4 Ocak 2016 Pazartesi

KADININ ADI YOK!

KADININ ADI YOK!

"Kadının Adı Yok!" 
Boşuna koymamışlar bu adı. Duygu Asena'da kitap yazmıştı bu adla... Okumuştum... Erkeğin hakim olduğu bir dünyada kadının adı da yok, hakkı da yok.
Atatürk’e çok şey borçluyuz bu konuda... Cumhuriyet’le kazanılmış hakların, şu anki iktidarın sözde kadını kollayıcı tavrıyla, kendi ilkellikleriyle, aslında ezilen kadının, sanki yeni bir şeymiş gibi hakkı olanı tekrar sunmaları çok garip!..
Kadının tesettür olarak saçını, başını kapaması erkeğin ilkel dürtülerinin bir sonucu... Zaman olarak da yüzyıl öncesine dayanan bir yaptırım.
Din adı altında kadın erkek ayrımı yaparak, kadını baskılayarak, aşağılayarak sonrada kadına yeniymiş gibi tesettür serbestliğinden bahsetmeleri ne garip... Bu mu özgürlük? Tesettür serbestliği mi?
Benim çocukluk ve gençlik dönemimde kadınlar özellikle kış aylarında soğuktan korunmak için isterlerse başlarını örter saçım göründü kaygısı yaşamazlardı. Bir de büyük anneler başlarını tülbentle yöresel bağlarlardı.
İslam dini olduğu sürece, kadının da bir değeri olmayacak. İslam dinini de çıkarlarına alet ettikleri sürece devlet işlerine bulaştırarak çıkarları uğurlarına kullanacaklar.
Diğer dinleri de aklamak değil niyetim. Kadın her yerde kadın, bence sorun, inançtan da önce erkek üstünlüğü, erkek egemenliği... 
Bir de eğitim, hatta en önemlisi, (bilgi arttıkça, neden niye soruları başlıyor zira...) kadın erkek her ikisinin de... Erkeği yetiştiren de kadın, bunu da unutmamak gerek...
Erkeğin özgürce (aslında bir o kadarda baskılı!) cinselliği hak görmesi ve kadının tabu halinde cinselliği bastırıldığı sürece, hangi din olursa olsun sonuç hiç değişmeyecek...
Kadınlar, kadın olmalarından dolayı erkeklerin malı sayılacak... Sadece kas gücü ve cinsiyet farkı olan iki ayrı cinsin bu kadar ayrı değerlere sahip olması ne kadar saçma. İnanç adına, diğer cinsin diğer cins üzerinde üstünlüğü anlam veremediğim şeylerden...

Bu kadar bağnaz düşünceye, yılmadan usanmadan aydın kafalar etki edebilirse belki bir yere varılır ya da daha da kötüye gitmeyi önleyebiliriz.
 Önleyebilir miyiz?


YENER BALTA, 30.9.2013

BUGÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM

BUGÜN BENİM DOĞUM GÜNÜM

Bugün benim doğum günüm. 51. Yaş... Nice yaşlara diyeyim kedim için bu arada. Çocukluk ve gençlik yıllarındaki gibi bir heyecan yok neyse ki...

Bu yaşa gelmenin verdiği mutluluk biraz buruk! Hem yaşımın ilerleyişi, hem de beni dünyaya getiren iki güzel insanın hayatta olmaması... Onlarsız bugünün anlamı da yok.

İnsan neden dünyaya çocuk getirir? En güzel yanıtı sanki. Kendileri hayattan gittiklerinde kendilerinden geriye kalan olsun diye. Çünkü insanoğlu her zaman var olmak ister, soyunu sürdürmek ister, geri de bir şey bırakamasa da kendinden bir parça bırakmak ister. Aslında en kolay olanı, doğanın bir bakıma gerekliliği çoğunluk için...

Bu yıl diğer yıllardan çok farklı benim için. Şimdiye kadar çocukluğumda evde ailemle, okulda arkadaşlarımla, iş yerinde çalışanlarla, bir iki dostun, sırdaşın, arkadaşınla iş çıkışı kafeteryada kutlarken bu yıl emekli oluşum ve şehir değişikliğinden dolayı sevdiğim insanla birlikte, sevdiğim yerde sakin bir kutlama yapacağız.

***
Hiçbir Aralık ayında doğum günümde bu kadar sıcak bir havada geçirmemiştim. Tam bir yaz havası hakimdi, güneş bulutun ardına bile saklanmadı. Neredeyse tüm gün dışarıda geçirdik vaktimizi, hele ki deniz kenarında olmanın keyfine diyecek yok.

Sosyal paylaşım ağı iletişimlerle  ve teknolojinin getirdiği yeniklerle her zaman telefonla arayan arkadaşlarım bile bir iki güzel söz, birkaç iyi dilek, birkaç sevimli sembol ile benim olan özel günümü çağa uyarak kutladılar. En güzeli de benden yaşça olan büyüklerimin kutlaması, yazarak, arayarak bendeki büyüklüklerine büyüklük kattılar. Güzel insanlar... Hele ki benden küçük olanların kutlaması kadar sevindiren bir şey olamaz. Her şekilde hatırlanmak güzel, herkese bir daha buradan teşekkür ederim.

Bu yaşta önce sağlık, sonra huzur ve en gerekli olan da zamanı güzel güzel YAŞAMAK...


YENER BALTA, 20-21 ARALIK 2015

18 Aralık 2015 Cuma

ÖNCELİK İLETİŞİM

ÖNCELİK İLETİŞİM

Yazmak kimini rahatlatır. Tıpkı bende olduğu gibi. Kimi yazmak nedir bilmez. Kimisi de adres yazmaktan öteye gitmez. Kimileri de yazar dillerden düşmez...

En büyük dostum diyebilirim yazmak için.

Sıkıldığımda, üzüldüğümde, değerlendirme yapmam ve karar almam gerektiğinde birileriyle dertleşmektense yazmayı tercih ederim. O gibi durumlarda kendimi yazarken bulurum. Çok da iyi ederim. Kendi çözümümü kendim bulurum. Duymak istediklerimle oyalayacak değilim kendimi. Üzüleceğim, kırılacağım diye kendi kendime bir kaygım da olamaz. Kendimle kalırım baş başa, başkaları ile paylaşmaktansa...

Yazmak belki de kendini bulmaktır. En güzel düşünme ve değerlendirme yöntemi. Olanı sen yaşıyorsun. Çözümde aslında sende!

Ben burada gün içerisinde kişinin karşılaştığı sorunlardan bahsediyorum. Öncelik iletişim... En büyük çıkmazlardan biri,  belki de ilki...

Hani vardır ya karnelerin sağında yer alan değerlendirme haneleri... Daha çok öğrencinin davranışları ile ilgili bölüm, hayatı boyunca kendisine asıl gerekli olan kısım bence... Günlük hayatta en çok gerekli olan durumlar.

Kendini tanıma, öz bakım, iletişim ve sosyal etkileşim, ortak değerlere uyma, çözüm odaklı olma, sosyal faaliyetlere katılım, takım çalışması ve sorumluluk, verimli çalışma, çevreye duyarlılık. Bu maddelerin tümü bir bireyin hayatı boyunca her zaman içinde bulunduğu durum için olmazsa olmazları. Bu maddelerin okuldan çok kişinin aile içinde kazandığı edinimler... Öncelikli aile, arkadaş, okul, sosyal çevre diye de önem sırasına göre yaşandığı yerler olarak sıralanabilir.

Bu yetişkin yaşımda, onca yetişkin çevremde bunların eksikliği ile yaşayan kişi öyle çok ki... En kötüsü de bu sıralı maddelerin yaşarken öneminin farkında olamamak. Öneminden önce farkında olamamak... Bu olumsuzlukları burada sıralamayacağım, ancak şunun farkındayım ki; bu sıraladıklarımın arasında olumsuz bir davranışla karşı karşıya kalındığında bunların farkında olanların düştüğü durumlar...

Farkında olmak da olmamak kadar ilişkilerde sorunu çözmek bir yana her şeyi çözümsüz kılıyor.

Her şeye açık mı olmak gerekiyor, biraz da farkında olabilmek kendinin...


Yener BALTA, 17 ARALIK 2015

Q KLAVYE

Q KLAVYE

Bakmadan on parmak yazanlara hep imrenmişimdir. Hele bir de hızlı yazarlar ya, hayran kalırım. Benim de hızlı yazmam için hiçbir engel yok aslında. Yapmam gereken tek şey  her gün belli sürelerde çalışmak. Biraz zaman alsa da zoru başarabilirim.

Bir türlü öğrenemedim tam anlamıyla Q klavyeyi. Harflerinin sırasını önce F diye isimlendirip, sonra da Q diyerek klavyenin üzerinde yer değiştirdiler. Tam olarak F klavyeyi öğrenmesem de kendimce yazabiliyordum. Şimdi Q klavyeyi öğrenmekte zorlanıyorum. Her bir harfin yerini öğrensem de her harf arası basarken duraksıyorum.

İşte “a”. En önce öğrendiğim harflerden. “ş” ile “i” yan yana belki onları da ondan şaşırmadan yazıyorum. Belki de parmakların durduğu yer olan orta sıra en kolay ve ilk önce öğrenilen... a s d f g h j k l ş i , bunlar orta sıra. Alt sıra, z x c v b n m ö ç . Üst sıradakiler, q w e r t y u ı o p ğ ü diye yerleştirilmiş. En üstte ise rakamlar ve makine için kullanılan tuşlar.

En zoru da serçe parmaklar, alt ve üst harflere uzanmak. Bir de satır başı büyük harflerde pratik kazanmak. Ne kadar yerlerini öğrensem de parmaklarım bazen F klavyedeki yerlerine gidiyor. Halbuki şu an F klavyede,  “f”nin yerinde “a” vardı. “J”nin yerinde de “k” harfi... Kullandığım bilgisayar I Mac, onlar da yenilik yapacağız diye klavyeyi küçültmüşlerde küçğltnğşler.
Yanlış yazdım değil mi?

Hiç kaçmıyor gözünüzden. Sadece bu sefer düzeltmedim hatalı yazışımı. Yazıya başladığımdan beri böyle yanlışlıkları çokça yaptım. Demiştim ya yazarken şaşırıyorum diye... Bu kelimeyi düzeltmedim sadece.

Araya yanlış kelime girince yazacağımı unuttum bakar mısınız? Bu klavye macerası yeni bir bilgisayar almamla başladı. Bu işi iş yerinde yapmadım. Orada da yeni bilgisayar alınmıştı. Eski klavyeyi (F) yeni makineye takıp öğrenmemiştim. Hem yeni klavye ve mouse kablosuz. Eğer öğrenmiş olsaydım, şimdiye yazılarımı seri bir şekilde yazıyor olacaktım.

Kendime sözüm var, ÖĞRENECEĞİM...


YENER BALTA, 
12 ARALIK 2015

SON KİTAP

SON KİTAP

Babam gideli iki ay oldu. Bu iki ay içerisinde nereden nasıl başlarım diye düşünürken, babamın bilgisayarındaki tüm klasörlerin bir kopyasını kendi bilgisayarıma aktardım. Şu an babamın arşivi içerisinde kaybolmak üzereyim. Basılmış kitaplar, basılmaya hazır olanlar, kitaba dönüşmeyecek dosyalar, günlük yazışmalar, notlar, daha neler neler... Tüm arşivi elden geçirip geriye bıraktığı 300’e yakın dosyanın kaçı makinede dizilmiş, amacım onları bulmak... Sanırım onları da çalışmalar klasörü adı altında gruplamış... Her makinemin karşısına oturduğumda heyecanla ve git gide kolaylayacağımı düşünsem de, birkaç saat sonra bunu üstesinden nasıl geleceğim diye her defasında bocalıyorum.

Hep aklıma gelse de bir gün olsun sormaya cesaret edemedim. Ne, nerede, nasıl duruyor çalışmaların diyemedim. O varken bu soruyu sormak kendimce hiç de yakışık almazdı. Çünkü ne babam, ne ben ayrılış denen o gerçeği çok iyi bilsek de hiç aklımıza getirmiyorduk. Her ne kadar uzatmaları yaşıyorum dese de kendisi...

Son dört kitabını aynı anda bastırmıştık. “Dinli Dinsiz Tartışıyor” kitabı, babamın düşüncelerinin tümünün özetiydi. Kitabı hazırlarken, tıpkı diğerleri gibi merakla okuyordum. Bu kitabı için kendisine düşüncelerimi belirttiğimde görüşümün çok doğru bir değerlendirme olduğunu söylemişti.

Hastanede yattığı dönemde bu kitabından bir tane getirmemi istemişti. Acil ve yoğun bakımdan çıkmış, normal bakım odasında yatarken okuyacaktı.
Babam benim!..
Ben beni bildim bileli elinden düşürmediği kitapları, bu sefer elinde bile tutamıyordu. Gücü buna yetmiyordu. Nefesi, kalbi buna izin vermiyordu. Okuma, yazma, düşünme arzusu ile yanıp tutuşan babamın artık gücü kalmamıştı.

Benim yazıyor olmam onu çok mutlu ediyordu. Hep yazmamı vasiyet ediyordu. Bundan ekmek bile yiyebileceğimi söylüyor, beni yüreklendirmek için benden de güzel yazıyorsun dediğinde, senin de yazılarını kitaba dönüştürme zamanı geldi diyerek hazırlamamı istemişti.

Yazmam babam için kendisine umut olmuştu. Geride bıraktığı yazıları, kitaplarını yaşatacak kişi olarak büyük bir mirası gözü arkada kalmadan bırakıp gidecekti.

O an için, yaşamının son zamanları olduğunu hiç aklıma getirmedim, konduramadım da... Solunumda zorlanıyor, makinesiz solum yapması imkansız görünüyordu. Tekrar yoğun bakıma girecekti.

Ablam başucundaki eşyaları toplarken kitabı eline aldığında, el ve göz işareti ile bir şeyler diyen babama tercüme olan ablam; “kitabı Yener’e mi vereyim?” dediğinde evet dercesine onaylamış, o soluk gözleri bir anlığına parlamıştı. Belki de ben öyle hissetmiştim. Babam o kitabıyla bana tüm kitaplarını emanet etmişti.

O an, babamla vedalaşmamızmış meğerse...


YENER BALTA, 9 ARALIK 2015