13 Mart 2019 Çarşamba

A BEY


A BEY

Sekreter açmıştı kapıyı. İçerisi kalabalıktı. Sekreterin konudan haberi vardı. Beni görünce işte A bey burada oturuyor diyerek göstermişti. Kapı girişine yakın olan A bey’e de beni göstermişti. A bey ayağa kaltı. Selamlayıp tokalaştı.

Salonda toplantı olduğundan sekreterin odasına geçtik. Hiçbir şey konuşmadan vestiyere yöneldi. Asılı olan paltosunun ceplerini karıştırdı. Bir şey arıyordu. Aradığını bulmuştu. Avucunu açtı. Elindekini bana gösterdi. Bu iri bir cevizdi. Daha önce hiç bu kadar büyük ceviz görmemiştim.
“Bu benim bahçemden!.. Bunun ağacı Niğde’de. Her yıl tohum olsun diye dağıtmaktan bu cevizlerden pek yiyemem. Bunu,” dedi cevizi yatay çevirerek,
“Şöyle koyacaksın. Buradan mı, buradan mı filiz verecek bilemeyiz.” Dedi her iki uç kısmı göstererek.
“Toprağa yatay koyacaksın. İlkin bir gün suda beklet. Büyükçe bir saksıya koy. Üzerini 10 cm toprakla kapat. Ha bu arada bir tane çiğ yumurta göm cevizin dibine. O cevizi uzunca bir zaman besleyecektir. Toprağı da hep az nemli tut. O çıkar...” dedi.

“Nerede dikeceksin?”diye sordu.
“Bodrum’ da” dedim.
“O iklimde olmaz. Denizden en az 400 metre yükseklikte olmalı,” dedi.
“Denizden oldukça uzaktayız. Daha önce de iki ceviz diktim. Her ikisi de tuttu. Mevsim gereği yapraklarını dökse de canlılar,“ dedim.
“Bu çok iyi,” dedi.

Asıl konuya geçmiştik. Babamın kitaplarıydı! Telefonda konuşmuştuk uzunca.

ADD’nin kurucu üyelerinden biri de babamdı. Babamın yazıp birlikte bastırdığı kitaplardan birer tane daha önce arkadaşı aracılığı ile yollamıştım. Eski yönetimin kitaplıktaki birçok kitapla kaybolduklarını, yeni başkan daha önce birer tane daha bırakmak için geldiğimde bana açıklamıştı.

A bey, kitaplıktan babamın yazdığı altı ciltlik Allah denince adlı kitapları almış, bu kitapların kendisinde de olmasını istiyordu.

“80 yaşımdayım. Ben böyle bir kitabı hayatım boyunca daha önce hiç okumadım. Hayranlık içerisinde birinci kitabı okudum. Babanız benim düşüncelerimi kitaba almış sanki. Böyle bir kitabı yazmak, çok araştırma ister, çok birikim ister, herkes yazamaz böyle bir kitabı. Öyle değerli bilgiler taşıyor ki...” dedi. Gözlerim dolu dolu olmuştu.
“Bu kitaplardan nasıl edinirim diye çok uğraştım. Sahafları gezdim. Ankara’da ki birçok kitapçıya gittim. Yayınevlerini dolaştım. Milli kütüphaneye bile gittim. Yok!.. Fotokopi ile çoğaltayım dedim, o da olmadı. Bastırmak için matbaaya bile gittim. Bu kitaplar bizim başımıza iş açar dediler. Dernek aracılığı ile size ulaştım,” dedi.
“İyi de ettiniz, bir tek benden bulabilirdiniz. Ben sizin için o kitapları getireceğim. Babamın evine gideceğim. Orada kalmışsa getireceğim. Yoksa biraz zaman alsa da sizin için tekrar bastıracağım,” dedim.
Çok mutlu olacağını, çok sevineceğini dile getirdi.
“Bu kitaplar öyle değerli ki benim için size anlatamam. Babanızı tanıyorum, birkaç kez karşılaşmıştık. Çok değerli eserler bırakmış babanız size. Maalesef bunları anlayacak çok az insan var. Bunları gençlere okutmak lazım. Yarınlar onlar çünkü!..” dedi.
Birkaç kişinin daha bu kitapları okumak istediğinden bahsetti. Üç seri daha edinirse memnun olacağını söyledi.

Babamın evinde kalan kitapları olabildiğince herkese, her yerlere dağıtmıştım. Babam böyle istemişti.  Yetmediğinde de çoğaltıyordum. Allah denince kitap kalmamıştı. Bende ve babamın evinde ikişer adet tümünden seri halinde vardı ama onları bozamazdım. Yakın arkadaşımın kitaplığında ilk üçünü bulmuştuk. Diğer üçü de ne tesadüftür ki, Bodrum’da dağıtmak üzere ayırdığım kitapların arasında bulmuştuk. O sırada Bodrum’da olan ablamdan bakıp postalamasını istemiştim. Böylelikle bir seriyi toparlamıştık.

A bey’le telefonlaşıp tekrar ADD’de buluştuk. Bana kaplan cevizi tohumundan sonra, bahçesinden yaptığı dut pekmezinden, ağacından topladığı ıhlamurdan getirmişti. 

A bey’den yaşamından kesitleri öykü tadında dinledim. Ne güzel hayatlar, ne büyük birikim, ne aydın düşünceler... Dostluğumuzun burada kalmayacağını daha güzel günlerde buluşmak için haberleşmek üzere ayrıldık.


19 OCAK 2019, YENER BALTA

ÇIPLAK AYAK


ÇIPLAK AYAK

Üstlendiği rolü iyi oynamıştı. Ciğerimi sızlatmıştı. Bu soğukta, iliklere işleyen soğukta gerçekten üstlendiği rolü iyi oynamıştı. Beni yüreğimden vurmuştu!..

Kış aylarında yatağa bile çorapla giren ben o iki çıplak ayağı görünce içim sızlamıştı. Mavi plastik terliklerin içinde, o ayazda parmak uçları mora kesmişti.

Üstüne başına baktım, üstü sıkıydı. Belli ki çaresizdi. Ya da üstlendiği rol çaresiz kişiydi. Her ne ise rolünü iyi oynuyordu. Sırf bu yüzden, rolünün vicdan karşılığını benden maddi olarak alacaktı.

Dileniyor muydu, gerçekten mi çaresiz biriydi? Bilemem! Bunun üzerinde de durmak istemem. Bana üstüne para da verseler o ayazda bir saat değil, birkaç dakika çorapsız dur deseler imkansız duramam.

Otobüs durağında herkes sıkı sıkıya giyinmiş. Kışın o soğuklarda bile başımı kapatamazken ben bile bere takar olmuştum. Birkaç kişinin yakın durduğu yerden ilerisinde duruyordu. Önünden geçerken çıplak ayaklarının fark edilmemesi imkansızdı.

Otobüs saati yaklaşmıştı. Kartımı çantamda ararken, bekleyenlerden birine, ayakları çıplak adam,
Kartı benim için de basar mısın abla? diye sordu.
Kartımda ne kadar kontur var bilmiyorum. Kalmışsa basarım,diye cevapladı.
Bir kez daha sordu, aynı cevabı aldı. Bir kez de bana sordu. Otobüs geldiğinde kendisini garantiye alma niyetindeydi. Ben kartımı çantamda bulmaya çalışıyordum. Açıkladım,
Kartımı bulursam basarım, dedim. Kartımı bulamamıştım. Metroya yürüyerek gidecektim.

Kartımı aradığım süreçte vicdanımla hesaplaşıyordum! Ona, ayağına bir çift çorap ve ayakkabı alması için para vermeli miydim? Miktar fazla olsa ne olacak, ayağında olmayanın karnı da açtır!.. Aklımdan geçen miktarı uygun buldum. Dilense de, duygu sömürüsü yapıyor olsa da, aklımdan geçeni yapacaktım. Bu gibi durumlarda ah keşke vermeseydim, mi yaşamayı hiç sevmediğim için kendimce olması gerekene karar verip uygulardım.

Metroya yönelmiş önünden geçerken; ayakların çıplak, çorabın ayakkabın yok mu senin? Neden bu soğukta terliklesin? diye kısık sesle sordum.
Yok abla, dedi.
Ayak numaran kaç? diye sordum.
"Bilmem abla, dedi.
Korkağı, çekingeni, mağduru, masumu, zavallıyı iyi oynuyordu. Eve gidip eşimin giymediği onca çorap ve ayakkabıdan birini ona getirmek geçti aklımdan. Bu iş uzardı. Yaptığım iyilik başıma iş açabilirdi.
Kart bulursam dış kapıya gideceğim, dedi.
Hastaneyi kastediyor olmalıydı. Belki de aynı duygu yüklü vicdanları hastane kapısında vuracaktı!..
Kaza geçirdim abla, ayaklarım yara içinde... dedi.
Belliydi. Pantolonunun paçalarını hafif yukarı kaldırırken,
Tamam... dedim.
Parmaklarının üzerindeki açık yarayı görmek yetmişti bana.
Al şunu, deyip ona parayı uzattım.
Ayağına çorap, ayakkabı alırsın. Lütfen bu soğukta böyle gezme, dedim.
Tamam abla, sağol abla, deyip parayı elimden tereddütsüz almıştı.

Yoluma devam etmiştim. Yolda yürürken çantamı karıştırıyordum ki kartımı buldum. O anda otobüs geldi. Otobüse yetiştim. Öndeki koltuklardan birinde çıplak ayaklı adam oturmuştu. Omuzuna dokundum.
Lütfen, ne yap et böyle dolaşma. İnsanları vicdanlarıyla hesaplaştırma! Dileniyor musun bilmem ama, bu çıplak ayaklarla bu işi yapma. Verdiğimde helalı hoş olsun... dedim arkaya geçtim.

Dileniyorsa onun ya da onu dilenmeye yönlendirenlerin ayıbıydı. Dilenmiyorsa da benim ayıbımdı.

19 OCAK 2019, YENER BALTA

DOĞADAYIM


DOĞADAYIM

Bir avuç dolusu kabuklu yer fıstığı
O kadar ganimeti Alakarganın.
Kapının boşluğuna denk gelen aralıkta,
Duran sepete biri gelip biri gidiyor.
Daha çok da sonrası için...
Toprağa,
Çiçek dibine,
Ağaç kavuğuna saklamaktalar...
Bazen bir çocuk aguklaması,
Bazen yavru kedi miyavlaması,
Bazen de karga gaklaması gibi çıkan ses.
Mavi, siyah ve beyazın kanat kısmındaki birleşimi
Bir başka güzel...
Bahar tüm hızı ve heyecanı ile sürüyor.
Keşke daha uzun sürse bahar.
Hep açık kalsa çiçekler.
Limon çiçeğinin kokusu burnumda.
Nasıl da iddialı!..
Ağaçlar hep yaprağa dursa.
Mis gibi koksa bahar,
Umutlu,
Mutlu,
Sevinçli...
Bazen seyrine doyamadığım gelinciğe,
Nereden aldın bu güzelliği,
Kırmızını?
Demek geçiyor içimden.
Beyaz lalenin rüzgarda süzülüşüne hayranım.
Meğer, ne uzun ömürleri varmış,
Dalında,
Toprağında çiçeklerin...
Her bir başka renk
Toprağa gömdüm,
Bir bir çıktılar,
Salındılar ya dalında...
Her sabah penceremden
Günaydın diyorum onlara...
Dala asılı küçük sepetteki çekirdek
Büyükbaştan Karanın vazgeçilmezi
Melodik ötüşüyle,
Selamlıyor doğayı...
Her rastladığımda,
Her duyuşumda,
Heyecan duyduğum o küçük mutlluluk.
Ne mucizevi bir can!
Başındaki kara siyahtan almış adını.
Küf yeşil griliği,
Sıcak sarı gövdesi,
Gidip gelip yiyorlar çekirdeği,
Ortasından delerek.

16 Mart 2018, YENER BALTA


5 Haziran 2018 Salı

ANNELER GÜNÜ


ANNELER GÜNÜ

Madem öyle, geçmişe gidiyoruz...

Anne!
Annem...
Geçmiş!..

Ne acı, anneyi geçmişte bırakmak. Anılarda, sızılarda ve bazen güzel anlarda kalanın anne olması. Gün gelip anneler günü adı altında anılması...

Bazen yaşanan bir anda, bazen verdiği bir nasihatte, bazen pişirdiği yemeğin tadını yakaladığımda, bazen bir hareketimde annemi buluyorum kendimde.

1975 yılları olsa gerek. Kirazlı eteğimi annem dikmişti. Kiraz apliklerini de kendi yapmıştı. İki yanda duran küçük ceplerinin üzerine işlemişti. Çok severdim bu eteğimi çok... Beyaz, kolları fırfırlı, fırfırının kenarı fistolu gömleğimi de annem dikmişti yine. Kim bilir; babamın yakası ve dirseği yıpranmış, hangi gömleğine hayat vermişti bana biçerek.

Bizleri güzel giydirmeyi çok severdi. Dikip giydirdiğinde yaptığı işe beğeniyle bakardı. Annem terziydi. Hem de usta terzi. Çocuk yaşında ustasının yanında öğrenmiş, sonra kendisi ustaların ustası olmuştu. Gelinlikten abiyeye, basmadan, kaşeye her türlü kumaş hayat bulurdu annemin ellerinde. Annem her birimizin dikiş öğrenmesini isterdi. Ufak bir işin altından kalkmamızı düşündüğü içindi. Nasıl olmuşsa hepimiz bir şekilde öğrenmişiz annemizden. Onun teyellerini yaparak, kumaş biçerken yayında durarak, bazen bol teyellerini çizdiği sabun çizgisinin üzerinden alarak... Bazen toplu iğneyi hazırlayıp ona uzatırken... (Bakmadan aldığı için mıknatıslı iğne kutusunda parmaklarına batardı.  Prova yaptığı zaman da, prova olan iğneyi hazırlardı.)

Dikiş makinesine oturmamıza zamanı gelince izin verirdi. İki çuval kumaş vardı diktiklerinden artan. Minik parçalar bile zamanı gelince yerini bulurdu elbet. Bu kumaşlar bize serbestti. Makineyi kullanmayı öğrenmemiz için parça bohçaları, tutacaklar ilk işlerimiz olurdu. Mutfakta kullanınca çok hoşuma giderdi. Görenler, “bana da diker misin?” dediğinde bu bir onurdu benim için...

“Bu” derdi, makineyi göstererek; “ben ölünce senin!” Kumaşa hayat verdiği, baş tacı dikiş makinesi için.

Evlenirken” lazım olur” diye aldığı ilk dikiş makinesini de bana vermişti. “İşine yarar bu, ne kadar antika değerinde olsa da” deyip. Hala o makineyi kullanmaktayım. Masa üzerine konup, motorlu, çalışması için bir dili olan ve o parçayı dizle ittiğinde çalışan. Tıkır tıkır dikiyorum kumaşlarımı.

Şu an annemin dikişle geçen günleri aklıma geldi. Ne çok geleni vardı. Ziyarete gelenin bile elinde anneme yaptıracak işi olurdu nedense!.. Yufka yürekli annem ne karşılığındaydı, ne de zahmetinde... Yetmez, bir de gelene gösterirdi nasıl yapılacağını... El tutmaz, gözü görmez, dermanı kalmaz olunca o gelenlerinde ardı kesildi!..

Hani derler ya, “anaların hakkı ödenmez” çok doğru. Kıymetini bilin yanınızdayken annenizin, benden söylemesi.

Nur içinde yat canım annem.

13 MAYIS 2018
YENER BALTA



1973-75 yılları. Ankara, Yenimahalle

7.Durak arkasında annemin teyzesinin oğlunun (Metin Kalelioğlu) evi.
Şimdi hepsi aramızdan ayrılan büyüklerimiz...