatavuk görünür oldu. Toprak havalansın deyip toprağı kaldırdıkça...

Serçelerin işlenmiş toprağın üzerindeki kum banyoları aklımı başımdan alıyor. Dişisini baştan çıkartmak için yapmadığı şey kalmıyor. Ötüyor, uçuyor, konuyor, dönüyor, kuyruk kanadını açıyor... Maskaralık yapıyor dişiye beğenilmek için. İzlemekten kendimi alamıyorum.

Toprağa tohum düşmeye görsün, hemen filizleniyor. Tabiata hasret, görmemişler gibiyim. Ne varsa ekesim geliyor toprağa... Havucundan, mısırına... Maydanoz, nane, sarımsak, salatalık, biber, patlıcan, kabak, domates, mısır, nohut, ay çekirdeği, patates... Hepsini büyük bir heyecanla bekliyor, izliyor, suluyorum.

Tuttuğumuz balığın kokusuna kapılıp geldi sokaktaki kedi... Balık bir yandan, kuşlar bir yandan baştan çıkarttı kediciği... Toprak, Mart ayı ile şu an çekiyor insanı. Deniz baş tacım, her zaman caydırıyor beni...

YENER BALTA,
10 NİSAN 2016



27 Mart 2016 Pazar

TARÇIN UYUYOR!

TARÇIN UYUYOR!
Bu gün bir kez daha gözlerim doldu. Küçücük yavru bir köpeğin, sahibi olan çocuğu kapıda görmesindeki mutluluğa şahit olmuştum. Zıplamıyor neredeyse havada uçuyordu. Tarçın’da, beni kapıdan girer girmez aynen böyle karşılardı. Zıplardı, atlardı, sağa sola koşardı, kucağımda sevmemle, biraz sakinleşirdi.
            Tarçın için 12 Şubat günü bir türlü veremediğim kararı vermiştim. Bu karar uyutma işlemiydi!
Tarçın’la ilgili fazlaca yazı yazdım. Bu yazıyı da yazmadan edemedim.
16 yıl yaşamıştı. Artık çok yaşlanmıştı. Sperm torbasındaki büyümeye kanser denmişti. Oturup kalkamıyordu. İki basamaklı bahçeye inip tuvaletini yapıp çıkamıyordu. Kimi zaman bahçe kapısının açılmasını bile bekleyemeyip olduğu yere ihtiyacını gideriyordu. Zaman zaman da yatağını ıslatıyordu.
Geceleri inliyordu. Belli ki acısı çoktu. Yatağından kalkması zaman alıyordu. Sanırım ayakları uyuşuyordu. Bazen ayakta kımıldamadan durur, bazen de olduğu yere yığılırdı.
Ağzı çok kötü kokuyordu. Dişleri dökülmüştü. Artık öksüremiyordu bile... Küçücük bir şey de olsa yediğimizden verince kusuyordu.
Gözleri sık sık çapaklanıyor, şişiyordu. Göz damlalarıyla çare aradım.
Kulakları duymuyordu. Seslensek de bakmıyordu. Ancak yüksek sese tepki veriyordu. Bazen kapının açılan kısmını karıştırıp diğer tarafında beklediği oluyordu.
Kapı çalıp da biri geldiğinde can havliyle fırlayıp havlayan Tarçın, artık hiç oralı olmuyordu.
Tırnak dipleri hep kanamıştı. Tüylerinin canlılığı kalmamış, Tarçın artık sona yaklaşmıştı. Her an, bir şey olacak diye korkuyordum Tarçın’a...
O gün hiç aklımda yokken “bugün bu iş olmalı!” dedim. Bugün Tarçın için bu kararı verdim verdim, yoksa uzayıp gidecek, hayvan da çektiği acısıyla kalacaktı.
Veterineri telefonla aradım. Bir önceki görüşünde daha fazla gecikmememi, bir an önce uyutulması gerektiğini söylemişti.
Bir kez daha kararımın doğruluğunu kanıtlayacak şeyleri, sorularım karşısında onaylatmıştım. Uyutma işleminin maliyetini daha önce öğrenmiştim. Randevu almak istedim aynı güne. Gerek olmadığını söyledi. Hatta uygunsa hemen gelin demişti. Sonrasında Tarçın’ı alacaksak çarşaf tarzı bir örtü getirmemi, almayacaksak belediyeden araç çağıracağını, onun için vakitli gelmemizde yarar olduğunu söylemişti.
Tüm kararlılığımla hazırlanmıştım. Tarçın’ın eşyaları dönüşte beni üzecekti. Bundan emindim. Hiç birine dokunmadım. Yarım kalan maması, su kabı, minderi, oynamasa da ortalıkta duran topu...
Arabanın arka koltuğuna örtüsünü açtım. Ağır ağır pati adımlarıyla sağı solu işaretledi. Son bir kez uzaktan fotoğrafını çektim.
“Hadi gel, arabaya, gidiyoruz Tarçın...” dedim. Bu kelimeleri iyi bilir, çok severdi. Evde olmaktan sıkılır, arabayla, anneyle gideyim de... havasındaydı hep. Sanki sezinlemişti. O kadar isteksiz arabaya geldiğini hiç görmemiştim.
Arabaya biner binmez gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Vazgeçmeyecektim. Yol boyunca ağladım. Veterinerin yerine gelmiştik. Arka koltukta, araba durduğu anda ayağa fırlayan Tarçın, bu sefer derin bir uykudaydı. Okşayarak uyandırmış, kucağıma aldım. Sımsıkı sarıldım. Ona bu son sarılışımdı. Başından öptüm.
İçeri girdik. Veteriner buruk bir tebessümle karşıladı bizi. Yanındaki kadın “nesi var?” demiş olmalı ki, kadına doğru eğilerek sessizce “uyutma işlemi” demişti. Bunu duymak daha da duygulandırmıştı beni.
Tarçın’ı bir kez daha öptüm. Göz göze gelmemek için yüzüne hiç bakmadım. Bakışlarında hep bir anlam yakalardım!...
Metal sedyeye bırakıp, sessizce, “özür dilerim Tarçın, dostluğun için teşekkür ederim.” diyerek yanından ayrıldım.
Hıçkırarak ağlıyordum...

Yener Balta, 23 Mart 2016

10 Şubat 2016 Çarşamba

TARÇIN YAŞLANDI

TARÇIN YAŞLANDI

Koltuklara ve yatağıma çıkamadığı için sevinmiştim. Hem altına kaçırmaya başlamıştı, hem de kılı, tüyü, kokusu koltuk için hiç iyi olmuyordu. Tarçın artık yaşlanmış, yaş almıştı.

Babam bir gün bana; “yaşlılara neden ‘yaşlı’ denir, bilir misin?” diye sormuştu. Bilmediğimden kendisi açıklamıştı.
“Yaşlanan insanlar zamanla altlarını tutamazlar, dolayısıyla altlarına kaçırırlar, altları hep ıslak olduğundan yaşlı denir.” demişti.

İşte insanı, hayvanı aynıymış yaşlanınca... Bütün canlılar aşağı yukarı aynı sorunları yaşıyorlar. Tarçın da bu gerilemeyi gün gün gözlemliyorum. Yukarı bir yere atlayamayarak başladı ilk belirtiler. Bebekliğinde olduğu gibi altına kaçırıyor zaman zaman. Gezme ile bağlantılı olan tuvalet ihtiyacını eve de yapmaya başladı.

Tıpkı yaşlılar gibi, en çok da merdiven çıkamıyor. Ya çok yavaş çıkıyor, ya arada durup nefesleniyor, ya da kucağıma almam için durup bekliyor. Şu anda onu bile yapmıyor, çünkü artık merdiven inip çıkmalar kucakta yapılıyor. Birkaç kez merdivenden inerken yuvarlandığı da oldu. Neyse ki bir yerleri kırılmadı.

Artık sokakta uzun süre gezmiyor, kapının önüne çıkıp ihtiyacını giderip içeri giriyor. Şu zamanlar daha çok yatağında ve uyuyarak geçiriyor zamanı...

Ağzı dayanılmaz kokuyor, çok öksürüyor ve nefes almakta zorlanmaya başladı şu son zamanlarda...

En kötüsü de yaşlı erkek köpeklerde yaygın olan testislerinin büyümesi, şu ismi lazım olmayan hastalıktan sanırım... Acısı vardır eminim. Özellikle otururken olabildiğince yavaş bırakıyor kendini yere. Bazı geceler uykuda inliyor. Sıklıkla patilerini yalıyor, sanırım uyuşuyor. Bazen arka bacaklarının gücü kalmıyor, yığılıyor.

Uyutma işlemini bazı veterinerler önerse de bazıları yiyor, içiyor, uyuyor, tuvalete çıkıyorsa bırakın yaşasın diyor.

Tarçın Ocak ayında 17 yaşına girdi. Köpek yaşının uzatmalarında. Bazen bakışlarında bu cana nasıl kıyılır diye kendimi sorgular buluyorum. Bazen de acısını hissettiğimde gözlerimi kaçırırken yanlış mı yapıyorum bu kararda diye hesaplaşıyorum kendimle...
Verilmesi en zor karar!..

Bunca yıl varlığıyla bana dostluk eden Tarçın’ın yaşlanmasını da görmek varmış. Koca 16 yılımda hep benimle olan, onu rahatsızlandığında veterinere götürdüğümde duygusal anlar yaşamışımdır. Şu anda da göz yaşlarıma hakim olamıyorum.

Benim tatlı Tarçın’ım...


YENER BALTA, 7 ŞUBAT 2016