14 Ocak 2016 Perşembe

DENİZDE OLMAK...

DENİZDE OLMAK...

Henüz gün ağarmamış, derinden gelen ezan sesi kulağıma değip geçmişti. Uyanmıştım, yatağımdan kalkmış perdeyi aralamıştım. Geç vakit denizin üzerinde gördüğüm sayısız ışık hala aynı yerlerinde mücevher ışıltısında parlıyordu. Oradaydılar! O derin karanlıkta pırıl pırıldılar...

Mevsim kıştı, balık mevsimi başlamıştı. Balıkçıların ekmek kapısı denizdi, balıktı, ağdı, soğuktu, emekti, çileydi... Evde gecenin yalnızlığında bırakılmış kadındı, çocuktu. Odun sobasının çıtırtısında  buharı tüten çaydanlıktı.

Parmaklarımın arasında o dokuyu hissetmenin şaşkınlığı ile onu önce tutmuş, sonra küçüklüğü karşısında kıyamayıp salmıştım denize. O bir anlık buluşmada doyamadığım güzelliğinden kendinden geriye pullarını bırakıp gitmişti. Canı için belki bir küçük teşekkürdü. Elimde daha önce hiç hissetmediğim bir dokuydu bu. Mini minnacık pullar elime yapışmıştı. Her minik pulcuk; beyazdı, pembeydi, sarıydı, yeşildi... Her rengin sedefiydi... Pırıl pırıl parlıyorlardı. Elimi birbirine sürtsem de elime yapışmış, çıkmıyorlardı. Taşların üzerinde yalpalayarak suya eğildim, bir iki minik çarpan dalgada elimi temizledim. Elimi burnuma götürdüm, kokusunu da bırakmıştı ardında...

Denizin kenarında olmak, kışı bahar gibi yaşamak, yıllardır masa başında çalışan ben kendimi hiç hissetmediğim kadar iyi hissettiriyordum. Oltaya balık takılınca buruk mutluluk yaşıyor, yerde rastladığım karınca yuvasına basmamak için sakınan ben o masumane cana kıyıyordum. Kıyıyor muydum?

Başımın hemen üzerinde, oltamı gözlediğim alanda yeni bir kuş görüyorum. Daha sonra adının Sumru olduğunu öğreniyorum. Sumru’nun avcılığını hayretler içerisinde izledim. O yükseklikte balığı görüp diklemesine suya öyle bir ustalıkla dalıyordu ki doğanın bu mucizesine hayran kaldım.

Deniz kenarında sabırla beklerken balık oltaya takılacak diye neler takılıyordu gözüme; suya paralel, değdi değecek mesafede işi varmışçasına denizin sonsuzluğunda gidip gelen karabataklar... Şimdi göç mevsimi onlar için. Denizin ve gökyüzünün birleştiği ufuk çizgisinde, aynı aralıklarla dizilmişçesine sayısız karabatağın bulundukları yeri terk ederken ki  halleri. İpe dizilmiş kara inci taneleri gibi... Dikkatli bakan gözlere bir armağan olabilir ancak bu nadir görüntü. Belki belgesel programlarının dışında görme imkanı bulamadığımız...

Doğa ile baş başa kalmak; gökyüzünün maviliğinde, bulutların yumuşaklığında, denizin kenarında, denizle olmak...

Yine akşam olmuştu. Herkes evinde, televizyonlarının başına çekilmişti. Karşımda, kör karanlığın tam ortasında denizle göğü ayıran kısımda, masal kahramanı korsanın sahip olduğu, koca bir sandık dolusu mücevherin ışıltıları gibi yarım ada ışıl ışıl parlıyordu. O ışıltılar, o karanlıkta göğün üzerinde puslu gökkuşağı renginde hare oluşturmuştu.

Balıkçı tekneleri, yeni bir gecenin başlangıcında sandıktan düşen birkaç değerli taş gibi koyu karalıkta parlıyorlardı.

Rastgele...


YENER BALTA, 13 OCAK 2016

10 Ocak 2016 Pazar

AH VESİLE AH...

AH VESİLE AH...

Bu gün Vesile vardı temizlikte. Evi ona emanet edip bırakıp çıktım. Yedek anahtarımı da vererek. Yarın babamda temizlikte olacağı için, “yedek anahtarı babama bırakırsın” dedim. Evden çıkarken, “işin bittiğinde ara beni, belki erken çıkabilirim işten” dedim.

Vesile saat 16,30’da aradı. “İşim bitti, ben çıkıyorum abla” dedi. Hayret ettim! “Bu saatte nasıl biter evin temizliği?” dedim. “Dinlenmedim, ara vermeden tüm işi yaptım.” dedi.

Eve geldiğimde hiç yapmadığım, güvenimi sarsmak istemediğim şeyi bu gün yapmaya kararlıydım. Temizliğini kontrol edecektim. Ettim de... Etmez olaydım!..

Bir gün önce yaptığım pirinç pilavını pişirirken dökülen pirinç taneleri mutfak tezgahında duruyordu. Bir iki çerçevenin ve üst kattaki avizelerin üzerine parmağımı sürdüğümde parmağımın geçtiği yerde iz kalmıştı.

Alt kata salona indim, orta sehpadaki geniş cam kasenin içine peçeteyi sürdüm, tozlar birikerek çoğunluğu oluşturdu. Ardından yerdeki laminat parkede bir iki farklı yere peçeteyi sürdüm, eh hatırı sayılır diyecek grilikte idi. Camlı dolabın üzerinde bir yanı bir önceki temizlikte yarım alınmış toz öylece duruyordu...

Yukarı çıkarken merdivenin en üstten üçüncü ya da dördüncü basamağına elimdeki peçeteyi şöyle bir sürdüm. Tozla birlikte kum taneciklerini ve Tarçın’la oyun oynadığımız leblebilerden biri, bir alt basamağa düştü. Bir alt basamak, bir alt basamak derken iki büklüm tekrar aşağı indim. Tüm basamakları tek tek peçete ile geçtim. Peçetenin üzerine biriken pisliğe inanamadım. Fotoğrafını çektim.

Beni en çok şaşırtan kısmı, “abla, bu halılar çırpınca güzel oluyor, nerede çırpabilirim?” diye sorması ile arka bahçeyi önermiştim.  Haklıydı yeni çıkan şu çok tüylü halılardandı.

Kuru peçeteyi, holdeki 70x120 gibi bir ölçüdeki küçük halının ucuna sürttüm, ıslanmasını bekledim, kombi harıl harıl yanmadığından ıslak halı henüz kuruyamazdı.

Elime eldiveni taktım, duru su ile temiz bir bez aldım, bezi sürter sürtmez inanamadım! Saç, tüy, kum, toz tümü toplandı. Kan beynime sıçradı. Kalktım, evde amaçsızca dolaştım. Ne çırpılmış, ne süpürülmüş, ne de silinmişti. Beze baktıkça “yazıklar olsun!” dedim. Aldığı ücreti haram etmek yerine Allah’ın dan bulsun dedim.

Halıdan çıkan pisliklerden utanmak gibi bir niyetim olmadı. Halı bu, dış kapı girişinin önüne sermiştim, o kadar olacaktı elbet... Birkaç aydır temizliğe gelen hep kendisi idi. Ayrıca o temizliğe geliyordu, amaç pis evi temizlemekti.

Holdeki halıyı kaldırıp rulo olarak yere vurdum, halıdan düşenleri görünce inanamadım. Biriktirsem o kadar tozu toprağı bir arada göremezdim. Yine oradan çıkan pisliklerinde fotoğrafını çektim.

Elektrik süpürgesini çalıştırdım, çekmedi makine. Yok artık dedim. Sanırım bu çekmeyen süpürgenin bile farkında varmadan sürtüp durmuştu halıya. Süpürgenin bir yerlerini kontrol etmek bile aklına gelmemişti. Baktım ki, elektrik süpürgesinin fırça kısmı kıl, toz, tüyle tıkanmıştı.

Yazıklar olsun Vesile!

Evde birçok küçük aksesuar vardı, onları ve buzdolabının üzerinki tüm magnetleri toplamıştım. Tuvalet masasının üzerini boşaltmış olsam da tozu bile almamıştı.

Önemle belirttiğim halde birçok şeyi dikkate almamıştı. Onca saat ne yapmıştı Vesile!.. Yaptıkları da gözüme görünmezdi zaten.

Vesile’ye telefon ettim. Üçüncüsünde açtı. Gördüklerimi anlattım. “Vicdanın nasıl rahat ediyor?” diye sordum. Önce ısrarla inkar etti. Kendini kandırmamasını söyledim. Çektiğim fotoğrafları ona da yollayacağımı söyledim.
Sonunda kabul edercesine, “bir sonrasında telafi ederim abla” dedi. “Bir sonrası olmayacak Vesile!” dedim. “Haram da etmiyorum, ama bizi ve kendini kandırmaktan vazgeç...”dedim.

Yarın babama temizlik için gitmeye yüzü olmayacağından, anahtarımı babama bırakmasını istedim. Evi babama çok yakındı.


NOT: Aman ne pis kadınmış demeyin benim için...
YENER BALTA, 2013




7 Ocak 2016 Perşembe

HASTA YATAĞINDA

HASTA YATAĞINDA

Üç kişilik hastane odasında, orta yatakta, kıpırdamadan, daha doğrusu kıpırdayamadan yatıyordu. Bir başkasının yardımı olmadan değil soldan sağa dönmek, kaşınan burnunun üzerini bile kaşıyamaz durumdaydı.

Ne acı! Bir başka kişinin bakımına muhtaç olarak yaşamak...

Bu durumu babamın hastane odasında ona refakat ederken günlerce sabah akşam görmüş olmak, bazen doyumsuz insanoğlunun aç gözlülüğünde kıyaslar buluyordum kendimi. Hiçbirimizin birazdan bu duruma düşmeyeceğinin bir garantisi yoktu bu hayatta...

Bir bardak suya uzanamamak, yemeğini kaşıklayamamak, aynaya bakıp tıraş olamamak, üzerini örtememek, gazete okuyamamak, tuvalete bile gidememek... Yani en ufak ihtiyacı bile bir başkası tarafından giderilmesi, içler acısıydı. Aklı başındaydı, konuşamıyordu bile. Sadece göz hareketleri ile çevresine bakabiliyordu.

Eşi ve oğlunun nöbetleşe kalıp  baktıklarını izledim. Oğul olarak, eş olarak altını temizlemek ne zor bir durumdu. Pislik değil burada demek istediğim, bir babanın evladına bu durumda muhtaç olması...

Önümüz bayramdı. Eşi bayram hazırlığı yaptığından birkaç gün sonrasında geldiğinde yatağında küçülmüş, büzülmüş, en son nasıl bırakılmışsa öyle kalan, hasta yatağında birden ağlarken görmüştüm. Eşini gördüğü için ağlıyordu. O geldiği için sevinmişti. Bir şeyler demeye çalışsa da kelimeler, boğuk anlamsız ses olarak çıkıyordu ağzından. Kadın kocasının dili olmuştu, onu kendi dermiş gibi dinliyordu.

Oğul candı ihtiyaçlarını gideriyor, belli aralıklarda yatakta çeviriyor, kalan zamanda odada olmadığından baba derdini dillendiremiyordu. Birkaç kez aşağıda olan kafeteryaya gidip babasını sıkıntılı halinden dolayı çağırdığım olmuştu.

Karısı başkaydı, o konuşamasa da onun yerine de konuşuyor, yanında duruyor, dokunuyordu.

Çocuk candan da olsa eş başkaydı, eş yoldaştı, eş dermandı, eş sevgiydi, eş eşin eşiydi. Boşuna eş dememişlerdi.

12 yıldır böyle demişti. MS hastasıydı ve düzelmesi, eski sağlığına kavuşması imkansız olan eşinin durumunu kanıksamış olarak anlatırken, solunumda zorlandığı yetmiyormuş gibi yatak yaraları da acısına acı katmıştı.

Hani bazen ölümde çare aranır ya, bazı durumlar için, ne bileyim!.. Aklıma bunlar geliyordu, yaşamak nefes almaksa eğer, bu şekilde yaşamak bile ölmekten daha mı iyiydi? Bilemedim!..

YENER BALTA, 6 OCAK 2016


ESKİ YIL, YENİ YIL...

ESKİ YIL, YENİ YIL...

Yeni bir yıla girdik. Televizyonda; “geçen yılda neler oldu?” başlıklı haberleri izlerken az denecek kadar iyi haberle karşılaşıp, geri kalan üzücü olaylarla yaşananları hatırladık...

Kimilerinin güç arzusu, kimilerinin güçsüzlüğünde güçlendi...

Değil sıcak evine, ülkesine sığdırılamayan insanlar, yurdundan kaçarken çocukların cansız bedenleri yazılara, fotoğraflara konu oldu.

Ülkesinde ölümden kaçarken bir bilinmeze giden yolda canları ölümle buluştu!..

Canlı bedenler silah olup, masum bedenlerin canına kıydı.

Sessiz çoğunluğun sesi susturuldu!..

Her gün evlerinin önünde oynayan çocuklar savaşın içinde yaşamla ölümün eşiğinde oyunlarından oldu.

Eğitim bile durdu. Yiyecek ekmek alınmaz oldu...

Kadınlar kadın oldukları için öldürüldü. Eş diye, sevgili diye, istemedi diye, istediğini yaptı diye canlarına kıyıldı.

Bunları da yapanlara erkek dendi!..

Yeni yılın ilk saatlerinde eğlencesinde yudumladığı alkol, üç masum insanın o gece herkes gideceği yere gidebilsin diye karın tokluğuna çalışırken canından oldu.

Ölüm hep yoksulu buldu!..

Toplum olarak yaşadığımız üzücü olayların yanında ateşin düştüğü yerlerde canlar yandı.

Vatanı uğruna kendi topraklarında, kendi toprağını savunurken ne için ne uğruna canlara kıyıldı.

Devletin gücü her şeye yeterken yıllardır süren içimizdeki savaşın sonu bir türlü gelmedi.

Kimilerinin güç arzusu, gözleri kör kulakları sağır etti!

Diktatör olmayı hedefleyerek; düşünen, yazan, gerçekleri ortaya çıkaran aydın kesimi, halk kitlesini meşru ya da gayrı meşru yollarla susturan, öldüren, önünü kesen, yaşamına engel olan, halkın yüzde çoğunluğunun oyunu aldı diye sesini çıkaranın seslerini kesti.

Buna da demokrasi adı altında diktatör dendi...

Yeni bir yılın getirdiği, geçen yılın götürdüklerinin yanında sevince dönüşmedi, dönüşmeyecekte.

Yeni yıl ne yenilik, ne güzellik getirebilir ki çoğu şey değişmediği sürece...

Takvimde değişen yeni bir yıl, yeni alınan yaşlar, yeni günler ve aylardan başka...


YENER BALTA, 3 OCAK 2016

4 Ocak 2016 Pazartesi

KADININ ADI YOK!

KADININ ADI YOK!

"Kadının Adı Yok!" 
Boşuna koymamışlar bu adı. Duygu Asena'da kitap yazmıştı bu adla... Okumuştum... Erkeğin hakim olduğu bir dünyada kadının adı da yok, hakkı da yok.
Atatürk’e çok şey borçluyuz bu konuda... Cumhuriyet’le kazanılmış hakların, şu anki iktidarın sözde kadını kollayıcı tavrıyla, kendi ilkellikleriyle, aslında ezilen kadının, sanki yeni bir şeymiş gibi hakkı olanı tekrar sunmaları çok garip!..
Kadının tesettür olarak saçını, başını kapaması erkeğin ilkel dürtülerinin bir sonucu... Zaman olarak da yüzyıl öncesine dayanan bir yaptırım.
Din adı altında kadın erkek ayrımı yaparak, kadını baskılayarak, aşağılayarak sonrada kadına yeniymiş gibi tesettür serbestliğinden bahsetmeleri ne garip... Bu mu özgürlük? Tesettür serbestliği mi?
Benim çocukluk ve gençlik dönemimde kadınlar özellikle kış aylarında soğuktan korunmak için isterlerse başlarını örter saçım göründü kaygısı yaşamazlardı. Bir de büyük anneler başlarını tülbentle yöresel bağlarlardı.
İslam dini olduğu sürece, kadının da bir değeri olmayacak. İslam dinini de çıkarlarına alet ettikleri sürece devlet işlerine bulaştırarak çıkarları uğurlarına kullanacaklar.
Diğer dinleri de aklamak değil niyetim. Kadın her yerde kadın, bence sorun, inançtan da önce erkek üstünlüğü, erkek egemenliği... 
Bir de eğitim, hatta en önemlisi, (bilgi arttıkça, neden niye soruları başlıyor zira...) kadın erkek her ikisinin de... Erkeği yetiştiren de kadın, bunu da unutmamak gerek...
Erkeğin özgürce (aslında bir o kadarda baskılı!) cinselliği hak görmesi ve kadının tabu halinde cinselliği bastırıldığı sürece, hangi din olursa olsun sonuç hiç değişmeyecek...
Kadınlar, kadın olmalarından dolayı erkeklerin malı sayılacak... Sadece kas gücü ve cinsiyet farkı olan iki ayrı cinsin bu kadar ayrı değerlere sahip olması ne kadar saçma. İnanç adına, diğer cinsin diğer cins üzerinde üstünlüğü anlam veremediğim şeylerden...

Bu kadar bağnaz düşünceye, yılmadan usanmadan aydın kafalar etki edebilirse belki bir yere varılır ya da daha da kötüye gitmeyi önleyebiliriz.
 Önleyebilir miyiz?


YENER BALTA, 30.9.2013