17 Aralık 2009 Perşembe

CANIM GİZEM'İME

CANIM GİZEM'İME,

İyi ki varsın, iyi ki geldin dünyaya! Heyecanla beklediğim ilk güzel doğum sensin benim için... Kendi doğum günü tarihim gibi net beynimde bu tarih. Her yıl büyük heyecanlarla tekrarlanan...
Miniciktin oysa ki; ellerin, ayakların, o minicik burnun... Ne çok öpücük kondurdum ben onların üzerine sayısız. Ne çok çektim içime mis bebek kokunu. Ne çok aldım koynuma, ne çok sokuldun yanıma, benim sevgi yumağım.
Bir an olsun yanımdan ayrılmak istemedin, bir an olsun yanımdan ayırmak istemediğim güzel Gizemim. Her gece ağladığında heyecanla annenle kalkar, o gecenin acı uykusunda altını temizler, huzur dolu süt emişini mutlulukla izlerdim.
İlk adımın aklımda, iki hecelik kelimelerin cümle olurdu kulaklarımda. Ne çok severim seni...
Anlayamadığım bir sürede, anlayamadığım bir hızla büyüdün, kendin olmaya... Şimdi çok uzaklardasın, kendi ayaklarının üzerinde durmaya başlamanın ilk adımlarını atmaktasın. Okudun, sevdin, sevildin, sevindin, hiç istemediğim şey senin üzülmendi, üzüldün. Hayat bu, tüm duyguları yaşatmazsa, tattırmazsa, tanıtmazsa olmaz. Bundan sonra mutlu olman dileğim, onu da sakın çevrende arama, zira o zaten sende, onu yakalamayı bilmen yetecek de artacak da sana.
Minik minik kapı çalışların, şimdi bu yaşımızda akıl alışların olarak duyurmakta kendini. Minik yumru ellerin sorgulamak için yumrulamakta hayatı. Hayat ne kadar zor olsa da, şimdi daha iyi anlıyorum. Bu zorluklardan hepimiz geçeceğiz. Soracağız, sorgulayacağız, aydınlatacağız kendimizi, kendi çevremizi.
Yaşam sanırım bu! Acılarda olgunlaştırırmış insanı, yaşanılan deneyimlerden çıkarılanlarla birlikte. Ama sorunların üstesinden gelecek yine biziz, kendimiz. Sakın başkasında arama! Kendine yardım edecek yine kendinsin güzelim, sakın unutma.
Seni ne kadar çok sevdiğimi bir kez daha yineleyerek, yeni yaşının yeni mutluluklar getirmesini diliyorum. Hayatına kimleri almak istiyorsan onlarla olman dileğiyle...
Seni çok seven Teyzen,
12 Şubat 2008

(G. T. 14.12.2009)

21 Kasım 2009 Cumartesi

ACILI ADANA

ACILI ADANA

Öğlen yemeğinin ağırlığını midemden çok üzerimde hissediyorum. Çalışma masasına yapışmış olmaktansa, evde olup, koltukta yayılmayı tercih edeceğim bir durumdayken, elimdeki işi bitirme telaşıyla çalışmaktayım.

Kapı zilinin mekanik kuş sesi, bir çocuğun avucunda sıkıştırdığı kuş misali birden ötmeye başladı. Bu iş yerine yeni taşınmıştık. Kapıdaki kişi vergi dairesinden gelen kontrol memuruydu. Sanırım iş yeri değişikliğinde bu tür kontroller yapılıyormuş, pek bilgim yoktu bu konuda, öğrenmiş oldum sayesinde.

Bulunduğum odanın girişine karşı masamda çalışırken, gür bir erkek sesinin "selamun aleyküm" cümlesiyle başımı kaldırdım. Yüzüme yapmacık bir gülümseme yapıştırarak, beklenen cevabı vermeyip, hoş geldiniz diye yanıtladım. Hiç de hoş gelmediği ortalığa yaydığı elektrikten belli oluyordu. Davetsiz konuklar için konan koltuğa yayıldı. Her işveren gibi, işverenlerimiz gelen misafirin yüklediği görevin gerginliğini üzerlerine almıştı.

"Hoş geldiniz, yemek yer misiniz?" diye soruldu. Duymadı, ya da duymazlıktan geldi. Tekrar aynı soruyla yüzleştikten sonra, "siz ne yediyseniz ben de ondan yerim" diye yanıtladı… Bizim yediğimiz onu kesmeyeceğinden, işverenim elindeki menüden şef garsonlar gibi, tüm kebap çeşitlerini sayarak tercihinin ne olabileceğini duymak için bekledi.

"Adana, acılı olsun..." deyip isteğini belirtti, içecek olarak da "ayran" dedi. İşverenim acil olsun diye eklemeyi unutmadı telefondaki karşı sese. Ama gelen memurun gelişindeki rahatlık aciliyeti gerektirmiyordu. Belki de açlığının aciliyetiydi kaygı yaratan... O kadar kanıksamıştı ki öğle yemeğini her gittiği yerde yemeye görevinden önce görevi gibi yemeğini sipariş ettirmişti.

Yanımdaki koltukta oturan memurun üzerine sinmiş koku, yeni ateşlenmiş sigaranın dumanı gibi burnuma geliyordu. Rahatsız oldum. Varlığı bile rahatsız etmişti her nedense. Ama yapabileceğim bir şey yoktu. Kalkıp biraz gezinip oturmayı aklımdan geçirdim ama elimdeki işi bir an önce bitirmeliydim.

İşverenlerim en önemli müşterileri nasıl ağırlıyorlarsa aynı özeni gösteriyordu. Sanki memleketten gelen hemşerililer gibi sonu gelmeyecek bir sohbete girmişti. “Kirası kaça buranın?” diye sordu. Bu soru görev icabıydı. Verilen cevap için, "az değil mi?" diye fikrini belirtti. Oysa işveren kredi çekerek almıştı. Kira öder gibi evinizin taksitini ödeyin, sonunda eve sahip olun mantığı şu dönem için moda idi. İşverenlerim kendi malına kendilerini kiracı göstermişti, kendi kendisiyle kira kontratı yapmıştı... Uzun bir süre kredilerin kolaylığından, bu tür kredilerin kefilsiz faizsiz herkese verildiğinden, kendisinin de nasıl zorluklarla şu an için oturduğu eve sahip olduğunu biz çalışanlar da dâhil olmak üzere hikâyesini anlatmaya başlamıştı.
Ev sahibimiz kocasını kaybettiği için evi satmak istediğini, yabancıya gitmesin siz alın diyerek teklifte bulunduğunu söyledi. Kaçırmayalım dedik, yıllarca o evde oturmuştuk. Oğlan Kayseri de okuyor, benim kazancım yetmiyor, hanım bakanlıkların birinde görevli, kız iş hayatına yeni atılmış. Hanımı emekli ettik, peşinatını verdik, az da kredi çektik. Hanımın maaşını görmeden krediyi ödüyoruz, benim maaş oğlana gidiyor. Kızınkiyle de karnımız doyuyor. Hiçbir şeyin yeteceği yok. Kazançla bu iş olmuyor, diyerek beklentilerini dillendirmişti... Yılların birikimi kendisini bu meslekte bu kadar rahat davranmaya itiyordu. Bir yılı kalmıştı emekliliğe.

Daha yaşınız kaç ki, bu kadar borcun altına girdiniz, diyor işverene. Demek ki boyunuzdan çok kazancınız var ki kalkıştınız bu işe demeye getiriyor lafı. Genç yaşta bu kadar krediyi çektiğinize göre kazancınız iyi ki diyerek şimdi bu tarafın maddi kazancının azlığı ve çokluğunun ne olduğuna geçiyor sohbet.

Kendi kadar kalın kumaştan, içinde sıkışmış görüntüsü veren paltosunu, yemeğin gelişi ile çıkarıp sık sık geldiği ev ziyareti gibi kendisi vestiyere astı. Acılı adana odanın ağır havasını daha bir ağırlaştırmıştı.

Yemeğini yerken kalın bıyığı mı nefes alışını zorluyordu, yoksa acılı adana lokmaları mı yeme sırasında kendini zorluyordu anlamış değildim. Yağlı kıyma kokusu, soğan kokusuyla karışmış, mis gibi kokan çalışma odamız, lokanta havasına bürünmüştü. Ellerini yıkamadan yaptığı dürümleri indiriyordu mideye, şu sıralar domuz gıribi ile ölüm rekorları kıran H1 N1 virüslerini hiçe sayarak... Sehpaya uzanırken göbeği eğilmesine izin vermezken, ağzındaki lokmalar etrafa saçalanırken  konuşmasından da geri kalmıyordu.

İşine olan sorumluluk aklına gelmiş olmalıydı ki, "kaç kişi sigortalı çalışıyor?" diye sormuştu. "İki kişi" demişti işveren. Oysa çok kişi çalışıyordu ve çoğu da sigortalı değildi. Hatta bana dönüp soru sorarsa diye bir anda nasıl cevap vermeliyim diye düşünmüştüm. Aldığım maaşın çok çok altında sigortalıydım. Bunu dememem gerektiğini biliyordum, neyse ki sohbet o kadar farklı boyutlara kaymıştı ki bu sorunun bana yönelmesi çok zordu.

Yüzüne yapışan tok insan ifadesiyle koltuğun arkasına yaslandı. Az şekerli Türk kahvesini söyledi. Bir de sigara yaktı mı yemeğin keyfi çıkacaktı. Bu soğukta kim balkona çıkıp da içecekti. Şu anki hükümetin sigaraya hayır kampanyası ve 62 TL. para cezasına inat odanın içerisinde tüttürmek için iş verenin masasına uzanarak bir tane aldı. Yaktı, odanın ortasına içine çektiği dumanı savurdu. Adananın üzerine ona iyi gelmiş olabilirdi ama, sigaranın kokusuna tahammülüm kalmamıştı. Masamdan kalkmıştım. Bu tür şeylere tepkimi veren ben, tepkisizliğimin karşısında sonradan girdiğim odanın penceresini açarak odayı havalandırmak istedim. Hiç alınmamıştı bile pencereden gelen soğuk ve temiz havayı üzerine...

Kalkmak için izin istenmişti. Ortalama on beş dakikalık bir sürede yapacağı işi, bir buçuk saate yayabilmişti. Bu seferlik karı, karnını doyurmak olmuş, beklentilerinin daha çok ve farklı yönlerde olduğunu ne kadar anlatmış olsa da anlaşılmadığının burukluğu ile ayrılırken, işverence, yolunuz buralara düşerse yine bekleriz diyerek uğurlanmıştı.

Yener Balta,
20 Kasım 2009

+
Merhaba,
Öyküye başladım çok hoşuma gitti. Okudukça Babam da ne güzel yazıyo diye düşünüyordum ki, yazının sonunu gördüm. Aferin diyorum ellerine sağlık, gittikçe daha ustalaşıyor yazıların. 
Sevgiler.

Editörden kapmışsın diyorum bu arada...:)
G.T.

+
Babam,
Yüz üzerinden yüz...

+
cok cok cok cok cok cok guzel olmus, eline saglik.
:)
gercekten cok begendim.
G.Z.

+
Güzel. Sıkılmadan okudum. Elini tembel alıştırma. Sık sık yaz.
Sevgi...
FEV

10 Ekim 2009 Cumartesi

FATMA TEYZE

FATMA TEYZE

Hava öyle güzel ki... Ekim ayının ilk haftası. Yaz sonbahara elini vermiş, vedalaşıyor sanki...

Hiç cami avlusunda oturmamıştım. Esen rüzgâr can çekişen sıcağı bastırmış, kuzeye bakan caminin duvarındaki bankı hissettiğim havadan dolayı benimsemiştim. Güneş batmak için yerine doğru ilerlerken alışılagelmiş mimariden uzak kubbesiz, kare yapının sadece minaresi o mekânın cami olduğunu anlatıyordu. Minarenin gölgesi çakıl taşlı köy yoluna öyle güzel düşmüşü ki, tam kadraja girecek bir görüntüydü. Bir kaç kare çektim...

Havanın güzelliği beni çarpmıştı; ama nedense başım ağrıyordu. Bir ağrı kesici yutmak için çeşmeye doğru ilerlerken; Camiden bir anons verilmişti köy halkına…

"Gel hele gitme, otur" diyen ses beni yakaladı. Döndüm, sarılan iki beden birbirine kenetlenmiş, "canım anam, öpeyim seni bir" sesi sıcaklığını daha bir sarmalıyordu kucaklaşmanın.

"Anam benim nasılsın?" dedi oğul.

"İyiyim iyi, nasıl olam... Hele bir otur yanıma" dedi. "Ne dediler camiden duymadım oğlum, kulağım duymaz, bilem diye geldim". Diğer yanına da ben oturdum.

"Hoş geldin hele," dedi. Sanki kendi misafiriymişim gibi karşıladı beni. Sıcacık... Kıramamıştım davetini. Beyaz tülbendi yüzünü çevrelemişti. Elinde ahşap bastonu, bir elinde mor tespihi. Neredeyse elindeki tespihin boncuk sayısı kadar yaşı vardı.

"Benim anam tam 96 yaşında, dedi oğul. Tam dokuz çocuk doğurmuş. Hatta on, biri ölmüş."

Hiç kullanmadığım kelime ağzımdan dökülü verdi, "Maşaallah..." Yaşına göre dinçti, baston yardımı ile bankın bulunduğu iki basamağı pek zorlanmadan çıkmıştı. İlkin gözlerimi yüzünden kaçırdım. Bakamadım, bakışlarım yüzünü acıtacakmış gibi geldi, zira gözleri göz çukuruna kaçmış, göz kapakları o kadar düşmüştü ki, sadece gözlerinin karası görünüyordu. İçimi acıtmıştı. Dişleri dökülmüş, yerine takmaları takılmamıştı. Yüzünün dokusunu tahmin edersiniz artık. Elleri de yüzü ile aynı dokudaydı.

"Neden burada oturursun?" diye sordu. Birlikte geldiğim kalabalığın tümü köy odasında toplanmış bir tek ben dışarıda kalmayı tercih etmiştim. Köye niye gelmiştik, bu soruda o gizliydi. "Gezmeye, fotoğraf çekmeye geldik teyzeciğim" dedim.

"İyi iyi hoş gelmişsiniz" dedi.

"Evime gidelim, neden burada oturursun" dedi.

"Hava öyle güzel ki... sağol teyzem, burada oturalım" dedim.

Kulağım duymaz, gözlerim görmez, buna da şükür benim güzel kızım" dedi. "Buna da şükür buna da" dedi.

Anlatmaya başladı ben sormadan;

"Ben burada köyün misafirliğinde kalırım, bir başıma. Yanımda bir de oğlum var. O mu bana bakar, ben mi ona bakarım belli değil. O hasta, o bakamaz kendine. Hasta işte... Yemeğimi de yaparım bu halimle, şükürler olsun Allahıma... Şurda az ilerde tapulu toprağım var benim, param yok ki üzerine ev yapam."

O an caminin hoparlöründen, "imar izni olmayanların kendi toprakları da olsa ev yapmaları yasaktır" diye duyurulduğunu, teyzem sorunca ayrımsadım.

Oğlu söze girmişti, "ne yapacaksın ana bu saatten sonra evi" dedi. "Her üç ayda bir, birimizin yanına gel kal diyoruz ama gelmiyor, o sevgili oğlunu bırakamıyor" diyerek annesine takıldı.

"Nasıl gelem oğul nasıl gelem, o hasta, o kendine bakamaz, onu bırakamam" dedi. Kendine bakan gerekken, oğlunun sorumluluğunu üstlenmişti.

"Bir baba dokuz evlada bakar, dokuz evlat bir babayı bakamaz" atasözü öyle güzel uyuyordu ki. Asıl bu yaşta ev gerekti başını sokacak.

Teyzeye sordum, "kaçıncı çocuğunu kaybettin diye, duyamamış olmalı ki, oğluna tekrarlattı sorumu. "İlk çocuktu, ilk..."

"Kaç yaşında evlendin?"

"On altı, çocuktuk daha..."

Cevabını bildiğim halde, sormak istedim, "Neden 9 çocuk teyzem?"

"Bilmezdik o zaman, bir şey. Bilmezdik ki! Nerden bilelim! Şimdi ki gibi miydi o zaman!.." deyip devam etti kendi anlattıklarına. "Cahildik, bilmezdik bir şey..?"

"Aş yoktu, açlık vardı, ekmek yoktu, yoksulluk vardı... Ah anam" dedi. "Ah anam, sana bakamadım, sana yediremedim, seni giydiremedim..." derken içinde büyüttüğü özlem dolu sevgisi, olmayan gözyaşlarını akıtamadan ağlamıştı pişmanlıklarına. 96 yaşında, dokuz evlat sahibiyken, otuz altı torunu varken, anaların anası, pişmanlıkları için hala anne özlemi duyuyordu. Ne saf bir sevgiydi ana sevgisi. Şaşırmıştım!..

"Nerden çıkardınız teyzem bu ağıdı şimdi, bak beni de ağlattınız..."

"Evime gidelim ha, sana orda çay yapayım, içeriz bir güzel"

"Sağol teyzem sağol, kıyamam. Burada oturalım, temiz hava. Şimdi köy odasından bize de getirirler nasıl olsa, çayı burada içeriz."

Konuşmasına ara vermeden devam etti.

"Ah kızım ah... Zamanında Ankara'ya gitmek için yatak yorgan sırtlanır, üç gün yol alınırdı. Araba yoktu, at, eşek yoktu."

Eliyle karşımıza düşen sol yanındaki tepeyi gösterip, bak buralar bizim. Diğer tepelerde bir ağaç görüyor musun? Yok, bomboş. Bu ağaçların hepsini rahmetli dikti. Tek tek baktı onlara, orman yaptı o tepeyi. Hükümet geldi, aldı elimizden burayı.

"Hakkınızı aramadınız mı teyzecim, olur mu öyle şey..."

"Yok kızım yok, az uğraşmadık, elden bir şey gelmez" dedi. "Ne tapumuz var elimizde, ne bir belgemiz, bir şey edemedik, gitti devletin eline rahmetlinin toprakları... Atalardan kalma oralar, nasıl ispatı olur ki, bilemedik"...

Oğlu Ankara da oturur, köyde olan evinin bahçesine diktiği ağaçlarını her hafta sonu sulamak için gelirmiş. Anam anam dedikçe, gerçek anneniz mi diye sorma gereği hissettim. Dördüncü çocuğuymuş. Ana oğul kendi aralarında konuşmalarını sürdürdüler bir ara. Bir oğlunun birinci karısı hastalıktan ölmüş. İkincisi de hastaymış, "o da mı ölecek oğul" diye sorunca gülümsedik... "Nereden bileyim ana" diye cevap verdi, "Allah bilir!.."

Köyün gençlerinden biri elinde tepsi, acemisi belli, bize doğru çay getiriyordu. Bu da benim torun dedi. Ne güzel, kendi yalnızlığının içinde yine de yalnız değildi, çevresinde hep kendinden birileri vardı. Zaten köy küçük yerdi, herkes herkesi iyi bilirdi.

"Evime gitseydik kızım evimi görseydin" dedi bir kez daha.

"Yok teyzem şimdi arkadaşlar çıkar, gitme vakti, bir de onları gör" dedim.

Birlikte geldiğim gurup birer birer dışarı çıkıyordu köy odasından. “Bak şimdi göreceksin çoğu kişi senin fotoğrafını çekmek isteyecek,…” derken arkadaşlardan biriyle göz göze geldik. "Çek çek sen de çek, hadi fotoğrafımı…" dedi. O kadar dikkat ettiğim kelimeyi çoğu eğitimli kişiler bile dikkat etmezken, bir kaç kez telaffuz etse de doğru yerde kullanmıştı fotoğraf kelimesini. Resim dememişti!

Şöyle bir toplandı, elbisesinin eteklerini çekiştirdi, tülbendinin iki kenarını başına sıkıştırdı, bizler hafif çektik kendimizi kendinden. Tespihim de görünsün deyip bastonunun üzerinde birleştirdiği elinde tuttu. "Adım da Fatma Okur, bunu da bilin!" dedi, mertçe. Sonra kendi kendine, "bilseniz ne olacak ki... dedi. "Olsun teyzem bakarsın yine geliriz köye, seni ziyarette ederiz hem" dedim. Bir kaç karede ben çektim Fatma Teyzemin fotoğrafını...

İznini istedim kalkmak için, gitme vakti! Hiç yabancılık çekmeden gönülden öptüm anamın elini, canı gönülden. O da beni yanaklarımdan öpüp, oğluna sarıldığı sıcaklıkla kucakladı beni.

Otobüs hareket ederken el sallamıştım kendisine. Ayağa kalkmıştı el sallarken. Bir anlık otobüs içerisindeki konuşmaya başımı çevirmiştim ki, otobüsün arka kısmından el sallamak için baktığımda Fatma Teyzem'in bulunduğu yerde kalabalık vardı, bir telaş almıştı orada bulunanları. Meraklı gözlerle beyaz tülbentli Fatma Teyzemi aramıştı gözlerim, göremiyordum kendisini... Otobüsün şoförüne seslendimse de durması için duyuramadım sesimi...

Yener Balta,
9 Ekim 2009

25 Ağustos 2009 Salı

AYŞE TEYZE

AYŞE TEYZE

Dizlerini kırmadan eğilmişti yere. Bir o yana bir bu yana dönüp bir şeylerle uğraşıyordu. Merak ettim, gözüm onca kalabalığın arasında ona takılmıştı. Yerden aldığı minik torbaları yerdeki terazide tartıyor, geri yerine koyuyordu.

Arkasında idim, yana doğru geçip yüzünü görmeye çalıştım. Bol büzgülü şalvarındaki minik çiçek desenleri kır bahçesini andırıyordu. Şalvarından daha da desenli bir buluz, başında yöresine ait örtüsü vardı. Pullu mor yemenisi alnının bir yarısında, onun üzerine yöresel beyaz, kenarı oyalı örtüsünü dolayıp bir düğüm atmıştı. Kınalı beyaz saçları her iki yanından çıkmıştı. Örtmek değildi niyeti tümünü. Bir çiçek değil, bahçesinden topladığı bir demeti, saç bağının sağ yanına geçirmiş, geçmişin artistlerine taş çıkaracak güzellikte güzelliğine güzellik katmıştı. Sabahın erken saatlerinde başına yerleştirdiği çiçeklerin bir kısmı havanın sıcaklığı ile kendisini bırakmıştı. Belki de kendi güzelliği karşısında solmuşlardı, kim bilir. Altın minik liraları da kulaklarında parıldayarak sallanıyordu. Baş aşağı durduğu o kadar sürede bir kez olsun eli baş bağına gitmemiş, sanki oraya sabitlenmiş gibi duruyordu.

Elimdeki fotoğraf makinemle görüntülemek istedim habersiz. Biraz çekinmedim desem yalan olur. Habersiz o anı yakalamaktı niyetim. Haberi de olacağını sanmıyordum. O kadar dalmıştı ki, dünya umurunda değildi. Her anını ardı arkasına çekmek için deklanşöre basıyordum. Eğildiği yerden kendisini görüntülediğimi fark etti, bir güzel gülücük salıp işine devam etti. Alışveriş eden müşterisini yolladıktan sonra, doğruldu, çek hadi dercesine yüzüne mutluluk ifadesi katarak hafif bir tebessümle en doğal halini yakalayabilmem için bir anlık duraksadı. Çektim. Ne güzel bir kare yakalamıştım.

"Yaş yetmiş, iş bitmiş" diyenlere, yetmişi aşmış hala hayat devam ediyor dercesine tüm gücü ile tek tek ayıkladığı barbunyaları birer kiloluk ayarlayıp şeffaf torbalara doldurmuş, yan yana yerleştirmişti. Bir pazar tezgâhının önünde emeği ile ekmeğini taştan çıkarır misali kendi kazancını çıkarmak için uğraşıyordu.

"Bana da yollarsın!.." derken öyle içten söylemişti ki, göndermemeyi düşünemezdim. Arkasındaki pazarcıyı işaret ederek tekrar dönüp işine devam etti. Anladım ki o pazarcıdan adresi alacaktım. Pazarcı bizi izlemiş olacak ki, hoş bir tebessümle karşıladı beni, "teyzemin adresini alabilir miyim, çektiğim fotoğrafı yollayacağım" dedim. Kasaların üzerini örtmek için kullanılan kâğıtlardan birinin ucundan bir parça kopardı, adını adresini yazdı.

Neler düşündürdü bana Ayşe teyzem! Kim bilir gençliğinde ne gönüller yakmıştı. Bu yaşında bu konumda hala süsünü eksik etmemişti, kendinden vazgeçmemişti. Yüzünü görünce gülümsüyor insan ister istemez, dert etmemiş hiç bir şeyi kendine, ya da bundan sonra keyfini çıkar be dünyanın dercesine... O yaşta, pazarda kendi yetiştirip topladığı barbunyaları satarak mı, tadını çıkaracaktı! Mutlu olabileceği yerdi orası, ürettiğini satmaktı, gününü geçirmekti belki de. Kaç çocuk, kaç torun sahibiydi kim bilir, keşke sorabilsem, sohbet edebilseydim kendisiyle, olmadı, belki başka bir yaza, belki başka bir pazara...

Heyecanla en güzel pozunu büyük bir karta, diğer kareleri de küçük boyutlarda kartlara bastırdım. Her bir kartın arkasına güzel dileklerde bulundum kendisi için. Zarfa da adımı adresimi, belki aramak ister diye, telefon numaramı da ekledim. Kim bilir ne kadar mutlu olacaktı, tıpkı benim yollamamla mutlu olduğum gibi. Belki de kimselerin böyle bir şeyi önemsemeyip lafta, "tamam yollarım" sözünü gerçekleştirmiştim.

Tam bir hafta sonrasında öğleye doğru telefonum çaldı. Adımı sorup onayımı aldı, kendisini,"Yalıkavak pazarında fotoğraf çekmiştiniz ya" diyerek tanıttı. Sözünü kesip, "Teyzem deseniz yeter" dedim. Çok mutlu olmuştu. Çok teşekkür etti, "her biri öyle anlamlar yüklü ki çektiğiniz fotoğrafların, ne kadar memnun olduk bilemezsiniz" dedi. Duygulanmıştım!..

Ayşe teyzem çekindi dedim kendi kendime, telefonu kendi açmamıştı, uzun sağlıklı bir ömür diledim, iletmesini istedim. Dedim ya; belki bir kez daha tatil amaçlı gittiğim Yalıkavak da, Ayşe teyzemin elini öpmek için Perşembe pazarını orada bulunduğum sürece kaçırmayacağım.

YENER BALTA 24 Ağustos 2009
+
Yener Hanım,
Öyküne hayran kaldım.

Sana bu işte ekmek var.
Bir öykü güzel olur ancak bu kadar...

Usta öykücüler bile böyle güzel yazamaz.
Yaz, yaz, sen durmadan öykü yaz...

Sevgilerimle,
Hayri Balta, 24.8.9.2009

+

Merhaba,

Ellerine sağlık valla, ben orada alışveriş yaparken sen neler yaparmışsın meğer...
Sevgilerimle, yazmanın devamı dileklerimle.
G.T.

+

Yener,ciğim, teşekkür ederim.
Sevgiler.
Yalçın Efe

+

Gercekten cok guzel olmus teyzecim, gittikce kalemin alisiyor sanirim,
Ayse Teyze yi yolda gorsem tanirim sandim...eline saglik..
Optum canim,
Gigi

12 Ağustos 2009 Çarşamba

MİNİK SERÇE

MİNİK SERÇE

Yalnız, yapayalnızken evimde, evimin sokağa bakan penceresinde, geçmişe, yaşadığım günlere dalmış, anılarımın içerisinde boğulmak üzereyken, birden pır pır seslerinin içerisinde kendime, o ana döndüm.

Küçük, mini minnacık bir serçeydi pencereme konan. Ürkmedi, çekinmedi benden. Önce hiç kıpırdamadım ürkütmemek için onu. Kesik kesik baş hareketleri ile kendini kolluyordu. Yavaşça kendimi geri çektim, kaçmadı. Mutfaktan aldığım bir tutam ekmeğin içini koparıp minik minik ufaladım avucumda. Yavaşça pencereye yaklaştım, biran için havalanıp tekrar kondu pencerenin kenarına. Avucumdaki ufaladığım ekmekleri yavaşça serpeledim. Hiç ilgilenmedi. Minik gagası ile tırtıklamadı bile. Demek ki karnı aç değildi. Tekrar süzülürcesine pencereden uzaklaştım. Bir çay tabağına su doldurdum. Döndüğümde pencerenin demirine konmuş sanki bir şeyler bekliyordu. Tabağı bıraktım, elimi yavaşça kendime çektim. Merdivenden iner gibi birer birer pencerenin demirlerini sekerek ekmek kırıntılarının üzerine kondu. Suya şöyle bir daldırdı gagasını... Sanki istediği bu da değildi. Dikkatlice, gri tüylerinin üzerinde gözlerimi gezdirdim. Doğanın griliğinde, o renk cümbüşünde ne güzel de gizlerlerdi kendilerini... İncecik çelimsiz pembe ayakları sıkıca yere basıyordu. Görünürde her hangi bir sakatlığı yoktu. O an sanki kendisini incelediğimi anlamışçasına kanatlarını havalandırdığında iç kısımlarda bir terslik fark etmedim.

Evcil herhalde dedim kendi kendime. Bir serçenin evcil olabileceğini hiç duymamıştım. Belki şehir içerisinde insanlara alışmış olabilir miydi? Bilemiyorum, ne kadar evcil olsa da bu narin serçeler yine de ürkektiler. Minicik canlarından başka neleri vardı ki. Koca şehirde ne kadar yalnız hissediyorsam kendimi, belki de o da benim gibi yalnızdı. Serçeler yalnızlık hisseder miydi? Sanmam. Tüm canlılar gibi yalnız olmaya mahkûmdular. Hele ki serçeler ilk kanat çırpışlarıyla kendi başlarına uçmaya, yemeye, kendi yuvalarını yapmaya, üremeye hazırlardı. Artık yalnızlardı...

Telefonum çalıyordu, serçemi bırakıp gitmek istemedim, kim bilir ne gereksiz bir sohbete katılmak zorunda kalacaktım. Hangi sohbet beni kendine çekiyordu ki. Hiç, hiç biri... Yine de gittim, aranmak, hatırlanmak, düşünülmek bile bazen, bazı yalnızlıklarda umut veriyordu bana. "Minik serçem benim" diye açtım telefonu. Karşıdaki ses durakladı, kim olduğunu umursamadan yalnız olmadığımı, şu an için yeni tanıştığım birisi ile ilk sohbetim, belki de son sohbetim olabileceğini söyledim. Çok ürkek olduğunu tam içeri girmek için bana kendisini tanıtmak üzere olduğunu söyledim. Neler diyorsun dedi karşı ses. Ben kim olduğunu, ne dediğini merak bile etmiyordum. Aklım pencerenin kenarındaydı zira. Pencereye doğru yöneldim, telefonu bıraktım, derinden alo alooo... sesleri gelirken pencerede buldum kendimi.

Sanırım o ana kadar aklıma gelmeyen tek şey ona dokunmaktı. Zira ürkeklerdi serçeler, kaçırabilirdim. Yavaşça işaret parmağımı öne çıkarıp, yılan kıvraklığında serçeme doğru uzattım. Hafifçe yanaştırdım, bir iki geri çekildi. Sonrasında gagası ile parmağıma bir iki tıkladı. Algılayamadığım bir anlık hareketle parmağıma kondu. Benimle dost olmak istiyordu. Benden kaçmamıştı. Ne kadar şanslıydım. O an içinde bulunduğum tüm umutsuzluktan sıyrılmış büyük bir mutluluk yaşıyordum. Heyecanlandım. Parmağımdan tekrar yere kondu. Olabildiğince yavaş hareket ettirerek parmağımın ucu ile hafifçe dokundum. Kaçmadı. Kaçmaması beni heyecanlandırıyordu. Oysaki ürkeklikleri ile tanıdığımız bu küçük serçeler isterlerse kaçmayabiliyorlardı.

Bir kez daha tanık olmuştum. Dünyada ilk olarak bildiğim insanın umutla yoğun bakımdan çıkışını beklediğim hastane bahçesinde, sırf serçeler için satın aldığım simitleri minik minik onlara hazırlayıp, bankta oturduğum yerde ayaklarımın dibine kadar gelmeleri, mutsuzluğumu, umutsuzluğumu ve üzüntümü o an için dondurmuştu. O küçük gagaları ile pıt pıt toprağın üzerindeki minik simit parçalarını ne de çabuk tüketiyorlardı. Bir aracın ya da birilerinin geçişi ile biranda ortalıktan kayboluyorlardı. Ne kadar simit parçaları birikse de kendilerini güvende hissetmedikçe toprağa konmuyorlardı. Onları izlemek bana huzur vermişti o an için.

Bir süre penceremi açık bırakmaya karar verdim. İsterse evimi paylaşabilir, istediği sevgiyi ona verebilir, ekmeğimden minik parça ayırabilirdim. Gider miydi, içeri girer miydi, bilmiyorum. Pencereyi rahatça görebileceğim koltuğa geçip onu izlemeye koyuldum. Koyduğum ekmeklerden birer birer yiyordu ürkek ürkek. Koyduğum suya kafasını daldırıp, ayakları ile başını tüm doğallığıyla öyle bir hızla kaşıdı ki, neler oluyordu anlamadım. Birden yoldan geçen arabanın sesi ile havalandı. Sokakta duran ağacın dalına konmuş olabilirdi. Oturduğum yerden kalktım, gözlerimle aradım, bulamadım.

Okuduğum kitaba kendimi vermeye çalıştım olmadı. Bir sayfayı bitirmiş ikinci sayfaya geçmiş olsam da geriye doğru baktım, biraz önce bu satırları ben mi okumuştum. Hiçbir şey anlamamıştım okuduklarımdan... Kitabı sehpaya bıraktım, yerimden kalktım. Sokağın her iki kenarında yolların, yılların bekçisi kavak ağaçlarından benim evime yakın olan ağacın dallarına dikkatlice baktım. Benim serçemi ararken gözlerim, kavak ağacının sedef yaprakları arasında seçmeye çalıştığım serçemden o kadar çok vardı ki hangisi benim pencereme konmuştu seçemedim.

Serçelerin kavak ağacındaki devinimleri, şehrin en işlek caddesinde yürürken hissettiğim yalnızlığımı hissettirmişti bana. Penceremi yaz boyunca bu sevimli serçelere açık bırakmaya karar verdim. Kışın, kuşlar için özel olarak aldığım ekmeklerden, bir parça da bu ağacın dalına koyacaktım bundan sonra.

YENER BALTA,11 Ağustos 2009

+
yalçın efe
Evet, keşke ben de azıcık olsun yazabilseydim? Nerdeeee...

+
aynur elmaağaçlı
kuzi güzel bir öykü.11 ağustos doğum günüydü. öykünü kendime armağan ediyorum. sevgiler

G.T.
Ellerine sağlık, çok güzel olmuş,
Bence sen herşeyi bırakıp yaz... Öptüm.

+
Yener,
Çok güzel olmuş. Kutlarım,
Gittikçe daha da gelişiyor yazılarım.
Ne olurdu senin gibi yazar olsaydı bütün kızlarım…
Sevgiler…
HB, 12.8.2009

22 Temmuz 2009 Çarşamba

EMİNE'NİN DRAMI

EMİNE’NİN DRAMI

Üç adım attı, dizlerini kırarak küçüldü, tüm gücüyle yükseldi, havada vücudunu geriye doğru gerdi, filenin üzerinde topu yakaladı ve anlık bir hareketle topu karşı takımın sahasına doğru vurdu. Karşı takımın, savunmada bekleyen her iki oyuncusu da topa hamle yapsa da yakalamak ne mümkündü. Top yere çakılmıştı.

Skor bir sayı daha artmıştı. Yaşadığımız heyecan, biz oyuncular tarafından kendi yarı sahamızda bir araya gelerek “Hey, hey, hey!” sesimizle şenlenmişti. Emine'nin yaptığı sayıyı bireysel başarıya dönüştürmeden kutlamıştık. Seyirciler yok denecek kadar azdı, bir kaçımızın ailesi, arkadaşı, kulüp yöneticileri gelmiş olsa da salon boş sayılırdı. Bu duruma alışmıştık.

Maçı az bir sayı ile biz kazanmıştık. Karşı takım da en az bizim kadar güçlüydü. Takımın as kadrosu altı kişiyken, altı kişi de yedeğimiz vardı. İlk altıda oyuna başlamak ayrıcalıktı biz oyuncular arasında. Bazımız asların ası olup, sakatlık dışında her maçta mutlaka ilk altıda yerini alırdı. Emine de vazgeçilmez aslardan biriydi. Oyunda kendine düşeni fazlasıyla yapar, attığı servislerle takıma direkt puan kazandırırdı.

1.85 boyu ile takımın en uzun boylusu idi Emine. Antrenman dışında da kendi başına yılmadan çalışırdı. İri siyah gözleri, süt beyazı teni, sürekli kestirdiği kısa saçı ile tarzını hiç değiştirmezdi. Kadın özelliğini ön plana çıkarmaktan hoşlanmazdı. Sade görünüşten yanaydı. Emine'ydi o. Bir farkı olacaktı bizlerden. Her zaman kendisine sakladığı bir şeyleri vardı onun.

Eminelerin evi henüz yapılaşmanın olmadığı, sadece bir tepenin çevresine yaşam kurulan gecekondulardan biriydi. Geç saatlerdeki antrenman sonrasında bile servisten, evinin bulunduğu çarşı meydanında iner, evinin kapısına kadar gidilmesine izin vermezdi. Yaşadığı semtten, evinden pek hoşnut değildi. Kimseler bilsin istemezdi bunu.

Emine Dil Tarih'de, Fransız Dili Edebiyatı öğrencisiydi, okula gitmediği zamanlarda sanki işe gidermiş gibi, sabah erkenden stada gelir, bazı günler antrenman yapar, bazı günlerde orada yıkanır, giyinir, kendince süslenir nereye gittiğinden hiç kimseye bahsetmezdi. Haftanın belli günleri neredeyse tam gün ortalıkta görünmezdi. Soyunma odasında kendine ait bir dolabı vardı. Orada tüm ihtiyaçlarını karşılayabileceği eşyalar mevcuttu. Havlusu, şampuanı, yedek giysileri, arada atıştıracağı yiyecekleri her zaman bulunurdu. Orası onun evi gibiydi, zira eve sadece yatmak için giderdi, kalacak yeri olsa eve de gitmezdi bile.

Ailesi ile iletişimi yok denecek kadar azdı. Hatta hiç yoktu. Kendine örnek aldığı birileri vardı çevresinde ki ailesine her bakımdan ters düşüyordu. Kabullenemiyordu! Ablası istemediği, bilmediği birileriyle evlendirilmiş, istemediği kadar çocuk doğurmuştu. Kocası kendinden fiziken o kadar küçüktü ki ablası onun yanında kocaman kalıyordu. Bunu bir kez kendisine örnekleyerek soyunma odasında anlatıvermişti. Ablası gibi kendisini de evlendirmek, biran önce evinin kadını yapmak, kocasının hizmetinde bulunmasını istiyor, kendisi ne gördü, ne yaşadıysa tıpkı kendi hayatı gibi yaşanır sanıyordu babası. Baş kaldırıyordu, bu kadar baskı Emine' yi daha bir çıkmaza sokuyordu.

Annesi ev kadını, babası cami hocası idi. Her zaman "Al şu kitabı oku!" dese de hiç bir zaman okumamıştı. Tıpkı küçük yaşta istemediği halde her yaz tatilinde kuran kursuna zorla gönderilmesi gibi… Saçlarını örtmek için başına aldığı başörtüsü tüm bedenini örterdi. Arkasından uçuşarak gelen örtüyle kendisini daha çok sahnede şarkı söyleyen kadınlara benzetirdi. İçinde anlamadığı bin bir türlü karmaşık yazıları olan kitabı da, kucağında bebeğini taşıyan anneler gibi sımsıkı tutardı. Ablası, abisi, kendisi ve küçük kardeşi ile anlamadıkları halde babasının hocası olduğu camiye zorla, görev gibi giderlerdi. Gitmeme gibi bir durumu yoktu, hocası babasıydı. Zira anlamıyordu, dili dönmüyordu, öğrenmek, ezberlemek istemiyordu. Yaz tatilleri hiç gelmesin istiyordu. Okul onun kurtarıcısı oluyordu en azından.

Babası ile sürekli çatışır durumda idi, zaten paylaştıkları hiç bir şey yoktu ki, kavga dövüş bir şekilde kendi düzenini kabullendirmişti ailesine. Her ne kadar sık sık tartışma olsa da... Babası; "Kız kısmı dediğin okumaz, top peşinde koşmaz, hele hele top oynarken mayo denen o donu üzerine geçirip salonun ortasında, herkesin gözünün önünde orasını burasın açmaz..." deyip öfkesini sürdürüyordu her gördüğünde Emine'yi... Emine hiç duymamışçasına kaçar adımlarla babasının yanından uzaklaşırdı.

Sabahları evden çıktığında babası çoktan camiye gitmiş, kendisi eve geldiğinde de babası çoktan yatmış oluyordu. Karşılaşmaları neredeyse imkânsızdı. Böylelikle sorun kökten çözülmüş gibi olsa da, gittikçe daha da çıkmaza giriyordu.

Kulüp kendi içerisinde anlaşmazlığa girdiğinden kapanma aşamasına gelmişti. Çoğumuz üniversite öğrencisiydik. Kimimiz derslere yoğunluk vermek için sporu bırakmış, kimimiz de başka kulüplere giderek arkadaşlığımızdan ister istemez uzaklaşmıştık. Emine de bırakanlardan biriydi, zaten kendisini spor dışında görmemiz imkânsızdı, kimse kimseden haberdar değildi artık.

Bir gün şehrin en işlek caddesinde yolda karşılaştığım mahalleden arkadaşım olan Faruk’la güle oynaya otobüs durağına doğru yürüyorduk... Okul çıkışı şehrin merkezine gelmenin mutluluğu, belki de yorgun bir günün ardından eve gitmenin heyecanı üzerimizdeydi. Akşam yavaştan günün üzerine çökmüş, kendine ayrılan süreyi dolduran gün çekilmek üzereyken herkes kendi havasındaydı. Sohbet koyuluğunda geçen konuşmanın arasında karşıdan geleni Emine'ye benzettim sansam da, evet o Emine'nin ta kendisi idi.

Emine benim bildiğim Emine'den çok farklı görünüyordu. Davranışlarında aşırılık, taşkınlık vardı. Yalnız yürüyordu. Sağa sola bakıp gülücükler atıyordu. Belki birkaç kadeh bir şey içmişti bilemiyorum. Zira durup dururken normal bir insanın yansıtabileceği bir tavır sergilemiyordu. Tam karşı karşıya geldiğimizde, Emine "merhabaaaa" sını olabildiğince uzatıp, "ne haber" ini kestirip atmıştı. "İyilik!.." yanıtını verdiğimde taşkınlığı yoldan gelen geçeni kendisine baktırması için yetiyordu. “Telefon numaranı versene, arayayım seni!” dese de benim söylediğim numarayı aklında tutarmışçasına uzaklaşmıştı bile yanımızdan.

Şaşmıştım doğrusu Emine'nin bu haline. Yanımdaki arkadaş beni durdurup, gözlerini gözlerime dikerek, "Sen bunu nerden tanıyorsun?" diye bana hesap sorarcasına yanıtımı beklemişti. Emine ile aynı kulüpte voleybol oynamıştık. Söylemiştim nereden tanıdığımı. Onun söylediği söz karşısında dona kalmıştım! Bir süre kendime gelememiştim!..

Emine için bu söyleneni yakıştıramamıştım. İnanmama gibi bir durum olamazdı. O kadar emin bir dille söylemişti ki... İnanmak istemedim.

Emine’nin hayatı kaymıştı!..

YENER BALTA
21 Temmuz 2009

14 Haziran 2009 Pazar

ÇÖPLÜKTEN

ÇÖPLÜKTEN

Hiç şaşırmadım, marketin otoparkında yine bir arabalık bile boş yer yoktu. Yolu takip edip otoparktan çıktığımda, çöp koyteynırının hemen dibinde bir yer vardı. Rahatlıkla oraya bırakabilirdim arabamı.

Hazırlıksız bir alışverişti, ne alacağıma karar vermemiştim. Her akşam eve giderken bugün ne yiyeceğim kaygısı yaşıyordum. Kendim için mutfakla bir şeyler hazırlamak bazı zamanlar pek cazip gelmiyordu bana. Daha çok o anlık yiyebileceğim, pratik yiyecekleri tercih ediyordum.

Market iki katlıydı, üst kat daha çok ev eşyalarına, alt kat yiyeceklere ayrılmıştı. Tercihim yiyecek katıydı, reyonlara bakınarak gezindim, canımın istediğini aradım, bir şey bulamadım, uzun süre bekleyecek çeşitli konserveler, buzluğa koyabileceğim tavuk parçaları, çayın yanında atıştırabileceğim bisküvi çeşitlerini el arabasına koydum. Mevsim meyvelerinden birer ikişer poşetlere koyup daha fazla oyalanmadan kasaya gittim. Kasada uzun bir sıra vardı. Herkes iş çıkışı evine bir şeyler almış, televizyonun karşısında zaman öldürürken atıştıracak yiyecekler koymuşlardı el arabalarına... Sonunda sıra bana gelmişti. O markete ait özel indirim kartımın olup olmadığını sordu kasiyer, olduğu halde yok dedim. Promosyon amaçlı bu tür indirim kartları kullanmayı hiç mi hiç benimseyemedim. Aldığım ürünler barkot taramasından geçtikçe poşetlere koydum. Hiç biri neredeyse işe yaramaz dediğim yiyecekler, 50 TL. tuttu. Ne kadar gereksiz bir alışverişti bu yaptığım. Sonuçta karnım doyacaktı.

Oturduğum ev şehrin merkezine yakın sayılırdı, ulaşım her şekilde çok rahattı, işe gidiş gelişlerde kalabalık olsada zamanla ilgili bir sorun yaşamıyordum. Semti her ne kadar benimsemesem de bunun için tercih ediyordum. Çok eski bir yerleşim yeriydi, zamanında göçmenler için devletin yer ayırdığı iki üç katlı evler yapılmıştı. Sokakların her iki kenarına dikilmiş ağaçlar yolun ortasında buluşup, dar olan sokakları daha bir daraltıp, karartıyordu. Şu anda orta kesim insanların yaşadığı, hatta toptancı haline çok yakın olduğu için orada çalışan bütün pazarcılar bu semte yerleşmiş, mahhallenin eski havası kalmamıştı. Bunu çevre esnaftan sık sık duyuyordum.

Kimsenin kimseye saygı duymadığı bir trafik karmaşası vardı. Bu küçük yerleşim alanı şehrin birkaç büyük semtine geçmek için ana yol gibi işliyordu.

Arabanın bagajını elimdeki poşetleri bırakmak için açtığımda, yanımda duran çöpten ağır bir koku yayılıyordu. Marketin her türlü atığı birbirine karışmış olmalı ki bu ağır koku tüm çevreye yayılmıştı. Dayanılır gibi değildi. Henüz çöp kamyonunun biriken çöpleri almasına zaman vardı. Güneş henüz batmamıştı, yüksek binalar güneşi engellediğinden bulunduğum yerde çoktan batmış hissi veriyordu. Birden çöp koyternırının içinde haraket eden bir karartı gördüm. Küçük bir oda büyüklüğündeki çöp yığınının içindeki karartı ne bir köpek büyüklüğünde, ne de bir kedi küçüklüğünde idi. Alışık olduğumuz sokak hayvanlarının mekanı olan lezzet sofrasında çöpleri karıştıran bir erkek silüetiydi. Gözlerime inanamadım. İlk defa çöp karıştıran bir insan görmüş değildim. Alışık olduğumuz, neredeyse kanıksadığımız bu görüntü niyeyse bu seferinde beni sarsmıştı. Hatta bir keresinde ürkek bir köpek yavrusunun tepkilerini gösteren küçük bir çocuğun çöpte bulduğu yiyeceği bizim yanından geçmemizle, yemeğe devam ederek silindir çöp bidonunu kendine siper ederek yuvarlaklığı boyunca geriye doğru sürtünerek kendini saklaması, bugün gibi aklımdaydı. Birlikte yürüdüğümüz arkadaş grubundan kimsenin dikkatini çekmemesi belki de bundandı. İnsanların başkalarının attıklarıyla, atıklarıyla ve her türlü pisliğin çöp adı altında bir arada bulunmasıyla kendilerine, bu karmaşadan yiyeceği birşeyler araması insanlık adına ne onur kırıcı bir durumdu.

Keyif adı altında yapmış olduğum alışverişimin neler olduğunu düşünmeden orada kendi nemasını arayan adama uzatmak, yanımda bulunan 10 TL’nın onun sadece bir öğünlük ihtiyacı olacağından vermeye çekindiğim, bir kerelik değil, her zaman yiyecek ekmeğe ihtiyacı olacağını düşündüğüm insana nasıl yardım ederim diye düşünürken bir ömür geçirmiştim, bir kaç dakikalık duraksamamla... Belki de kadın olduğumdan çekinmiştim, sonrasında yaptığım iyilik peşimi bırakmaz bir kötülük oluşturabilirdi. Arabamın plakasını alabilir, beni takip edebilir, yaptığım yardım başıma bela olabilirdi. Kendi kurduğum senaryo, yapmayı düşündüğüm küçük yardımdan beni uzaklaştırmıştı.

Arabaya binip oradan uzaklaşmamla biraz olsun görüntü belleğimden uzaklaşmış, eve girdiğimde kendi açlığımı giderirken her lokmamda masa yerine mekanı çöp olan adamı unutturmamıştı.

11 Haziran 2009
YENER BALTA

+
Yener,ciğim
Selam, sevgi, özlem.
Öykünü okudum. Bana göre, oldukça uzun cümleler kuruyorsun. Uzun
cümleleri anlamak zor, diye düşünüyorum. İnsanı yoruyor. Ama yazanı
yormuyor mu...
Bir iki de yazım yanlışı var. Ayrı yazılması gereken "de",ler var.
Birleşik yazılmış. İkincisi, Çöpden değil çöpten. Sanıyorum, bunlar
matbaa hatasıdır.
Öyküden yararlandım. Bayan olarak, yapacağın yardım sonrası başına
gelebilecekleri belirtmen yerinde bir düşünce.
Sevgiler, özlemler.
Y.E.

+
Sait Fadik Eteğiyanık'a bir efferin...
?

3 Aralık 2008 Çarşamba

MUTLU SON

MUTLU SON

Tam tamına üç yılı doldurmuştu kendine ait şirketinde. Birkaç tanıdığın muhasebesini tutuyor, bu tür işler tanıdığın tanıdığa tavsiyesi üzerine olduğu için muhasebesini tutacak yeni bir şirket bulamıyor, borçlarla boğuşur bir halde çözüm arayışlarına gidiyordu.

Merkez Bankası’nda çalışan bir arkadaşı, Türkiye’nin durumunun iyiye gitmediğini, paranın gittikçe değer kaybettiğini, yakında devalüasyon olacağını, dolar olarak ödediği dükkan kirasının kendisini zorlayacağını, Türk lirası ile ödeyebileceği bir iş yeri bulmasını önermişti kendisine. Arkadaşının bu konuşmalarını pek dikkate almamış, elbet bir çıkar yol bulurum diyerek uyarıları kulak ardı etmişti. Kendine güveni sonsuzdu, kendi kendinin patronuydu, hırslıydı, başarılı olacağından emindi.

Belma aradı kendisini, yeni bir şirkette işe başladığını, şirketin muhasebesini tutup tutmayacağını sormuştu. Tercih yapması söz konusu değildi elbet. İş yoktu, canı sıkkındı, böyle bir teklifi bekletemezdi, aldığı adrese bir saat içinde gitmişti.

Belma, Mehmet’i iyi tanıyor, ona güveniyor ve işine ne kadar saygı duyduğunu birlikte çalıştıkları için biliyordu. Güvenilir insandı Mehmet, sözünün ve işinin eriydi. Belma, kendi işvereni ile tanıştırırken “Çok iyi bir insan” diye tanıştırmıştı.
“Belma sizden bahsetti bana” diye söze girmişti iş veren. Muhasebe işlerini konuşurken yeni bir alışveriş merkezi inşa ettiklerini, bitmek üzere olduğunu bitişiğinde de küçük bir akaryakıt istasyonu kuracaklarını açıklamıştı. “Güvenebilecekleri, önerebileceği birileri var mı?” diye kendisine sorulmuştu. O an için pek dikkate almamış, “Aklımda bulunsun, uygun olan birileri olduğunda haber veririm size” demişti. Aradan birkaç gün geçmiş, muhasebe işlemlerini bildirirken, yöneticilik için uygun adayın olup olmadığı sorulmuştu kendisine. Hiç kimse yoktu çevresinde şu an için, kimseye de kefil olmak istemiyordu. Yardımcı elemanı yoktu, gerekli evrakları almak için kendisi gitmişti Belmaların şirketine. İşveren Mehmet’e, “Elemanı boşverelim, gel bu işin başına sen geç” demişti. Bir anda şaşırmıştı, iş aramıyordu ki, hem o kendi kendinin patronuydu, yıllardır başkalarının emri altında çalışmış, kendisi işini eninde sonunda kurmuştu. Belma söylemiş olmalı, onun sözüne güvenmiş olmalı ki bu işi bana teklif ediyorlar diye düşündü.

Yanıtlamalıydı, kendisi bozulsa da yapılan teklif güzeldi, “Güveninize teşekkür ederim ama bu işle ilgilenmiyorum, yine aklımda bulunsun uygun biri çıktığında size yönlendiririm” demişti.

İşler gün geçtikçe kötüye gidiyor, kirayı nasıl ödeyeceğini düşünüyordu. Yüz yüze görüşülen iş teklifi, üç kez de telefonla yöneltilmişti kendisine. Belki de denemeliyim diye düşündü, her işte vardır bir hayır diyerek, “Teklifinizi değerlendirmek istiyorum” diye telefon etmişti. Şartları öğrenmek için akaryakıt istasyonunda buluşup, oradaki ofiste konuşmayı uygun görmüşlerdi. Böylelikle çalışacağı yeri görmüş olacaktı. Mevsim kıştı, aylardan Ocak ayıydı, akaryakıt istasyonu tam anlamıyla tamamlanmamıştı. Şantiyede ofis olarak kullandıkları bölümde elektrik ocağının başında çay içerken konu açılmıştı. “Piyasa kötü, daha da kötüleşecek bu gidişle, gelin teklifimi kabul edin, güvenebileceğimiz birilerine ihtiyacımız var dedi” işveren.

O an için ağzından “Peki” kelimesi çıktı. “Madem bana bu kadar güveniyorsunuz iş konusunda, bu güveniniz benim işi kabul etmem için yeterli” dedi. “Burada yönetici olarak çalışacak kişiden beklentileriniz nelerdir, ayrıca bu iş kolunda hiçbir tecrübeye sahip değilim” diye sürdürdü konuşmasını. “Biz burada her şeyden önce güveneceğimiz birisinin olmasını istiyoruz. Akaryakıt işine ilk defa giriyoruz, biz de sizinle birlikte öğrenip uygulayacağız. Anlaşma yaptığımız firma Türk Petrol. Bize gereken tüm eğitimi verecekler. Söylenen şu ki; hırsızlığı, yolsuzluğu çok olan bir iş, hem çalışandan hem müşteriden kaynaklı olabilirmiş” diyerek sözünü tamamladı. Maaş ve şartlar çok cazip gelmişti, sorun yoktu. Şubat ayın başında inşaat bitecek, kullanılır halde istasyon teslim edilecek, hemen işe koyulacaklardı. Zaten kendi işinde bu kadar parayı bir araya getiremiyordu, bu şartlar onu mutlu etmişti. Bekir Bey’le birlikte kararlaştırılan ilk iş gününde buluşulmuş, kahveler içilmişti. Bekir Bey’in şoförü gelmiş, “Kapıda efendim” dedikten sonra, “Buyrun Mehmet Bey çıkalım” demişti. Mehmet Bey bir şey anlamamış, kapıya doğru yönelmişti. Sıfır bir araba kapıda duruyordu, anahtarı uzatarak, “Bu sizin” dedi Bekir Bey... İnanamamıştı, araba konuşulmamıştı, heyecanlanmış, bu nazik davranış onu çok etkilemişti. İstasyonda kurulacak tüm donanım Türkiye’de ilk defa kullanılacak son model pompalardı. Tankerler yola çıkmış, her şey pazar günü ilk satışa göre ayarlanmış, tam tamına iki gün kalmıştı açılışa.

Ancak bir malzeme vardı ki, bir tek o eksikti, yurt dışından bir iki ay gibi bir süre içerisinde gelecekti. Bu da istasyonun tüm satışını, tanklarda kalan akaryakıt miktarını gösteren otomatik ölçüm cihazıydı. Ölçüm cihazı gelene kadar günlük satışları elle tutulması uygun görülmüştü. Tanklarla gelen malın miktarı belli olduğu için, satışlarda deftere işleneceğinden ortada hiçbir sorun görünmüyordu.

Satış başlamıştı, açılış günü için satışların sonucu hayli mutlu ediciydi. İşi kavramış, hareketli bir iş olduğu için zaman nasıl geçiyor hissedilmiyordu. Mart ayı itibarıyla yine benzine zam geleceği haberi kendilerine ulaşmıştı bile. Her zamanki gibi ekonomi ayarında gitmiyordu. Tüm tanklar her zaman dolu bulunduruluyor, tankerlerde sürekli mal çekilerek dolu tutuluyordu.

Benzinin çalınma riski çok fazlaydı, bu korkunun yanında tehlikeli olduğu içinde çok tedirgindi. Para kazanma uğruna büyük risklere girişmiş, herhangi beklenmedik bir problem yaşayabileceğini düşünerek, kendini bir anda işin sorumluluğu karşısında zayıf hissetmişti. Her işte olduğu gibi bu işinde kendine göre riskleri vardı.

Arkadaşının dediği de olmuştu, Türkiye’de o dönemin Başbakanı Tansu Çiller, beklenen devalüasyon olmuş, dolar bir anda yukarı fırlamıştı. Akaryakıt fiyatları uçmuştu, her şeye rağmen tanklar ve tankerler sürekli dolu tutuluyordu. Batan batmış, çıkan çıkmış, piyasa buna da alışmış, tekrar bir hareketlilik başlamıştı.

Nisan ayıydı, beklenen ölçüm cihazları yurt dışından gelmiş, tüm tanklara ve pompalara bağlanmıştı. İlk denemeler yapılmış, nasıl kullanılacağı tüm çalışanlara tek tek gösterilmiş, iş herkes tarafından kavranmıştı. Ertesi sabah erkenden vardiya başlamış, her şey problemsiz işliyordu, tüm personel durumdan memnun, en çok da bu durumdan memnun olan kişi kendisi idi. Hangi pompadan satış ne kadar yapıldıysa anında ekranda görülüyor, elle tutulan günlük satış ve stokları bir düğmeye basarak sonucu alabiliyorlardı. En önemlisi bunca zaman tutulan tüm bilgilerin doğruluğu da bu alınan sonuçla doğrulanacaktı.

Akşam vardiyasıyla hesaplar kesilmiş, ölçme işleminin ilk raporu alınmıştı. Elle tutulanla karşılaştırdı, gözleri yuvasından fırlamış halde “Bu imkansız” dedi. Her iki tutulan hesap arasında 7000 Litrelik fark vardı. “Sanırım hesaplamada yanlışlık yapmış olmalıyım” diyerek bir kez daha gözden geçirdi. Tüm personele tuttukları hesapları yeniden gözden geçirmelerini bildirdi. Yanlışlığın nereden kaynaklandığını bulana kadar bu işi çözecekti. Bu durumu Bekir Bey’e iletmeliydi, bu aradaki farktan onun da bilgisi olmalıydı, belki bir çözüm bulabilirlerdi birlikte.

Bekir Bey ertesi sabah istasyona geldi, olan biteni tüm açıklığıyla anlattı. O da, “Hesapta yanlışlık olabilir, eğer hesabın doğruluğundan eminsen, o zaman çalınmış olabilir, başka bir açıklaması yok bunun” diyerek, en hassas noktaya bağlamıştı olayı.

Yapmadığı bir şey için kendisini suçlu hissetmiş, “Büyük yolsuzlukları işletme müdürleri yaparmış” lafı kulaklarında çınlar olmuştu. Kafası iyice bulanmıştı, nasıl çıkacaktı bu işin içinden, çözümleyemiyordu.
Bekir Bey “Elbet çözümlenir” diyerek oradan ayrıldıktan sonra, gecesi gündüzüne karışmış, belki yüz, belki bin kez hesapları gözden geçirmiş, bir türlü açığı yakalayamamıştı.

Kendinden emindi, herkesin kendisini hırsız olarak gördüğünü düşünüyor, o da herkese hırsız gözüyle bakıyordu. Herkes herkesten sakınır olmuştu. Tüm çalışan tedirgindi. Artık hesapların doğruluğundan emindi, bunca yakıt çalınmıştı. Pompada görevli ustalar bu işi nasıl yapacaktı, bunca litreyi nasıl çalacaktı, olsa olsa bu işi tanker sürücüleri yapabilirdi, en uygun onlardı.

Kendi kendine kuruyordu. Her zaman tankerleri gelen zamlardan dolayı dolu tuttuklarından, “Gece boyunca dolu tankerler başka istasyonlara satılıyor, tanker sürücüleri de malı boşalttım diyerek dolum yapmak için tekrar yola çıkıyor, böylelikle hırsızlık gerçekleştiriliyordur” deyip kendince çözüm arayışlarına gidiyordu.

Tanker sürücüsü olarak iki kişi çalışıyordu, genç olanı bu işte yeniydi, henüz işi yeni öğreniyordu. Tüm kuşkularını babası yaşında olan ihtiyara çevirmişti, bu işe yıllarını vermişti ne de olsa...

İstasyonda daha önce yaşanan yolsuzluklar anlatılır olmuş, işin ne kadar sahtekarlığı varsa dillerde dolaşır olmuştu.

Kafaya koymuştu, yolda olan tanker sürücülerini bekler olmuştu. Tankerler gelmiş boşaltma işlemleri gerçekleşmiş, genç olanı yanına çağırtmıştı.

“Söyle bakalım olanlar hakkında ne düşünüyorsun” diye suçlayıcı bir ifade takınarak soruyu yöneltmişti. Şaşkın bakışlar içinde,

“Gerçekten ne olduğunu bilmiyorum efendim” diyerek cevaplamıştı.

“İhtiyar yapmış olabilir mi sence?” diye sordu.

“Bilemem, günahını almak istemem, ancak daha önce çalıştığı yerlerde sicili kabarıkmış, onu duymuştum” dedi. Genç sürücünün bunu demesiyle kafasında netleşmişti her şey, zaten neden arıyordu, bu işi ihtiyarın yaptığı kesindi.
Akaryakıt istasyonunun alt katında personel soyunma odaları bulunuyordu, giysi dolapları, yıkanabilecekleri küçük alan ve yemek saatlerinde dinlenebilecekleri bir mekandı. İhtiyarı orada bekliyordu, gelsin diye haber salmıştı. İhtiyar karşısında belirdi.

“Buyrun efendim beni emretmişsiniz” diyerek huzuruna geçti. Ön yargılıydı, onun yaptığından emindi, gerekirse kaba kuvvet bile gösterebilirdi, kapıyı kapattırdı, karşısına oturtturdu.

“Bu konuşmalar aramızda kalacak anladın mı?” diyerek küçük bir gözdağı verdi.

“Tabi ki efendim, siz nasıl buyurursanız, her sözünüz emirdir benim için” diyerek dinlemeye geçti. İhtiyar çaresiz, elleri önünde, omuzları ve başı düşük mahcup bir ifadeyle amirinin ne diyeceğini az çok biliyordu.

“Durumu biliyorsun” diye söze başladı.
“Ne düşünüyorsun bu 7000 Litre açık hakkında, bizden eskisin bu işte, en iyi sen açıklarsın bu açığı” diye, imalı konuşmuştu.

“ Ben nerden bilirim efendim, her şey olabilir” diyerek ortada bir laf etmişti. Mehmet Bey’i kızdırmaya yetmişti bu laf. Mehmet Bey üstüne üstüne gidiyor,
“Peki şöyle olabilir mi; sabah tanklara boşalttım diyerek boşaltmadığın malı alıp gitmiş olmayasın”.
“ Hayır efendim ne haddime, ben böyle bir şey yapmam, yaptıysam şerefsizim, en adi insanım” demesine kalmamış, her iki yakasından kavramış soyunma dolaplarının arasında sıkıştırıvermişti ihtiyarı. Gözünün beyazı diye bir şey kalmamış, tüm kılcal damarları kızarmış, kan çanağına dönüşmüştü gözleri, yüzündeki o ifade olayın sonrasında bile biran olsun gözlerinin önünden gitmeyecekti.

“Sen yaptın değil mi? Söyle!” diye haykırmasıyla kendine gelmiş, yaptığından utanır olmuştu.
İhtiyar “ben yapmadım” diye hıçkırıklar içerisinde ağlıyordu. Adam babası yaşındaydı, düştüğü duruma kendisi bile inanamıyordu.

Bu olay sonrasında kendisine uzun bir süre gelemedi, günlerdir gitmediği evine gidip doğruca yatağına girdi. Onca günün yorgunluğu bir anda üzerine çökmüştü.
Ertesi sabah odasına girdiğinde ihtiyar onu bekliyordu. Hala gözlerinde suçlayıcı bir ifade hakimdi.
“Ne var, ne istiyorsun?” diyerek sertçe derdini dile getirmesini söyledi.

“Efendim, ben istifa etmek istiyorum” demesiyle, hemen yanıt hazırdı.

“Ne istifası, istifa edersen seni kesinlikle suçlu bulurum, bu olay çözüldüğü anda istifa edersin, ama şu an itibari ile buradasın, hemen işinin başına” diyerek odasından çıkmasını işaret etmişti eliyle ihtiyara.
Kendisi bile istifa etmek istiyordu, ama olamazdı, kendiside hırsız konumuna düşecekti, bu işi açıklığa kavuşturmadan hiç bir yere gidemezdi. Bekir Bey kendisini aramıyordu bile, işlerin takibini yapmıyor, kendisi de bu konuda meraklanıyor, sanırım o da beni suçlu buluyor diye kendi kendine kuruyordu. Dayanamayıp, istifa dilekçesini hazırladı, doğru genel merkezin yolunu tuttu, Bekir Bey’in önüne kağıdı uzattı.

“Bu ne böyle Mehmet Bey” dedi.
“Efendim istifa dilekçem, ben bu işi beceremedim” dedi.

“Lütfen Mehmet Bey, o dilekçeyi geri alın. Bu işi sizin yapmadığınızdan adım kadar eminim. Size karşı olan güvenimden hiçbir şey kaybetmedim. Bunu birlikte çözeceğiz, sizin orada olmanız gerekiyor.” diyerek dilekçesini kabul etmemişti.
Tekrar hesaplara bakmalıyım diyerek sayısını hatırlamadığı takibi bir kez daha yapmaya oturmuştu. Bir şey dikkatini çekmişti, ilk gün 7000 Litre olan açık, gün geçtikçe artar olmuştu. Her akşam litre gittikçe yükseliyordu. Geceleri istasyon çevresinde gezinir olmuş, hiçbir olumsuzlukla karşılaşmamıştı. Litreler gittikçe artarak, 8000’lere çıkmıştı. Bitmişti, tükenmişti, çıldırmak işten bile değildi, çözmesi gerekirken çözümsüzlüğe doru ilerliyordu.

Çok bunalmıştı, kafasını biran olsun dağıtmalıydı. İstasyonun çevre düzeni tam anlamıyla yapılmamış, odasının önündeki camekanın altında çiçek için yerler ayrılmış, henüz bir şey ekilmemişti. Çiçek alırsam burası biraz renklenir diye aklından geçirdi.

Zaten Nisan ayıydı, baharın tüm güzelliğine ulaşmak mümkündü. Yakınındaki ilk seraya gitmiş, mevsimine uygun birbirinden güzel rengarenk çiçekler almıştı kasa kasa...

Daha önce bahçe işinde çalışmış, şu an için pompada görevli ustaya, “Bu işi sen iyi becerirsin, hadi bakalım.” diyerek kasaları indirtmişti kamyonetten. Odasından ustayı izliyordu. Çiçekleri renklerine göre ayarlamış, küçük çukurlar açarak, yer hazırlıyordu. Bazı bitkilerin boyları uzundu, onlar için daha derinden toprağı kazması gerekiyordu. Hatta, “Efendim keşke hepsini aynı boyda alsaydınız işim daha kolay olurdu” diyerek, kazma işine devam ediyordu. Birden usta küreği bırakıp, toprağı eliyle kazmaya başladı, eline bir avuç toprak aldı. Burnuna götürdü, kokladı! Bir anda neye uğradığını şaşırdı, Mehmet Bey’in odasına doğru koşar adımlarla gitti.

“Efendim bu toprak benzin kokuyor, burada bitkiler ölür, kazdıkça da koku çoğalıyor” demesi ile bir anda oturduğu yerden kalktı, “Kaçak var” diyerek doğru dışarı fırladı.

“Kaz usta, daha derin kaz,” diyerek heyecanla bekliyordu. Evet kazdıkça derinlere doğru benzin kokusu çoğalıyor, ıslaklık artıyordu. Tüm personel bir araya gelip o bölgeyi kazmaya başlamış, kazdıkça alanda kokular çoğalmıştı. Bu alana en yakın olan pompaya doğru ilerledikçe toprakta biriken yakıt çoğalıyordu. Tüm alan kazılmıştı, her şey açıklığa kavuşmuştu, pompanın alt bağlantısı iyi yapılmamış, o pompadan her satış yapıldığında bir miktarda toprağa sızmıştı. Artık olay çözülmüştü.

İstasyonda bayram havası esiyordu. Hiç bu kadar sevindiğini, hiç bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu. Günlerce yaşadığı sıkıntıyı bir anda üzerinden atmışken, tankerden inen ihtiyar gözüne takıldı. Birden sevinci utanca dönüşmüştü. İhtiyar, kazının bulunduğu alana merak içinde gitmiş, olayın çözümlendiğini anlamıştı. Ağır bir suçlamanın altında ezilmişti günlerce, olgun adamdı ihtiyar. “Elbet çözülür” demişti kendi kendine. Kırgın değildi, kim olsa aynı kuşkuyu yaşardı.
İhtiyar başını kaldırdı, Mehmet Bey’le göz göze geldi. Sıcak bir tebessüm kaplamıştı her ikisinin de yüzünü, aralarında yaşanan o olay gözlerinden düşen birkaç damla göz yaşı ile mutluluğa dönüşmüştü karşılıklı.

YENER BALTA
11 EYLÜL 2008

16 Ağustos 2008 Cumartesi

KIRIK AYAKLA BEŞ KAT…

KIRIK AYAKLA BEŞ KAT…

"Pazartesi sabahı telefonla Ortopediden randevu alıp mutlaka doktora görünün, zira biz ilk müdahaleyi yapıyoruz" diyor acil doktoru.
Acile gidip de kontrol olmak o kadar da kolay değil ayrıca, giriş yaptırıyorsunuz, gelen hastaların aciliyetine göre sizin durumuz ne ise ona göre sıraya alınıyorsunuz. Zira trafik kazası, kalp krizi, sinir krizi, kocasından dayak yiyenler, birbirlerine horozlanmış erkek kavgaları sonucu yenik düşenler gibi çeşitli aciliyeti olanlar bekleyemeyeceği için öncelikli oluyorlar. Bir diyeceğimiz yok buna, başa gelen çekiliyor nasılsa.
Çekinerek gidiyorum; zira, benim önemsemeyip de beşinci günü gittiğim acil servisi de, bana bakıp "Bir şeyiniz yok, neden buraya geldiniz?" gibi bir cümle ile karşılaşacağım korkusunu üzerimde yaşıyorum, her niyeyse. Ama üzerine düşüp aradan beş gün geçmesiyle ağrılarım, şişlik ve üzerine basamama sonucu yürüyemediğimden artık doktora gitmem gerektiğini ayağım bana söylüyor zaten.
Bir hafta sonu akşamın bir vaktinde gittiğim acil servisten ayağım alçıya alınmış hali ile sabaha karşı inanması oldukça güç bir sonuçla evime geliyorum. Koca üç hafta iyileşmek için ilk belirtilen süre. Bana düşen üzerine basmamak ve bir an önce iyileşmek umudu ile sabretmek.
En ufak kişisel ihtiyaçları bile bir başkası ile gidermenin ne kadar güç olduğunu anlıyorsunuz. Laf olsun diye evin içinde atılan bir adımın ne kadar kıymetli olduğunu, uzanırken yatakta, uzun uzun düşünmeye başlıyorsunuz. İlk günler bu kadar süre nasıl geçer diye beklerken, "sabrın sonu selamettir, başa gelen çekilir" atasözü ile sabretmeyi öğreniyorsunuz.
Tek ayak ile yürüyemediğim için sıçrayarak gittiğim, en küçük mesafe bir iki sıçrayışta yorgunluk olarak bana geri dönüyor. Baston yardımı ile beceremediğim zorunlu ihtiyaçlarım için tek ayağımın üzerine kalkışlarım, koltuk değnekleri ile feraha kavuşuyor. Hastane koridorları da tekerlekli sandalye ile daha bir kolaylaşıyor. Tabi bir tekerlekli sandalyeye sahip olabilmek için bölümden bölüme koşuşturmanız ve teslim alabilmek için mutlaka kimlik vermeniz gerekiyor.
Her zaman kullandığım koltuk değneklerinin de o kadar kolay bir dayanak olduğunu söyleyemem. Avuç içlerim ve koltuk altlarımın ne derece hassas olduklarını iyileştiğim süre sonrasında bile hissetmek, "sağlık her şeyin başı" demeden başka bir şey söyletmiyor insana. Tabi bir de tüm vücudun yükünü çeken diğer bacak...
Pazartesi sabahı gidilen hastanede ilk olarak ne yapılacağı bilinmediğinden, sıra için bir saniyenin bile ne kadar kıymetli olduğunu düşünemeyip, belli bir süre boş boş ordan oraya ne yapmanız gerektiğini öğrenmek için geçiriyorsunuz. Ortopedi sırasına girmeden önce numaratörden sıra almak için numaratör sırasına giriyorsunuz, sıra alındıktan sonra bir fiş veriliyor, çocukluğumda her şeyin yok olduğu ancak uzun bekleyişler sonucu alınan yağ kuyrukları gibi bir bekleyişten sonra sıra size geldiğinde, gişe görevlisi, ismimi ve dosya numaramı soruyor. Gerekli bilgiler verildikten sonra "randevunuz görünmüyor" diyor. Sabahın bir vaktinde kalkıp büyük bir şans eseri düşürebildiğim hastane santralindeki bayan memurun bana bir sonraki pazartesi için verdiği randevu gününe itiraz edip, başta belirttiğim "acilden dolayı arıyorum" ibaresini bir kez daha hatırlattığımda "baştan söylesenize" azarı ile "bugün gelebilirsiniz" diyor. "Adımı sormayacak mısınız?" dediğimde çoktan telefon kapatılmış oluyor.
Daha sonra karşı gişelerden anlayamadığım bir başka muayene sırası veriliyor. O da öğle sonrasına kalan bir muayene numarası. Bu işe aklım ermediği için tekrar ortopedi sırasında bir boşluk bularak, "randevulu olduğum halde neden öğle sonrasına kaldığımı anlayamıyorum" diyorum. O da "bilgisayarda randevunuz görünmüyor, yapabileceğim bir şey yok" diyor. "İstiyorsanız (camekanın iç kısmını göstererek) Hasan Bey bizim şefimiz, onunla görüşün, belki o size yardımcı olabilir" diyor. Ayağımın acısını uzun bir süre erteleyerek, Hasan Bey'e ulaşamaya çalışıyorum. Derdimi anlatıyorum, telefondaki diyalogsuzluğun benim problemimin olmadığını, ben muayene için ne yapabilirim en azından onun için bana yol göstermesini istiyorum.
Bana öncelikle sakin olmamı önererek, "sizin için elimden geleni yapacağım" diyerek, beni ortopedi gişesinin önüne çağırıyor. Gittiğimde oradaki görevli sabah muayenesi için 48. sırayı veriyor. Numara almanın muayene olmaktan daha zor olduğunu anladıktan sonra bir türlü hareket etmeyen tekerlekli sandalye ile ortopedi bölümüne gidiyorum. Benimle aynı kaderi farklı uzuvlarında yaşayanları görünce bir tek ben değilmişim diye farklı bir paylaşım yaşıyorum içimde.
Mucizevi bir biçimde doktorun yanına girdiğimde, henüz bu meslekte yeni olduğu her halinden, zaten doktor kaşesinden de araştırma görevlisi olduğu anlaşılıyor. Kapıdan girerken kafasını bile kaldırmaya gerek duymadan "dosyanız" diyor. Geçmişi okuyup bir iki şey de bana o soruyor. Orada sanki biri yokmuş gibi, sadece alçıda bulunan ayak muamelesi görmek beni üzüyor. Bu doktorların eğitiminde insan psikolojisi, ya da iletişim dersinin çok eksik olduğuna karar veriyorum. "Bu kağıtla röntgen çektirin" diyor, bir dosya kağıdını uzatarak. Kelimeler ağzından büyük bir pazarlık sonucu dökülüyor, bir kelimenin bile kendisi için çok değerli olduğunu düşünerek fazladan sarfetmiyor.
Ayağımdaki kırık kemiğin ne durumda olduğunu bana acısız, en kısa sürede ve en net biçimde gösteren mucizevi buluşa aklım ermediğinden, bu keşfe adı verilen Wilhelm Rontgen'i bir kez daha saygı ile anıyorum. Ama röntgen çektirmek ne kadar kolay olsa da, röntgen sırası için başta yaşadıklarımın biraz azını yaşayarak, masaya oturma şansını yakalıyorum. 10 dakika içerisinde alınan röntgen sonucunu almış olsam da, sonucu göstermek için öğle sonrası için kontrol sırası alıyorum, daha az işkence yaşayarak. Ne bu, film sonucunu göstereceğim.
Öğle sırası doktorun odasına girmek sabahkinden daha kolay oluyor, zira herkes sonuç gösteriyor. Doktor filme bakarak "evet kırığınız var, üç hafta istirahat veriyorum, zorunlu ihtiyaçlarınız için koltuk değnekleri öneririm. Asla üzerine basmayın, haftaya kontrole gelin, durumunuza bakarız" diyerek gerekli açıklamayı yapıyor.
SSK güvencem olduğundan, çalıştığım iş yerine "iş göremez" raporunu sunabilmem için ayrı bir maraton da orada başlıyor. "Bu kağıdı beşinci kattaki ortopedi bölümünün sekreterliğine bırakın, üç hafta olduğu için heyete girmesi gerekiyor" diyor.
Asansöre binmek için uzun bekleyişten sonra; sağlamların öncelikli olduğu gibi yanlış bir mantıkla, tekerlekli sandalyedeki hastalar olarak bir fırsatını bulunca binebiliyorsunuz asansöre. Katları takip edip kaçırmamak lazım. Acı, merak, şefkat dolu bakışlardan sonra tekerlekli sandalye ile inmem gereken kata ulaşıyorum. Sekreterliğe gidince kağıdı uzatıyorum, gerekli açıklamalar yapıldıktan sonra "iki adet vesikalık fotoğrafınız gerekiyor, yanınızda var mı?" diye soruluyor. Uzun süredir cüzdanımda gerek olur diye sakladığım fotoğraflarıma büyük bir heyecan ile ulaşıp veriyorum. "Haftaya Pazartesi alabilirsiniz" diyor.
İşin bu kadar kolay olmadığını giriş katındaki rapor odasında yüzü gülmeyen, saat beş olsa da gitsek edası ile çalışan memurun, "Bu kağıt yeterli değil, doktorun size vermiş olduğu dört nüsha kağıt olması gerekiyor ve bir de iş yerinden raporunuzun başladığı tarihli sevk getirmeniz gerekiyor" demesi ile şaşkına dönüyorsunuz. Gerekenler daha sonra getiriliyor ama işkence bununla bitmiyor. Eline verilen bir başka belge ile başhekimlik aranıyor ki, bir imzasını almalıyım, oradan güvenliğin yanındaki Muzaffer Beye ulaşmalıyım. Ulaşmak da çözüm değil, "Burada tarih yanlış yazılmış ve doktorunuzun imzası eksik, bunları tamamlamanız gerek!" deniyor.
Öğle sonrası muayene için ara verdiğimizde doktordan çıkışımızda saat beş olmuş ve bizim yüzünde tebessümü eksik memurumuz evine gitmiş olmalı ki, rapor odasının gişeleri huzurlu bir sessizliğe bürünmüş.
Bir sonraki kontrol için gittiğim Pazartesi günü rapor için kaldığım yerden devam ediyorum. Doktora eksik imzalarını attırıyorum. Rapor odasına gittiğimde, inanılmaz bir sırayı aşarak koltuk değneklerimle odaya girerek işlemlere devam etmek istiyorum. Oradaki erkek memur tüm sevimsizliği ile "Evrakınız eksiz, fotoğraflı heyet raporunuz nerde? Ayrıca sevkinizin de olması gerekiyor." dedikten sonra durumu tüm sakinliğimle açıkladığım halde anlaşamamakta ısrarlı görünerek, "Sanırım beni anlamıyorsunuz, o belgeler olmadan işleminizi gerçekleştiremem" diyor. Bu karmaşaya görevli bayanı göstererek, evrakları kendisine teslim ettiğimi söyleyerek, "Şu havuza bakın varsa ordadır…" diyerek bizi geçiştiriyor. Sonra da hatırlamış olmalı ki "O gün gelmediniz tekrar!" diyerek o günkü azarımı da alıyorum.
Açıklamamı gayet düzgün aktarsam da dinlendiğimi sanmıyorum. Tekrar erkek memura dönerek, rapor işlemine bir umutla devam ediyorum. Evrakların tarihlerinde bir yanlışlık olduğunu, raporun üç haftayı geçmesi durumunda Kurula girdiğini, ama burada bir tarih yanlışlığı olduğunu belirterek muayene olduğum doktora düzelttirmemi öneriyor. "Peki ne yapmam gerekiyorsa söyleyin, yapayım geleyim, zira ben ne yapacağımı bilmiyorum!" diyorum. "Neyse, diyerek insafa gelip, sizi yormayalım, burada ben düzeltebilirim." Dedikten sonra SSK ve iş yerimdeki takip etmem gereken işlemler için beni aydınlatıyor.
Bir mucize gerçekleştirmiş gibi bu kadar acının içerisinde bir de sevinç yaşayarak evime dönüyorum. Asansörü olmayan apartmanda, beşinci kattaki evime acil dönüşü tek ayakla korkuluklardan tutunup zıplayarak çıktığım merdivenleri, koltuk değnekleri ile nasıl çıkacağımı, bu işlemin her kontrole gittiğimde aynısını yaşayacağımı düşündükçe işin içinden nasıl çıkacağım korkusu beni sarıyor…

Ama bu merdivenleri çıkacağım, mecburum... Koca bir günün yorgunluğunu bir an önce üzerimden atmak için o zorlu yarışın üstesinden gelmeliyim. Bedenimdeki tüm enerjimin en son damlasını basamaklarda harcadığımdan biran evvel yatağıma uzanıp dinlenmek istiyorum bir günlük yaşamımı göz önüne getirerek…


YENER BALTA
15 AĞUSTOS 2008

3 Temmuz 2008 Perşembe

HAPBA NİNEMİN ÇORAPLARI


HAPBA NİNEMİN ÇORAPLARI

Yine çoraplarıyla uğraşıyor Hapba Ninem!

Ne anlıyor onlarla uğraşmaktan, ne çok zaman geçiriyor çoraplarıyla uğraşarak...

Tek tek, özene bezene elleriyle düzeltiyor, çiftliyor. Antep harbinden kalma, büyük ceviz sandığının içine, parmak uçlarından yuvarlayıp iç içe geçirip top yaptığı çoraplarını... Artan kumaş parçalarını bir araya getirerek diktiği bohçaya koyuyor her sabah yaptığı gibi. Dedemden kalan çorapların neredeyse tümünün topuk ve parmak uçları ya yamalı, ya örülmüş...

Savaşı gören her yaşlının yaptığını yapıyor, bir lokma ekmeğin ne demek olduğunu, yokluğun ne olduğunu varlıktayken bile iyi biliyor.

Hapba Ninem iki oğul, iki de kız doğurmuş, her iki oğlundan dörder torun sahibi olmuş. Kızları saymıyor evlattan, çünkü öyle biliyor, değeri yok kadının, “kadın erkek için yaratılmış” diye öğreniyor kendi büyüklerinden.

Oğullarının her ikisi de, Alleben Deresi'nin kenarında, debbağlıkla uğraşıyor. Eski Antep evlerinden birinin küçük, ahşaptan yapılmış kuytu, karanlık odasında yaşıyor, tek başına.

Oğullarıyla, gelinleriyle, torunlarıyla mümkün olduğunca görüşmüyor, her öğünde yemeğini kapı eşiğine bırakmaları yetiyor. Kendi alıp yiyor her gün yaptığı gibi… Boş kabınıda dolunun yerine koyuyor, getirenin önemi yok onun için.

Pek konuşmaz Hapba Ninem, pek değil, neredeyse hiç konuşmaz. "Adamın boşu boş konuşur, dolusu gerektiğinde konuşur" der durur boş konuşan birini duyduğunda.

Duvar sertliği yüzünü hiç gülerken gören olmadı. Kimselerin yüzüne bakmazdı konuşurken, zaten pek de konuşmazdı. Neydi içinde sakladığı acısı, kızgınlığı, öfkesi, yüzüne vuran!..
Kara çarşafından bir tek yüzü görünürdü. Yüzü çarşafının boz bulanık rengini almıştı sanki. İki kat olmuş bedeni, küçük bedenini daha bir küçük gösteriyor, kırışmış derisi, büzüşmüş elleri görünmese yaşını tahmin etmek çok zordu Hapba Ninemin.

Bağa gitmediği zamanlar avluda geçirirdi gününü, en çok tahta merdivenlerin kenarına doladığı, hönüsü üzümünün tadına doyulmadığı asmasının gölgesinde oturmaya bayılırdı. Üzümler olduğunda yeşilleri örterdi o kara, mor, kırmızı, pembeye çalan üzümler...

Avlunun içinde bir yerden bir yere zembille taşıdığı şey, her neyse onun yorulmasına yetiyordu. Asmanın gölgesinde oturup iki kat olmuş bedeni, başı önde soluklanmak için derin nefes alırdı sık sık…

Torunların uzak tutulduğu, yerden ayak bileği yüksekliğinde, üzeri yer yer paslanmış kara teneke ile kapatılmış, geceleri bağın kenar duvarlarını belirlemek için kullanılan büyük taşla kapatılırdı her niyeyse kuyunun üzeri. Kuyuya saldığı satılla doldurduğu şapşaktan içtiği şeker tadında suyu her içtiğinde "yarabbi şükür" demeyi ihmal etmezdi.

Mevsimlerden bahardı, önümüz yazdı, Hapba Ninem evin direğiydi, bağ bozumunda toplanan üzümlerin işi çoktu. Bizim için ayırdığı üzümlerden ne çok şey yapılırdı. En çok cevizli sucuğun tadı damağımda hâla. Bir kol uzunluğunda kesilen iplere cevizler yorgan iğneleriyle geçirilir, belli aralıklarla dizilir, kıvama gelen kazanın içine defalarca batırılıp ipe atılırdı tek tek.
Beyaz bezlere serilen bastıklar güneşte kurutulup, bezden ayrılarak katlanıp, daha sonra bizlerin yemesi için günümüzün buzdolabı mağaralara konması benim için merak ve heyecan dolu bir süreçti.

Ne çok ayakbağı olurduk bizler, ne çok laf işitirdik büyüklerden. Yinede bozmazdı onların azarlamaları bizlerin eğlencelerini. Üzümlerin eşsiz tada dönüştüğü koca kazanlarda sapı uzun tahta kaşıkla karıştırılmasında yanına yaklaştırılmasakda, yukarı süyükten bakar, o altın sarısı dönen hareyi izlerken sanki beni içine çekecekmiş gibi hissederdim.

Ne olduysa o yaz oldu işte. Amcam o zamanlarda debbağlıktan geçinemediği için pek rağbet gören Almanya'ya gitmişti. Yalnızca her iki kızı evlenme çağı geldinde gelmişti Gaziantep’e… Babamında sağlığı debbağlık yapmaya elvermediğinden baba mesleklerini ister istemez bırakmaları, bağ bozumu gibi aile bozumu yaşatmıştı evimizde.

Antep evlerinin tipik özelliği olan sarıya kaçan taşlar, artık griye dönüşmüştü. Bahçedeki asma yaprakları sararmıştı. Kötü kötüyü çeker gibi o dönemlere denk gelen en kötü şey olmuştu. Hapba Ninem yolun karşı tarafına geçip, Alleben Deresi kenarında soluklanmak isterken, marul dolu el arabasını fark etmeyip, satıcınında bir sağa bir sola bakarak "semiz yeşil bunlar" diye sürdüğü el arabasının kendisine çarpmasıyla yere yığılmıştı. Habba Ninem, başını derenin kenar taşına çarptığından oracıkta gidivermişti.

O anı bugün gibi hatırlıyorum, babam beni avludan çıkmamam için tembihlemişti; çıkmadımda, çocukların ölümle tanışması doğru değildi onlar için.

Hapba Ninem gitmişti, o gülmez yüzü benim için gülüyordu artık. Pek bize hissettirilmeyen ölümü büyükler kendi aralarında yaşamışlardı. En çok ağıtlar kulağımdan gitmez nedense.

Bir de tepsi tepsi gelen cenaze yemekleri... Kendi gibi bereketliydi gelenler. Babama ağır gelmişti Hapba Ninemin gidişi. Amcam Almanya'da umduğunu bulamamıştı. Halamlar da gelin gittiği evde huzur bulamamıştı. O güzelim Antep evi satılmıştı, herkes payına düşeni almıştı.

Biz damı olan tuğladan yapılmış eski bir eve taşındık, babam Antep'te pek geçerli olan baklavacılığa temelden başlamıştı, annem dikiş dikerek evin büyük yükünü üstlenmişti. Biz ise hayatın ne kadar zor olduğunu bilmeden büyüyerek, zorlukları onların üzerinden kendi sorumluluklarımız için üstlenmeye hazırlanıyorduk.

Hapba Ninemin neden çorapları ile o kadar zaman geçirdiğini büyük halamın; "sandığı açalım, sandığı açalım" ısrarları üzerine anlamış oldum. Acele etme deseler de halam ısrarlıydı sandık konusunda.

Bir akşam halam, Hapba Ninemin o gizemli yaşantısına girdi sesizce, herkesler üst odada otururken. Kapının açık kalan aralığından ışığın izin verdiği ölçüde gördüklerim beni meraklandırmıştı. Halam, Hapba Ninem'in yatağının üzerinde sandıktan çıkardığı parça bohçasını açarak tek tek özene bezene iç içe geçirdiği çorapları acelesi varmış gibi, bir şey ararmış gibi bakmasıyla anlamıştım.

Hapba Ninem tüm parasını o çoraplarında gizlermiş meğer!.. 


Habba Ninemin tek salkımına kıyamadığı üzümlerinin, bizim için tırmanılması en eğlenceli olan, gölgesinde dinlenilen ceviz ağaçlarının, sonu belli olmayan verimli toprakların yerinde verimsiz beton yığınları dikili şu an.

Çocukluğumun o unutulmaz anılarının üzerinde yapılan apartmanların birinde oturuyorum şu an geçmişin anılarını silerek. Evin balkonundan geceleri gökyüzüne baktığımda, çocukluğumuzda bağ evinde kaldığımız gecelerde ki yıldızlar göz kırpmıyorlar her niyeyse. Zaman zaman çocukluk anılarım aklıma gelsede, çağın yaşam akışına uymazsak sanki eksik kalacakmışız gibi. Hapba Ninem' den babama kalan, torunlarımızın torunlarına yetecek kadar bereketi olan toprakların bu şekle dönüşmesi ne acı.

YENER BALTA
2 TEMMUZ 2008

8 Nisan 2008 Salı

ÇATIŞMAYI ANLAMAK

ÇATIŞMAYI ANLAMAK

Her ikimizde korunma kalkanlarımızı indirip birbirimize yakınlaşarak, aramızda derin sevgi adını verdiğimiz bu aşkı güneşin doğuşu gibi bir kez daha yükseltiyoruz.

Bizim yaşadığımız derin sevgi, içten geldiği gibi davranılan bir sevgi.

Biz tekrar zevki, aşkı, doyasıya paylaşıyor, yaşıyoruz şu an. Çünkü kendimiz gibi davranıyoruz.

İkimizde daha sevecen, daha kabul edici, daha hoşgörülü ya da daha az yargılayan biri olacağımızın garantisini veremeyiz, ama neden böyle olamadığımızın araştırmasını yapacağımızın sözünü verebiliriz birbirimize.

Aramızda çıkan sorunların ve kısıtlamaların korkularımızdan ve kendimizi güvensiz hissetmemizden kaynaklandığını kabul eder, tüm dikkatimizi bunları araştırıp yok etmeye veririrsek problem kalmaz.

En önemli şey, şu an için her ikimizinde, kendimizi tanıyıp çözüm buluncaya kadar çatışmayı araştırmamızdır. Çatışmak yerine, çatışmayı dondurmak yerine...

Kendimize neden bunlar oluyor, neden böyle davranıyoruz diye sorarsak ve şu anın güzelliğini sorgulamak yerine çözüme ulaşabiliriz. Zira şu an biz bir adım atıp ilişkimizin evrimleşmesini sağlamaktayız. Beklenen sonucun iyi ya da kötü bitmesi ya da sürmesi tamamı ile bizim elimizde...

Şu anda her ikimize düşen tek şey ilişkinin sihiri bozulmasın diye konuşmamak değil, aksine isteklerimizi, davranışlarımızı, olanı biteni tartışabilmemizdir. Açıklık bizi korkutsada, ilişkimizin güvenliği açısından bu gereklidir. Sözle verilen güvenin sağlamlığı açısından, korkuları yenmemiz açısından...

Ve karşılıklı birbirimizin gözünde var olan değeri tekrar kazanabilmemiz için paylaşıp konuşmamız gerekir.

Kabul ettiğim tey şey aslında çatışmalarımızın ve çatışmaya yol açan durumlarımızın, kendimizi korumak adına, nedenlerini çözemediğimiz gibi, böyle davrandığımızı kabul edememekti. Ama anladık ki, bu kendimizi birbirimize karşı korumaktı, karşılıklı suçlamaktı. Evet hem de ne suçlamak, haksızlığa uğramış kişiyi oynuyorduk her ikimizde.

Aslında yine aynı şeyler yaşanıyor, bunların farkına vardık ve bunların yanlış olduğunu bilmemiz aramızdaki ilişkinin çoğu problemini çözmemize, pek çok değişim olacağını bize göstermesine ve yerini sevgiye ve yakınlığa ve aşka ve sınırsız birlikteliğe bıraktığını farketmemiz oldu, yoksa ne ben değiştim ne de sen...

Şu kısa sürede tam tersi bir aşk yaşamamız var olan aşkımızın devamı bence. Bizi her ne kadar korkutsada. Ama korkumuz için duygularımızı bastırmanın bir anlamı yokmuş. Hele ki sonucu kaybetmekse. Eğer kaybetme korkumuzu saklasaydık, bastırsaydık içimizde, kurtulamayacaktık ondan. Birbirimizi kabul etmemizle, yendik bu korkumuzu.

Yerini yeni korkularımız alsada... Sevgimizin seyri korkutmamalı, sevgimizin paylaşımı korkutmamalı, yeni korkular yaşayacağız diye korkmamalı, korkuya yer vermemeliyiz ilişkimizde.

Evet şu an farkında olarak yaşıyoruz var olan aşkımızı. Tüm engelleri kaldırarak, bundan eminiz her ikimizde. Çocuksu, bencil bir aşktı yaşadığımız aşk... Hep benimle ol, hep yanımda dur, sana dayanmak, kendi güvenimi senin üzerinden sağlamaktı, ama neyseki ne sen izin verdin buna, ne ben yapabildim bunu. Senin gücün gücüm olacaktı oysa ki olamadı tökezledim, iyi de oldu. Tüm yaşadığım mutsuzluklar, sen kaynaklı olsun dedim ki sorumlusu sen ol diye. Kendimi kurtarmaktı niyetim. Yoksa sende mi bunları hissettin diye sorsam kızar mısın bana!..

Olması gereken aşk; birbirimizden uzak olabilmeliyiz arasırada olsa, bir diğerimiz olmaksızın birşeyler yapabilmeli ve anlayışla
karşılamalı diğer birimiz. Çünkü o zaman karışımızdaki kişi kendi olabilir ancak. O zaman sevgimiz yaşayabilir.

Korkularımız vardı farkına vardık, yanlışlarımızın farkına vardık, birbirimizin kişiliklerini kabul etmemekte ısrarlıydık. Ama bir
diğerimiz olmaksızın bir şeyin anlamı olmadığını anladık. Bu ani değişim bizi korkutmasın. Ne ben değiştim, ne de sen. Sadece
yaşadığımız hayattaki o en ufak davranışlarımıza bakış açımız ve yaklaşımımız değişti. Gözümüzün ve beynimizin üzerindeki sis perdesi bir anda kalktı üzerimizden. İyi de oldu.

Acıtan sevgimiz yaşatan sevgiye dönüştü. Kinimiz, öfkemiz, şiddetimiz sadece mutsuz etti birbirimizi ve hep "bitsin bu ilişki" ile ad buldu. Oysaki öyle birşey istediğimizden mi; hayır!

Daha olumlu, daha anlayışlı, daha sevecen yaklaşmak olmalı niyetimiz. Varsa bize uymayan yine ben benim, sen de sen, tepkimizi verebiliriz.

Kendimizi diğerimize rakip görüyorduk, savaşıyorduk birbirimizle, kendimizle, ilişkimizin sürecinde. Yanlış yapıyorduk, her yaptığımız yanlış diğerimize yanlışlar yaptırıyordu.

Her ikimizde istiyorduk birbirimize dokunmayı,her ikimizde arzuluyorduk, ne şanslıyız bir bilsem, bir bilsen, bir bilsek. Ama inadımız, sevgimizle cezalandırmaktı niyetimiz bir birimizi, şimdi daha iyi anlıyoruz. Her fırsatta birlikte olmamızı bile yanlış yorumlamışız. Şimdi bile farklı kaygılar yaşamıyor muyuz, ama yersiz olduğunu biliyoruz artık, çünkü sevgimizin farkına vardık, sevgimizi sevgisizliğimiz olarak bir birimize yansıtmışız.

Birbirimizi istememiz, birbirimizin üzerinde kurmak istediğimiz güc olarak algılandı. Bu nedenle birbirimizi sevmekten ve en büyük korkumuzu yaşamaktan korkuyorduk. Birbirimizi terketme korkumuzla yüzleştik.

"Seni gerçekten seversem ve istersem seni kaybedeceğim"i sanıyorduk. Onun için sevgimizi birbirimize ifade ederken arada "artık" ekliyorduk başına. Gelgitler olarak algılanan "artıklar" ama çok yanlış davranmışız.

Hayır herşeyin iyi gitmesi bizi korkutmamalı, nasıl son bir kez fırsat verdiysek birbirimize, nasıl olanı biteni değerlendirip, temiz bir sayfa açabildiysek, bu sayfalar üst üste geldiğinde ciltletebiliriz sevgimizi...

Aslında her ağızımızdan çıkan kelime karşı taraf için o kadar önemli ki. Neyin neyi ifade ettiğini bilmeden, neyin doğru neyin yanlış olduğunu düşünmeden her şeyi her şekilde rahatlıkla söylüyoruz. Aslında ne anlamlar yüklü ağzımızdan çıkan kelimelerde; suçlama, yarğılama, aşağılama, yerme, cezalandırma, öç, kin, nefret, güç, baskı...

Çatışmanın nedenlerini araştırmanın en uygun zamanı çatışmayı yaşadığımız andır. Konuşma sırasında kendimizi savunmaya kalkar ve kavga edersek, havayı gerginleştirmekten başka bir işe yaramaz. Oysa birbirimize sevgiyle yaklaşırsak, içimizi dökeriz. Ama biz neler yapıyoruz, açıklama yapmıyoruz, susuyoruz, haykırıyor öfkeleniyoruz. Her iki tepkide "seslilik ve sesizlik" karşı tarafta aynı etkiyi yaratıyor. Biri sesli biri sesiz, ikimizde aynı şiddette tepkiyi veriyoruz.

Yaşadığımız olay sırasında ağızımızdan çıkan kötü kelimeler aklımızdan hiç bir zaman silinmeyecek. Ama onu deme sırasındaki yaşanılan olay belki unutulacak gidecek. Üzerinde konuşulmadan, sorun çözülmeden üzeri örtülerek ilişkiyi sürdürürsek, şişmiş balonun ince bir deliğinden sızan hava gibi ilişkiyi söndürür. Belkide şu aşamadan sonra karşılıklı oturup olabildiğince sakin, olabildiğince anlayışlı, en son yaşadığımız olayı, o aklımızdan silinmeyecek kelimeyi neden sarfettiğimizi araştırmalıyız. Bunları konuşmayarak özden uzaklaşıyoruz niyeyse...

Her şeyi karşılıklı konuşarak açıklığa kavuşturmalıyız, bir de bu şekilde elimizi uzatmalıyız birbirimize, ne dersin?

YENER BALTA
29 MART 2008

31 Mart 2008 Pazartesi

MUTLULUK BİZİM İÇİMİZDE

MUTLULUK BİZİM İÇİMİZDE

Hepimiz mutluluğun peşindeyiz. Mutluluğu paraya, güce ve prestije sahip olunca yakalayacağımızı sanarız. Aslında gerçek o değildir, ne kadar masumiyetimizden uzaklaşırsak o kadar mutsuzluğun içinde buluruz kendimizi. Masumuyetimizden uzaklaşmak demek, her şeyimizi kaybetiğimiz anlamına gelir.

Mutsuzluğun diğer nedeni de her zaman kaygı içerisinde olmamız. Kaygı artık hepimizin yaşam tarzını oluşturmakta neredeyse. Korkularımız, kaygılarımız bizi esir almış durumda. İçinde bulunduğumuz anı yaşamak yerine geçmişle geleceği birbirine karıştırıp, şu anı zehir ederiz kendimize.

Bazen bir başkasının başarısızlığı yada mutsuzluğu mutlu eder bizi içten içe. Her ne kadar çirkin olsada, insanlıktan uzak olsada... Başkalarını mutlu etmek kendi mutluluğumuzdur bir bakıma. Manevi bir huzur buluruz, birilerine yardımda bulunduğumuzda. Başkalarının mutluluğunu yok etmek yerine, onların mutluluğu için zeminler hazırlamalıyız.

Kıskançlığa, rekabete, kıyaslamaya ve hırsa yer vermeden yaşamalıyız. Bunlar bizi meşgul ettiğinde mutluluğu kaybeder, mutsuzluk içinde kayboluruz.

Mutsuzluk kişinin karakteri ile ilgili değildir, kişinin bilinçli olup olmadığı ile ilgilidir. Öfke vardır, aç gözlülük vardır, sahip olma isteği vardır, kıskançlık vardır çünkü bilinç yoktur.

Karakteri değiştirmek kolaydır, önemli olan bilinci değiştirmektir. Bilinç olduğunda, öfke, şehvet, aç gözlülük, kıskançlık, hırs ortadan kaybolur. Bu tür duygulara ayırdığımız tüm enerjimiz açığa çıkacağından enerjimiz serbest kalacaktır. Açıkta kalan enerji bizim mutluluğumuz olacaktır. Mutluluk bizim içimizden gelecektir, dışardan beklemek, farklı şeylere bağlamak yanlış olur.

Mutluluğun peşinden koşmak imkansız birşeydir. Eğer mutluluğun peşinden koşarsak ve elde etmeye çalışırsak onu hiç bir zaman yakalamayız. Çünkü mutluluk içinde bulunduğumuz durumda ansızın ortaya çıkar, nasıl olduğunu bile fark edemeyiz.

Yarına ertelenen, vadedilen mutluluklar olamaz. Onu yönetemez, üretemez, ayarlayamaz ve ne kadar mutlu olmaya çabalasak da yakalayamayız. Mutluluğu yaratamayız. O zaten mevcuttur bizde. Mutluluk sadece biz rahat olduğumuzda gerçekleşir. Öyle birşeydir ki, hiç bir neden olmadan kendimizi coşku dolu hissederiz.

Mutsuz oldukça mutluluğu daha çok ararız. Mutluluğu arzuladıkça daha çok mutsuz oluruz. Mutluluğu aramak için oradan oraya savrulur dururuz.

Tam şu anda mutlu olmak bile bizim kendi elimizdedir.

YENER BALTA
15 TEMMUZ 2006

SEVGİ VE EVLİLİK

SEVGİ VE EVLİLİK

Sevgiyi de sınıflandırabiliriz sanırım. Hele ki bu kadın ve erkek arasında ki sevgi olursa, bir de bu sevgi evlilikle sonuçlanırsa...

Bağımlı sevgi, bağımsız sevgi ve karşılıklı bağımlılık...

Bu sevgileri evlilik olarak düşündüğümüzde, bağımlı evlilik, bağımsız evlilik ve karşılıklı bağımlılık olarak üç ayrı gurupta topladığımızda, günümüzde olan evliliklerle örnekleyebiliriz, biz hangi gurup evliliğe giriyoruz, ya da hangi evlilik bizim yapımıza uyuyor karar verebiliriz.

En yaygın olan sevgi, bağımlılık üzerine kurulan evliliklerde kendini gösterir. Kadın erkeğe sıkı sıkıya bağlıdır, bağımlıdır. Erkek ise her ne kadar bağımsızmış gibi görünsede o da karısına bağımlıdır. Her ikis de karşılıklı çıkara dayalı bir evlilik yaşamakta, birbirlerine hükmetmekte, birbirlerine sahip olduklarını, hatta birbirlerini birer eşyaymış gibi görmektedirler. Çocuklar sahiplenilir, benim senin tartışmasına bile girilir.

Kadın kocasının izni olmadan bir yere gidemez, yeni birşey alamaz, alsa da kendince geçerli nedenler bulacaktır. Koca bağımsız davranamaz, her ne kadar kendini evin reisi olarak görse de o da karısının baskısı, tehditleri ve kaprisleri altında kalacaktır.

Genel geçerli evliliklerin büyük bir çoğunluğunu bu guruba giren birliktelikler oluşturur.

Bağımsız sevgi ise en az bağımlı sevgi kadar tehlikelidir. Bu günümüzde çok az rastlanan türden bir birlikteliktir. Oran olarak bağımlı sevginin tam tersi durumundadır. Bu evliliğin temelinde de mutsuzluk vardır, çünkü her iki tarafta çatışma hali içerisindedir. Ortak noktayı bulmak çok zordur. Kimse kimsenin kararına uymak istemez. Aşırı özgürlükçü bir sevgidir, neredeyse kayıtsızlık hakimdir. Diğerinin yaptığı herhangi bir eylem ya da davranış, üzerinde yorum yapmaz, müdahale etmez, fark etmez bir tavır takınılmaktadır. Bir birlerini kendi alanlarının içinde terk ederler, yokmuş gibi davranırlar. Kimse kimseye ödün vermeye yanaşmaz. Aşırı bağımsız oldukları için ilişkileri yüzeyseldir. Bu tür birliktelikler daha çok sanatçılar, düşünürler, şairler ve bilim adamları gibi meslek gurupları ile uğraşan kimselerde görülür, bu gibi insanlarla bir arada olmak imkansız gibidir.

Karşılıklı bağımlılıkda ise; uyum söz konusudur. Bu birliktelik gerçekleştiğinde her iki tarafda kendini cennette hisseder. Ama bu birliktelik oldukça ender görülür. Sanki birbirleri için nefes alıyorlarmış gibidir. Son derce mutlu ve huzur içerisindedirler. En önemlisi iki bedende ki tek ruhturlar. Bu gerçek sevginin yaşandığı bir evliliktir.

Bağımlı ve bağımsız sevgide bunu görmek imkansızdır. Bağımlı ve bağımsız evlilik sadece çıkara dayalı bir anlaşmadır, her bakımdan sağlanan bir anlaşma, sosyal, psikolojik, biyolojik...

Karşılıklı bağımlılıkta sadece ruhsal bir beraberlik söz konusudur. Biz diyebilmek belki de, benden önce senin için diyebilmek, çıkar gözetmeksizin, korkmadan, cesurca paylaşarak...

Evlilik toplumca kabul gören bir kurum olduğuna göre, büyük bir çoğunluğun eninde sonunda en az bir kez yaşayacağı bu birliktelikte, örnek olan ruhsal beraberliği yakalayabilmek, herkes için tek dileğim.


YENER BALTA
12 TEMMUZ 2006

YAŞAMIN YEDİ EVRESİ

YAŞAMIN YEDİ EVRESİ

Bizler insan ömrünü üç gruba ayırıp çocukluk, gençlik ve yaşlılık olarak sınıflandırırız. Doğru olanın bu olduğunu düşünürüz. Aslında insan ömrü her yedi yılda bir ruhsal ve fiziksel değişime uğrar. Her yedi yılda bir insan bedeninin tüm hücreleri değişir, yenilenir. Ortalama ömür 70 yıl olup, her on yılda beden yaşlanır, her yedi yılda yeni bir dönem başlar, yeni bir adım atılır.

İlk yedi yılda çocuklar ben merkezci olup, tüm dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünü düşünür. Tüm aile onun dediğini yapmak için hizmetinde olduğunu, isteklerinin yerine getirilmediğinde çabuk kızan ve sinirlenen bir yapıdadır.

Yedi yıldan sonra çocuk tamamı ile sorgulamaya başlar. Neden, niçin, niye soruları en çok kullandığı soru cümleleridir. Muazzam bir biçimde her şeyi merak eder. Merakını gidermek için dener, araştırır, sorar. Saatin tiktakları dikkatini çektiği için içini açar. Ağaçlar neden yeşil yapraklı gibi sorularla felsefe yönü ağır basar. Kendi yaşıtı olan karşı cinsinden olanla ilgilenmeyip, kendi cinsinden olan ilgisini çeker.

On dördüncü yıldan sonra üçüncü bir kapı açılır. Kendi cinslerinden kopup, karşı cins ilgilerin çekmeye başlar. Yedi ve on dördüncü yaş arasındaki arkadaşlıklar sıkı bağlar üzerine kurulup, hiç bir zaman unutulmayacak, sonsuza kadar hatırlanacaktır. On dördüncü yılda romantizm ağırlık basar ve cinsenlik ön plana çıkar. Kişi kendini keşfeder.

Yirmibirinci yılda ihtiraslar baş gösterir. Bir çok şeye sahip olamak ister. Gelecek için nasıl başarılı olacağını, nasıl rekabet edeceğini düşünür. Bu yaşın anlamı para, güç ve prestijdir.

Yirmi sekizinci yılda kişi maceracılıktan sıyrılmış, tüm arzularının tatmin edilemeyeceğinin daha çok farkına varır. Eğer matık ağır basarsa, maceradan uzaklaşıp güvenlik ve rahatlığın peşine düşer. Rahat ve güvenlikli bir ev ister. Hayatını garantilemek ister, düzenli bir hayat kurma peşindedir.

Otuz beşinci yılda yaşam enerjisi en yükseğe çıkmıştır. Yol yarılanmıştır ve yavaş yavaş enerji azalmaya başlar. Kurallara karşı gelmek yerine uymayı yeğler. Bir düzen kurulur ve bu düzen bozulunca altüst olur. Bu yaşlarda gelenege ve geçmişe saygı duyar. Kişi karşı görüş olmayıp, tüm kurallara uyar.

Kırk ikinci yaşlarda ruhsal ve fiziksel rahatsızlıklar belirir. Enerji gittikçe azalır, sona yavaş yavaş yaklaşır. Kırk iki en tehlikeli dönemlerden birisidir. Çoğu hastalıklar bu yaşlarda ortaya çıkar. Fiziksel olarak değişiklikler tamamıyla fark edilir, saçlar beyazlar, kilolar alınır, var olan enerji yetmemeye başlar. Din önem kazanır. Diğer taraf düşünülmeye başlanır.

Sadece yirmi sekiz yıl kaldı!

Kırk dokuz yaşında herşey netleşir. Kişiler karşı cinse ilgi duymamaya başlar. Yerine getirilmesi gereken sorumluluklar bir bir yerine getirilir, çocuklar evlenip yuva kurarlar. Bu yaşlarda kişi doğaya yönelir, kendi içine döner.

Elli altı yaşında yeniden bir değişim, bir devrim yaşanır. Yaşam sona yaklaşıyor! Bu yaşlarda kişi topluma, karşı cinse, sosyal ilişkilere ilgi duymamaya başlar.

Altmış üç yaşında kişi çocuk gibi olur. Sadece kendisi ile ilgilenir. Çocukluğun masumiyetine tekrar döner, tüm olgunlukla, edilinen bilgiyle, anlayış ve zekayla... Sona hazırlık vardır bu yaşlarada...

Sadece yedi yıl kaldı!

“Yaş yetmiş iş bitmiş” diye bir atasözü vardır, sonun geldiği noktadır. Çok ilginçtir ki sonu gelen kişi, dokuz ay önceden bunu farkeder, kendi içine doğru yönelir.

Ne mutlu ki tüm yaş dönümlerini o an ki dönemde yaşamış kişilere. Alınması gerken sorumlulukların yaşından önce ya da sonrasında almak gibi, sahip olunması gerekenlere sahip olunamayıp, çok sonraları olunması gibi, yaşanmamış eksik kalmış duyguların ve paylaşımların sonrasında tadına varılmasındaki eksiklik ya da taşkınlıkların yaşanması gibi...

YENER BALTA
14 TEMMUZ 2006