15 Mayıs 2013 Çarşamba

KIZIL TOPRAK


KIZIL TOPRAK

Hiç unutmuyorum!.. Kapıya geldiğimizde önce ağıt sesleri karşılamıştı bizi. Neyse ki kapının zili içeriden duyulmuştu. Kapı açıldığında evin büyük kızı koridorda, dizlerinin üzerinde bir o yana bir bu yana dövünüp duruyordu.
Başındaki siyah örtüsü kaymış, saçları yolunmaktan didik didik olmuştu. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Evde yas vardı, evin annesi Allah’ın rahmetine kavuşmuş, acısı dayanılmaz olmuştu. (Bu görüntüden sonra babam bana, "bu şekilde ağıt yakmayın!" diye, ilk vasiyetini etmişti.)

Salonda gelenlere koltuklar yetmemiş, kalan boşluklara sandalyeler dizilmişti. Sayamayacağım bir kalabalık hakimdi evin içerisinde...
Mutfakta tepsi tepsi baklavalar, dizi dizi lahmacunlar, tepsi tepsi patlıcan kebapları ve daha şu an hatırlayamadığım birçok yiyecek vardı. Hiçbir yere sığmamıştı gelen yiyecekler...
Ben, annem, babam taziye ziyaretinde bulunmuştuk. Hem de Ankara'dan memleketimize giderek... Başımız sağolsundu!..
Toprağa yeni verilmiş, mezarlıktan gelinmişti. Gidenin acısına dayanabilenler gelenlere tabaklarda yemek ikram ederken, kimileri uzun zamandır birbirlerini görmediğinden başsağlığı ziyareti hasret gidermeye de vesile olmuştu.
Yedi çocuk anasıydı giden yakınımız. Okuması yazması olmasa da gördüğü bildiği kendine yeterdi.
Amansız hastalık kendisini çok önceleri yakalamıştı. Acısı dayanılmazdı. Geri dönüşü olmayan o hastalık için çok geç kalınmıştı.
Çok çekti!.. Çok çekti diyorum çünkü; hastalık süresince tedaviye, kontrole, çok sık Ankara'ya, bize gelirlerdi. Tedavi süresince bizde kalır, kimi gün iyi kimi gün kötü günlerini geçirirdi. Bu gelişler günle sınırlanmayıp, neredeyse ayları bulurdu. Kendisi, kızı, bazı zamanlar oğlu, bir kişi için birçok kişi seferber olurdu. Hastane işi zordu. Kızının küçük kızı da bakacak kimsesi olmadığı zamanlar birlikte gelirdi.

Evimizin düzeni bozulurdu! "Yemek masada yenmez, günah olur!" deyip, bizim evde kendi kuralını koymaya çalışır, yere sofra açılır, onun çevresine oturur yemek ne ise yenirdi.
Bir keresinde sofraya elimi sildim diye, beni azarlamış, "el sofraya silinmez, günah olur!" demişti.
En sevdiğimiz kedimiz Sümbül'e, "Sümbül'den de isim mi olurmuş, bunun adı 'Mestan' olsun!" deyip biz kabullenmediğimiz halde kedimize kendi koyduğu isimle seslenirdi.
Ankara'nın ne etini, ne suyunu ne de ekmeğini beğenmezdi. İlle memleketinden gelsin isterdi.
Bir gün kızı; "Bu yaz sıcağında et nasıl gelir? Daha otobüse konmadan bozulur!" diyerek, mahalle kasabından bir but alıp annesine, "İşte et geldi" diye götürmüştü.
Garibim “Toprağımın…"  diye seve seve yemişti o etle yapılan yemeği...
Benim yatağım nedense onun yatağı olurdu her gelişlerinde. Bizim odamızı bizle paylaşır, o uyuyor diye kendi evimizde ses edemezdik.
En son gelişinde yine benim yatağımda acılar içinde kıvrandığını, yapılan morfinin bile acısını kesmediğini, "söylen, söylen..." deyişi o an gibi kulaklarımda şu an için...
Sürekli bu kelimeleri yineleyip durmuştu, neredeyse sabaha kadar.
O gelişi son olmuştu, gittiğinden kısa bir süre sonra acısı sonsuza dek dinmiş, hayata gözlerini yummuştu. Üzülmüştüm, ne kadar karışsa da, ne kadar benim yatağımda yatsa da, ne kadar sözünü geçirmeye çalışsa da severdim...
Taziye ziyareti bitmiş, kalkma vakti gelmişti. Teyzemlere gidip o gün onların misafiri olacaktık. Evin diğer kızı anneme, "yiyecek o kadar çok ki, biraz versem götürseniz, sevap etmiş oluruz hem de" demişti. Annem de kırmamış kabul etmişti.
Konan yemek öyle böyle değil koca bir çuvaldı. Evin oğlu arabaya indirmiş, bizi de gideceğimiz yere kadar götürmüştü.
Teyzemde, çuvaldaki yiyecekler bozulmasın diye dolaba koymak için çuvalın ağzı açıldığında şaşkınlığını gizleyememişti annem!.. "Beh kele" demişti koyu şivesiyle...
O an ne olduğunu anlamayıp, şaşmış, şaşkınlığımız gülme krizine dönmüştü. Bir çuval dolusu kırmızı toprak ne diye buraya kadar gelmişti!..
Daha sonra ne olduğunu aranan telefonla anlamıştık! Kendi bağının kızıl toprağını bir çuvala doldurmuş, mezarının üzerine serpmek için getirmişlerdi...
YENER BALTA, 15 MAYIS 2013
+
Yener,
Öykünü çok usta bir yazarın öyküsü gibi başarılı buldum. Öykülerde sonuç çarpıcı olur… Bu da öyle olmuş…
Bu öyküden kimsenin rahatsız olacağı bir durum yok. İstediğin yerde yayınlayabilirsin…
Emekliliğinde öyküler yazarak ek gelir sağlayabilirsin…
Yeter ki bu işin peşini bırakma…
Hayri Balta, 15.5.2013

7 Mayıs 2013 Salı

KULAK

KULAK

Hepimizin ortak şansı vardır hani, arabası olanın başına gelir hep. "Ne zaman arabayı yıkatsam ardından yağmur yağar!" deriz genelde.
Benim de başıma sıklıkla gelir bu durum. Bahar yağmurları hırsını aldı sanırım. Bu hafta sonu yıkatıp kurtulayım bu işten...

Neredeyse dışarıyı göremeyeceğim camdan. İçerinin pisliği de çabası...

Evime en yakın olan benzinliğin yıkama bölümüne gidip, benden önce sıraya giren üç arabanın yıkanmasını bekleyeceğim. O an yıkanan arabalardan birinin kurulama işlemi kalmışken, birinin paspasları dışarı çıkarılıp yıkanırken, benden önce iki arabadan sonra sıra bana geleceği için şanslıyım. Zira hafta sonu bugün, herkesin araba yıkatmak için tercih ettiği günlerden biri...

Uzun siyah çizmesi dizlerine kadar gelmiş, siyah tulumunun üzerine naylon önlük takmış, hızlı hızlı arabayı kurulayan genç, sanki yevmiyesi dışında alacağı bahşişin hayalini kurar gibi, gün boyuna yayması gereken enerjisini bu arabaya yoğunlaştırarak çalışıyor. Ne de olsa şu an kuruladığı araba bir Mercedes. Sahibinin de görünüşünden iyi bahşiş koparacağını düşlüyor kanımca... Son bir kez iki ucundan gerdiği bezi ön kaportasına hızlı hızıl çevirip pat diye yapıştırıp çekiyor kendine doğru. Alelacele toplayıp, bir sihirbazın el çabukluğu gibi, iki elinin arasında kıvırarak sıkıyor. Bir çırpışta bezi yere doğru savurup, kendisini izleyen araba sahibine buyrun dercesine eliyle işaret ediyor. Yaklaşan adama kapısını açıp anahtarını teslim ederken, avucuna sıkıştırılan  paraya bakmadan naylon önlüğünün ön cebine koyuveriyor.

Bir sonraki araba benim de hiç haz etmediğim, Tofaş marka, Şahin model bir araba... Genelde sahipleri tarafından BMW ayarında önem gören, eksozu öttürülen, maaile binilen, araba için varolan envai çeşit aksesuarları bir arada görülebilen bir araba... Nasıl olmuş da burada yıkatıyor diye düşünüyorum. Zira mahallenin kenarında, bir çeşmenin başında, evlerin önünde en çok yıkanan, sahibi ile özdeş markalardan biri diyebilirim.

Arabasını yıkama bölümüne kadar çekip, anahtarı gence uzatırken; "İyi yıka ha, içerisini de iyice bir süpürgeyle al" diyerek çıkıyor arabasından... "Merak etme abi sen" diyerek işe koyuluyor yıkayıcı... Kendisi de yıkama bölümünün az ilerisinde beklemek için konulan sandalyelerden birine oturuyor. Üç bölüme ayrılmış yıkama yerlerinde, her üç eleman da harıl harıl çalışıyor. Benzinliğin müdürü dışarıdan içerisi görünmeyen camın arkasında kendilerin gözetlediğinden emin, var güçleriyle çalışıyorlar.

Sıra benim arabaya geliyor, arabayı ve anahtarı bırakıp, beklemek için ayrılmış bölüme yöneliyorum. Bir bayanın yapacağı iş değil araba yıkatmak... Ama çaresizim.

Sırf beden gücü ile çalışıp, sonu olmayan, araba sahiplerinin yıkamasından memnun kalmadığında bile işinden edilebilecek bir iş olarak görüyorum. Zira evime temizlik için gelen bir kadının ağıdı aklıma geliyor. Oğlundan gelen telefonla bana dertlendiğini, birkaç gündür çalıştığı oto yıkamada, müşteri memnun kalmadığı için patronu işten attığını, şimdi ben ne yaparım diye ağıdını unutamıyorum.

Yapılan iş iş değilken, o işin kaybı bile üzebiliyor insanı, ne zor, ne acı... Bir meslek sahibi olamamak, bir baltaya sap olamamak... Düşüncelere dalıyorum çalışanları izlerken...
Tofaş model arabanın sahibi plastik sandalyede bir bacağını diğerinin üzerine genişçe atmış, kolunu sandalyenin arkasına dayamış, siyah bıyıkları dudağının iki yanına inmiş, jöleli ya da su ile taranmış ıslak saçları, sivri uçlu parlak pabucu, siyah boyuna çizgili takımı, mor pembe arası yüksek yakalı gömleğinin manşetleri ceketinden dışarı çıkmış kulağını karıştırırken; "Ah anam" diye bağırınca, ister istemez hepimiz ona bakıyoruz. İlk olarak kendi arabasını yıkayan çocuk,"Ne oldu abi?" diye yanına koşuyor. Acı ve telaş içinde kıvranırken başını yere eğmiş bir şekilde, "Kulağım, kulağım!" diyor başka bir şey demiyor...


"Ne oldu?" diye tekrar soruyor çocuk telaşlı...
"Kibrit çöpü ile kulağımı karıştırıyordum, kulağımın içinde kırıldı." derken bile kıvranıyor...
"Düzel abi, bi bakayım belki görünür, izin ver bir bakayım." Diyerek yardım etmek istiyor. Adam hafifce doğruluyor, kulağını ona doğru çeviriyor,

"Abi burada görünen birşey yok, emin misin içinde kaldığından? Yere düşmüş olmasın?" diyerek yerde kırık kibrit çöpü arıyor.

"Yok anam babam yok, hay senin kulağına..." derken sesini burada alçaltıp,"İçinde, içinde hissedebiliyorum. Çok acıyor çok, çok ittim, kulak zarına mı ne zıkkımsa ona zarar verdim sanırım" diyor...

Adamın bağırtısı, telaşı, acısı derken, bütün çalışan eleman seferber oluyor. İçlerinden biri, aklıma bir fikir geldi deyip, koşarak elektrik süpürgesinin hortumun kapıp geliyor adamın yanına,

"Durun, bana bırakın, çekilin oradan!.." deyip, elindeki süpürgeyi adamın kulağına götürürken, adam;
"Daha neler, o da ne?" diyerek elinin tersiyle itiyor.

"Abi sen bana bırak, bak göreceksin ne varsa içinde çekecek, acı macı kalmayacak" diyerek, kaşı gözü ile sakin ol dercesine adamı cesaretlendiriyor.

Süpürgenin ucunu adamın kulağına tutup, çalıştırır çalıştırmaz, süpürgeden çıkan sesi adamın sesi bastırıyor. Yerinden fırlayıp, "Ah anam, ah anam!.." deyip dönüp duruyor.
Ne dediğini sanırım kendi de duymuyor, o an değil kulağıma tutulması, bilmem kaç voltluk elektriğin gücü ile yanındayken bile sese tahammül edemezken onu kulağıma dayalı düşünemiyorum bile...

Yazık, üzülüyorum!.. Adam acı içinde kıvranıyor. Olacak şey değil diye düşünüyorum. Keşke hemen hastaneye götürülseydi diye içimden geçiriyorum. İlkelliğe bak diye de yazıklanıyorum.

Tüm bu olan bitenin ardından camekanlı bölümden keçi sakallı, saçının kalanına aklar düşmüş, orada çalışanların müdürü olduğu her halinden belli, koşar adımlarla adamın yanına geliyor.

"Hayırdır, neler oluyor?" diye, elemana soruyor.

"Şey abi!.." deyip anlatmaya başlayacakken, adam söze karışıyor... "Başlarım senin şeyinden" deyip haykırırken kendi sesini kendi duymuyor bile... Bağırarak elemanın üstüne yürürken, iri kıyım müdür adamı yakalıyor...

"Beyfendi sakin olalım!" diyor müdür." Bir durumu anlayayım, elimden geleni yapacağım sizin için" diyerek ortalığı yatıştırmaya çalışıyor.
Adam dağarcığında bulunan bütün küfürleri savuruyor bu arada...

"Sana mı kaldı lan bok yemek!" dediğini onca dediklerinden ayırt edebiliyorum.

"Hadi içeri gidelim, orada konuşalım," diyor müdür, adamı koluna girip sürüklercesine içeri götürüyor.

Adama bağırıp çağırırken kapı kapanıyor...
Ortalık sakinlese de elemanlar bir telaşa düşüyor...

Müdür kapıdan çıkıp sesleniyor çalışanlara, bir el hareketi yetiyor her üçünün de içeri gitmesine...

"Nasıl yani!.. Biz ne kadar bekleyeceğiz burada?" diye müdüre sesleniyorum.

"Haklısınız, bir dakika içerisinde arabanızın başında olacaklar, anlayışınıza sığınıyoruz" diyerek tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır atasözü ile yapacak şeyin beklemek olduğuna karar veriyorum.
Uzaktan bir ambulans sesi duyuyorum, aynı dakika içerisinde ambulans benzinliğe, müdürün ofisine doğru yanaşıyor. Adam eli kulağında yürüyerek ambulansa biniyor, ardından müdür de yanına...

Umarım her şey tatlıya bağlanır diyerek konudan biran önce uzaklaşmak istiyorum. Arabamın kurulama işlemini de beklerken fazla özenmesinin bir anlamı olmadığını düşündüğümden,

"Paspasları yerlerine aç yeter. Ellerine sağlık, tertemiz olmuş." deyip, bir önceki müşteriden bahşişini alırken ki mutluluğunu hissettiğimden neredeyse yıkama parasına yakın cüzdanımdaki bütün bozuk paraları ona veriyorum. Yıkama fişini ona teslim edip arabama biniyorum.

Aklıma takılan bu olayı, ertesi gün orada var olan markete girerken yıkama yapan çocuğa sormak için yanına gidiyorum.
"Dün kulağına çöp kaçan adamın akıbetini merak ettim de, haber var mı?" diye soruyorum.

Olayın korkusu geçmiş, aralarında gülme konusuna dönüşmüş olsa gerek ki, gülümseyerek;
"Ha o mu?" diyor. "Halloldu halloldu... Bizim müdür şikayet etmemesi için adamı zor ikna etmiş, çok uğraşmış ama... Bizzat kendi getirip götürdüğü hastanede, küçük bir operasyon geçirmiş. Kulak zarını zedelemiş, neyse ki delinmemiş. Zaten adamın önceden de rahatsızlığı varmış. Süpürgenin..." deyip kendini tutamıyor gülüyor, gülerek devam ediyor  konuşmasına... "O da geçici bir kulak sağırlığına neden olurmuş, bir iki gün içerisinde geçer demiş doktorlar..."

"Arkadaşınız işinden olmadı değil mi?" diye de soramadan edemiyorum.

Bu soruma da gülümsüyor, genç eleman,
"O var ya o... Nasıl denir size bilmem ama madem sordunuz.

Geçen gün bir bayana geri geri gel diyeceğine...
"Abla ya affına sığınaraktan..." diyerek bana,
"götün götün gel!.." diye bağırırken bizim müdür duymaz mı?

Eh bu da tuzu biberi oldu kulak olayının...

Müdür bunu almış karşısına, 'Lan daha birkaç gün önce genel müdür gelmeden eğitime almamış mıydık hepinizi... Bu ne hal böyle, gittikçe bokunu çıkarıyorsunuz işin!"
deyip, bir güzel azarlamış bunu...

"Eh işe yaramamışa benziyor baksana..." diyorum lafının üzerine...

Gülümsüyor...

"Garibanın tekidir o, idare ediyoruz işte..." deyip sevecen bir ifadeyle az ilerde çalışan arkadaşına bakıyor...

İyi çalışmalar diyerek ayrılıyorum oradan yüzümde tebessümle...

YENER BALTA, 7 MAYIS 2013
+

Yener Hanım,

Yine çok güzel anlatmışsın olayı. Güzel bir öykü olmuş. Ayrıntıları da unutmamışsın. Bu gidişle iyi bir yazar olacaksın. Benden söylemesi.

Arşivine, gözden geçirdiğim bu yazıyı al.

Şimdi kal sağlıcakla, başarılar sana.

Av. Hayri Balta, 7.5.2013

5 Mayıs 2013 Pazar

BABAMIN KİTAPLARI

BABAMIN KİTAPLARI

Hep yazıyorum ya hani; Yenimahalle'deki evimizi... Bende fazlasıyla
izleri  olan... Neyse ki ben üniversiteden
mezun olduktan sonra taşındık oradan... Ama anıları kaldı bende,
hafızamdan silemeyeceğim kadar!..

Şu an bile gözümde öyle net canlandırabiliyorum ki; misafir odamız,
oturma odamız ve yatak odası olan o küçücük odamızı... O odanın
kapısının tam karşısında bizimle birlikte Antep'den göçen koltuk...
İşte o koltuk, babamın evdeyken oturduğu koltuk, evimizdeki tek
koltuk!..

Annem, "o misillim ceviz koltuk takımı, senin kitapların yüzünden
kamyona  sığmadı" der dururdu sık sık babama... Üzülürdüm!.. Annemin
kazancı ile aldığı koltuklarının orada kaldığına, onun üzülmesine...
Bir kadın için ne kadar önemlidir evinin eşyası, hele ki koltuk
takımı, şu yaşımda daha da iyi anlayabiliyorum annemi...

Bir o kadar da babamın kitapları!.. Babam için çok çok önemli olan.
"Fare gibi her gün bir bir taşırdı kitap!" derdi annem. Hep kızardı
babama çok kitap aldığı için... Gururlanırdım, özenirdim babamın
kitaplarına... Önce kitaplar demiş babam, evimizin eşyaları
kamyona yüklenirken. Sanki batmakta olan gemiden önce yaşlılar ve çocukların
kurtarılacağı gibi...

İlkokulda derslerime babam yardımcı olurdu. Evdeki öğretmenimdi. Hangi
ders olursa olsun babama sormam yeterliydi. Hemen cevap verir, uzun
uzun anlatır, öğretirdi. Yetmedi, kütüpane kadar geniş olan
kitaplığında dersimle ilgili kitabı daha yeni yerine bırakmış gibi
bulur, sayfasını açar, "işte bak buradan yararlanabilirsin" diye bana
uzatırdı. Bütün mahalle çocukları ödevleri ile ilgili konu için
neredeyse bize gelir, babamın kitaplığından yararlanırlardı.

Şimdi aklıma geldi, yazmadan geçemeyeceğim. Şu an için kaçıncı sınıfta
olduğumu hatırlamıyorum. Her sabah radyoda verilen haberden en az
beşini yazıp, ilk derste okunması için yazar okula götürürdük. O
zamanlar ne o haberi okuyanın hızına yetişebilir, ne de o hızı not
edebilirdim. Babam sanki kendi dersiymiş gibi benim için not ederdi.
Edemese bile bana sonrasında yazar, ya da yazdırırdı. Babamın el
yazısını okuyana aşkolsun! Ne doktor yazısı gibi... Benim bildiğim
harflerin dışında bambaşka bir alfabeydi sanki. Bu her sabah kahvaltı
masasında gerginlik yaratan bir konu muydu şu an hatırlayamıyorum. Ama
babam temize çekebilmem için, benim okuyabileceğim şekilde tane tane
yazmaya çalıştığıda olurdu. Bana göre yine kendi alfbasiyle... Annem
geçmişe dönük anılarında "baban o yazısı için az çalışmadı, gece
gündüz, yazar yazar dururdu" derdi.

Babamın ayrı bir çalışma odası, annemin ayrı dikiş odası yoktu. Yatak
odası adı altında ikisinin de uğraşları için buluştukları yerdi. Üç
duvarına kitaplar dizilmiş, o da yetmemiş karton kutulara konup
yatakların altına itilmişti. Kitaplıklar sanki o odanın duvarı
olmuştu. Herşey onların önüne konmuştu... Yatak, çalışma masası, dikiş
makinesi...

Batıkent'e taşınırken bazıların istemeyerek de gözden çıkarıp
çuvallara doldurup Zafer Çarşısı'nda eski kitapları satan bir
arkadaşına vermiş, bir kısım dergi ve kitaplarını da depoya kutulayıp
koymuştuk. Yeni evimizde babamın artık bir çalışma odası olacaktı.
Kitaplarının bir kısımın odasına, kalanını da koridordaki kitaplığa
yerleştirmiştik. Kitaplığındaki kitaplar karışmış; yazarları, konuları
derken bozulmuş, düzenlemesi hayli zaman almıştı.


Babam, sağlığından dolayı severek yaptığı avukatlık mesleğini bırakıp, iş yerini eve taşıması gerekti. Orada ki kitaplar da eve gelince, ev hıncahınç kitap doldu. Her odada bulunan  dolaplara, yeni alınan kitaplıklara yerleştirdi. Ev tamamıyla kütüphane gibi olmuştu.


Gerektiğinde tekrar bakabilmek için, birilerine
okuması için verdiğinde asla unutmadığı, bazısında
altlarını çizerek, bazısında notlar alarak, bazısında da yazılarına
alıntılar yaparak okuduğu kitaplar babamın en değerli hazinesi...

Babamın kitapları, en çok din ve felsefe, roman, öykü, deneme,
araştırma, hatta hatta müzik, bilgisayar konularını ve daha fazlası
bulunan geniş bir kitaplık, kütüphane ayarında...

Son zamanlarda babamla birlikte kitapçılara, yılda birkez açılan kitap
fuarına gittiğimizde üçer beşer alarak döndüğümüz çok olmuştur.
Adresine gelen, ya da kendisinin sipariş ettiği dergileri de ödünç
alıp belirlediğim süre sonrasında kendise vermişimdir. Keşke iş
yaşantısı zamanımın bu kadarını kapsamasa da daha fazla kitap
okuyabilsek... Bu da kendimi kandırmak olsa gerek! Babam değil kitap
okumaya zaman ayırmak, durakta, otobüste, yatakta, hatta hatta
yürürken kitap okur, kitap okumayı zamana uydururdu.

Şu an en güzel olan; bu kadar birikimin, bu kadar emeğin, yıllarca
aldığı notların, yazılarının bir bir kitaba dönüşmesi. Kendi
kitaplığında kendi kitaplarının basıtırılıp o en değerli hazinede
yerlerini alması... Babamın her kitabını birlikte hazırlayıp mesleğim
gereği başından sonuna hatta teslimatına kadar ilgilenmek bir o kadar
da gurur verici benim içinde... Sayısı 10'u bulmuş, belki de basılmaya
yüzlercesi hazır olan dosyalarını yavaş yavaş baskıya hazırlıyor...

Bilgisayar yeni yeni çıkıp evlere girdiğinde, babamın da isteğiyle
kendisine bir bilgisayar aldık. Yılların daktilo tecrübesiyle, sadece
klavyeyi kulanmamın yeterli gelmediğini bildiğinden, bilgisayar
kursuna gitti. Bu da yetmeyip kendine ait internet sayfasını
kendisinin hazırlayıp, yeni bilgiler girebilmek için web tasarım
kursuna gitmekten hiç çekinmedi.

Basılı kitaplarının yanında sanal ortamda e-kitap bölümü oluşturarak
internet ortamında da basılı basısız kitaplarını yayınlayarak,
okumadan bu kadar uzak, ürkek, korkak, sıkılgan insan kitlesine kendi
ulaşsa da o kadar azınlıkta olan okuyan çevresiyle bilgi alışverişini
sürdürmekte şu an...

Yener Balta, 3 MAYIS 2013

2 Mayıs 2013 Perşembe

1 MAYIS SABAHI


1 MAYIS SABAHI

Saat çalmadan, yoldan geçen arabaların sesi kulağıma gelmeden, Tarçı'ın ıslak burnunun elime dokunuşuyla uyandım. Üzülüyorum, ona fazla ilgi gösteremiyorum. Hatalıyım!..

İşe gitmek için saat henüz erken, sokaktaki sesizliğin nedeni bugün 1 Mayıs... Bütün iş yerleri tatil, niyeyse biz değiliz!

En çok gelincikler açacak diye heyecanlıyım bu Mayıs ayında da... Fotoğraflarını çekeceğim... Mayıs ayı; kirazı ve aşkı hatırlatır bana! "Ben her bahar aşık olurum" diye de boşuna dememişler...

Ortalık o kadar sesiz ki kimseler yok sokakta...

Sonradan takmaya başladığım Tarçın'ın tasmasını takmadan çıkıyoruz dışarı... Son zamanlardaki yaşadığımız tereddütü bu seferde yaşıyoruz. Tarçın büyük parka yöneliyor, benim uyarımla küçük parka koşuşturuyor. Hava güzel, yüzümü yıkamak yetmiyor, derin derin havayı soluyorum içime...

Her zaman geçerken baktığım evin önündeki kanalizasyon ızgarasına, kendine orayı mesken edinmiş koca fareyi bu sefer göremiyorum... Bazen kedi ve köpekler için konan yiyeceklerden beslenirken görüyorum. Bazen de ızgaranın üzerinde dururken... Sevimli buluyorum şimdiye kadar iğrendiğim bu canlıyı.

Park sessiz, bizim küçük parkımız!.. Çalılıklar boy atmış, Tarçın'dan başka köpek var mı diye bakınıyorum. Görmekte zorlanıyorum. Bir kedi çalılıkların dibine kıvrılmışken, çokça güvercin parkta kuru ekmeklerden besleniyor. Bu parkta başka köpeğin olmadığının habercisi.

Hızlı hızlı yürüyüş yapan adam, parktaki spor aletlerinde bir sağa bir sola uzun eteğiyle kendini savuran yaşlı teyzeden başka kimse yokken, park dışında sağlı sollu bir yerlere giden insanlar...

Bir iki tur ardından parkın bekçisinin henüz gelmemiş olmasından yararlanarak kulübenin olduğu köşeyi de ziyaret ediyoruz. Köpeklerin en çok koku bıraktıkları nokta burası, nedense!.. Tabelaların, bekçinin inadına orada görüyorlar ihtiyaçlarını...

Az ileride, yer betonu ile çimlerin birleştiği yerde pararel yatan bir adam görüyorum. Birkaç tur yürüyen adamda şaşkınlık hissetmiyorum. Aynı şaşkınlığı ben de yaşamıyorum. Zira bu semtte bu parklarda o kadar çok rastlamaktayım ki bu görüntüye, telaşlanıp yanına bile gitmeye gerek duymuyorum. Esrarkeş, ayyaş, serseri, şarhoş...

Yerde yatan adam, gömleği, üzerinde kazağı, altında pantolonu, kolları göğüsünde toplu yatıyor. Belli ki sokakta yaşayanlardan değil... Arkasından geçerken hafifçe eğilip yüzüne, bedenine bakıyorum. Derinden bir horlama sesi duyunca biraz rahatlıyorum.  Nede olsa yerde yatan bir insan ve duygular harekete geçiyor...

Evde, yatakta görmeye alıştığımız bu durumu sokakta, koca şehrin bir yerinde görünce garipsiyorum. İnsanın yattığı yer yatağıdır ne de olsa... Birden aklıma bir kadını bu şekilde parkta sabahladığını göremeyeceğim geliyor... Zira kadın!..

Parkın diğer köşesinde gezinirken, yoldan geçen kadın ve parkta yürüyüş yapan adam, ortak kararla sanırım polisi arıyorlar. Takipteyim!..

Öbek öbek minik sineklerin havada uçuşmalarına dikkat etmem gerekiyor. Betonun üzerinde, bankların önünde serçeler dün akşam yenip yerlere atılan çekirdek kabuklarından kendilerine yem ararlarken, yeni yeni hareketlenen karıncalara basmamaya çalışıyorum.

Yine parkın diğer köşesine, yerde yatan adamın yanına doğru yönelirken, yürüyüş yapan adamla birkaç kez karşılaşmış olsak da günaydınlaşmamış olmanın umursamazlığıyla, yerde yatan adam için konuşmaya başlıyoruz.

"Tanıyor musunuz? Daha önce hiç görmüş müydünüz?" diye sordu.

"Hayır, tanımam... Daha önce görmedim, bu görüntülere çok şahit oldum. Belli ki akşamdan kalmış, biraz önce horluyordu. Sızmış belli ki" dedim.

"Yazık! Biz bize düşeni yapalım da... Polise haber verdik." diye yazıklanarak konuşmasını bitirdi.

Kısa bir süre sonra polis arabası parkın kenarına yanaştı, iki polis arabadan indi, biri bir bana baktı, bir de yerde yatan adama... Hızlıca yanına gelip, telsizin arkası ile yerde yatan adamın omuzuna dokundu, birkaç kez iteledi.

"Günaydın, günaydın hadi bakalım kalk artık..." dedi alaysı bir sesle...

Bir iki itelemeden sonra adam parkta yattığından habersiz, rahat yatağından uyanırcasına, önce oturdu, ayağa kalkarken düzelmekte zorlandı. Uyanır uyanmaz konuşmaya başladı, mesele ne ise henüz kafasında bitmemiş olsa gerekti. Uzun uzun anlattı, polisler hiç birşey demeden dinledi. Cebinden sigarasını çıkarıp ağzına bir tane sıkıştırdı, çalan telefonuna uzunca baktı, sonra konuşmadan kapadı.

Ağacın gövdesine gizlenerek ara ara uzaktan bakıyordum. Polisler adamı ayağa kaldırdıktan bir süre sonra arabaya binip gittiler. Daha fazla orada kalmadan Tarçın için gerekli süreyi doldurmuşken eve doğru yöneldim.

Televizyonu evden çıkmadan açmış, her sabah olduğu gibi haberleri dinlerken İstanbul'dan canlı yayında, 1 Mayıs kutlamaları için tüm toplu taşıma araçlarının bugün hizmet vermediğini, kutlamalara işçilerin katılmalarını engellemek için her türlü önlemlerin alındığını... diye devam ediyordu. Bir gün önce duyduğum haberde, görevlendirilenlere ek olarak 5 bin polisin daha İstanbul’a, İstanbul Valiliği tarafından istendiği söylenmişti.

Televizyonda, sendika görevlisi olan kişi 1 Mayıs 1977 yılında ölen 34 kişinin anısına yine Taksim Meydanı’nda tüm engellemelere nazaran eylem ve kutlamalarını yapacağını söylerken, 1976 yılında babamın bizi Ankara'dan İstanbul'a tüm zorluklara rağmen ailece, eyleme katılmak için götürdüğü aklıma geldi.

O yıl ben 11 yaşındaydım. Aklımda kalan; babamın benim elimden sıkı sıkı tutuşu, sıcak havanın ve susuzluğun ne kadar dayanılmaz olduğu, kalabalıkta yürüyememenin verdiği zorlukla süründüğüm ve çok söylendiğimdi...

YENER BALTA, 1 MAYIS 2013

+




Yener,
Çok güzel olmuş. Adı kulağına değmiş öykücüler bu kadar güzel bir anlatımda bulunamaz...
Kutluyorum, seninle gurur duyuyorum...
Hayri Balta, 1 Mayıs 2013


12 Nisan 2013 Cuma

EGO'NUN ÇOK YÜZLÜLÜĞÜ


Rollere Bürünmek; 
Ego'nun Çok Yüzlülüğü

Eckhart Tolle

Maddi kazanç, güç duygusu, üstünlük, özel olmak, fiziksel ya da psikolojik zevk olsun, başka birinden bir şey isteyen ego, ihtiyaçlarının karşılanması için genellikle bir çeşit role bürünür. İnsanlar genellikle oynadıkları rollerin farkında değillerdir, dolayısıyla kendilerinin o roller olduklarını sanırlar.
Bazı roller gizlidir; bazıları açıktır ama sadece oynayan kişi göremez. Bazı roller, başkalarının dikkatini çekmek üzere tasarlamıştır. Ego başkalarının sonuçta psişik enerjiden oluşan dikkatini çekmek için uğraşır. Ego asıl enerji kaynağının sizin içinizde olduğunu bilmez ve bu yüzden onu dışarıda arar. Egonun aradığı şey, biçimi olmayan dikkat değil, tanınma, saygı, hayranlık, övgü gibi bir tür dikkat ya da sadece bir şekil, fark edilmiş olmak, böylece varlığını onaylatmaktır.
Başkalarının dikkatinden korkan utangaç bir kişi de egodan özgür değildir ama onun ki, başkalarının dikkatini hem isteyen hem de ondan korkan dengesiz bir egodur. Korku, dikkatin ayıplama, kınama ya da eleştiri halini almasına yöneliktir, yani ego besleneceği yerde zayıflamaktan korkar. Dolayısıyla, utangaç bir kişinin dikkat korkusu, dikkat ihtiyacından daha fazladır. Utangaçlık genellikle baskın olarak olumsuz, yetersiz bulunma inancıyla ilgili bir içsel imajla birlikte var olur. Herhangi bir kavramsal benlik duygusu kendimi o ya da bu gibi görmek - olumlu (Ben en büyüğüm) ya da olumsuz (Hiç iyi değilim) olmasına bağlı olmaksızın, egodur. Her içsel imajın ardında, yeterince iyi olmama korkusu yatar. Her olumsuz içsel imajın ardında ise, başkalarından daha iyi ya da daha büyük olmak konusunda gizli bir arzu vardır. Egonun güven duygusunun ardında, sürekli bir üstünlük ihtiyacı ve bilinçsiz bir aşağılık korkusu yatar. Buna karşılık, utangaç, yetersiz ve kendini aşağı hisseden bir ego, aslında üstünlük için güçlü bir arzu besler. Birçok kişi, içinde bulundukları durum ya da karşılaştıkları insanlara bağlı olarak üstünlük ve aşağılık duygulan arasında gidip gelir. Kendi içinizde bütün bilmeniz ve gözlemlemeniz gereken şudur: Kendinizi herhangi birinden üstün ya da aşağı hissettiğinizde, bu egodur.
Hain, Kurban, Aşık
Bazı egolar, eğer aradıkları takdiri ya da hayranlığı bulamazlarsa, başka türde dikkatle yetinmeye çalışırlar ve bunları sağlayacak roller oynarlar. Olumlu dikkat çekemezlerse, bunun yerine olumsuz dikkat arayabilirler ve bunun için başkalarında olumsuz tepki yaratacak şeyler yapabilirler. Bunu bazı çocuklar da yapar; dikkati üzerlerine çekmek için yaramazlık yaparlar. Ego bir aktif bedenle abartıldığı her seferinde, olumsuz rolleri oynamak özellikle önem kazanır. Bazı egolar, ün arayışlarında suç işlerler. Başka insanların nefretini çekerek, kötü ünle kendilerini belli etmeye çalışırlar. "Lütfen bana var olduğumu, önemsiz olmadığımı söyleyin," der gibidirler. Egonun bu tür patolojik biçimleri, normal egoların sadece daha aşırı versiyonlarıdır. 
En sık görülen rollerden biri, kurban rolüdür ve dikkat biçimi başkalarının sempatisini, acıma duygusunu kazanmaktır. Kişinin kendini kurban olarak gör­mesi, birçok egosal kalıpta kendini belli eder; şikayet etmek, gücenmek, öfkelenmek gibi. Elbette ki kendimi kurban olarak gösterdiğim bir rolü oynamaya başladığımda, sona ermesini istemem ve bunun için, her terapistin bildiği gibi, ego "sorunlarının" sona ermesini İstemez, çünkü kimliğinin bir parçası haline gelmişlerdir. Kimse "benim" üzücü hikayemi dinlemezse, o zaman hikayeyi kendi kendime anlatmaya başlarım ve kendime acıyana kadar bunu tekrar tekrar yaparım. Böylece kendimi hayat ya da başka insanlar tarafının haksızlığa uğramış gibi gösterebilirim. Bu benim içsel imajıma katkıda bulunur, beni başka biri yapar ve ego için önemli olan tek şey de budur.
Birçok sözde romantik ilişkilerin erken dönemlerinde, "beni mutlu edecek, beni özel hissettirecek, ihtiyaçlarımı karşılayacak" kişinin dikkatini sürekli üzerinde tutabilmek için, taraflar karşılıklı olarak özel rollere bürünürler. "Ben senin olmamı istediğin kişiyi oynayacağım, sen de benim olmanı istediğim kişiyi oynayacaksın." Bu, söze dökülmeyen bilinçaltı anlaşmasıdır. Ne var ki rolleri sürdürmek zordur ve bu yüzden, özellikle birlikte yaşamaya başladığınızda, roller bir süre sonra sona erer. Peki o rollerden sıyrıldığınızda ne görürsünüz? Ne yazık ki birçok durumda, o varlığın gerçek özünü değil, gerçek özünüzü üzerini örten şeyi görürsünüz: Rollerinden mahrum kalmış katıksız ego, acı beden ve şimdi öfkeye dönüşen arzuları. Muhtemelen bu öfke, temelde yatan bir korkuyu yok etmeyi ya da ihtiyaçları karşılamayı başaramayan eşe yönelecektir. 
Sık sık adına "aşık olmak" denilen şey, aslında birçok durumda egosal arzuların ve ihtiyaçların yoğunlaşmasıdır. Başka birine, daha doğrusu O kişinin imajına bağımlı hale gelirsiniz. Bunun, içinde hiçbir şekilde bağımlılık bulunmayan gerçek sevgiyle ilgisi yoktur. Geleneksel aşk kavramlarından söz ederken, İspanyolca belki de en dürüst dildir: Te quiero,"seni seviyorum" anlamına geldiği kadar, "seni istiyorum' anlamına da gelir. "Seni seviyorum" ifadesi için kul lanılan diğer bir söz te amo şeklindedir ve hiçbir be lirsizliğe sahip olmayan bu ifade, belki de gerçek aşk da çok ender olduğu için, nadiren kullanılır.

( Var Olmanın Gücü - Eckhart Tolle )

9 Nisan 2013 Salı

YAŞAMAK YÜREK iSTER

YAŞAMAK YÜREK iSTER

Yaşamak yürek ister; belki de bu yüzden dünyaya gelenlerin çok azı yaşar. Çoğunluğu yalnızca yaşadığı günü kurtarır, var olmakla yetinir ve kendi varlığı altında ezildikçe ezilir.

Değiştiremeyeceği gerçekleri olduğu gibi kabul etmek ve bu değişmezlikten kendine yeni bir yaşam sevinci yaratmak da yürek ister; değiştirebileceğini değiştirmeye çalışmak da. Sanıldığı gibi insanı korkutan; dünya, zorluklar, yaşam koşulları ya da başkaları değildir. İnsan en çok kendisinden korkar; kendi duygularından, kendi güçsüzlüklerinden, kendi zaaflarından, kendi acılarından, kendi coşkularından ürker.

Yaşama her dokunuşunda, duygularının alevlenip kendisini yakacağından çekinir. Onun için kaçar yaşamdan, aşktan kaçar, öfkeden, hareketten, sevinçten, kendisinden kaçar. Korku yüzünden yaşanamamış bir yaşamı ellerinde taşımaktan yorularak, kendisine uydurduğu bin bir türlü mazeretle yaşama arkasını dönmeye, gizlenmeye uğraşıp, gizliden gizliye yok olmaya çabalar.

Korku kendine acımayı getirir; kendini zavallılaştırmaya baslar yaşamdan korktukça. Yaşamla yüz yüze gelmektense ağır ağır erimeyi tercih eder. Korktukça azalır gücü; korkuyla yaralanan bedeni artık en küçük bir dokunuşta acıyla inler. Her acıda korkusu biraz daha artar ve girdap gibi çeker içine güçsüzlük onu. Kendi korkusuna kalkıp kader der sonra, korkuyu değiştirilmez bir gerçek, alnına yazılmış bir yazgı olarak görür. Yeni bir aşkın düşüncesi bile titretir onu. Kalabalıktan korktuğu kadar yalnızlıktan da korkar.

Hayatın hiçbir haline dayanamaz durumlara gelir. Sırtında yaşayamadığı hayatı, önünde yaşanacak günleriyle, kendi geçmişiyle geleceği arasında sıkışır kalır artık.

Kendi duygularıyla kuşatılır; döndüğü her yanda bir düşman gibi kendi duyguları çıkar karşısına. Şu yana dönse orada bir mutluluk vardır ama o mutluluğu değil mutluluğun arkasında gölgesi sezilen acıyı görür. Bu yana döndüğünde bir isyanın şevki vardır ama o isyanın çekiciliğini değil o isyan için ödenecek bedelin ağırlığının fark eder. Beri yanında bir aşk bekler onu ama o aşkın arkasından gelebilecek terk edilme ihtimaline diker gözlerini.

Her kıpırtıyla örselenebileceğinden çekindiği için kıpırdayamaz bile yerinden; yaşama yaklaşabilmek için bir tek adım bile atmaya yetmez cesareti. Ona sevinci gösterseniz; "ya sonra" diye sorar! Aşkı gösterseniz, gene ayni sorudur onun aklını kurcalayan; "ya sonra"! Öfke, coşku, dostluk, sevişme, başkaldırı, direnme hep aynı soruyu sürükler peşinden; "ya sonra". Bilinmeyen bir "ya sonra" için bilinenlerin hepsini ıskalamayı kabullenir. Ama ne garip, duygularından, yaşanacakların sonrasından korkanlar, acıdan sakınanlar çeker en büyük acıyı. Yaşanmamış bütün duyguları zehirli sarmaşıklar gibi boy atıp ruhlarına dolanır. "Sonrası umurumda bile değil" deyip yaşamla kucak kucağa gelenlerden çok daha fazla yarayı yaşayamadıkları için alırlar. Yakınıp dururlar; çektikleri acılardan söz ederler.

Acıyı da çekerler gerçekten ama acıdan korktukları için bunca acıyı çektiklerini görmezler bir türlü. Yaşamanın cesaret istediğini fark edemezler. Onun için çok az insan yaşar; çoğunluk yalnızca gününü kurtarır. Yaşanmamış günlerin altında inleyen çaresiz bir köle gibi yitik bir hayatı taşır güçsüz omuzlarında.

Kendi gerçeklerimiz, kendi duygularımızdır bizi böylesine ürküten; çatal diliyle tıslayan bir yılan görmüş tavşan gibi kendi kendimizi hareketsiz bırakan. Ve ne kadar çok korkarsanız, korkunuz o kadar artar. Ne kadar yaşarsanız, cesaretiniz o ölçüde bilenir. Yaşayamıyorsanız eğer, bu başkalarından dolayı değildir. Sizi güçsüzleştiren, sizi çaresizleştiren, sizi isyanlardan alıkoyan, değiştiremeyeceklerinizi kabul etmenize engel olan, değiştirebileceklerinizin üstüne gitmenize izin vermeyen, sizi yaşatmayan, sizin kendi korkularınızdır.

YAŞAMAK YÜREK iSTER ÇÜNKÜ...
Oscar Wilde

12 Şubat 2013 Salı

BURASI KEÇİÖREN


BURASI KEÇİÖREN
Türkiye'nin en kalabalık ilçesi Ankara'nın Keçiören ilçesiymiş. Bu haberi o akşam Keçiören'de bir arkadaşımı ziyarete giderken radyoda dinledim. Keçiören'in trafiğinden nefret ettiğimi sık sık arkadaşımla paylaşırım. Hatta bu cümle aramızda espri konusu olarak da yinelenir. 

Kural tanımayan bir grup insan nasıl olmuşta burada toplanmış! Son zamanlarda metro yapımı için kapatılan yollardan iki yıl kadar bir süre için, geçici yeni yollar düzenlenmişken burada ne şerit kavramı var, ne öncelik hakkı... Kornayı bol keseden harcayan, kırmızı ışıkta yeşil ışık yanıyormuş gibi geçen, sağ-sol sinyaline bakmadan öne çıkan, kısacık mesafede arabasının eksozunu bağırtarak hız yapan... Neredeyse arabayı kenara çekip, bir nefes alasım geliyor... Kuralsız, düzensiz, saygısız ilçe demek en doğrusu buraya... 

Belki de en çok göç alan ilçedir burası... Önceden, çam ağaçlarının arasında bulunan köşklerde en seçkin insanlar yaşarmış. Üzüm bağları varmış zamanında... Bozkırlarında keçiler otlatılan, hani şu Ankara'nın meşhur keçileri... Semte bile isim olmuşken... Ne acı!.. Şu an en ucuz yaşanılır semtlerden biri haline gelmiş... Sonrasında boş arazilerine kurulan gecekondularla sahiplenilen toprakları, şimdilerde yerlerini katlı binalar almış...

Kısa ziyaretimden sonra vakitlice eve dönerken, dörtyol kavşağında kırmızı ışıkda durup yeşil ışığın yanmasını beklerken, duyduğum yüksek müziğe ve atılan naralara sağa sola baktımsa da sesin kaynağını bulamadım. En kalabalık yaşamın merkezindeyken kesin, ya bir düğün ya da bir asker uğurlaması vardır diye düşündüm. Ya da bir futbol maçının artakalanları... Solumdaki yüksek kasalı kamyonun görüş alanımdan çıkması ile dörtyol ağzındaki karşı şeritte gördüğüme inanamadım. Bir an afalladım!.. Yok artık, bu kadarı da fazla idi... Kenarda köşede olanına rastlamıştım ama bu kadarına pes doğrusu... Havada yayılan ses ikiye katladı, yeşil ışık yandığı halde, karşı yöndeki hiç bir araba yoluna devam edemiyordu. Yol ağzını yanyana duran üç araba kapamış, kapılarını açmış, içeride ne kadar erkek varsa arabadan inmiş, çevreye yayılan müzik sesi onları dolamış, kollarını havada açmış, kimi yolun ortasında, kimi arabının kenarında sevinçlerini, mutluluklarını ya da her ne ise yaşadıkları, sığamamış olacak ki içlerine, dışarıya taşmışlardı. İçlerinden biri parıldayan yeşil bir örtüyü pelerin gibi omuzuna bağlamıştı. Süpermen edası ile kollarını açmış, uçarcasına dönüp duruyordu ortada...

Arabayla ilerlediğim sürece karşı şeritin bitmez tükenmez uzunluğu karşısında, orada o karmaşayı yaratan insanların duyarsızlıkları inanılır gibi değildi... Bir sonraki kavşağa kadar trafik durmuş, ortalığı korna sesi kaplamıştı. Kornaların sesini diğer kavşağın keskin virajını dönen iki polis arabasından çıkan siren sesleri ikiye bölmüş, son sürat yapılan ihbar üzerine olaya bir dur demeye gidiyorlardı.

Ne kadar polis arabalarını görmek mutlu etse de, bu tür davranışları bu toplumda bu ve buna benzer davranışları yapanlarla bir arada yaşamanın sıkıntısı içimi kaplamıştı.

YENER BALTA, 8 ŞUBAT 2013

26 Ocak 2013 Cumartesi

ADIM YENER


ADIM YENER,

Bundan mutluluk duyuyorum. Bilinen, en çok kullanılan adlardansa tercihim kendi adım. Küçükken mahalle ve okul arkadaşlarımın arasında çok alay konusu olsa da erkek adı diye; Yener yenmez, Yener fener, diye art arda tekerlemeye dönüştürseler de, ilerleyen yaşlarda sevdim adımı... O çocuk aklımla üzüldüğüm zamanlar olmuştur. 
Yener adının anlamı oldukça açık. Kazanan, üstün gelen, yenen, galip... İlkokulda sorulurdu hep, adının anlamı ne diye, açıklamada zorlanmazdım, anlamı kelimenin kendisiydi zira... 
İsim babam, babam... Ne güzel adlar bulmuş bizler için... Tek tek biz doğmadan aylar öncesinden araştırır bulurmuş adlarımızı... Elçin, Gülçin, Elgin, Yener... Ben de kafiye bozulmuş. Şu an gülümsüyorum...
Annem üç çocuğun ardından bir kez daha hamile kalınca, üzerindeki yükün daha da ağırlaşacağından karnındaki bebekten kurtulmayı istemiş. Kendi bildiği yöntemlerle denemiş olmamış... Babam da; "bu bebek kız da olsa, erkek de olsa adı Yener olsun, zira bu bebek seni yendi" demiş. Adımın hakkını ilk burada vermişim...
O dönemde babam Amerikan hastanesinde muhasebe bölümünde çalışırken, annemi kontrol için hastaneye götürmüş. Burada bir iğne yapılmış, bu iğne bebeği düşürür, düşmezse de bir zarar vermez, iyi gelir diye!.. Bu hikayeyi hayatım boyunca defalarca dinlemişimdir. Annemi bu konuda aldatmışlar. İlk mücadeleyi onca spermden galip gelerek, ikinci mücadeleyi de doğarak gerçekleştirmişim. Her iki durumda da bilinç henüz hakim değil, gülümsetiyor bu yazdıklarım beni...Çocukluk dönemimde annemden; "seni doğurmak hiç istemedim, ne yaptıysam düşmedin, doğurmak zorunda kaldım" sözlerini hep işitmişimdir. Ne acı!.. İstenmeyen bir bebek olarak dünyaya gelmek!.. Bu sözlerle büyümek!.. Bir çocuk için ne derece iyi, tartışılır. Daha "sen" olduğunu bilmeden, sen olduğunda da bu gerçekle büyümek... Hangi yaşa gelinirse gelinsin, tüm yaşam boyunca içinde hissederek, izlerini hayatın boyunca üzerinde taşıyarak yaşamak...
Anne ve babama sormuşumdur; "beni dünyaya neden getirdiniz" diye? Bu soruma geçerli bir cevap bulabilseydim, eminim ben de bir kez olmak şartı ile doğum yapmayı düşünürdüm. Üç kız çocuktan sonra, o zamanda olmazsa olmaz erkek çocuk beklentisi besbelli... Belki de korunma yöntemlerinin bu zamanki kadar yaygın olmayışı...
Babamın arkadaşı geçenlerde bu konuya kaynak olacak çok güzel bilgiler paylaştı benimle... Adımı yazıya dönüştürmeyi düşünürken, biraz daha elimi çabuk tutmuş oldum. Şöyle diyordu babamın arkadaşı;
"Yener adını baba Balta çok severdi. Hatta sen doğmadan bu adı kendisi yazılarında müstear ad olarak kullanırdı. Yanlış anımsamıyorsam bir ara o güzel anneniz Meliha ablamızı da Yener olarak anardı baba Balta. Sen doğunca sana bıraktı o çok sevdiği güzel adı. 
Gerçekten, ne güzel ad Yener Balta. Sen de bu adın hakkını veriyorsun doğrusu."
Teşekkür ediyorum kendisine buradan. Gerçekten hakkını veriyor muyum? Sanmam! Ne yendim, ne kazandım, ne de üstün geldim şu yaşıma kadar yaşadıklarımda... Neyse, niyetim burada özeleştiri yapmak değil...
Babam anneme ben beni bildim bileli "Yener" diye hitap ederdi. Bu benim belki de istenmeden dünyaya gelişimdeki, üzerimde bıraktığı olmusuzluğu olumluya çeviren en güzel seslenişti. Mutlu olurdum adımı babamın sesinde annemle paylaşmaktan. Bir kez bile anneme gerçek adıyla hitap ettiğini duymadım, kızsa da, sevse de seslenmedi adıyla... 
Hatta bir keresinde bir tanıdığımız hayretler içerisinde sormuştu bana... "Dikkat ettim de, nasıl oluyor da karıştırmıyorsunuz, kime Yener diye seslense o efendim diyor" demişti. Sanırım o sesin tonunda, vurgusunda saklıydı. 
"Hayat kırkından sonra başlar." diye duymuşumdur. Hoş ben kırkı geçeli çok oldu. Belki de adımın hakkını bu yaşımdan sonra vereceğim!.. Kim bilir? Kazanan, üstün gelen, galip gelen, yenen Yener olacağım belki de... 
YENER BALTA, 25 OCAK 2013

+


Yener,
Yazısını okudum.
Anlatımın ne desen değer.
Her zaman belirtirim.
Yener sende yetenek var!” derim…

Ancak bu yazı ile bana çıkışamazsın,
Sen dilinle söylüyorsun:
Senin dünyaya getirmemek için Annen elinden geleni yapmış,
Söyle daha ne yapsın!...”
Şimdi kal sağlıcakla,
Başarılar bu yolda sana…

Av. Hayri Balta, 25.1.2013

6 Aralık 2012 Perşembe

YAVRU KÖPEK


YAVRU KÖPEK

Bizi yöneten hükümetin alel acele aldığı kararla 4+4+4 eğitim sistemine var güçleriyle çalışıp, neredeyse altı ay içerisinde koca okul binasını, yeni öğretim yılına yetiştirmişlerdi. Tarçın'la sabah yine yürüyüşe çıkmıştık. Park yolunda neredeyse her sabah karşılaştığım köpeği ve sahibi, peşlerine düşmüş sokak köpeğinin yanlarından geçmemek için, yönümüzü değiştirip okul inşaatının üst kısmından parka gitmeyi tercih ettim.
Zira köpekler birbirlerine rastlayınca hırlaşmadan olmuyor. Buna izin vermemek için yolumu değiştirdim.
Uzun ince parkın en uç noktasına kadar varıp, daha önce koku bırakmış köpeklerin ardından o kokuyu yok saymak için olmazsa olmaz işaretleme işini yaptı Tarçın.
Parkta, her zamanki gibi o sabah da kara gecenin izleri hakimdi!.. Tinercisi, travestisi, alkoliği, keyifcisi... Her sabah olduğu gibi bu bira tenekelerini, içki şişelerini bisikletiyle toplayan adam yine görevi başındaydı, ne kazanıyordu kim bilir?..
Kendi sorumu kendim yanıtlayabilirim şu an. Dün sabah işe giderken, eski sanayi içerisinden mecburi yoldan geçerken hurdacı toptancısının kendi eliyle yazdığı tabelasında; kilo başına yazmış olduğu teneke 400 kuruş, şişe 500 kuruş, lastik 700 kuruştan aldığını belirtir fiyat listesi dikkatimi çekmişti. Eh sadece toplayarak yapılan bu işte direkt kar olarak
görünse de yapılan iş iş değildi aslında.
Parkı bir tur turalamıştık. Tarçın'la bu sefer okulun alt kısmından dönüşe geçmiştik. Güzelim park ve çevresi okulun inşaatı sırasında zarar görmüştü. İnşaatın bir ara verdiği sessizlikte bir kedi yavrusu sesine benzer tiz sesi duyar gibi oldum. Yeşilliğin arasında duyduğum sese gittikçe yaklaşsam da görünürde bir şey yoktu. Derken, ıslak, küçücük
simsiyah fareye benzer bir şey gördüm. Gözlerime inanamadım, bu bir köpek yavrusuydu. Yeni doğmuştu, minicikti, ıslaktı ve tüm gücüyle çıkarttığı sesle yardım istercesine çırpınıyordu.
Eğildim, elime aldım, bir elimin avuç içini ancak doldurmuştu. Kımıl kımıl dört minik ayak çırpınıyordu. Göbek bağı üzerinden sarkıyordu. İki sımsıkı yumuk göz, ne kadar mükemmel bir görüntüydü. Bu muhteşem görüntüye bakakaldım.
Çevreme bakındıysam da bir anne köpeğe rastlamadım. Bir an tereddüt ettim, ne yapacağım ben bu küçük yavruyu diye... Anne bırakıp gitmiş miydi, yada doğurduğundan habersizdi belki de... Tek bir yavru mu doğurmuştu, varsa diğer yavrular neredeydi?
Bu inşaatın içerisinde, bu çimlerin arasında ne kadar güvenliydi. Sonbaharın serin sabahında o ıslaklıkla onu oracıkta nasıl bırakabilirdim.
Tarçın kokusunu almış olmalı ki minik yavrunun, sağımda solumda bacaklarıma sıçrayarak hızla eve gittik. Evde onu sarabileceğim bir havlu bulmuş, küçük bir kutuya havlu ile sarıp sarmalayıp koyuvermiştim. İlk defa susmuştu. Sıcaklık hoşuna gitmiş olmalıydı, belki de güven...
Ben, Tarçın ve yavru köpek en yakın olan veterinere gittik. 24 saat hizmet veren veterinere gidene kadar tüm yollar yeni eğitim dönemi başlamadan bakıma girdiğinden neredeyse iki üç dakikalık yolu 20 dakikada gitmek sabahın heyecanına sıkıntı katmıştı.
Veterinerin kapısını birkaç kez çaldım, tam geri dönecekken gözleri açılsa da uykusundan ayamamış genç veteriner kapıyı açtı. Arkasından içeri girdim. Kutuyu uzattım, durumu anlattım.
Kararlı ve net bir şekilde; "aldığınız yere götürüp bırakın, anne gelecektir. Büyük bir ihtimal ya yemek arıyordur, ya da diğer yavruları taşıyor olacaktır" dedi.
"Yavruyu bulduğum yer korunaklı bir yer değil, ortalıkta anne de görünmüyordu. Zira uzun bir süre parkat dolaştım" dediysem de veteriner kararlıydı.
"Yavruyu buraya bıraksanız da, besleyemeyiz, anne sütü şart.
Burada yaşama şansı çok düşük. Ama bulduğunuz yere bırakırsanız yaşama şansı yüksek, zira anne mutlaka gelecektir" diyerek yapabileceği bir şey olmadığını söyledi.
İstemeyerek de olsa tekrar parka doğru gittim. İşe de geç kalmıştım. Minik yavruyu aldığım yere istemeyerek de olsa kutu ile bıraktım. Çevreme baktım kimseler yoktu. Eve gittim, işe gitmek için hazırlandım. Aklım yavru köpekteydi. Bir kez daha bakayım dedim,
neredeyse aradan yarım saat kadar süre geçmişti.
Yavru köpek küçük kutsundan çıkmış çimlerin üzerinde debeleniyordu.
Yine soğuk, yine ıslak, yine cılız sesiyle... Bu şekilde bırakmam mümkün değildi. Şimdiye anne köpek gelip almalıydı. O an hatırladım, mahallemizde çok sayıda sokak köpeği vardı. İçlerinden sarı tüylü, mavi gözlü, cinsi karışık dişi köpeğin memeleri dışarıda idi. Sanırım onun yavrusu, sabah da gördüğüm sokak köpeği o olsa gerekti. Demek doğum zamanı gelmişti. 
Parkın tam karşısında lokanta vardı, köpeği olan ve köpeklerle ilgilenen çırağı, Kadir'i tanıyordum. Gidip ona haber vermek ve onun ben olmasam da en az benim kadar ilgileneceğinden emindim. Ne şans ki dükkan sahibi işten ayrıldığını söyledi.  Ne için aradığımı merakla sordu. Durumu ona da anlatmıştım. "İlerideki kahvehanede çalışıyor, ben arar söylerim" demişti anlattıklarımı onaylarcasına. Sevinmiştim. Oradan ayrıldım. En azından gözüm arkada kalmayacaktı. Arabaya gidip otursam da gözüm yavru köpeğin üzerindeydi. Arayıp aramadığından emin olmak için tekrar lokantaya gittim. Henüz aramadığını söyledi. Üzülmüştüm, benim kadar önemsememiş olmalıydı. Benim yanımda arayıp kendisine anlattığım durumu Kadir'e anlattı. Artık içim rahattı, yavruyla ilgilenirdi bundan emindim.
Birkaç gün sonra Kadir'i görmüş hemen yanına gitmiştim. "Kusura bakma, köpekleri sevdiğini bildiğim için böyle bir şeyde ilk aklıma gelen sen oldun" dedim. "Ayrıca çok teşekkür ederim" diye de ekledim. "Ne oldu, yavru köpek annesine kavuştu mu?" diye sordum. Gülümseyerek, "kavuştu, kavuştu" dedi. Yavruyu alıp annesini sokak sokak aramış, boş yıkıntı olan evin bahçesinde anneyi bulmuş. Yanında da dört yavru daha varmış. Yolda giderken bir yavru daha bulmuş. Sevinmiştim. Göz göre göre bir yavrunun telef olmasına göz yumamazdım. "Ara sıra yemek götürmeli" dedim. "Ben veriyorum abla, lokantadan artan yemekleri her akşam götürüyorum" diyerek merak etmememi söyledi.
Bazıları için saçma gelen, bazıları için taktir edilen davranışımın en güzel yanı, birkaç ay sonra o sokak köpeği, biz Tarçın'la gezerken yanımıza gelip, sanki bana bir şeyler anlatmak istercesine sağa sola hareket edip, kendisini takip etmemi istercesine yol gösteriyordu.
Anne köpek bizim de yolumuz olan tarafa yönelmişti, o önde biz arkada boş yıkık evin bahçesine doğru gitmiştik. Bahçesinde altı yavru birbiriyle oynaşıp boğuşuyordu. Anne köpek yanlarına gittiğinde tümü annesine sokulmuş karınlarını doyurma telaşına girmişlerdi. Acaba hangisi bizim yavrumuzdu? Yüzümde tebessüm ayrılmıştım yanlarından...
Bizi yöneten hükümetin her şeyi hallettiği gibi, yeni yasalarına yenilerini ekleyip tüm sokak hayvanlarını bir barınakta toplayıp, üremelerine engel olup uzun zaman sonra tükenmelerine neden olacak, onların sokaklarda doğal yaşamlarını sürdürmelerine engel olmaları ne derece doğru diye geçirmiştim aklımdan...
YENER BALTA, 5 Aralık 2012
+

Yener,
Davranışından gururlandım. Sonunu da güzel bağlamışsın. Bir küçük köpeğe gösterdiğin duyarlılık varsa eğer seni Cennetlik yapar.
Güzel bir öykü olmuş, rahatlıkla istediğin yere gönderebilirsin.
Sevgiler…
Hayri Balta, 6.12.2012