2 Mart 2011 Çarşamba

DÜRÜSTLÜK

Dürüstlük, Sevgili Çocuğum...
Erdal ATABEK

Dürüstlük insan ahlakının temelidir.

Ama dürüstlük nedir?

Yalan söylememek, kimseyi aldatmamak, kendi çıkarı için başkalarını
kandırmamak, olduğundan başka türlü görünmemek dürüst olmak için
yeterli midir?

Değildir sevgili çocuğum.

Çağımızda bunlar da kalmadı elbette, ama dürüstlük bunlardan çok daha fazla, bunlardan çok daha başka bir şeydir.

Dürüst olmak, gerçekleri kabul etmektir. Dürüst olmak, her şey ve
herkes için aynı ilkeleri geçerli kılmaktır. Dürüst olmak, her zaman
ve her koşulda doğru bildiğinin yanında olmaktır. Bunlardan ötürü de
dürüst olmak çok zor bir şeydir.

Dürüst olmak en başta cesur olmayı gerektirir.

Cesur olamadan dürüst olamazsın.

Yalnız kalmayı göze alamazsan dürüst olamazsın.

Çıkarlarından yoksun kalmayı göze alamazsan dürüst olamazsın.

Dürüst olmak, bedeli çok ağır bir erdemdir.

Ama zaten bütün bunlardan ötürü de çok değerlidir.

O zaman insan neden dürüst olmanın peşinde koşsun ki?

Böylesine ağır bir yükü kim sırtlanmak ister?

Söze bakarsan herkes dürüst olduğunu söyler. Rahatça ve kolayca.

Ama biraz onların yakınlarında durur, nelerden çıkar sağladığına
bakarsan görürsün ki gerçekte dürüst değillerdir.

Her çıkar, ekonomik çıkar değildir sevgili çocuğum.

Duygusal çıkarlar vardır, kendi üstünlüğünü kabul ettirmeye dayalı çıkarlar vardır.

Çok çeşitli çıkarlar vardır.

İnsanı baştan çıkaran da her çeşitten çıkardır.

İşte, insanı dürüst olmaktan uzaklaştıranlar bunlardır.

İnsan önce kendine karşı dürüst olmaktan vazgeçer.

Sonra da buna uygun kılıflar hazırlar.

"Koşullar" der, "'Böyle yapmak gerekiyordu" der, "Sen işin içyüzünü
bilmiyorsun" der, daha sıkışırsa karşısındakini suçlar, tehdit eder,
saldırır.

Ama ne yaparsa yapsın, dürüst değildir.

Gerçekleri kabul etmeye yanaşamaz.

Bir yıl önce "ahlaksal zekâ" konusunda bir yazı yazmıştım.

Ahlakın bir zekâ biçimi olduğunu belirmiştim ki doğrudur.

Dürüstlük de bu ahlaksal zekânın birinci ilkesidir.

Ama bak, dürüstlük insana neleri sağlar?

Öncelikle, dürüstlük özdeğer yaratır. Kendine değer vermeyi
öğrenirsin.

Özdeğer kendine saygı duymayı yaratır, özsaygın olur.

Özdeğer ile özsaygı da özgüveni yaratır.

Özgüveni olmayanlara dikkatle bakarsan görürsün ki özsaygıları ve
özdeğerleri ya eksiktir ya da yoktur.

Özgüven, temelsiz bir böbürlenme değildir.

Temelsiz bir böbürlenme, değersizliğini örtmeye yarayan bir özgüven
taklididir.

Özgüven, gerektiği zaman ortaya çıkan büyük bir güçtür.

Ama işte özgüven de baba parasıyla, dayı desteğiyle oluşmaz.

Özgüven senin bileğinin hakkıyla kazanacağın bir erdemdir.

Özgüven, dürüstlüğünün sana armağanıdır.

Dürüstlük sevgili çocuğum, yaşamının temel taşı olursa kazanırsın.

Hakkın olanı kazanırsın ki çok değerlidir.

Doğru olanı kazanırsın ki başını hep dik tutmanı sağlar.

Kendini kazanırsın ki en büyük kazancındır.

Geri yanı sana kendiliğinden gelir.

Doğru yerde durana doğru şeyler gelir.

Yaşamanın güzelliği bundan başka nedir ki?


Kaynak: Cumhuriyet Gazetesi, 15 Mayıs 2006

18 Şubat 2011 Cuma

BAĞIRMAK 2

B A Ğ I R M A K
Konuşurken karşımızdaki kişiyi baskı altına almak için sesimizi yükseltmemiz bir çözüm yoluna ulaşmada en büyük engel olarak karşımıza çıkıyor. Zaten hiddetin de en büyük göstergesinin sesi yükseltmek olduğu hesaba katılacak olursa sözlerime hak verilecektir.

Bağırma eyleminin ilişkilere verdiği zarar yadsınamaz, daha da önemlisi bazen geri dönülemez noktalara kadar da devam edildiği görülür, hazır verip veriştirirken karşımızdaki kişiye.

Sözlerimizi, düşüncelerimizi akıl süzgecinden geçirdikten sonra sarfetmemiz yolundaki en büyük engeldir bağırmak. Yapısı gereği hızlıdır, öylesine söylenen bir söz bazen karşıdakinin kalbinde iyileşmeyecek yaralar açabilir.

Sesin ortamdan geçmediğini, şiddetin karşıdakinin önemseyeceği düzeyde olmadığını düşünmekten ileri gelir. Bağırmak, bir iki istisnası göz ardı edildiğinde, bağrını yırtmaktır önemsenmek için.

Kendi önemsizliğini karşıda olan herkesin, her olayın önemine yaymaya çalışma ve böylece rahatlama girişimidir.

Bencilcedir...

Öfkenizi dışarıya boşaltmanın, kendinizi rahatlatmanın, hatta bazen içinizdeki sıkıntı ya da üzüntüyü söküp atmanın en kolay yolu. Ama insanların kulaklarını tırmalamamak açısından bir odaya kapanıp yapmakta fayda vardır.

Kendisinden uzak kalmış olanlar çok bağırır.

En tatlı ses tonumuzu elalemlere verdiğimizden, en yakınımızdakilere kalan.

Çok bağıran bana az duyurur.

Üstelik kendi sesinden beni de duymaz olur.

Kalır tek başına.

Ses; duyulmuyor diye değil duyulsun diye yapılandır. Kendini, başkalarına farketirmektir.

Azarlamak eylemini gerçekleştirenlerin, olmazsa olmazıdır.

Karlı bir dağın tepesindeyseniz, çığ düşmesine sebep olabilir. Her yerde yapılmaması lazım.

İçinizden yükselenleri dışa vurmak ihtiyacı doğduğunda başvurulan en kolay yöntem... Evdeyseniz yastığa boğarsızın sesinizi. Sesinizin sonuna kadar yırtındıktan sonra da tatmin sağlanmadıysa açar ağzınızı beklersiniz...

Askerde hergün, ses tellerini yırtarcasına yapıldıktan sonra, sivil hayatta özlenebilen hareket.

Küfretmek ile süslendiğinde ruhu şööööyle bir meltem esintisi gibi serinleten şeydir.

İnsanların birbirine bağırmadığı bir dünya dileğiyle...

Siz siz olun, bağırmayan siz olun.

www.eksisozluk.com

17 Şubat 2011 Perşembe

BAĞIRMAK 1

BAĞIRMAK

Bağırmak hayatımızın çeşitli alanlarında karşımıza çıkan bir aksiyondur. İnsanoğlu şüphesiz içinde bulunduğu duruma göre tepki verir. Kimi zaman bir korkuyla, kimi zaman bir harekete karşılık olarak bu tepkiyi sergiler.

Bağırmak eyleminin bizde nasıl dönüşümleri oluyor ya da ne kazandırıp bize ne kaybettiriyor…

Yüksek sesle sesleniş sinirlenmek sonucunda sesi fazla yükseltmektir. Kimi zaman bir bakıma kişinin kontrolden çıkma noktasıdır bağırmak. Bireyin kendini ifade ediş çabasında sesle ilgili, yani modülasyon sürecinde son nokta…

Karşımızdakiler bizi anlamadığında istem dışı olarak sesimizi yükseltebilir hatta haykırırız. Çoğu zaman ise bunu kabullenmeyip “ne bağırması ya bağırmıyorum ki sadece söylüyorum” şeklinde sözler sarfederiz. Aslında ifade edemeyiş anında gayri ihtiyari yapılan bir harekettir bu. Konuyu anlattığımızda karşı taraf anlamamışsa eğer biz de o gün sinirliysek bu eylem gerçekleşir. Ya da birine bir konu anlatıyorsanız ve bu konu size çok basit geliyorsa ve o kişi de anlamamışsa yine bağırmak eylemimiz gerçekleşebilir. Burada bir an önce konuyu anlaşılır kılmak isteğimiz bulunur oysa her insanın algılama sürecinin aynı ölçülerde gerçekleşmeyeceğini akıldan çıkarmamak gerekir.

Kişilerin her biri aynı yöntemle anlayamayabilirler bağırmak o zaman kişiye baskı yapar, konsantrasyon bozar hatta gerginlik yaratır ve ters tepki olarak olumsuz sonuçla karşımıza çıkar. Böylesi durumlarda başarısızlık kaçınılmaz olur ve anlatamadığımıza üzülürüz, olaya yaklaşımımızın önemi büyüktür burada…

Anlatırken ya da kendimizi ifade ederken o anki psikolojik durumun da önemi vardır. Bizler biliyorsak da karşımızdakinin bilmesine gerek yoktur.

Acelecilikte vardır. Sorulduğunda burada ne oluyor diye anlatmak istememe hali de vardır.

Bağırmak öfkenizi dışarıya boşaltmanın, kendinizi rahatlatmanın hatta bazen içinizdeki sıkıntı veya üzüntüyü söküp atmanın en kolay yoludur ama insanların kulaklarını tırmalamamak açısından bir odaya kapanıp yapmakta fayda vardır! Bencillikten uzak durmuş oluruz odaya gittiğimizde ve ortamdan uzaklaşırız ve düşünürüz.

Neden bunlar oluyor diye kendi kendimize sorarız. Bu durum bir bakıma olayları gözden geçirmektir.
Harcadığımız çaba, nasıl oldu neden oldu şeklindedir. Sonraki kendimi tutamadım sıkıntı, gerginlik oluyor işte ne yapacaksın özür dilerim veya kusura bakma böyle olmasını istemezdim şeklinde bir tezahürdür.

Öfkelenmek bazen çaresizliktir ama çaresiz olmayalım da… Olaylara bakışta “elden ne gelircilik” anlayışını bırakıp gücümüz yettiğince sabırla ve anlayışla hayatımıza devam edelim. Hele böylesi zor zamanlarda mücadele bunu gerektiriyorsa…
Kendisinden uzak kalmış olanlar çok bağırır…

Böyle durumlarda ise senin olduğunun farkındayım mesajı vardır “seni gördüm, sen de beni gördün” ün bir göstergesidir bu da... Selamı ulaştırabilme çabasıdır. Ses duyulmuyor diye değil duyulsun diye yapılandır, kendini başkalarına farkettirmedir.

Azarlamak eylemini gerçekleştirenlerin, olmazsa olmazıdır bu. Hata yapıldığında ortaya çıkar amaç hatanın yapılmamasını sağlamaktır. Halbuki ters teper azarlanan kişi o kişiye kızar eğer gayretli ise “sanki bir suçlu ben miyim” diye karşılık alır.

Kişinin üzülmesine neden olur hatta o kadar kişi içinde küçük düşürüldüğünü düşünür karşıdaki kişi. Kızar hatta ortamdan ayrılmayı dahi düşünür. Bu durum tartışmalara dahi yol açar. Oysa böyle durumda da yapılması gereken o kişiyi kazanmaktır. En önemlisi samimiyetten şüphe etmemektir. Hata varsa birebir konuşmadır.

Askerde her gün ses tellerini yırtarcasına yaptıktan sonra sivil hayatda özlenebilen eylem biçimi…

Ayrıca kuvvetli motivasyon aracımız…
Bir bakıma beyin yıkama fonksiyonu görerek konsantrasyon sağlamaktadır. Söylenen sözler kısadır hareketle uyumludur, bağırılarak beyine işlenmesi sağlanmaktadır. Dikkat çekme unsuru vardır.

Ya da bir karlı bir dağın zirvesinde bulunuyorsanız bu eyleminizle bir çığ düşmesine sebep olabilirsiniz. Yani her yerde ve her durumda yapılmaması gerek! Çünkü bağırmak burada basınca neden olduğundan kardan koca bir kütlenin altında bırakabilir bizi. Birilerini canından bezdirebilirsiniz bu yükün ağırlığı altında. Canından edebilirsiniz.

İnsanların birbirine bağırmadığı bir dünya dileğiyle...

Siz siz olun, bağırmayan siz olun.


Özgür Karakaya
www.guncelegitim.com

19 Aralık 2010 Pazar

TAM BİR YAPRAK DÖKÜMÜ

TAM BİR YAPRAK DÖKÜMÜ

Mahalle gibi olan sitede herkes tanırdı onu. Çok bilmiş, tuttuğunu koparan, anaç kadındı Zekiye hanım.

A'dan Z'ye, her harfin oluşturduğu 12 bloktan ve 10'ar daireden oluşan sitede, henüz çevre düzeni yapılmamış, ısınma için kombiler takılmamış, ara sıra taşıma suyuyla idare ettiğimiz binanın üçüncü katında onlar, beşinci katında biz oturuyorduk.
Annem ve Zekiye hanım komşuluktan öte dost, hatta kardeş kadar yakın olmuşlardı. Gündüzleri evde oldukları için birlikte zaman geçiriyor, pişirdiklerinden tabak tabak birbirlerine veriyorlardı.

O zamanlar ben okulu yeni bitirmiş, iş hayatına yeni başlamış, bir dergide çalıştığım için akşamları geç gelip sabahları erken gidiyordum. Sitede neler olup bitiyor, o gün binanın, evin ne gibi sorunu olmuş annemden öğreniyordum.
Zekiye hanım evlerinin direğiydi. Evi her bakımdan çekip çeviren kendisiydi. Çekilmez bir kocası, laf anlamaz iki oğlu vardı. Her iki oğlu da ilkokulu bitirip, ortaokuldan terkti.

Eğitim, hele ki okul eğitimi onlardan çok uzaktı. Baba, bir bakanlıkta çalışmış, şoför emeklisiydi. Emekli parası ile bir taksi plakası satın almış, bir de taksicilikte kullanacakları yeni bir araba almışlardı. Araba onlar için yeni doğmuş bebek gibiydi. Hayatları onun çevresinde geçiyordu. Kova kova sularla yıkıyor, kuruluyor, parlatıyorlardı. Hatta bir gece dergiden geç döndüğümde evin balkonundan kocasının yol kenarında duran arabasını tuttuğu el feneri ile kontrol ettiğini görmüştüm. Onlar için araba umuttu...

İki oğlu ve kocası vardiyalı çalışıp taksiyi hiç boş bırakmıyorlardı. Ya küçük oğlu, ya da büyük oğlu, seyrek de olsa babaları kullanıyordu arabayı. Bir şekilde oğullarının eğitimle kazanamadıkları mesleklerini, babaları bu şekilde sağlayarak iş sahibi, meslek sahibi yapmıştı.
Bir akşam annem hararetli bir şekilde apartmanın merdiveninde, küçük kardeşin abisini elinde bıçakla kovaladığını, ağza alınmayacak küfürleri sarf ettiğini, birinci katın apartman penceresinden boşluğa atlayıp zor kaçtığını anlatmıştı.

Zekiye hanım annemde teselli bulmuş, ayılıp bayılmış, sakinleştirene kadar bayağı uğraştığını anlatmıştı. Birkaç gece eve gelmediğini, aralarında çıkan tartışmanın kaynağını bile bilinmezken büyük oğlunu göremez olmuştu.

Büyük oğlu bir gün çıkagelmiş, yanında da bir kızı getirmiş, biz evleneceğiz demişti. Zekiye hanım yine annemle dertleşmiş; "Bunlar yerine taş doğursaymışım…" deyip, "Allah bana niye kız evlat vermedi" deyip yazıklanmıştı.

Evliliğin ilk zamanları, aynı evde yaşanılan sorunlar büyüyünce ayrı eve çıkarmışlardı.büyük oğullarını… Küçük oğlunu kendisine benzetip; "bundan bana bir zarar gelmedi, ama büyük olan tıpkı babası, zarar gelir ondan" deyip uzaklaşmıştı ondan…

Oğlu ve kocası taksiciliğe devam etmiş, sabahı akşamı olmayan bir yaşamın zorluğundan yakınmaya başlamışlardı. Sonunda, oğlu ile nöbetleşe çalışacak bir şoförle anlaşmışlardı ve böylece emekli kocası daha çok yorulmayacaktı.

Sorunlar, tartışmalar hiç bitmiyordu. Koca ile anlaşamıyor, sık sık kavga ediyor, tartışmalar bizim kattan duyuluyordu.
Zekiye Hanımı, bizim evde salonda iken, ara sıra saçlarını örttüğü tülbenti ile başını sımsıkı sarmış, tek gözü morarmış, eli başında koltuğa yaslanmış bir şekilde oturur görmüştüm.

Zekiye hanımın her halinden evde sorunlarının büyüdüğü, hatta şiddete dönüştüğü anlaşılıyordu. O gece salonda misafirimiz olmuştu. Kocası değil aşağı inmesine üçüncü katın kapısından geçmesine bile izin vermeyip, hırsından ateş püskürüyordu.

Büyük oğlunun bir bebeği olmuş, ardından yeni bir kadını sevdiğini, diğeri ile boşanacağını söylemiş, sorunları yetmezmiş gibi sorunlara sorun eklenmişti. Küçük oğul abisi eve geldiğinden evi terk etmiş, karı koca onca sorunun içerisinde kendi sorunlarını bir kenara bırakmış, ne yapacaklarına çare ararlarken işin içinden çıkamaz olmuşlardı.

Küçük oğlu da sanki abisine nispet edercesine, yanına bir kız almış, anne bu senin gelinin olacak, deyip kaçırdığı, sevdiği kızı ana evine getirmişti. Zekiye Hanım,nikahsız olmaz deyip alelacele küçük oğlunu da evlendirmişti.

Yaşanılan olaylar gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini aratmıyordu.

Gelin iyiydi, uysaldı, Zekiye hanım'ı anne bilmişti, aynı evde yaşayacaklardı. Gelin kaynanadan çok, ana kız gibi iyi anlaşıyorlardı. Oğlu tekrar takside çalışmaya başlamıştı. Gelinin ikiz bebeğe hamile olduğu anlaşılınca, ev bayram havasına dönmüştü.

Kız evlat isterken ikiz kız torunu olmuştu. Günler bebeklerle, yaşam kaygısıyla, ara sıra dışarıya pek taşmadan tartışmalarla yaşayıp gidiyorlardı.

Çocuklar büyümüş, ev kalabalıklaşmış, evdeki sorunlar, evin ekonomisi de büyüyünce katlanılmaz hale gelmişti.

Yine bir gün Zekiye hanım üstü başı yırtık, saçı başı dağınık kendisini apartmandan dışarı atmış, canını zor kurtarmıştı. Zekiye hanım kocası ile kavga etmiş, uzun bir süre eve de girememişti.

O kavga ailenin de sonu olmuştu. İçerde neler olmuş biz de bilmiyorduk. Zekiye hanım bir daha o eve girmedi. Gelin iki çocukla bir başına kalmıştı. Küçük oğlu kuaförde çalışan bir kadına aşık olmuş, tüm sorumluluklarını unutup uzun bir süre ortalıktan kaybolmuştu. Çocuklar baba diye ağlamış, gelin de kayınbabanın evine sığamaz olmuştu.

Tam bir yaprak dökümü idi. Gelin kaynana aynı evde, bir göz odada birlikte yaşamaya karar verseler de yürütememişlerdi. Gelin markette çalışmayı sürdürmüş, aldığı asgari ücret neredeyse kirayı karşılıyordu. Ana da, baba da yoktu. İki elti anlaşmış aynı evde yaşamaya karar verseler de kısa sürede evlerini ayırmışlardı.

Batıkent'in sitelerinin birinde depodan bozma, siteye gelir olsun diye kiraya verilen, bir yerde kiraya çıkmışlardı.
Uzun bir süre haber alamamıştık. Bir bayram sabahı gelin hanım ve kız torunlar babamın bayramını kutlamak için ziyarete gelmişlerdi.

Zekiye hanım geceli gündüzlü, meslekleri doktorluk olan bir ailenin yanında bebeklerine bakıyor, sadece pazar günleri izin kullanıyor, o zamanda da torunlarını görmek isterse dışarıda bir yerde görüşüyorlardı.

"Zira annemle de aramız açıldı. Şu an en kötü insan benim onun için" demişti gelin hanım. Kızlar büyümüş, genç kızlığa adım atmışlardı. Liseye başlamış, çocuk gelişimi bölümünü tercih ederek meslek sahibi olmaya çalışıyorlardı.

Babam, "En kötü koca bile, kocasızlıktan iyidir…" sözüne dayanarak, "babaları ile görüşüyorlar mı çocuklar?" deyip, tekrar birleşme ihtimalinin olup olmadığını soruyordu.

"Asla, bunca yaşadığım zorluklarla buralara kadar geldikten sonra, asla!.." deyip kararının kesin olduğunu net bir şekilde belirtmişti gelin hanım... "Çocuklar babasız kalmasın diyorsanız eğer, istedikleri zaman görüşüyorlar. Zaten hayırsız bir babadan ne yarar gelir ki çocuklara…" deyip başını öne eğmişti.

“Şu an çalışmıyorum, sağlığımdan dolayı, ama iyileştim, tekrar işime döneceğim. Kimselerin bir faydasını görmedim ben.”
Babam: “Peki, çocukların babası ne yapıyormuş, bir haber var mı, gelip gidiyor mu? diye sormuştu gelin hanıma…

Babamın bu sorusuna ikizlerden biri yanıt verdi: "Babam üç aydır bizi aramıyor", Annesi duruma açıklık getirmek için söze devam etmişti. "Babaları bir kavgaya karışmış. Kavgada yaralama varmış, sonunda yakalanmış. Ceza olarak da okuma cezası verilmiş, bu tür bir kavgaya, ancak eğitimsiz insanlar karışır, demiş Yargıç…."

İkizlerden diğeri de söze girmişti, "Hem de 12 kitap okuyacak, bir de 200 adet fidan dikecekmiş babam!.." deyip verilen cezaya şaştıklarını belirtmişlerdi.

Şaşkınlık bizi de almıştı. Ne güzel bir cezaydı. Cezanın da güzeli oluyormuş demek ki... Arkası arkasına soruları sormuştuk. Ne kadar sürede, hangi kitapları okuyacaktı, okuduğunu nasıl anlayacaklardı. Fidanları nereden alıp, nereye dikecekti...

"Zaman olarak kısıtlamamışlar babamı, okuyacağı kitabı kendi seçecekmiş, kalınlığı da, 100 sayfanın altında olmayacakmış, okuduğu kitabın özetini yazılı sunacakmış," deyip sevimli, çok bilmiş bir şekilde babasının cezasını bize anlatıyordu.

Gelinin, bunca yaşadığı olumsuzluğa rağmen kocasını hala kabul etmemesindeki kararlılığını takdir etmiştim doğrusu... Her iki genç kızın annelerinin bu kararında yanında olması ayrı bir güven kaynağıydı.

Babamın oturduğu koltuğun çevresinde duran sağlı sollu kitaplar, her odada bulunan kitaplıklarda ayrı ayrı konuları içeren kitaplar; nasıl olurda birilerinin okuması için ceza niteliği taşıyacaktı, şaşa kalıştım...

Kitap okuma ceza olarak verildiğine göre, okumanın bedeli büyük olsa gerekti...

Okumayan biri için, okumak ne büyük bir cezaydı...

Yener Balta, 16.12.2010

xxx
Yener Hanım,
Kutlarım.

Çok güzel olmuş.
Kutlarım. Çok küçük ayrıtılar bile gözünden kaçmamış...
Aferin demekten başka sözüm yok sana...

Av. Eren Bilge, 16.12.2010

xxxxx
14 Ocak 2011
Orhan Okuducu
Tebrikler Yener, devam...

xxxxx
Gizem Zencirci
Gerçekten çok güzel olmuş, ellerine sağlık teyzecim.

15 Aralık 2010 Çarşamba

% 99.9

% 99.9

YÜZDE DOKSAN DOKUZ NOKTA DOKUZ...

Yaşa bağlı göz bozukluğu başlamış bile...
Sadece bilgisayarla çalışırken taktığım gözlüğün numarası ilerlemiş, bunun yanında bir de yakın gözlüğüm olmuştu.
Annemin ve babamın da gözlükleri için ara sıra uğradığım tanıdık gözlükçüye gitmiştim. Her zaman karşıladığı gibi, sıcak bir karşılama ile buyur etti beni dükkânına. Halimi hatırımı sorduktan sonra, gözlük reçetemi ona uzatmıştım.
Hemen hemen aynı yaşlardaydık. O da başının üzerinde taşıdığı yakın gözlüğünü burnunun üzerine indirmiş, bana yazılan reçeteyi okurken, kendi durumunu göstererek gülümsemişti.
"Yakın ve uzak numaralar aynı gözlükte yapılabiliyormuş, ne dersiniz?" diye sordum. "Bana kalırsa önermem" dedi. "Açı olarak dar bir alanı görürsünüz, göz yerine baş hareket eder baktığınız yana, pek kullanışlı olmaz. Her ikisini ayrı çerçevelerde yapalım. Hem fiyatı da yüksek, kullanamazsanız masrafa yazık..." diyerek kendinden çok müşteriyi düşünür, dürüst bir esnaflık sergileyerek konuşmuştu. İşi bilen o olduğu için onun kararının daha doğru olacağını düşündüm.
Önceki gözlüğümü sürekli kullanacağım numara için düşünmüştü. Devletin ödediği 45 TL.'lik olan kısmı da, en ucuzundan bir çerçeve beğenip, yakın gözlüğün camlarını da ona takacaktı. Dürbün gibi bir aleti gözüme, diğer ucunu da kendi gözüne dayamış;
"Gözlerinizin odak noktasını alacağım" demişti.
Birkaç kişinin ancak ayakta durabileceği genişlikte dükkânına bir müşterisi daha gelmişti. O kişiyi de olabildiğince sıcak karşılamış, gözlüklerinin küçük bir işlemi kaldığından biraz bekleteceğini söylemişti.
Efendim, Kızılay yine kızıl kıyamet... Yine eylem yapıyorlarmış, öğrenciler YÖK' ü protesto ediyorlarmış. Sıcak bir yandan, ses bir yandan, kalabalık deseniz öyle, eylemcilerden çok polis var ortada..." diye sohbetine başlamıştı yeni giren müşteri...
"Bir de elimde şu ağır mı ağır..." Ayağının yanında yere bıraktığı kedili köpekli naylon poşeti göstererek... "Bizim kızın, köpeğinin maması. İnanır mısınız? Tam tamına 50 TL. ödedim. 3 Kg.'lık poşete. Şimdi sizden gözlüğümü teslim alacağım, vereceğim ücret bundan ucuz..." diye söyleyip duraksadı.
Tezgaha bitişik sandalyede, arkam hafif kapıya dönük otururken, konuşan müşteriye dönerek; "Değmez mi?" diye söze karıştım. "Benim de köpeğim var, harika yaratıklar" dedim. "Bir de gezdirmesi olmasa, sabahın köründe" diye devam ettim.
Gözlükler unutulmuş, sohbet gözlüklerin yerini almıştı.
"Sabahın körü dediniz de, bizim oğlan... Kreşe gidiyor, annemiz de çalıştığı için, evden ilk o çıkıyor. Servise yetişebilmesi için, sabahın altısında kalkmazsak olmuyor. Onu hazırlamak, zaten tüm zamanımızı alıyor. Kalksa bile bir bardak sütü içirene kadar bir çaba, tuvalet için bir sürü zaman, henüz kendi temizliğini yapamadığı için "bittiii" sesi ile koşuyoruz yanına..."
"Kaç yaşında oldu sizin oğlan?" diye sordu müşteri.
"Tam dört yaşında, bir sorular soruyor bazen şaşırıp kalıyorum. Geçen gün sorduğu soru karşısında dondum kaldım! Ne sorsa beğenirsiniz!..
"Baba, uçaklar ne ile çalışır" diye sormuştu. "Dört yaşında bir çocuk bu soruyu nasıl sorar diye ilkin şaşırmış, ikincisi hiç bir zaman düşünmediğim uçağın yakıtının ne olduğuydu?"
"Sizler biliyor musunuz?" deyip bize sormuştu... Bize yanıt hakkını vermeden cevabı açıkladı, meğer hidrojenle çalışırmış uçaklar..." deyip sorulan soruyu yanıtlamış, şaşkınlığını hala yaşıyordu.
Hatta geçen gün "Baba Allah var mı?" diye sormuştu. Buyrun bakalım!..
"Hidrojen cevabı bu soruya göre çok kolay kalmıştı. Şimdi, dört yaşındaki bir çocuğa bu sorunun cevabını nasıl verecektim. Kendi doğrularıma, kendi bildiklerime, kendi inancıma göre mi verecektim, yoksa çevrenin kendisini kabul edeceği şekilde mi verecektim, bilemiyordum."
Diğer müşteri söze karışmış,
"Olur mu efendim herkesin bildiği genel geçerli bir doğruyken, çoğunluğun bildiği doğrudan ayrılıp, kendi doğrularınla çocuğa cevap verdiğinde, yüzde doksan dokuzun fikri o iken, azınlıkta kalıp kendi doğrularını verdiğinde...
Sözü gözlükçü devralmış,
"Dışlanacak, kabul görmeyecek... diye devam ederken,
Söze ben katılmıştım,
"Yüzde doksan dokuz nokta dokuzun dışında olan babamın açıklamasından, çok memnunum…" deyip, ayaklanmıştım.
İyi günler dileyip, iki gün sonra uğrayacağım gözlükçüden çıkarken, aynı fikirde olmanın mutluluğu hepimizin yüzünde tebessüme dönüşmüştü.

Yener BALTA,
14 ARALIK 2010

25 Kasım 2010 Perşembe

ASALAKLAR

ASALAKLAR...

Karşımıza sık sık çıkabilecek insan türü... Bu tür insanlar, sizdeki her şeyi paylaşmaya hazırdır. Ama, siz onun hiç bir şeyini paylaşmazsınız. Zira, paylaşacak hiçbir şeye sahip değillerdir.

Enteresan bir yaşam tarzı!..

Aslında asalaklar birazcık akıllı olsa veya kaynaklarını etkin kullanımı hakkında öğretiler ile donatılsa, yaşantılarını süper bir yaşam şekline dönüşebilirler. Oysa ki asalak, üzerinde yaşadığı formu (!) sonuna kadar sömürerek, aslında kendi sonunu hazırlar... Yiyip bitirdiği kendisidir.

Kurtulmak için tek yapılması gereken, kendisinden bir şey istemektir.

Bir organizmanın içinde veya üzerinde yaşayarak ona zarar veren veya ondan beslenen yaşam formu. Asalakların başka organizmalara ihtiyaç duymalarının nedeni, besinlerini kendi başlarına sağlayamamalarıdır.

Bunlardan bazıları devamlı, bazıları ise geçici asalaklardır. Devamlı asalaklar bazı hayati organlarını yitirerek bağımsız yaşayamayacak hale gelmiş olanlardır.

Alıntı: Ekşi Sözlük

Yener Balta,
24 KASIM 2010

11 Kasım 2010 Perşembe

BİR KURBAN BAYRAMI

BİR KURBAN BAYRAMI

Bayramları oldum olası sevmem.
Çocukluğumda yeni giysilerin bayram adı altında alınması beni hiç mutlu etmezdi.
Bir çift rugan ayakkabının her çocuk gibi benim de başucuma konması heyecan vericiydi. Ayakkabının bayram diye değil, ihtiyacım olduğu için alınması daha da mutlu ederdi. Zaten annem ve babamın bayram için bana yeni bir şey almasına izin vermez, alsalar da bayram günlerinde giymeyi hiç sevmezdim.
Hele hele bayram günleri bize gelen büyüklerin yüzüme doğru ittikleri şefkatten uzak ellerinİ hiç mi hiç öpmezdim. Annemle bu konuda hiç anlaşamazdık. Annem daha bir geleneğe bağlı olduğu için, belki de anne olduğu için büyüklerin ellerinden öpmemiz için pek ısrarcıydı.
Bayram öncesi evde yaşanan gerginlik, alışılagelmiş düzenin bozulup, bizim için değil, gelecek olanlar için temizlenmesi, düzenlenmesi, hazırlanması evin huzurunu kaçıran nedenlerdendi. Annem de babam da aile büyüğü sayılırdı, bir iki gidilen ziyaret dışında hep bize gelinirdi.
Şeker Bayramında, sütlaç, zerde, yuvarlama yapılır, yuvarlamanın yapılış aşamasında aramızda çok tartışmalar olurdu. Zira annem dört kızının dördünü birden tıpkı kendi annesinin, kendi kardeşlerini topladığı gibi sofraya oturtup yuvarlamamızı isterdi. Altı kişilik ailemiz için yapılmış olsaydı neyse ne de, gelenleri de düşünüp yapılan yuvarlama işleminden kollarımızın ve bileklerimiz ağrırdı.
Bayramların güzel yanı yok muydu? Bu bayram sonrasında unutulmaz sohbetlere dalardık. Yuvarlamanın tek tek yuvarlanmasındaki eziyeti çekmemek için yeni formüller arardık.
Şimdi istense de bir araya gelmek mümkün değil artık. Ne büyüklerimiz kaldı, ne bayram heyecanları, ne de bayramların anlamı!..
Kurban kesmek bizim ailede hiç kabul görmeyen bir ibadetti. Bir cana kıymak, ne acı. Bazen kurban eti yerken kesildiği aklıma gelince boğazıma düğümlenen lokmaları yemekten vazgeçerdim.
Ben, ilkokul çağlarındayken bizim kesmediğimizi bilen ve kendisi de kurban kesmeyen dayım, kurbanı bizim evin bahçesinde kestirmiş, etini de İhtiyacı olana dağıtarak ibadetini yerine getirmişti.
Bir kurban bayramından aklımda kalan, beton zeminli bahçemizin, mutfak penceresinin demir parmaklığına iple bağlanan koyunun, kesme zamanı gelince de orada kesilmesiydi.
Bir leğene su koyup getirmemi istemişlerdi. Sanırım kesilmeden önce son bir kez su içmesi içindi hayvanın.
Kurbanın gözlerini beyaz bir bezle, ön ve arka ayaklarını da iple bağlayıp yere yan yatırdıklarını görmüştüm. Anlayamadığım Arapça kelimeler birbiri ardına sıralanırken, kesecek olan kişinin elinde bıçağı görmemle içeri kaçtığımı anımsıyorum.
Çıktığımda baş gövdeden ayrılmış, derisi yüzülüyordu. Kesilen yer kan gölüne dönmüştü. Akan kan mutfak penceresinden içeri uzatılan hortumdan gelen su ile yıkanmıştı.
Deri yüzülme işleminden sonra iç organlarının çıkarılmasına sıra gelmişti. Yere dizilen leğenlere hayvanın eti, butu, içi, dışı, artanı konmak için gruplanmıştı. Mide, ciğer, böbrek, bağırsaklar derken karın bölümüne gelince herkes bir duralamıştı. Büyüklerin kimisi ayakta, kimisi çömelmiş yerde kendi aralarında konuşurlarken kesilen kurbanın gebe olduğu anlaşılmıştı. Kurbanın kabul olup olmayacağı, ne yapılması gerektiği, kesmeden önce satıcıların bunu bile bile satmaları derken kendi aralarında geçerlilik nedeni ararlarken, işin içinden bir şekilde çıkmışlardı. Kendimce araladığım aralıktan küreğin içinde duran, sıvı zar kesesinin içinde mini minnacık şeffaf bir kuzu görmüştüm. Bir baş, dört ayak ve gövde tamamıyla seçiliyordu. İki küçük kara nokta gözlerinin çukuru olsa gerekti.
Sokağın alt kısmında kalan beton bahçemizde konuşmalar uğultu halinde kulağımda gezinirken, sokaktan geçen kamyonetin megafonundan çıkan metalik ses, "kurbanlarınızı Türk Hava Kurumu'na bağışlayın" anonsu yapılıyordu.
YENER BALTA, 10 KASIM 2010

9 Kasım 2010 Salı

TEYZEM

TEYZEM

Kapıda kızı karşılamıştı bizi. "Hoş geldiniz" deyip telefondaki kişiye bizim geldiğimizi söylüyordu.
Uzun yıllar sonra karşılaşmanın ardından soğuk denecek bir kucaklaşmaydı bizimkisi. Aynı kardeşlerin, aynı yıl, aynı gün doğan çocuklarıydık oysaki. Yıllar, çocukluğumuzdaki arkadaşlığımızdan bir şeyleri alıp götürmüştü.
"Teyzem nerede?" diye sordum.
"Teyzen odasında, birazdan gelir o da yanımıza" demişti.
Teyzemin salona gelişini beklemeden, yeni taşındıkları evde, uzun koridorun sonunda bulunan odasına gittiğimde kapıya sırtı dönük, odanın ortasında plastik sandalyede oturuyordu. Önünde küçük bir sehpa, sehpada bulunan kâsede kuruyemiş kabukları vardı. Bir de çubuk kraker. Annem de çok severdi o krakerleri... Halı yoktu odasında. Bir küçük televizyon, kapı girişinde tek kişilik yatak duvara dayalı yerleştirilmişti. Sanki her an gidecek, ya da henüz kendisine ait eşyalar gelecek havasındaydı.
Eski evlerinde hakim olan, nem, kasvet bu evde yoktu. Dışarıda bulunan güneş, camın izin verdiği ölçüde içeriyi aydınlatıyor, ısıtıyordu. Pencereden görünen parkın yıllanmış ağaçları orman havası veriyordu.
"Merhaba Teyze, ne yapıyorsun böyle, burada?" diye sormuştum.
"Aha geliym" demişti Antep şivesiyle. Yerde yatay şeklinde duran metal bastonuna uzanmıştı. Annem de metal bastonunu yanına yere koyardı. Bir yere dayadığında, yere düşerse çok ses çıkartmasın diye.
Oturduğu sandalyeden kalkmasına yardım etmiştim. Sarıldım, sımsıkı, tıpkı anneme sarılır gibi. Annemin kokusunu bulamasam da teyzemde, annemden çok şey bulabiliyordum. Ne de olsa kardeşlerdi. Dudakları sımsıkı kapalı iki yanağımdan öpmüştü. Nedenini biliyordum, ağzım kokarda huylanır bizim kızlar diye düşündüğündendi...
Bir eliyle bastonundan destek almıştı, diğer koluna da ben girmiş destek oluyordum. O uzun ince koridorda yan yana yürümemiz zor olacaktı. Çıktım kolundan. Yavaş yavaş diğer eliyle duvardan destek alarak yürüyordu.
Kızı bana seslenmiş, "Sen gel hele, o gelir, birini gördü mü şımarır!.." demişti. Oysaki şımarmamıştı. Kendisiyle ihtiyaçları dışında ilgilenen birilerinin, kendisini görmek için gelen bizlerin sevgisi ve ilgisi onun hoşuna gitmişti. Kimin gitmezdi, kim isterdi kendine duyulan bir iki saatlik ilgiden mahrum kalmayı.
Salona gelmişti, kapıya en yakın koltuğa yavaşça oturmuş, oturduktan sonra;
"Eh hoş geldiniz hele" demiş, der demez bir kez daha yanına gidip oturduğu yerden kendisine sarılmış, geçmiş olsun teyze demiştim.
Dört yıla yakın bir süredir kendisini görmemiş, sık sık rahatsızlandığını duymuştum. Hepsinde de hastanenin aciline götürülmüş, kısa süre sonra çıkarılmıştı. Bu acı heyecanın ne demek olduğunu iyi bilirdim, tıpkı annemi götürüşlerimizde olduğu gibi.
Yanımda kendisi için aldığım armağanı getirmiştim. İlkin bir çift el yüz havlusunun paketini açıp;
"Çam sakızı çoban armağanı teyze!" diyerek uzatmıştım.
Çıkarttığımda "Pek de güzelmiş!" dedi.
"İstersen kullan, istersen kaldır teyze sen bilirsin…" dedim.
Kızı; "Kullanmasın da çeyizine mi kaldırsın…" diye söze karışmıştı.
Bildiğim kadarı ile kullanılmaya kıyılamayan bu tür armağanlar daha sonra gidilecek bir ziyaret için götürülebilecek en iyi armağan olurdu.
Sabahları erken kalktığından kahvaltı hazırlayanı olmadığı için bisküvi ve sütü tercih etmiş, paketlerini de mutfağa bırakmıştım.
Döndüğümde gözleri dolu doluydu, tutamadı gözyaşlarını. Kendimi tutamadım, ben de ağladım…
Kızı; "Durmadan ağlar, ağıdı hiç bitmez!.." diyerek söylenmişti. Elbette duygulanacaktı… Belki o da çok sevdiği kardeşini bizleri görünce hatırlamıştı. Tıpkı benim onu gördüğümde annemi hatırladığım gibi...
Teyzem, başka bir şehirde bulunan diğer teyzemi ziyarete gitmiş; böylece tüm sorumluluklarını çoktan geride bırakıp sadece sağlıkları ile ilgilenen teyzemler bir araya gelmişlerdi. Orada da aynı rahatsızlıkla acile gitmiş, kızı yanına giderek, alıp evlerine gelmişlerdi. Anneleri üzerindeki paylaşılması gereken eşit sorumluluk kendisi ile yaşayan kardeşlerine bırakılmış, sadece onun annesiymiş gibi; "İşi ne baksın" denilip, diğer kızları hiç ilgilenmemişlerdi.
"Daha ne kadar buradasın? Yine gel, ne istersen söyle de yapayım sana" demişti. "Olur mu öyle şey teyze, kıyabilir miyim sana hiç!" demiştim. "Sayılı gün gelirim dersem yalan olur, gelirsem de sürpriz. Seni geldim gördüm, elini öptüm ya teyze, bakalım, gelmeye çalışırım" demiştim.
Üzerindeki elbise annemin giydiği elbiseler gibiydi. V yaka, kumaşın kendi renginin tonlarında minik çiçek desenli, uzunluğu dizlerinin altında bitiveriyordu. "Elbisen çok güzelmiş teyze!" dedim. "Sağ ol, kızım aldı" demişti. Başka şehirde yaşayan kızını ima ederek…
Annem ne zaman teyzemle bir araya gelse üzerindeki giysiler gibi giysiler armağan ederdi. Ya da kendisine aldığı, hiç giymediği giysileri ona verirdi. Aralarında bu tür giysi armağanları çok olurdu.
Kızı, teyzemin duymayacağı bir sesle tuvalet sorunu olduğunu, kendisini tutamadığını söylemiş, kışın da koridora ve odasına halı açmayacağını söylemişti. Kolay yürümesi için anneme doktorun tavsiye ettiği gibi koridor boyunca tutunabileceği bir tutamak önermiştim.
"Aman sorma, bu yeni ev sahibi bir çivi çakmamıza bile izin vermedi, baksana duvarlar bomboş" demişti.
Teyzem sessizdi, söze az karışıyordu, bir şey söylese de söylediğinden çok açıklamasını yapıyordu. Çantamdan fotoğraf makinemi çıkartmış, daha ne olduğunu anlamadan fotoğrafını çekmiştim.
"O ne kızım elinde ki?" diye sormuştu.
"Senin fotoğrafını çekmek istiyorum" dedim.
"Ey" diyerek oturuşuna çekidüzen vermiş, eliyle topuz yaptığı bembeyaz saçlarının iki yanını geriye doğru sıvazlamıştı. Çektiğim kareyi ona da göstermiştim.
"Beh kele, ne de yavan çıkmışım" demişti, koyu kıvam Antep şivesiyle.
Kızı söze karışıp, "Hala güzellik derdinde, sanki yarışmaya gönderecek…" demişti. Yanına gitmiş, boynuna sarılarak birlikte de fotoğraf çektirmiştik. Bir de iyice yanaşıp portresini çekmiştim. Annemin de çok portresi vardı bende.
"Çekme yeter heerif" deyip o da hiç bırakamadığı şivesiyle bana kızardı. Annemle, yeni çıkan dijital makineler sayesinde anlaşmıştık. Çekmeme izin veriyordu, çektiklerimi gösteriyordum, beğenmediklerini siliyordum. Böylelikle annemden çok fotoğraf kalmıştı bana.
"Karnınız aç mı, bir şeyler hazırlasın mı kız?" demişti.
"Bir kahve içerim, sade olsun ama…" demiştim.
Kahve güzeldi, fincanları ters çevirip tabağa koymuştuk, her ne kadar inanmasak, saçma bulsak da.
Yollar, paralar, kısmetler, haberler, güzellikler, gözler, sözler... kahve falının telfesinin bıraktığı izlerde anlam bulsa da...
"Bize müsaade teyze…" diyerek kalkmak istediğimizi belirtmiş, "Bir daha gelemezsek kusura bakma. Hoşça kal teyze!.." deyip kalkmıştık.
"Yanlış bir laf ettiysem aman ha kızım bilmeden etmişimdir, kusura bakmayın…" demişti ve arkasından da eklemişti:
"Bazen ne dediğimi, lafımın nereye gittiğini bilmeden söz söyleym de…" demişti.
Sessizliğinin nedeni bu olsa gerekti.
"Olur mu teyze hiç, hangi lafına alınır, hangi lafına güceniriz senin tatlı dilinin…" demiştim. Ayrılırken bir kez daha "Hakkınızı helal edin!" demişti.
Yıllar önce bir kere yine bize gelişinde kışın karda ayağı kaymış, kalça kemiği kırılmıştı. Platin takılmış, tedavi iyileşme derken 6 ay bizde kalmış, benim yatağımda yatmıştı.
Teyzemle birlikte olmak her ne kadar yerini tutmasa da annemle birlikte olmak gibiydi. Onu bir önceki ziyaretimde annemin de çok sevdiği sarı, küçük çardak gülleri ile ziyarete gitmiştim.
“Misafir kalabalığında seninle de hiç konuşamadık kızım!" derken bakışlarımızla çok şeyi paylaşmış, o an her ikimiz de sadece ikimizin görebildiği gözyaşlarına boğulmuştuk.
"Hak "derken bunu mu kastediyordu!..

O haliyle bizi kapıya kadar yolcu etmek için kalkmış, kapı sohbetimiz uzayınca, ayakta durmakta zorlandığı için, bastonuna dayanarak bizi yolcu etmişti…
Yener Balta, 7.11.2010

xxx
Yener Hanım,
Sevgiler sunarım…

Öykünü okudum,
Hayran oldum.

Her zaman belirttiğim gibi
Gözlemlerin derin.
Anlat bu gözlemlerini derin derin…

Sende öykücülük yeteneği yaratılıştan
Sana derim ki hiçbir zaman vazgeçme yazmaktan…

Öykünü iki bölümde vereceğim.
İlkini 12.11.2010 Cuma günü gireceğim…

Şimdi kal sağlıcakla,
Senin yerin var canda…

Av. Eren Bilge, 8.11.2010


XXXXX
GÜLÇİN TEZCAN

Ellerine sağlık. Duygu dolu bir yazı olmuş. Hislerini çok güzel anlatmışsın. Yzmayı bırakma bence devam...Sevgiler.

xxxx
UFUK KALELİOĞLU
Bir ziyaret bu kadar güzel anlatilabilir. Harika, bi okadar da dokunaklı. Ben buna benzer ziyaretleri ve vedalasmaları her izinde yasıyordum. Her seferinde, "bir daha ki izinde görebilecek miyim sevdiklerimi?" düşüncesiyle ayriliyordum. Her seferinde boğazım dügüm dügüm oluyordu. Korkunc birsey. Şimdi de hiş bir şekilde ayrılıkları kaldıramıyorum. Çok ağır bir duygu! Seni çok seviyorum yener. Ben de Nezihe teyzeyi görmüş kadar oldum. Öptüm, selamlar. Bir tanesin...

xxx
GİZEM ZENCİRCİ
Ay teyze ya... Ağlattın beni cok fena. Şimdi nasıl derse gidicem ben?
Çok güzel yazmıssın.
Çok özledim sizi, orayı, annanemi, hele acayip... Keske ölum olmasa.
Öptum çok,
Giz

xxx
ZEREN ESEN
Ellerine sağlık Yener ablacım, ne güzel yazmışsın...
Öpuyorum, ben de arada karaladığım şeyleri yollayacağım :)

xxxx
Merhaba Yener,
"Teyzem" adlı öykünü okudum. Gözlemin ve değerlendirmen çok iyi.
Öykülerin gün geçtikçe daha da akıcı ve sürükleyici olmuş.
Çevreyi incelemeye, bizlerin göremediğini görmeye devam...
Öykülere devam...

12.11.2010
Orhan Okuducu


xxxxxx
MERHABA YENER,

YENİ YAZIN TEYZEM 'İ OKUDUM.
TEK KELİME İLE HARİKA... DUYGULARINI İFADE EDİŞİN BENİ ÇOK ETKİLEDİ. TEKRAR O ANI YAŞADIM, DUYGULANDIM. OKUYUCUNUN DUYGULARINI HAREKETE GEÇİREBİLİYORSAN YAZMAYA DEVAM ETMELİSİN. BUNDAN SONRAKİ YAZIN HAYATINDA BAŞARILAR DİLİYORUM. ELİNE, KALEMİNE SAĞLIK...
11.11.2010
ELGİN OKUDUCU

7 Eylül 2010 Salı

ŞEKER BAYRAMI

ŞEKER BAYRAMI

Ne mutlu ki bana bir gün olsun kendimi inancım uğruna aç bırakmadım.

Bu konuda anneme ve babama bir kez daha teşekkür ederim.

İyi ki aydın bir babanın kızıyım. Ne mutlu kendimi şanslı sayıyorum.

Koca bir ayı geride bıraktık. Hani diğer ayların sultanı olan, ramazan ayını.

Kutsal olan, mübarek olan, özel çok özel olan...

Her ne kadar çağa uymasa da bu ay, her ne kadar zorlansa da tutanlarımız oruçlarını, inançları uğruna, Allah adına zor olanı kolay kılarak bitiriverdiler.

İster istemez tutan da tutmayanda bayramı birlikte kutladı. Özel yöre yemekleri yendi, şekerler, tatlılar ikram edildi evlere gelen misafirlere. Büyükler ziyaret edildi, küçüklere sembolik bayram harçlıkları verildi.

Uzun zamandır alan değil veren oldum bayram harçlıklarını. Yaşım ilerledikçe kazandığım paradan bayram harçlığı olarak, gözümün önünde büyüdüklerini izlediğim dünya tatlısı yeğenlerime harçlıklarını vermeliyim diye düşündüm.

Kimimiz bu üç günlük bayram tatilini başına sonuna denk gelen hafta sonunu da birleştirerek fazladan tatil günleri olarak değerlendirip, orucumu da tutarım, denizime de giderim mantığı ile gidiverdik sahillere...

İş çıkışlarından bir saat sonrasına denk gelen iftar saatlerinde yaşanılan trafik karmaşası dayanılır gibi değil. Sanki anlaşmış gibi daha fazla kazaların olduğu şehir içi trafiklerde yolda olmak çekilmez hal alıyor. İftar sofrasına yetişmek için trafikte hiçe sayılan kurallar, kırmızı ışıkta geçmeler, ters şeride bile, bir sonraki kavşağa kadar geçebilen sürücüler, inanılır gibi değil!

Hele hele kolay paranın kazanılmak istenildiği şu zamanda "geleneği yaşatmak" adına gecenin o sesiz, derin karanlığında davula vurulan ritimsiz tokmak sesleri... Eline, "mahallenizin davulcusu biziz" belgeli kâğıtlarla gelen insanların bahşiş toplama telaşı. "Beni uyandırdığınız için size, üstüne bir de para mı vereceğim?" diye çevirmeyi çok istediğim davulcular, ramazan davulcuları...

Adı her ne kadar Ramazan Bayramı olsa da kaynağı nedir, nasıl çıkmıştır bilmediğim Şeker Bayramı diye yinelenmiş ismine birkaç yerde çoğu kez itiraz edenlere bile rastladım.

Kapı kapı dolaşıp ne amaçla yaptıklarını bilmeyen mahallenin çocukları kollarına taktıkları naylon poşetlere, ağızlarına yapışmış; "Ramazan bayramınız mübarek olsun," lafıyla kapıları çalan çocuklara; "Sizin de kutlu olsun," deyip kapımdan savmak en güzeli. Zira bizim toplumumuzda kapı kapı dolaşan çocukları henüz ağırlayacak bilinçte insanlarımızın olduğunu sanmıyorum. Kapı kapı şeker toplayan çocuklardan birkaçı kaybolmuş, bir daha da haber alınamayan çocukların ana babalarının yüreği parçalanmıştı.

Bu ramazan ayında belediyeler tüm halkın davet edildiği, açık alanlarda 50-70 bin kişilik iftar sofraları kurdular. Ankara İstanbul arasında bir yarış söz konusuydu. Özel afişler bastırılmış, "çocuğunuzu da getirin" diye özellikle belirtilmişti. Bu davetten haberim olduğunda bütün Ankara anlaşmış gibi gitse ne güzel olur dedim. Onca insanı nereye sığdırırlar, ne yedirirler diye haince bir düşünce aklıma gelmişti. Belli bir kesimin geleceği zaten baştan belli bir iftar sofrası...

Araba ile girmediğimiz Atatürk Kültür Merkezi'ne yaya olarak bile girmek neredeyse imkansızdı. İnsan seli diye buna denirdi. Kimse kimsenin yürümesi için kolaylık sağlamıyor, herkes önceden gidip yer ve yemek kapma derdine düşmüştü.

Atatürk Kültür Merkezi'nin arka yolunu bir baştan diğer başına kadar yürümüştük. Her iki başta bulunan kapıdan akın akın insanlar hala girmekteydi içeri. Masaları görünce aklım almadı, nasıl bir kalabalıktı bu böyle! Tek tek insanlara bakmak, tek tek insan profillerini izlemek, her birinin yüzündeki ifadede neler gizli anlamak isterdim. Açlıklar, acılar, çileler, yoksulluklar, çaresizlik insanların üzerlerine sinmişti. Bunca insan ne zaman, nereden nasıl gelmişti, hayret ettim.

Üzeri kocaman "evet' yazılı yemek kutuları her kişinin önünde yenmeyi bekliyordu. Plastik masa ve sandalyelerde boş olan tek yer protokol kısmı idi. Başbakanın da katılacağı bu akşam yemeğinde bir bakıma bir öğün karnını doyurmak için de gelenler mutlaka vardı. Çoğunluğu belediyenin özel olarak düzenlenen seferleri ile mahallelerinden alınıp, yemek bitimi evlerine yine bu servislerle bırakılmak üzere anlaşmalı bir davetti.

Kutuların içerisinde kavurma, pirinç pilavı, kahvaltılık üç beş bir şeyler, söğüş bir iki sebze, baklava, ekmek ve sudan oluşan yiyecekler vardı. Her zamanki gibi, "bedava sirke baldan tatlıdır" mantığı ile dağıtılan yemek ve suların çevresinde izdiham yaşanıyordu. Biraz ileride sesler yükselmiş; uzun etekli, tülbentli kadınlar yerde küçük boy su kolisini hoyratça kendilerine çekerken, patlayan naylon ambalajla çevreye yayılan plastik kaplı sular herkes tarafından çoktan kapışılmıştı.

Dev hoparlörlerden yayılan tasavvuf müziği birden yerini ezana bırakmış, havaya bir sessizlik çökmüştü. Edilen dua sonucu yemekler yenmiş, başbakanın ne dediği pek seçilmeyen konuşması kalabalığın arasına kaybolmuştu. Yemek sonrasındaki karmaşa ve çevreye yayılan boş ambalajlar görüntü kirliliği yaratmıştı. Kimisi mavi çöp poşetlerine arta kalan yemekleri, kimisi ekmekleri toplamış, kimisi de dağıtılan tişörtüyle, şapkasıyla, elinde tuttuğu döviziyle kendilerini almaya gelecek olan otobüslere doğru yönelmişlerdi.

İtişmeler... Bağrışmalar... Karmaşa... Bir kısım gencin futbol takımı için attığı sloganlar, diğer yanda altüst olmuş trafiği kesen yayalar... İşte; aslında yaşadığımız toplumun insan profili bu dedim içinden. Üzüldüm hem de çok...

Gazete manşetlerinde, köşe yazılarında sık sık rastladığımız bir torba kömüre, bir torba yiyeceğe bilinçsizce yönlendirildikleri, verdikleri kararların kendilerine daha çok açlık ve daha çok sefalet getireceğini bilmeden yaşıyorlardı.

Yener Balta, 6 Eylül 2010

xxx

Sevgili Yener,
Önce sevgiler...

Güzel yazılar bunlar,
Sende bu yetenek doğuştan var.

Umarım bırakmazsın bu işin peşini.
Böyle dile getirirsin, yaşadıklarını , gördüklerini...

Başarılar sana...
Bu yazma işini sekteye uratma...

Hayri Balta, 7.9.2010

5 Eylül 2010 Pazar

OKUNMUŞ GAZETELER

OKUNMUŞ GAZETELER

Ne çok rüzgarda savrulur, ne çok kullanılır amacı dışında... Günlük haberleri, gündemde olan gelişmeleri, genelde de ilanların verildiği basılı yayın organı gazeteler...

Bazen fakirlerin sofrası olur! Sağdan soldan bulunan mürekkep kokulu gazete kağıtları peyniri, ekmeği, zeytini misafir eder üzerinde. Bazen en acıklı haberlerin yer aldığı sayfalara göz atarken, lokmaları yutarken anlamsızlaşır, lokma düğümleniverir boğazında insanın. Kimi zaman, zamanında okunmamış haberler çok sonra okunur, duygulandırır.

Gazete köşelerinde fikirlerini söze döktüler diye nice canlara kıyılmış, Ahmet Taner Kışlalı'yı, Çetin Emeç'i, Uğur Mumcu'yu, Muammer Aksoy’u, Turan Dursun'u, fikirleri uğruna kaybetmişizdir.

Hatırlarım bugün gibi. Küçüklüğümde bizim eve babamdan dolayı çok gazete girerdi. Köşe yazısı yazdığı gazete, okumak için aldığı gazeteler, geriye dönüp bakabilmek için belli bir süre atılmaz biriktirilirdi. O zamanlarda mahalleden geçen el arabalı gazete toplayıcıları gazeteleri ahşap mandalla değiştiriverirlerdi. Zira okunmuşu kadar okunmamışı da kıymetliydi.

Annem dikiş dikerken parşömen kağıdı bulamadığında patronlarını gazete kağıtlarına çıkarırdı. Prova yaparken gazete kağıtlarını birbirine iğnelediğinde kağıttan elbise gibi dururdu prova yaptığı kişinin üzerinde. Hoşuma giderdi.

Çocukluğumuzda gazete kağıtlarını su ve mobilya tutkalı ile hamur yapıp, minik heykeller yapar, üzerlerini boyardık. Kim daha iyi yapacak yarışırdık...

Henüz toplum olarak ayrıştırarak atıklarımızı toplama gereği duymuyoruz. Çeriçöpü toplayıp bir arada atıveriyoruz. Sadece çöpe mi, sağa sola... Belediyelerin hummalı oy toplama yatırımlarının dışında sorumlu oldukları bölgelere farklı atıkları, farklı kutulara koyma alışkanlığını topluma aşılayamadılar. Bu sadece belediyelere düşen sorumluluk da olmasa gerek tabi. Her birey kendi üstüne düşen sorumluluğu ve eğitimi almış olsa, şimdiye biz de belli bir kültür seviyesine ulaşmış olacaktık.

Sık sık gördüğümüz aynı manzaralar, trafik kazası sonucunda metal yığınların arasından çıkarılan cansız bedenlerin üzerlerini örten gazeteler... Aynı gazeteler bir gün sonra aynı olayı haber yapacaklar belli ki, ne acı...

Çok iyi hatırlarım çocukluğumda okunmak için alınmayan, okunmak için istenmeyen gazeteler, ne zaman baca temizlenecekse, ne zaman birileri evini taşıyacaksa, boya badana yapılacak evlerin vaz geçilmezi haline gelirdi. Hele hele sobayı tutuşturmak için vazgeçilmez gazete kağıtları kış aylarında pek kıymetlenirdi.

Bizim küçüklüğümüzde pazarlar vardı. Öyle marketlerde meyve sebze bölümü yoktu. Çünkü market yoktu. Pazara göre oldukça pahalı manavlar olsa da belli bir kesimin yaklaşamayacağı fiyatlarda satılırdı meyve sebzeler. Haftada bir kurulan pazarlara gidilip alınan meyveler sebzeler, gazete kağıdından yapılmış kese kağıtlarına konurdu.

Bazen gemi olur suda yüzdürülen, bazen de güneşten korur başına takanın gazete kağıdından yapılan şapkalar...

Sırf satılsın diye, okunsun diye, yanında verilen promosyonlar, kupon karşılığı verilen ürünlerle, açılan bayilikler. Tenceresi, tavası, bardağı çanağı... Gazeteye ne kadar uymayan şey varsa yanına iliştiriliverip satılmasını sağladıkları gazeteler...

Her gazeteye bir tıkla ulaşılabilen sanal gazeteler...

Eski mürekkep kokulu, klişelerle dizilen gazeteler eski eserlerin arasında yerini alalı çok oldu. Tarihin tozlu kokusu, tarihin izlerini taşıyan neredeyse babalarımızla, dedelerimizle yaşıt gazeteler...
Yener Balta, 3.8.2010

x
Yener,
Güzel oluş,
Ellerine sağlık.

Yazınız aşağıda,,
Başarılar sana...
HB. 4.8.2/010
x

23 Temmuz 2010 Cuma

YAŞAM ACI

YAŞAM ACI

Döndü aradı telefonla, "gelemeyeceğim abla, hoş gör beni bugün" dedi. "Hayırdır, ne oldu Döndü Hanım" dedim.

"Aman sorma abla" dedi, "derdim azmış gibi, bir dert daha geldi başımıza" dedi. "Ablamı kocası yakmış, asıl evlendiği gün yanmıştı ablam. Üzerine kaynar su dökmüş, şimdi ablamın yanına gideceğim" diyerek gerekçesini bildirip kapatmıştı telefonu.

Döndü'nün kaderi kötü yazılmıştı, kendi derdi azmış gibi bir de ablası çıkmıştı. Evlere temizliğe giderek, evinin sorumluluğunu üstlenmişti. Gençti, babası küçük yaşta evlendirmişti. Üstüne üstlük üç oğul sahibiydi. En büyükleri 18 yaşındaydı, ortanca oğlu özürlü doğmuştu, en büyük yük onun sorumluluğu idi. En küçük oğlu ise ilkokula gidiyordu.

Kader diye buna denirdi, başkalarının evlerini temizleyerek para kazanmak o kadar da iyi bir şey değildi.

Bir gün, bir sabah bana geldiğinde yüzüme bile bakmadan başı yerde ayakkabılarını çıkarıp, yanında getirdiği giysi torbasını alelacele açıp iş kıyafetlerini giymeye başlamıştı. Yüzünü benden saklamaya çalışıyordu.

"Çayını dolduruyorum Döndü" diye mutfaktan seslenmiştim. Bir bardak çay içip hatırını sorup işe gidecektim ben de. Yüzüne baktığımda morun ve kırmızının bin bir tonu birbirine karışmış, gözü kan çanağına dönmüş, yanak diye bir şey kalmamıştı. Hayretler içerisinde kaldım, ne büyük bir darbe almıştı yüzüne, gözüne.

"Hayırdır", dedim.

Beni cevaplamadan yüzünde beliren ifade her şeyi anlatmıştı. "Daha ne olsun abla, bizim adam" dedi, "yine başladı, ne iyi bir süredir benimle uğraşmıyordu"...

"Peki ne oldu daha bu kadar sana vurabildi". Hiç, hiçbir şey, anlasam hatam olsa neyse, durup dururken bağırmaya üstüme yürümeye, sonra da bana vurmaya başladı. Çocuklar korumaya kollamaya çalışsa da, çocukları da sağa sola savurunca bir kıyamet koptu.

Çalışmaz, içer, tüm parayı elimden alır, üstüne üstlük boşanmaya kalksa daha bir hiddetlenir dövermiş Döndü'yü... Üstüne üstlük kocası, kocalık görevini yapmayıp, başka bir kadınla ilişkisi olduğunu da gizlememiş, bunu da söylerken Döndü'yü bir iyice incitmişti. Her gelişinde içi doluydu. Avukatlık ücretini çıkaramamaktan yakınır, dertlenirdi. Yol göstericisi bilirdi beni. Anlaşmalı boşanmayı önermiştim. "Bazen yanaşır, bazen yanaşmaz bu fikre" abla diyerek çaresiz kalakalır.

Döndü'ye yapacağım en iyi destek, ne kadar temizlik için evine kadın alan çevrem varsa önermek olmuştu, neredeyse benim bütün çevremin temizliğine Döndü gelir olmuştu. Herkes yaşadığı çileyi az çok bilirdi. Kimseler sormazsa ağzını açmaz, sıkıntısını içinde saklardı.

Bunca çileye, bunca ekonomik sıkıntıya, bunca aldatılmaya karşı direnen kocasını nasıl olduysa ikna etmiş, çocukların babasız kalmasını, istedikleri zaman nasılsa birbirlerini görebileceklerini çözüm olarak bildiğinden artık bu iş bitmeli deyip boşanma işlemlerine başlamıştı.

Bir sonraki temizliğe gelişinde üzerinden büyük bir yük kalkmış, rahatlamış, neredeyse uçarcasına hafifti. Kocasından ayrılmıştı, en büyük sıkıntıyı üzerinden atmıştı. Çocuklar babalarının gitmesini kabullenemese de kendine kalacak bir yer bulacaktı.

Bir sonraki gelişinde kocası merdivenlerden inerken belini incitmiş, uzun süre kımıldamadan yatması gerekmiş, bakacak kimsesi olmadığından çocukların büyük ısrarları sonucu evin baş köşesine yatırmışlar. Kocası onca acının içinde alınan karardan pişmanlık duysa da yine ailesinin yanında, evinde olmaktan o an için mutlu olduğunu her hareketi ile belirttiğini söylemişti. Son pişmanlık fayda etmez diye boşa dememişlerdi.

İyileşmiş, zamanın geçmesi ile koca aynı koca tavrına başlamış, polis zoru ile evden çıkarmıştı, birlikte olduğu diğer kadın evine sığdırmamış, ancak anasının babasının köydeki evine dönmek zorunda kalmıştı.

Temizlikte olduğu günlerden birinde oğulları evde iken polisler eve gelmiş, babalarının boşandığı halde eve gelip gittiğini soruşturmuşlardı. Telaşla beni aradı, "polisler gelmiş, kocamı sormuşlar, çocuklarda ara sıra gelip bizi görür demişler. Ne diye ararlar, ne diye sorarlar!.." diye telaşlı hali ile verdiğim cevapla az çok rahatlamıştı. "Onlar boşandığından, sigortan olmadığından babandan kalan maaşı aldığın için gelmişlerdir. O devletin yeni uygulaması, zira birçok kadın, kocasından boşanıp babasından kalan maaşı almak için bu yola başvuruyor. Resmi olarak boşanıp, birlikte yaşantılarını sürdürüyorlar. Devlet bu işi sıkı kontrol altına almış durumda, korkma, kaygılanma bunun için gelmişlerdir" dediğimde bayağı rahatlamıştı.

Döndü'nün kaderi bu şekilde yazılmıştı. Yazısı kara idi. Çileli yaşamında kendisini daha neler bekliyordu, kim bilebilirdi.

"Abla, perdelerini de yıkayayım bu geldiğimde, duvarlarını sileyim ha ne dersin?" deyip, yaptığı rutin işlerin yanında benim en üşendiğim ve hiç bir zaman yapmayacağım işleri yapmak için can atardı.

Yener Balta, 23 TEMMUZ 2010

x
Yener Hanım,
Vardır sevgim...

Öykün yine güzel olmuş,
Baban seninle gurur duymuş...

Sana bu işte gelecek var...
İsterse her gün böyle güzel
Öyküler yazar...

Şimdi kal sağlıcakla,
Yeniden sevgiler sana...

Av. Eren Bilge Balta, 23.7.2010
x

Merhaba Yener,
Yeni hikayen "Yaşam Acı" da çok güzel. Tebrikler. Devamının da bekliyorum.
Selam ve sevgiler... 23.07.2010
O.O.
x

cok guzel olmus teyze, ellerine saglik, oburunu de cok begendim, yazik olmus kucucuk kopege.
cok optum seni
Gigi

8 Temmuz 2010 Perşembe

EN İYİSİ GİTMEKTEN VAZGEÇMEK

EN İYİSİ GİTMEKTEN VAZGEÇMEK

Her zaman yurtdışına çıkma hayali ile yaşamıştım. Pek gerçekleşeceğini sanmasam da benim için çok uzak olan bir ihtimali bir yıl içerisinde iki kez yurtdışına çıkarak gerçekleştirmiştim. Hem de çok mutlu olmuştum. Farklı bir ülke, farklı bir yer, farklı kültürler. Yaşayarak görmek başka olacaktı.

Bir üçüncü yurtdışı çıkışım için gereken evrakların hazırlık aşamasında yaşadıklarım, gitmekten bile vazgeçirecek aşamaya getirdi. Daha önce çıkışlarımda da aynı sorunları yaşasam da tur ile çıktığımdan çektiğim eziyet şu ana kadar yaşadığımdan daha hatırı sayılırdı. Her hangi bir bağlantım olmadan turist adı altında yurtdışına çıkacaktım. Uçak biletini alarak, kararsız kalışıma netlik kazandırmış oldum.

İkinci ve en önemli işlem olan nerede kalacağımdı. Orada yaşayan arkadaşlarımın bana davetiye çıkartmaları çok zor olacağından, bir otelde yer ayırma girişimlerinde bulunduk. Uzun uzun yazışmalar sonucunda, ilk üç gün tek kişilik odada, son iki gün için de altı kişilik oda da yer olduğunu bildirmişlerdi. Gideceğim ülke Türk vatandaşlarına pek sıcak bakmadığından bu üç ve iki gün ayrı odalarda kalmamda sorun çıkarabilirler diye uyarılmıştım. Sonun da elektronik posta ile yerim ayırtılmış, gittiğim gün ister kalabileceğimi, istersem küçük bir miktar ödeme yapıp, kaydımı yaptırıp kontrole gelen polislere orada kaldığımı belirteceklerdi. Daha önce gidenlerin hatırlatmaları ile sayısız karşılıklı yazışmaların dökümünü de hazırladığım evraklara iliştirecektim.

İnternetten araştırdığım danışmanlık şirketlerinde yazılanları okuyunca, bu işin nasıl üstesinden geleceğimi tam olarak anlamış değildim. Kimisi şahsen başvurmalısınız derken, kimi bize her şeyi hallederiz, siz sadece randevu gününde bizzat gitmelisiniz diyerek kafamı karıştırmışlardı. Bir üçüncü danışmanlık şirketinden aldığım bilgi en doğrusu olsa gerek ki, telefonla en kısa zamanda elçiliği aramamı, hatta bana aramam gereken numarayı vererek yardımcı olmuştu. Ben de o zaman danışmanlık şirketleri ile bir işimin kalmayacağını söylediğimde, özel kaza ve sağlık sigortanızı biz yapacağız diyerek açıklamada bulunmuştu.

Kafam iyice karışmıştı, internetten farklı farklı aldığım gerekli evraklar listesini karşılaştırdığımda, benden çok şirketime ait bilgileri hazır etmem isteniyordu. Son geçerlilik tarihleri, asılları, fotokopileri derken işin içinden nasıl çıkacaktım.
Verilen elçilik telefonunu aradığımda kredi kartımın ve pasaportumun konuşma sırasında yanımda olması isteniyordu, bu bilgiyi operatörden alıp umutsuzluğa düşmüştüm. Hafta sonu olduğundan telefon aramamı iki gün ertelemiştim.

Aradığımda aynı uyarıları tekrar dinleyip, telefon karşısındaki yardımcı olacak elemanla konuşmaya başlamıştık. İlk sorduğu şey kredi kartımdı, ardından kredi kartı bilgilerimi alıp, kesilecek olan 23 TL. başvuru için gereken ücreti almış bulundu. Pin numarası başvuru esnasında geçerli olacağından bir numara verildi. Bunu bir yere yazmam istendi. Ardından kişisel bilgilerimin tümü tek tek soruldu, teyit etmek için bir kez daha tekrarlandı, tekrarlatıldı. Ne için çıkacağım soruldu, biletimin alınıp alınmadığını, pasaportumun geçerlilik süresinin ne olduğunu, evli miyim, bekar mıyım, ne ile geçindiğim, okul ile bir bağlantımın olup olmadığını, ne kadar bir süre kalmayı düşündüğümü, bu ve buna benzer soru zinciri uzayıp gitmişti.
En sonunda benden istenen belgelerin neler olduğunu tek tek, zır cahil bir insana anlatır gibi anlatmış, bir de teyit etmek için sık sık geriye dönüp bana sormuştu. Konuşma sırasında tek tek söylenenleri not etmiş, önemli olan yerleri belirtip beni uyarmıştı. Uçak ve kalacak yerlerin orijinal kağıtlarını istendiğini söylemiş, benzer bir belgeyi kabul etmeyeceklerini, geriye dönüp tekrar bu işlemleri baştan yapabileceğimi hatırlatmıştı.

Ben tümünü elektronik ortamdan halletmiştim. Uçak biletinin oluru yoktu. İnternetten üzerinden, yabancı bir havayolundan alınmıştı. Arayıp konuşmam gerektiğini belirtmişti. Otel rezervasyonu için bana yardımcı olana arkadaşımı aramış, en kısa zamanda imzalı, soğuk kaşeli ve kalacağım günleri belirtir dökümünü yollamasını istemiştim. Aldığım randevu gününü bir hafta ileri erteletmeyi son anda akıl etmiştim. Otel rezervasyonu olmadan gitmem eksik evrak olacaktı ve başvurum kabul edilmeyecekti. Pasaportumun en az altı ay geçerlilik süresinin olması, kaşe ve imza için boş sayfalarının olup olmadığını, gerekli olan birkaç sayfanın neler olduğunu belirtip fotokopisi ile orijinalini yanımda getirmem belirtilmişti.

İnternetten ya da şahsen gittiğimde Şengen vize talep formu ve ekteki beyanname isimli formları çok dikkatli ve gerçeğe uygun biçimde doldurmamı istemişlerdi. İki adet vesikalık fotoğrafın milimetrik ölçülerini verip birinin formun üzerine, diğerinin de pasaportun ön yüzüne ataçla ataçlamamı istemişti. Seyahat ve sağlık sigortasının çok kapsamlı olması gerektiğini, kaç günü kapsadığını aslının ve fotokopisinin olması gerektiğini bildirdi.

Yorulmuş ve sıkılmıştım. Zaten daha önceden oluşturduğum listedeki evrakların hazırlığı geçersiz olmuş, yeni uzun bir liste oluşturuyordum.

Üzerime kayıtlı ne kadar malım, mülküm, param varsa belgelerinin orijinallerini ve fotokopilerini belirtmiş, nüfus müdürlüğünden tam teşekküllü vukuatlı nüfus dökümü aslı ve fotokopi olarak istenmişti. İş yerimden vize talep belirten izin belgesi, çalıştığımı süreyi belirten belge, işe giriş bildirgesi, en son maaş bordrosu aslı fotokopisi diye belgeler sıralandırılıyordu.

Elçiliğe geldiğimde 2-3 nolu kapılardan girmem gerektiğini eğer gününde ve saatinde gelmemem durumunda yaptığım 60 Euro'nun geçerliliğinin kalmayacağını ve altmış Euro'yu bozuk olarak bulundurmamı belirtmişti. 20 dakika önce gelip UPS Kargo uğrayıp daha sonra pasaportumun adresime kargo ile geleceğinden 13 ila 18 TL. kargo ücreti paranın yanımda olmasını bildirdi. Yanımda hiç bir eletronik eşyanın olmamasını önemle belirtip, cep telefonu, dijital fotoğraf makinesinin bırakılabilecek bir emanet yerinin olmadığını söyledi.

İş başa düşmüştü. Bütün evraklar tekrar elden geçecek, gereklileri istiflenecek, kalan belki gerekebilir diye ayrı bir dosyada toplanacaktı. Otel ve uçak rezervasyonlarını beklerken, hazırlamam gereken diğer kâğıtlar için bankadan başlamıştım.
Tam teşekküllü vukuatlı nüfus dökümü için Nüfus Müdürlüğü'ne gittiğimde henüz mesai yeni başlamıştı. Gördüğüm kalabalık beni şaşırtmıştı. Ne çok işi düşen vardı. Bahçede, kapıda, koridorda, kapı aralığında, merdivenlerin basamaklarında, bankların önünde bekleyen onca insan kalabalığı, içerideki her hangi bir havalandırmanın olmayışı ile ağır havayı numaratörden numara alana kadar teneffüs etmiş, kendimi dışarı atmıştım. Giriş katındaki bulunan tuvaletin keskin kokusu bir anda havada estiriyordu. Tuvaletin kapısını kapatmak, görevliye sık sık gereken temizliğin yapılması gerektiğini uyarmak istesem de vazgeçtim.

Benden önce aynı işlem için on kişi vardı. Sıramı bir içeri girerek, bir dışarı çıkarak beklemiştim. Hiç beklemediğim çabuklukta kâğıdı almıştım. Babam, annem, ablalarım ve benimle ilgili bütün dökümler maddeler halinde sıralanmıştı.

Bankadan hesabımda olan miktarı belirtir kâğıdı almak için tam tamına benden önce otuz yedi kişinin işlemini yapmasını sabırla bekleyecektim. Bir üst kata çıktım, tümü emekliden oluşan memurların yüzlerine tek tek baktım. Çileli yüzler dedim kendi kendime. Üstlerinde başlarında yoktu. Yüzlerinde bir umut yoktu.

Tam karşımda oturan emeklinin sol yüzüne felç inmiş, gözlüğünün sol tarafı alnına yaklaşmıştı. Gözü çukuruna kaçmıştı. Ağzı sol tarafa kaymış, benimle konuşmaya başlamıştı. Anlattıklarının birini bile anlamamış, kendisini dinlemeye çalışsam da olmamıştı. Neyse ki yanına başka bir emekli oturmuş, ona anlatmaya başlamış, benden daha sohbet sever biri ile karşılaşmanın sevinci içinde konuşmayı yoğunlaştırmışlardı.

Yanıma gelen emekli teyzem aradığı cep telefonu ile aralarında sorun olan kişinin kendisini görmeden gittiğini, "düğün olmuş mu düğün?" sorusuyla sorununu karşı taraftaki konuşanla paylaşmaya dalmıştı.

Torunları olsa gerekti, biri kız çocuğu diğeri oğlan, elleri göğüs hizasında bir sağa bir sola daha sonra çift elleriyle birbirlerinin ellerine vurarak kendi dünyalarında oyunlarını oynuyorlardı.

Başka bir masanın önünde oturan emekli, bayağı yaşlı idi, birden yere dağılan iki yüzlük paraların ayağına, masanın altına yayılması ile tüm dikkatleri üzerine çekmişti. Kendisine yardımcı olan memur tek tek paraları toplayıp istiflemiş, sayması için tekrar eline vermişti. Sayamıyordu, ya unutuyor, ya karıştırıyor tekrar baştan başlıyordu. Karşımda oturan iki emekli sohbete ara verip, "gidecek şimdi eve, eline bir yirmilik tutuşturacaklar, gerisini elinden söke söke alacaklar, yaşadığı sürece de köpek muamelesi yapacaklar", diyerek kendi düşüncelerini yaşlı emekli için aktarıvermişti.

Telaşlı hali, ne yapacağını bilmez bir bayan koridorun önünde çalışan memura, " hemen aramam lazım" deyip, telefon numarasının aklında olmadığını, çantasını karıştırıp, "hemen iptal ettirmeliyim, her şeyimi çaldırdım" demesiyle telaşının nedenini anlayıvermiştik.

Bayan banka memurlarının giyimlerindeki titizlik ve abartı benim giyim anlayışımdan çok uzaktı. O uzun ince topuklu ayakkabılarının üzerinde salına salına yürümeleri, yerlerinden kalkıp işleri için yöneldikleri yerlere gidişindeki süzülüşleri yaptıkları işin ne kadar acelesiz olduğunun habercisiydiler.

Numaram gelmiş, benimle ilgilenecek olan masanın önündeki sandalyeye oturmuş, derdimi anlatmıştım. Hemen başımda dikilen emekli derdini birkaç kez anlattıktan sonra, "görmüyor musunuz, müşterim var, işlem yaptırmasanız da, sorunuzu şu anki müşterimden sonra yanıtlayabilirim", diyerek biraz kaba, biraz nazikçe söyleyivermişti.

Kâğıdımı almış çıkmıştım. Üzerimden küçük bir ağırlık daha kalkmıştı. Şimdi sıra vesikalık fotoğrafa gelmiş, sevimsiz bir karede yüzümün donukluğu beliriverecekti. Neyse ki yapmacık gülüşler, hafif sağa, biraz aşağı başımı eğmeyecektim. Gerilmeden fotoğrafımı çektirmiştim.

Paramı ödeyip çıkacakken, belli ki aralarında yaş farkı çok olan anne ile kızın girmesi dikkatimi çekmişti. Anne zor duyuyor olsa gerekti ki, "evladım bizi geri gönderdiler, bu fotoğrafta alnı kapalıymış kızımın, tekrar açık hali ile istiyor elçilik", diyerek açıklamada bulunmuştu. Fotoğrafçının açıklamasını duymayan anne, "efendim" dediğinde, kızının sert ve kaba bir şekilde adamın dediklerini tekrarlaması ne kadar tahammülsüz olduğunun kanıtıydı.

İş yerimden, muhasebeden kalan evrakları toparlamam gerekti. Tek tek listeye bakıp, buluşma gününde nelerle karşılaşacağımı hatırladıkça, gitmemin pek de lazım olmadığını, gerekirse yaptığım harcamaları sineye çekip gitmekten vazeçebileceğimi, kendime telkinde bulunarak olabilecek olumsuzluklara karşı hazırlamıştım.

YENER BALTA
6 TEMMUZ 2010

x
Sevgili Yener,
Öykünüz ne kadar övülse değer.

Çok güzel anlatmışsın şu bürokrasiyi...
Ben olsam çekmezdim bu kadar eziyeti...

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana...
H.B., 6.7.2010
x