22 Mayıs 2016 Pazar

YOLA DÜŞEN YAZILAR

  YOLA DÜŞEN YAZILAR

Bu gün postacıdan bir zarf aldım. Gönderen ve alıcı kısmındaki adres siyah mürekkepli dolma kalemle, kuyruklu el yazısı ile yazılmıştı. Klasik zarfın üzerinde çok güzel duruyordu. Pul yerine damgası, taahhütlü olmasından dolayı uzun bir barkodu olsa da... Teknoloji eskiyi özel kılıyor.

Bir önceki gelişiyle postacı beni bildiğinden kimlik istememişti. İmzalayıp teşekkür ettim. Elime aldığımda duygulandım. Bu babamın arkadaşlarından gelecek olan bir yazıydı. Zarfı masaya bırakıp uzunca seyrettim. Babam yaş grubunun bazıları henüz teknoloji ile buluşmamış olduklarından kendi el yazılarıyla babam için, babamın gidişinin ardından söylenenleri kitapta birleştireceğimiz için düşüncelerini bir bir yolluyorlardı.

Altı ay gibi bir süredir, bu iş ile yoğun bir şekilde ilgileniyorum. İlk olarak bende ekli olan telefon numaralarına mesaj yolladım. Telefonu olmayıp mail adresi olanlara da ayrıca yollayarak şöyle duyurdum; “Merhaba, Babam Av. Hayri Balta için, ardından yazılanları bir kitapta toplamayı düşündük. İlk gidişinin ardından yazılanları bir araya getirdik. Eğer sizler de bir şeyler yazmak isterseniz, oluşturacağımız kitapta yayınlayacağız. Yazmış olanlar için teşekkür eder, yazacak olanlara adresim... Şimdiden teşekkür ederim.” diye yazmıştım.

İlk mesajı yollar yollamaz arayıp konuşanlar oldu, memnuniyetle yazacaklarını bildirip, bunun için ne kadar sürelerinin olduğunu sordular. Kimisi yazsını yollayıp teşekkür etti. Kimisi iyi bir şey yaptığımızı vurgulayarak taktir etti. Kimi mesajı almamış gibi sessiz kaldı. Ne aradı, ne yazdı, ne sordu... Benim iletmeyip, iletmiş olduklarımdan duyarak yazmak istemiş olanlar da yollamışlardı, aramadan sormadan... Kimisi duyurmadığım kişilere bizzat benim duyurmamı isteyip kasıt olup olmadığı sorguladı. (O kişi de dikkate alıp yazmak bir yana, yanıtlamadı bile!) Kimileri “benim fikrim bana kalsın” deyip anlam veremediğim bir savunmaya geçti. Kimisi de; “yazamam çünkü, hangi birini yazayım, beni ben yapan kişiyi nasıl yazıya dökeyim!” diyerek bu söylemiyle bile diyeceğini çok derinden demişti. Kimisi hasta yatağında el yazısıyla yazıp, yazısının fotoğrafını çekip ulaştırmıştı. Kimisi, “ben öyle çok şey yazmak isterim ki bunu içinden çıkamam, size kendisiyle yazışmalarımız olan iletileri yollayayım, oradan istediğinizi alabilirsiniz” demişti. Kimisi sağlığından dolayı yazamayacağını, ama bir kitabında Bilge kişiyi anılarında yazdığını, hatta işin içinden kolay çıkayım diye, sayfa numaralarını başa yazıp, olan bölümleri sayfada belirterek kitabını imzalayıp yollamıştı. O kişi de bir başkasından duyup anılarını paylaşmak isteyenlerdendi. Bu kitapta ki bölüm öyle okunası ki!.. Duygusu olanı etkileyecek nitelikte. Ulaşamadığım kişilere, ulaştığım kişilerden yardım isteyerek onların da diyecekleri olabileceğini düşünmüştüm, sağ olsunlar ilettiler...

Bu kitabı hazırlamanın doğru bir karar olduğunu, gelen ya da gelecek olan yazılardan anlamıştım.

Gelen yazılar beni öyle duygulandırıyor ki, bazı satırlarda göz yaşlarımı tutamıyordum. En içten duygularla ancak bu kadar güzel ifade edilir bir kişi... Bu kadar mı insanlara ışık, yol gösterici olunur... Hayranlıklarını; bilgeliğini, sonsuza kadar eserlerini yaşatacaklarını, azmini, prensipli oluşunu, kara gün dostu oluşunu, daha nice oluşunu vurgulayarak belirtmişlerdi. Babamla ilgili, babamı tanıyan ve bilenlerden duyduğum onca güzel sözler bir nevi yazıyla sonsuz olacak bu kitapta...

Babamla ilgili sadece bir olumsuz söylenti kulağıma gelmişti. Bunu bizimle paylaşmak istemiş olmalı ki,  “Dinliler tarafından dinsiz, dinsizler tarafından dinli” olarak bilinen babam henüz o kişiler tarafından anlaşılmamış, hem de aynı candan, aynı kandan, ataları hatta tanrıları olarak bildikleri babamı, bu kişiler söylemlerini olumsuz olarak dillendirilmişti. Söyleyen kişi babamı tanımasa da karşı olumsuz söyleyenlerin, olumsuzluğu karşısında babamı olumlu anlamıştı.

Aynı kandan, aynı candan olumsuz kişiler, “Hayri Balta dinsizdir!” diyerek kötülemeye çalışmış, bunu benimle paylaşan kişi bile burada söylenen tersliği anlamıştı. “Tanımadığım bir insanın, dinli ya da dinsiz oluşu beni o kadarda ilgilendirmiyor!” demiş, ısrarcı olmalarından rahatsız olmuştu.

“Siz hiç trilyonlardan vazgeçer misiniz?” diye sormuş, “Dinsiz adam trilyonlardan vazgeçmez!” deyip sorduğu soruyu kendisi cevaplamış, “Ben geçmem, geçeni de zannetmem. Ama Hayri Balta vazgeçmiş. Hem de bir kuruşuna bile dokunmadan, yaşarken çocuklarına bırakmış. Sorarım size; bu insan dinsiz olabilir mi? Kendisini tanımam, keşke tanısaydım. Bu kadar mal varlığından vazgeçen bir insanı tanımak isterdim. Bu insanlar aynı kandan olamaz, bu işte bir terslik var! “ diyerek aklının almadığını söylemişti.

“Dini para olan bu insanlar, Hayri Balta için bunu söyleyip, benim oruçlu olduğum bir dönemde benimle alay edip, ağzıma lokma tıkmaya çalıştılar. Allah’ın varlığı ile alay ettiler, yokluğu için ikna etmeye çalıştılar, vazgeçmemi söylediler...” Ve eklemişti;
“Asıl dinsiz kendileri...”
...
Bu kitabın çok güzel olacağını düşünüyorum. Babamın kitapta yer alan düşünceler karşısında daha da merak edilip okunacağını...

Babama kitaplarında ve yazılarında eşlik ettiğim için az çok taktir edildiğinde söylenenleri, yazılanları bilirim. Bunu duymak beni gururlandırırdı. Hatta, “S.S.S.” adlı kitabında “Sevenler, Soranlar, Sövenler” olarak isimlendirmiş, sonrasında da  internetten bir okuru; “Aşağılık Maymun” diyerek sövmüş ve bu yazışmaları tek tek açıklayarak, yeri geldiğinde kaynağına dayanarak bildirmiş, saygısızlığın karşısında saygısıyla, öyle güzel yanıtlamıştı ki... Bu söven kişi özür dilemiş ve fikirlerinin karşısında saygı ile eğilmişti... Bu da aynı isimle babamın kitaplarından biri olmuştu. Bu da ayrı bir meziyet olsa gerek!...

Bunlar şu an benim aklıma gelenler. Böyle bir değerin kızı olmak gurur verici... Bu değeri, bu hazırladığımız kitapla belki de, babamın eserleri için yaymada daha da yol açacak.

Babamın bir gün bana; “Gün gelecek, benim fikirlerim için kapınız çalacak!” demesi, bunu o kadar emin olarak söylemiş olması beni mutlu etmişti. “Ve bunlardan çok para kazanacaksınız!” diye de eklemişti.

Bu kendinden emin, mütevazi konuşmasıyla, ileriyi görmede hiç yanılmayan babamın, inancında haklı olduğunu gün gelecek göreceğiz.

Ben bu yolda varım!..

17 Mayıs 2016

YENER BALTA

8 Mayıs 2016 Pazar

Okumak, Yaşamın Sırrına Varmaktır!

Okumak, Yaşamın Sırrına Varmaktır!

Oktay Akbal 

Benim gibi kitaba sürgün bir yaşamı tercih eden biri için okumak bir ritüeldir. Bu yüzden kendimi bildim bileli hep bir kalabalık içinde yaşadım ve yaşıyorum da... Kimler var bu kalabalık içinde?
Kimler yok ki!
Dostoyevski'den Soljenitsin'e, Virginia Woolf'den Iris Mordoch'a, Goethe'den Günter Grass'a, Uşaklıgil'den Güntekin'e, Fatma Aliye Hanım'dan Ayşe Kulin'e, Şair Nigar'dan Gülten Akın'a, Sokrates'den Nietzsche'ye uzanan ve nicelerini de içine alan bu geniş dünyanın içinde yalnızlığın sözü mü olur?

Okuyarak edindiğimiz bu dostlar etrafımızda farkında olmadığımız bir hale oluşturur. Yaşama bakışımız, olaylara tepkimiz farklı bir anlam kazanır. Özgüvenimiz artar, karşımızdakine sevgi ve saygı ile yaklaşırız. Okumak, yaşam tecrübesiyle birleştiğinde ortaya çıkan "Bilge insan"dır. Bir toplumda bilge insanların çoğalması demek, o toplumun birbirine saygılı, hoş görülü, adil, dürüst, sevecen olması demektir. Böyle bir toplumdan üç kağıtçı, zorba, hırsız,uğursuz çıkmaz. Özetle, temiz bir toplum okuyan bireyler sayesinde oluşur.

Okudukça sivriliklerimizi köreltir, kendimizi yenileriz. Beynimizde, yüreğimizde biriktirdiklerimiz bize her insanın bir dünya olduğunu öğretir. Okumak, görünmeyen bir pencereden dışarı bakmaktır. Bakarken merak ederiz.Tanımak, bilmek,anlamak isteriz. Dünyaya, bilime, insana dair her şey satır aralarındaki yollarda saklıdır. Hangi yolda ne kadar yürüyeceğimize kendimiz karar veririz.

Mevlana, "Ey kardeşlerim! Sen fikir ve düşünceden ibaretsin.Senin varlığın bunlardandır. Geri kalan sinir ve kemiktir ki, onlar hayvanlarda da vardır" der. Fikir edinmek ve düşünmenin yolu "Bilmek"ten geçer. Bilmek de okumakla gerçekleşir. Okudukça bilir,bildikçe fikrimiz artar, fikrimiz arttıkça düşüncemiz gelişir. Dolayısıyla yalana, yanlışa, batıla inanmayız. Gerçeğin, iyinin,doğrunun, güzelin dünyasında varoluruz.

Okuyup da ne olacak? diyenlere en güzel yanıt,inadına okumak olmalıdır. Ancak bu sayede bizi Allah ile kandırmaya çalışanların iç yüzünü görür, yobazların, din tacirlerinin tuzaklarından korunuruz. Utanmazca dini kendi çıkarlarına alet edenlere karşı, kendimizi ve güzel dinimizi savunmak için tek çıkar yol elbette okumaktır.

Hala, "Okumak bana ne kazandırır?"diye soran varsa, "Okumakla insan olmayı kazanırız,gerçek insan olmayı..."*
Daha ne olsun?

* Oktay Akbal / Geçmişin İçinden say.172

3 Mayıs 2016 Salı

YOLDA YÜRÜRKEN

YOLDA YÜRÜRKEN
Yürüyordum! Tam iş yerimin olduğu sokağın başına gelmiştim ki, arkamdan;
            “Takdir ederim sizi!” diye bir erkek sesi işittim. 
Ne oluyordu? Durdum, dönüp arkama baktım.
“Yürürken kitap okuyorsunuz, taktire değer bir durum” dedi.
“Tebrik ediyorum sizi. Ne güzel, hayran kaldım yaptığınıza” dedi. Teşekkür ettim.
Aslında bu benim bulduğum bir şey değildi. Küçükken yaz akşamları, babamı işten geleceği saatte evimizin önündeki duvarda oturur beklerdim. Uzaktan görürdüm babamı, yavaş sakin adımlarla gelirdi. Kolunun altında çantası, tek elinde kıvırdığı kitabı, hep okurdu yürürken. Hatta bir keresinde başını fark etmediği ağaç dalına çarpmıştı. Hafif kanamıştı. Neyse ki bir şey olmamıştı babama... Bir keresinde de evi geçmiş çok sonra geçtiğini fark edip geri dönmüştü.
Babam için zaman kıymetiydi. Hala da kıymetli...
“Kitabı bitirmek üzereyim ve hatta tekrar başa döneceğim, merak içindeyim” dedim. Birazdan iş yerine girecek ve elimdeki işi devam edecektim. Kitap okumaya zaman ayıramazdım iş varken... Yolda yürürken neden okuduğumu açıklarcasına… 
“Ne güzel” diye yineledi.
“Ne okuyorsunuz?” diye çekinerek sordu. “Yazar olmak istiyorum” diyerek kitabın ön yüzünü gösterdim.
“Yazmaya çalışıyorum da” dedim.
“Ne yazıyorsunuz?” diye sordu. “Yazıyorum…” dedim, sözümü keserek,
“Kitap mı?”
            “Hayır, henüz değil, günlük tutmaktan öyküye geçtim.”
Çoğu kimsenin kitap okumadığı ile ilgili uzun uzun anlattı. Dinledim, hoş sohbetini…
“Kitap yazmış olsanız ben okurdum” dedi. Net ve hoş bir sesle, o anki hayranlığını belli ederek...
“Okuyun, okumak güzel…” dedi.
“Evet, çok haklısınız okumaya çalışıyorum” dedim.
“Dedikodu yok, huzurlusunuz, kafanız rahat...” diye de ekledi.
“Montaigne’nin, Denemeler kitabını öneririm size…” dedi.
“O benim başucu kitabım” dedim, gülümseyerek...
Ben de merak etmiştim, yolda kitap okumamla ilgilenen insanı.
“Siz ne işle uğraşıyorsunuz? diye sordum.
“Ben hastalığımdan dolayı askerlikten ayrıldım” dedi.
“Uzun zamandır tedavi görüyorum. Şu anda iyiyim ama, devam ilaçlara…” dedi.
Kitap okuyup, günde 1.5 saat yürüyormuş. Yüzünden hasta olduğu hemen anlaşılıyordu. Sarı, solgun yüzü tıraşsız, dişleri seyrelmiş ve olabildiğine sarıydı. Saçları beyazlamıştı. Üzerinde sıklıkla değiştirmediği her halinden anlaşılan gömlek ve kumaş pantolonu vardı. Görünüşü pek de derdi değil gibiydi.
“Askerlik, insan yapısına uygun değil bence, katı disiplin hakim…” demem, konuşmamızı noktalamıştı.
Başarılar diledi bana... İyi günler dileyerek ayrıldık. Gülümsemelerimiz yüzümüzde uzun bir süre kalarak...

10 EYLÜL 2008
YENER BALTA



11 Nisan 2016 Pazartesi

DOĞADA OLMAK III

DOĞADA OLMAK III

Baharın ilk müjdecisi erik ağacı... Budanmış seyrek dalları minik beyaz çiçeklerini saldı. Hava, her bahar olduğu gibi yanılttı yine bitkileri. Onlar mı aceleciydi, bahar mı?

Kırmızı gelincikler,
Mart deyince çıktılar kara topraktan,
Yeşile bürünen irili ufaklı bitkilerin arasından.
Kırmızısıyla kontrastı oldu yeşilin...

Niye gelinciğe “gelincik” demişler?
Öğrendim!

Mimozalar, sarsını sevdiğim. Hep annemi anımsatan!
Ya o beyaz papatyalar, çocukluğumdan kalan ilk çiçeğim.
Mor akasyalar, yapraksız dalında seyrine doyamadığım.
Kayısı ağacının pembe çiçekleri, saf umutlar...

Kelebekler yine iş başında!
Tüm zarifliğiyle beyaz, sarı kelebekler,
Zamana meydan okurcasına sakin...

Ya alakargaya ne demeli.
Yaz kış demeden ayrılmadı bizlerden.
Bahçedeki palamut ağacında dal bırakmadılar ki konsun.
Yuvasını dağıttılar...
Ah düşüncesiz insanlar...
Öksüz kaldı yavrucak...
Yine de yılmadı, buldu sağdan soldan palamudunu...

Her sabah yaptığım gibi bu sabah da, ilk bahçeye “günaydın” dedim. Ağaçları, denizi, toprağı, kuşları ve tüm beni kendine çekenleri selamladım.

Saksıda duran minik çiçek boy atmakta, topraktaki düzgün oyuk dikkatimi çekti birden. Gülümsedim! Alakarganın marifeti olsa gerek dedim içimden... Yine saklamış palamudunu hep yaptığı gibi. Çok tanık oldum saklısına...

Birkaç basamak indiğimde filizlenmiş palamudu elime aldım. Ne de şaşkınsın sen. Yoksa filizlenen palamudu yemiyor musun? dedim. Az ötede duran Alakargaya...
Bir tohumu elimde tutmanın ayrımını yaşadım. Yeni bir saksıya diktim, can suyunu da verdim, izleyeceğim...

Şeftali ağacının çiçeğe durmasını heyecanla bekledim. Pıtır pıtır patladılar bir bir... Sonra bombalar ardından... Sevinemedim. Bundan sonra her bahar şeftali çiçeği, masum canların gidişini anımsatacak bana, içim burkulacak...

Kuşlar bırakmadı bizi. Her sabah, her akşam ve aklıma geldikçe hemen biten yemlerini tamamladım. Alakarga, serçe gitmedi bahçemizden... Yenileri eklendi aralarına, ibibik uğradı gitti.  Kızıl Başlı Örümcek kuşunu ilk kez fotoğrafladım. Baştankara ötüşüyle büyülüyor her an. En çok istediğim şeyi, şeftali ağacının çıplak dalında, ardı sıra dizilmiş pembe çiçeğiyle doluyken, Büyük Baştankara’yı hem de çok yakınından fotoğraflamak... İnanılmaz bir güzellikte bir fotoğrafa sahip oldum. Karatavuk görünür oldu. Toprak havalansın deyip toprağı kaldırdıkça...

Serçelerin işlenmiş toprağın üzerindeki kum banyoları aklımı başımdan alıyor. Dişisini baştan çıkartmak için yapmadığı şey kalmıyor. Ötüyor, uçuyor, konuyor, dönüyor, kuyruk kanadını açıyor... Maskaralık yapıyor dişiye beğenilmek için. İzlemekten kendimi alamıyorum.

Toprağa tohum düşmeye görsün, hemen filizleniyor. Tabiata hasret, görmemişler gibiyim. Ne varsa ekesim geliyor toprağa... Havucundan, mısırına... Maydanoz, nane, sarımsak, salatalık, biber, patlıcan, kabak, domates, mısır, nohut, ay çekirdeği, patates... Hepsini büyük bir heyecanla bekliyor, izliyor, suluyorum.

Tuttuğumuz balığın kokusuna kapılıp geldi sokaktaki kedi... Balık bir yandan, kuşlar bir yandan baştan çıkarttı kediciği... Toprak, Mart ayı ile şu an çekiyor insanı. Deniz baş tacım, her zaman caydırıyor beni...

YENER BALTA,
10 NİSAN 2016



27 Mart 2016 Pazar

TARÇIN UYUYOR!

TARÇIN UYUYOR!
Bu gün bir kez daha gözlerim doldu. Küçücük yavru bir köpeğin, sahibi olan çocuğu kapıda görmesindeki mutluluğa şahit olmuştum. Zıplamıyor neredeyse havada uçuyordu. Tarçın’da, beni kapıdan girer girmez aynen böyle karşılardı. Zıplardı, atlardı, sağa sola koşardı, kucağımda sevmemle, biraz sakinleşirdi.
            Tarçın için 12 Şubat günü bir türlü veremediğim kararı vermiştim. Bu karar uyutma işlemiydi!
Tarçın’la ilgili fazlaca yazı yazdım. Bu yazıyı da yazmadan edemedim.
16 yıl yaşamıştı. Artık çok yaşlanmıştı. Sperm torbasındaki büyümeye kanser denmişti. Oturup kalkamıyordu. İki basamaklı bahçeye inip tuvaletini yapıp çıkamıyordu. Kimi zaman bahçe kapısının açılmasını bile bekleyemeyip olduğu yere ihtiyacını gideriyordu. Zaman zaman da yatağını ıslatıyordu.
Geceleri inliyordu. Belli ki acısı çoktu. Yatağından kalkması zaman alıyordu. Sanırım ayakları uyuşuyordu. Bazen ayakta kımıldamadan durur, bazen de olduğu yere yığılırdı.
Ağzı çok kötü kokuyordu. Dişleri dökülmüştü. Artık öksüremiyordu bile... Küçücük bir şey de olsa yediğimizden verince kusuyordu.
Gözleri sık sık çapaklanıyor, şişiyordu. Göz damlalarıyla çare aradım.
Kulakları duymuyordu. Seslensek de bakmıyordu. Ancak yüksek sese tepki veriyordu. Bazen kapının açılan kısmını karıştırıp diğer tarafında beklediği oluyordu.
Kapı çalıp da biri geldiğinde can havliyle fırlayıp havlayan Tarçın, artık hiç oralı olmuyordu.
Tırnak dipleri hep kanamıştı. Tüylerinin canlılığı kalmamış, Tarçın artık sona yaklaşmıştı. Her an, bir şey olacak diye korkuyordum Tarçın’a...
O gün hiç aklımda yokken “bugün bu iş olmalı!” dedim. Bugün Tarçın için bu kararı verdim verdim, yoksa uzayıp gidecek, hayvan da çektiği acısıyla kalacaktı.
Veterineri telefonla aradım. Bir önceki görüşünde daha fazla gecikmememi, bir an önce uyutulması gerektiğini söylemişti.
Bir kez daha kararımın doğruluğunu kanıtlayacak şeyleri, sorularım karşısında onaylatmıştım. Uyutma işleminin maliyetini daha önce öğrenmiştim. Randevu almak istedim aynı güne. Gerek olmadığını söyledi. Hatta uygunsa hemen gelin demişti. Sonrasında Tarçın’ı alacaksak çarşaf tarzı bir örtü getirmemi, almayacaksak belediyeden araç çağıracağını, onun için vakitli gelmemizde yarar olduğunu söylemişti.
Tüm kararlılığımla hazırlanmıştım. Tarçın’ın eşyaları dönüşte beni üzecekti. Bundan emindim. Hiç birine dokunmadım. Yarım kalan maması, su kabı, minderi, oynamasa da ortalıkta duran topu...
Arabanın arka koltuğuna örtüsünü açtım. Ağır ağır pati adımlarıyla sağı solu işaretledi. Son bir kez uzaktan fotoğrafını çektim.
“Hadi gel, arabaya, gidiyoruz Tarçın...” dedim. Bu kelimeleri iyi bilir, çok severdi. Evde olmaktan sıkılır, arabayla, anneyle gideyim de... havasındaydı hep. Sanki sezinlemişti. O kadar isteksiz arabaya geldiğini hiç görmemiştim.
Arabaya biner binmez gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Vazgeçmeyecektim. Yol boyunca ağladım. Veterinerin yerine gelmiştik. Arka koltukta, araba durduğu anda ayağa fırlayan Tarçın, bu sefer derin bir uykudaydı. Okşayarak uyandırmış, kucağıma aldım. Sımsıkı sarıldım. Ona bu son sarılışımdı. Başından öptüm.
İçeri girdik. Veteriner buruk bir tebessümle karşıladı bizi. Yanındaki kadın “nesi var?” demiş olmalı ki, kadına doğru eğilerek sessizce “uyutma işlemi” demişti. Bunu duymak daha da duygulandırmıştı beni.
Tarçın’ı bir kez daha öptüm. Göz göze gelmemek için yüzüne hiç bakmadım. Bakışlarında hep bir anlam yakalardım!...
Metal sedyeye bırakıp, sessizce, “özür dilerim Tarçın, dostluğun için teşekkür ederim.” diyerek yanından ayrıldım.
Hıçkırarak ağlıyordum...

Yener Balta, 23 Mart 2016