15 Mart 2017 Çarşamba

PİLLİ DEDE

PİLLİ DEDE
Telefonda duyduklarım karşısında dizlerimin bağı çözülmüştü. “Babam, babam!..” diyerek kapıya yöneldim.
Telefondaki tanımadığım ses bana;
"Babanız kalp krizi geçiriyor. Şu an Batıkent Cami'sinin yanındaki pazar yerinde, ambulans gelmek üzere" demişti.
İş yerindeydim. Babamın kalp krizi geçirdiği yere yürüyerek üç dört dakikalık uzaklıktaydım. Koşarak bulunduğu yere gittim.
       Gözlerim dolmuştu. Babam yerde yatıyordu. Yüzü bembeyazdı, gözleri donuktu, üstü başı toz içindeydi. Kusmuştu. Düştüğünde etrafa saçılan takma dişini, gözlüğünü, cep telefonunu, şapkasını, gazetesini toplayıp yanına koymuşlardı. Nefes nefeseydim. Metin olmalıydım. Yufka yüreğime sözümü geçirmeliydim. Babamla göz göze gelmiştik. Babamın sönük gözlerindeki ani değişikliği fark etmiştim. Yanında artık ben vardım!..
       Ambulansın ön koltuğuna oturmuştum. Babam arkada sedyede yatıyordu. Şoför, “Hangi hastaneye gidelim?” diye sordu. “Hangisi yakınsa” dedim. Yolu yarılamıştık, arkadan hemşire şoföre, "Sireni çal, hızlan!.." demişti. Bu babamın durumunun daha da tehlikede olduğuna işaretti.
Babam yaşam ile ölüm arasındaydı. Son saniyelerde yetiştirdiğimiz devlet hastanesine girmiştik. İner inmez acil odasına alınmış, elektroşok uygulamışlardı. Yarı açık kapının önündeydim. Doktor, elinde tuttuğu elektroşok cihazını babamın göğüs kafesine her değdirdiğinde yattığı yerden havalanıyordu. Bir-iki derken duran kalbi elektroşokla tekrar atmaya başlamıştı.
Yapılan acil müdahalenin ardından alındığı yoğun bakım ünitesinin kapısında buldum kendimi. Bu kapıda annemin haberini almıştık ilkin... Ölümü ilk annemle yaşamıştım!.. O kapıda bekleyenler o an neler hissedildiğini iyi bilir. Umutla umutsuzluğu, yaşamla ölümün ince çizgisini...
Bu babamın dördüncü kalp kriziydi. On beş yıl önce ilk kalp krizini geçirmişti. Kalbinin yüzde yetmiş beşi tahrip olmuştu. Kalp yetmezliği tanısı konmuştu. Doktorlar kalp nakli yapılmazsa üç ay bile yaşayamayacağını söylediler. Babam, “Hayır, vücuduma bıçak değdirtmem, öleceksem böyle öleyim!” diyerek kalp naklini kabul etmemişti. Sonraları neredeyse bir mucize gerçekleşmiş, ana damarlar çalışamasa da kılcal damarlar kalbi besleyerek bu görevi üstlenmişti.
Belki de babamın kalbi; yaşadığı onca zorluktan, yokluktan, yaşam mücadelesinden yıpranmıştı. Çocuk yaşında annesiz kalmış, gençlik yılları mücadele içerisinde geçmiş, altı kişilik ailesini geçindirmek için ha babam çalışmıştı. İçindeki öğrenme azmi ile ortaokulu ve liseyi akşam okullarında okumuş, kırk dokuz yaşında da avukat olmuştu.
Adı konan kalp yetmezliğinden sonra kalbini yoracak her türlü şeyi bırakıp evine çekilmişti. Sakin hayatına; dinlenmeyi, yeterli uykuyu, az yemeyi, yazmayı ve okumayı koymuştu. En büyük etken de, kendi kendisinin iyi bir hastabakıcısıydı. Gençliğinden beri yazmak ve okumak babam için tutkuydu. Yetmiş yaşında bilgisayar kullanmayı öğrenmişti. Kendi adına açtığı internet sitesinde; “Tabulara, Talana, Yalana, Hayır!..” demişti. Yıllardır biriktirdiği yazılarını ve yenilerini de ekleyerek bu sitede yayınlıyordu. Yazılarının aydınlanmak isteyenlere ışık olacağı inancındaydı. Belki de babamın kalbini besleyen bu uğraşıydı!.. Çalışma odası onun yaşam enerjisiydi.
Bu dördüncü kalp krizi muayenesinde kalpte ritim bozukluğuna çare olarak pil takılmasını önermişti doktor. O zamanlar kalp pili ülkemizde henüz yeniydi. Kalbin üzerinde ince bir deri tabakası açılıp, deri altına kibrit kutusu büyüklüğünde bir kutucuk yerleştirilecekti. Dört yıllık ömrü olan bu pil, yenisi ile değiştirilecekti. Geçireceği bir kalp krizinde pil devreye girecek, kalbe elektroşok etkisi yapıp çalıştıracaktı. Böyle bir durumda pilden ses duyulacak, en kısa zamanda hastaneye gelinecekti. Ağır işiten babam bu sesi nasıl duyacaktı? Doktor; “Ses duyulmasa da vücutta elektrik çarpması gibi bir şey hissedilir” demişti. Babamın duymayan kulağının yükü azalmıştı bu açıklamayla...
Dört kız evlattık. Diğer üç ablam da farklı şehirlerde yaşıyordu. Bu son kalp krizinde de babamla ikimiz başbaşaydık. Yoğun bakımdayken destek olamasalar da babamın kalp pili ameliyatı için beni yalnız bırakmadılar. Babam ameliyat öncesi evlatlarını gördüğü için mutluydu. Bir gece hastanede kalıp eve çıkacaktı. On beş günlük iyileşme sürecinde babamı dördümüz yalnız bırakmamış, tüm sevgimizle onun bir an önce iyileşmesi için yanında olmuştuk. Babam bu ameliyat sonrasında ise kendisine "Pilli Dede" ismini koymuştu.
Aslında kalp hastalığı tek başına bir hastalık değildi. Diyabeti, yüksek tansiyonu, böbrek yetmezliğini ve bunlarla seyreden diğer hastalıkları da beraberinde getiriyordu. Hepsi de babamda mevcuttu. Diyabet için günde üç ünite insülin yapıyordu. Kalp için Monoket, mide koruyucu olarak Lansor, idrar söktürücü olarak Lasix kullanıyordu. Antidepresan için Cipralex, alerjiye Zyrtec, Tiroid hormon dengesizliği için Euthyrox, kan sulandırıcı olarak Coraspin kullanıyordu. Babam; “Böbreğin tek ilacı su” demişti bir gün. “Günde iki buçuk litre su içiyorum, değerler yüksek çıkarsa biraz artırıyorum” demişti. Bir küçük kutu dolusu ilacı başucunda duruyordu. Bir beden bu kadar ilaca nasıl dayanırdı?
Bu son kalp kriziyle birlikte kendisinin bile anlam veremediği bir hastalık daha ortaya çıkmıştı. “Panik atak.” Babam, “Bir bu eksikti, adamı rezil kepaze ediyor” demişti. Bir ara sürekli acile gider olmuştuk. Babamın deprem çantası gibi, acil çantası vardı. Bu çantasıyla hastaneye giderdik... Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, göğüste ağrı ve sıkışma, midede bulantı panik atağın belirtileriydi. Bu hal kalp krizinin belirtileriyle de örtüşüyordu. Zaten her acile gidişimizde EKG, ekokardiyografi, kan sonuçları, tansiyon derken; panik atak mı, kalp krizi mi neyin ne olduğu anlaşılmıyordu. Doktorlar kesin kararı, karaciğer enzim değerlerinin yüksek çıkmasıyla verebiliyorlardı. Sonu yine acilde sabahlamak oluyordu.
Babamın hastalıklarının neredeyse aynıları annemde de vardı. Belki evin en küçük kızı olarak daha düşkündüm onlara, ya da çok mu hassastım onlara karşı hiç bilemedim bu ayrımı. Annem ve babam için kaygılanıyor, onlar için elimden ne geliyorsa yapmaya çalışıyordum. Onları gördükçe geleceğimi görür gibi oluyordum. Genetik mirasım olarak bu yaşanılanları ben de mi yaşayacaktım? Ne büyük şanssızlık olurdu benim için...
Kendi evimde derin uykudaydım. Birden  telefon sesi ile paniklemiştim. Babamdı! “Yetiş kızım!” demişti. Fırlayıp hemen ambulansı aramıştım. Babamın ev adresini vermiştim. Kalp krizi geçirdiğini, seksen üç  yaşında olduğunu, verdiğim adrese doğru yola çıktığımı söylemiştim.
Babamın kalbi bu krizi de kaldırabilecek miydi? Zaman babamın aleyhine ilerliyordu. Yaşadığı bu günler için, “uzatmaları oynuyoruz kızım, bakalım ölüm bizi ne şekilde bulacak” demişti. Oysaki babam ölümü hiç ağzına almazdı. En kötü anında bile umudunu kaybetmedi yaşamdan...
Yine o yoğun bakım kapısının önünde, sayısız bekleyişlerin birindeydim... Babamdan haber almak için hastane kapısında bekliyordum. Kendine has kokusu olan hastanelerin bu soğuk koridorunda annemin haberini aldığım günü yaşadım. Bu uzun koridorda annemin acı haberi ile çığlıklarım yankılanmıştı.
Babam çıkıyordu yoğun bakımdan, içim buruktu!.. Kalp sorunu ile geldiğimiz hastaneden, solunumu için çare arıyorduk. Hastane virüsü kaptığı için asıl sorun solunum yetmezliğine dönüşmüştü. Solunumda zorlanan babam için Pulmicort ve Ventolin adlı iki küçük kapsül içindeki sıvı karıştırılacak, Nebülizatör solunum cihazı ile buhar olarak soluyacaktı... Bu uygulama, daha rahat nefes almasına, kısa da olsa uyumasına yardımcı oluyordu. Bu da bir süre sonra bir işe yaramamıştı. İki hafta içerisinde birkaç kez acile gitmiştik. Ya bir gece gözlem altında tutuyorlar, ya da serum takıp yolluyorlardı.
Hastanede günlerin ve gecelerin nasıl geçtiğini anlayamadığımız zorlu bir sürece girmiştik... Refakatçi olarak dördümüz nöbetleşe kalıyorduk babamın yanında. Solunumda zorlanan babamın artık sürekli oksijene gereksinimi vardı. Nefesi kendine yetmez olmuştu. Sürekli takması gerektiği oksijen maskesini yemek yerken, tuvalete giderken çıkarması babamı olumsuz yönde etkilemişti.
Çok fazla hayal görmeye başlamıştı babam... Ölüme yaklaştıkça hayal mi görülürdü? Bilemedim! Yorgun düşen babam, deliksiz uykuya hasretti. Uykuyla, uyanıklık arasında gidip geliyordu. Bazen sayıkladığı da oluyordu. “Nasılsın baba?” sorusunu sayısız tekrarlıyordum... Aslında iyi olmayan babam, gözleriyle “İyiyim” diyerek beni rahatlatıyordu.
Solunumu gittikçe azalıyordu. Artık babamın yanında nöbetleşe değil, dördümüz birden kalıyorduk. Kenarı lastikli solunum maskesini hava kaçırmayacak şekilde takmıştı hemşire... Lastik çok sıkıyordu. Babamın yüzü kızarmıştı. Direndiği sonda da takılmıştı sonunda. Doktorun odaya gelip gitmesi sıklaşmıştı. İki kez kasıktan kan almıştı. Solunum hakkında en güvenilir bilgilerden biriydi bu. Kan gazı neden alınır annemin gidişinde öğrenmiştim!..
Bir şeyler söylemek için çabalasa da babam, maskede sesi boğuluyordu. Konuşmaya çalıştıkça oksijen değeri düşüyordu. Bir bardak suyu içmek için kendinde güç bulamamıştı bütün gün. Babam suyu işaret ediyordu!.. Bir bardak sudan ancak bir yudum alabilmişti. “Doktor maskeyi hemen takın!” diye uyarmıştı bizi... Babamın gözü solunumu takip edilen monitördeydi. Gittikçe düşen değeri görmemesi için ablam onu hafifçe çevirmişti.
Babam, bir şeyler anlatmaya çalışıyor ama anlayamıyorduk. Elini yazarmışçasına hareket ettirdi. Başucunda duran not defterini ve kalemini istediğini anladım. Verdim. O güzelim el yazısı karalamaya dönüşmüştü. Göz ve el işaretiyle kitabını gösteriyordu. Ablam, “Kitabı istiyor sanırım” diyerek babama kitabını gösterdi. Kitabı bana vermesini işaret etti. Kitabı elime aldım. Gözleriyle tamam dercesine onaylamıştı. En son basılan kitabıydı bu; “Pilli Dede!” Bu kitabında kendi hayatını anlatmıştı.
O kitapla aslında bütün kitaplarını bana emanet etmişti!..
Babamı apar topar yoğun bakıma götürmüşlerdi. Koridorda beklerken hepimiz gözlerimizi birbirimizden kaçırıyorduk. Çok uzun sürmedi bu bekleyişimiz. Doktor yoğun bakımdan çıktığında söze gerek yoktu! Yüzündeki ifadeden anlamıştık. O koridorda ikinci kez çığlıklarım yankılanmıştı.
7 EKİM 2106, YENER BALTA
(Hastalık konulu bir yazı için...)


11 Mart 2017 Cumartesi

DOĞADA OLMAK 5

DOĞADA OLMAK 5

Karı Ankara'da yakaladım bu kış...

Burada (Gündoğan/Bodrum) kış, kış olarak yaşanmıyor. Bazen, soğuk rüzgar, bazen birkaç gün süren fırtına, neredeyse her gece nemli ve baharı anımsatan ılık güneş daha çok kendini hissettiriyor.

Şubat ayının son haftasında, baharı müjdeleyen ağacın çiçeğini gördüğümde sevinç çığlığı attım. Baharın gelişi, doğanın uyanışı, çiçeği, böceği derken içim içime sığmıyor. Her yeni bir günde yeni sürprizler karşılıyor beni.

Geçen yıl çekirdeğini gömdüğüm üç çam ağacını saksıdan alıp toprağa, her zaman kalacakları yere diktim. O kısacık boyları fark edilmez de üzerlerine basılır diye kendi boyları kadar taşla çevreledim. Can sularını verirken 15-20 yılda ancak kendilerini göstereceklerini, benim de yetmişli yaşların başlarında olacağımı düşündüm. Üç dikili çam ağacının gelişimini izlemek bana yetecek...

Zeytin fidesini dört yıl önce dikmiştim. Boyunun iki katına çıktı bile. Sağlıklı bir şekilde büyüyor.

Limon ağacı geçen yazın başında dikmiş olsam da pek mutlu görünmüyor. Bir kez çiçek açsa da, birkaçı meyveye dönüşse de, niyeyse üzerindeki büyük yapraklar bile sararıp dökülüyor.

Geçen sene budanan gül dallarından on- onbeş dal kadar toprağa gömdüm. Aradan tam bir yıl geçti. İkisi tuttu ve bu mevsim dalını göstermeyecek çoklukta yaprak verdi.

Her yer yemyeşil, toprak uyanıyor. O yeşilliğin arasından kırmızı gelincik kendini göstermekte ısrarlı. Bu baharın ilk gelinciğini ben gördüm diye mutlanıyorum. Yol kenarında açan papatyalar tüm saflığıyla esen küçük yelde nazlı nazlı salınıyorlar. Seviyor sevmiyor için kopartılmıyorlar, ne mutlu...

Bu bahar kızıl gerdanı doyasıya fotoğraflamanın keyfine vardım. Ne de güzel ötüşü varmış. Hele bir aşka gelsin ötüyor da ötüyor.

Maskeli ötleğeni tanıdım bu bahar. Ötüşüyle, kesik kesik hareketleriyle onu da doğada ayırt edebiliyorum.

Alakarga için koyduğum kabuklu yerfıstıklarını alırken çok yakından fotoğraflamanın heyecanını anlatamam. Neredeyse aynı zaman içerisinde ona yakın fıstığı bir bir alıp götürüyor.

Serçeler vazgeçilmezi bahçenin. Onlar için aldığım bulgura ara verip, duvar kenarına bırakılan taze sayılacak, bazılarının tüm olmasına şaşırdığım ekmekleri kuşlar için yem yapıyorum. Serçeler diğer kuşların gelmesini de sağlıyor.
Saka bile geldi bahçeye. Kumsalda serçe sandığım kuşun saka olduğunu fark ettiğimde, heyecandan elim titriyordu. Aman kaçacak, bir kare daha fazla çekeyim derken, onun hareketliliği, benim heyecanım çoğu karenin net olmayışını etkilemiş. Olsun çekmiş olmak, o heyecanı ve anı yaşamak bile her şeye değer.

Yağmurun yağmasıyla kuru derenin biraz suyla hareketlenmesi çoğu kuşun mekanı oluyor. Çıvgın derenin yerlisi sanki. Ne zaman gitsem orada küçük küçük keskin hareketliliği ile yeşilin içinde fark ettiriyor kendisini.

Dağın yamacında yüksekte uçanı kerkenez ya da sarı şahine benzetebiliyorum. Makinemin objektifi o uzaklığı çekmeme yeterli gelmiyor. Sarı kuyruksallayan, ak kuyruksallayan, ispinoz, saka, kızılgerdan, alakarga, maskeli ötleğen, kumru, serçe bu bahar gördüklerim. Bu küçük canlıları görmek beni büyülüyor. Gizemli ve sessiz dünyalarına girmiş olmak beni her şeyden koparıyor.

Bu kış ve bahar balık tutmak yeni uğraşlarımdan dolayı seyrek oluyor. Bir iki küçük balığı yakalayıp yaşar görünce denize salıyorum. Niyeyse yüreğim dayanmıyor.

Sahipli yerlerin bahçesinde olan bütün ağaçlar budanıyor. Daha iyi büyüsün dallansın diye budanan dallardan aklıma yapılacak birçok fikir gelse de ne yer ne de zaman ayırmayacağımdan düşünme aşamasında kalıyor...

Bu sabah karıncaların belgesel tadında izlediğim sıra verdi dizilişleri, zakkumun kuru uçuşan minik tohumlarını sırtlanıp gidişlerine hayran kalıyorum. İlk fark ettiğimde üzerlerine basmamayım diye tökezliyorum. Birini bile ezmekten sakınıyorum. Karınca da olsa bir can... Bir sonraki kışa besin depolayan akıllı canlılar...

Pazar alabildiğine canlı. Sebzeler her tezgahın gelir kaynağı. Yeni yeni adını duyduğum, adını sorsam da bir sonraki tezgaha gidene kadar unuttuğum otlardan denemeye karar veriyorum. Geçen pazar ebegümeci ile başladığım ot çılgınlığı bu pazar neredeyse her türden satın alıyorum.

Ebegümecinin yararlarını, şeklini, çiçeğini internette baktıktan sonra pazarcı kadının tarif ettiği soğan ve yağ da pişirip, internetten aldığım fikir ile birleştirip üzerine yumurta kırıyorum. Canım annemin ıspanaklı yumurtasını anımsatıyor bana. Babam ıspanak yesin diye ona hep bu şekilde pişirirdi. Yol kenarında ebegümecini tanımak, adım başı rastlamak, küçüklü büyüklü yapraklarını ne çok seven böceklerin olduğunu (dantel havasına bürünmüş delik delik olmuş yapraklarından) anlıyorum. Toplamak aklımdan geçse de, tozun toprağın için de pek de yenir durumda bulmuyorum kendilerini... Pazardan almak en garantisi...

Ot diye bildiğimiz yeşil bir bitkinin biçimine, renk tonlamasına hayran kaldığım için her gördüğümde durup inceliyor;
“Ey doğa sen ne mucizesin!..” deyip hayret ediyorum.


1 Mart 2017
Yener Balta

17 Ekim 2016 Pazartesi

Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay

'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'
Alain de Botton:

Birbirine ölesiye âşık olanlar nasıl oluyor da iki aya kalmadan kanlı bıçaklı iki düşmana dönüşüyor? Hayatta herkesin bir ruh eşi var mı? Yalnızlık nasıl paylaşılır? Evlilik yeminleri neden baştan yazılmalı? Modern ilişkilere, aşklara dair kafadaki tüm soruları bu kez bir aşk romanı yazan ‘modern filozof’ Alain de Botton’a sorduk, yeni kitabı ‘Aşk Dersleri’nden yola çıkarak yeni nesil ilişkileri konuştuk.

Ali Tufan KOÇ 07 Ekim 2016 -
Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Yanlış insanla evlenmek, romanınızın ana damar konularından. Bir yandan da son araştırmalar, boşanma sayılarının katlanarak arttığını gösteriyor. Neden boşanmak, evlenmekten daha popüler oldu?

- Etrafına bir bak, herkes birlikte olmak isteyeceği kişiyi tanımlarken ‘nazik’, ‘eğlenceli’, ‘maceraya açık’, ‘etkileyici’ gibi laflar sayar. Bunları arzulamakta bir sakınca yok. Fakat mutluluğu yakalamak için biraz gerçekdışı niyetler bunlar. Modern insan hiç olmadığı kadar defolu. Bu yüzyılda, modern hayatın içinde yaşıyorsan nevrotik ve dengesiz olmaman mucize. Herkes az biraz deli, herkes belli bir seviyede ruh hastası.

Daha sağlıklı bir ilişkinin temelleri nasıl atılır?

- Birbirinizi tanıma evresinde “En sevmediğim özelliğim mükemmeliyetçi olmam” gibi cümleler kurmaktan vazgeçin. Huysuz, deli, ruh hastası taraflarınızı aylarca halının altına süpürüp saklamanın faydası yok. O halı, elbet bir gün havalanacak. Birbirinizi tanıma faslında,  arıza taraflarınızı olabildiği kadar karşılıklı dökmeye bakın. İyi gelecek.

AŞK İÇİN EVLENEN KALMADI

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Günümüzde romantik ilişkilerin, evliliklerin geçmişte kaldığına dair bir kanı var. Sizce de mutlu evlilik dönemi bitti mi?

- Evliliği, geri kafalı bir müessese olarak düşünmek kulağa çok cazip geliyor tabii. İnsan sevdiğiyle birlikte mutlu mutlu yaşayıp giderken neden bunu ele güne karşı tescil etme ihtiyacı hissetsin? Hayattaki tüm yakınlarını bir odada toplayıp “Bakın, ne kadar sevdiğime siz şahitsiniz” demek kadar saçma bir şey olabilir mi? Dünyada her beş kişiden dördü yapması gereken bir şey olduğu için evleniyor. Düzen böyle işliyor. Tanrı bizden bunu istiyor.

Evliliğe artık inanmıyor musunuz?

- ‘Evlilik’ten ne kastettiğimize bağlı... Günümüz evliliklerinin çoğu dayatma ürünü. Ya da başka başka sebeplerin sonucu: Anne-babanı memnun etmek, rahata ermek, sosyal baskıdan kurtulmak, çocuk sahibi olmak diye uzar gider liste. Âşık olmak, maalesef sıralamanın en altında. Sırf aşk için evlenen kalmadı ki evliliğe olan inancımız kalsın.

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Bir yandan bir anda âşık olmak sanki hiç olmadığı kadar kolay. Fakat günümüzde bir ilişki yürütebilmek aynı derecede zor. Neden?

-  Modern aşk fikri, birini sevmekten çok birine hayranlık duymakla güçlü bir şekilde ilintili. Birinin zihnine ve/veya fiziğine hayranlık duymakla başlar aşk. Karşımızdakini her geçen gün daha zeki, cesur ve güzel bulmaya başlarız. İnsan doğası bu; hayatı boyunca sürekli hayranlık duyacak, yörüngesinde dolanacak bir ışık arar durur. Aslında insana değil, ‘âşık olma’ haline âşık olur dururuz.

Âşk sandığımız şey aşk değil o zaman.

- Alakası yok. Ancak kendinden vazgeçebilince başlar aşk. Modern hayatta başkasının mutluluğunu, kendi mutluluğundan önce düşünebilir misin? Geçmiş yüzyıllarda bu çok mümkündü. İnsan hayatının kapladığı alan sınırlı, dünyası daha küçüktü. Hayattaki seçeneklerinin sonsuz olduğu bir düzende, kendinden vazgeçebilmek hiç de kolay değil.

HEPİMİZ YALNIZ ÖLMEK ZORUNDAYIZ

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

‘Ruh eşi’ne inanır mısınız? Herkesin bir ruh eşi var mıdır?  

- Yok, asla olamaz. Hayatta bizi gerçekten anlayan birinin olması teknik olarak mümkün değil.

Neden?

- Sevgilinizle istediğiniz kadar aynı görüşe, zevklere, ilkelere sahip olun; şiddetli ölçüde bir uyumsuzluk her zaman baş gösterir. Sebebi basit: Dünyaya farklı zamanlarda gelmişsiniz, başka ailelerin ürünüsünüz, deneyimleriniz farklı. Bir manzaraya karşı aynı şeyi düşünmek mümkün değil. Mavi gökyüzüne karşı biri yanındakinden son derece romantik ve büyüleyici cümleler duymayı beklerken, öteki belki de bu kareyi azap verici derece banal buluyor. Hayatımızdaki insan bizi bir noktaya kadar anlayabilir, gerisi hep yalnızlık. İstediğimiz kadar evlenelim, âşık olalım, biriyle aynı evi, hayatı paylaşalım; bu, günün sonunda yalnız olduğumuz ve yalnız öleceğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Hepimiz yalnız ölmek zorundayız. Doğa böyle işliyor.

Tuhaf bir ikilem yok mu bu durumda?

- Şu hayatta yaşayacağımız en utanç verici yüzleşme de bu zaten: Yalnızlığı kabullenmek. Gerisi kolay. Bununla barışmadan başlayacağınız her ilişki sakat doğar, sancılı geçer, saf mutluluk getirmez.

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Bir yandan yaşı ilerleyen her bekâr insan, “Yalnız yaşlanacağım” korkusuyla ilişki peşinde.

- Yapılan en büyük hata da bu zaten. İnsanların çoğu gerçekten âşık olduğu için değil, yalnız kalmak istemediği için bir ilişkiye başlıyor, hatta evleniyor.

Mutlu bir hayat, sağlıklı bir ilişki için önce yalnızlığımızı kabullenmemiz gerekiyor yani...

-  Kesinlikle. Hayatı boyunca aslında yalnız olduğunu, idrak eden, hayatı daha hafif, daha sorunsuz yaşar. Rahatlar bir kere. Daha yaratıcı olur. Şarkılar söyler, şiirler yazar, kitaplar üretir. Bambaşka bir mertebede yaşar, üretir. O seviyeye anacak kendi kendine yetebildiğini fark eden insan erişebilir.

Yalnızlığına alışan biri ilişkiden, evlilikten hepten uzaklaşmaz mı?

- Tam aksine, asıl kendi kendine yetebilen bir insan sağlıklı, mutlu bir ilişki kurabilir, bir başkasını gönülden sevebilir. Başkasının düşündüklerini tekrar edip durmaz, kendine ait bir görüşü vardır çünkü. Daha dikkatli dinler, kendini dinlemekten antrenmanlıdır çünkü.

VÜCUT EVRİMİNİ TAMAMLASA DA KAFA DEĞİŞMİYOR!

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Tamam, ruh eşi yok. Peki ya ‘ideal eş’?

- İşte, orada tamamen şans devreye giriyor. Dünya üzerindeki 7 küsur milyar insan arasında elbet sizi en iyi anlayacak, ruhunuzu tamamlayacak bir avuç insan var. Kim bunlar, neredeler, en ufak fikrimiz yok. Belki az önce sokakta yürürken yanımızdan geçti gitti, belki iki hafta önce Sydney’de hayatını kaybetti, kim bilir... ‘Big Data’, hepimizi kodlayıp etiketleyerek dev bir bilgi havuzuna atmadan kiminle nasıl kusursuz bir uyum sağlayacağımız bilinemez.

Etrafına, yakınlarına son derece anlayışlı ve yumuşak olan biri, neden sevgilisine dünyayı dar etsin?

- Çocuklarla kurduğumuz ilişkiyi düşün... Ufak yaştakilere karşı sonsuz bir toleransımız vardır. İster durduk yere çığlık atsınlar, ister elindeki oyuncağı garip bir şekilde yerden yere vurmaya başlasınlar; ‘çocuk’ der geçeriz, huysuzluğunu uykusuz olmalarına ya da acıkmalarına veririz. Oysa bir de yetişkinlerin ilişkilerdeki davranışlarına bak... Eşiniz, annenizin doğum günü partisine işi yüzünden geç kaldıysa gününüzü mahvetmek istiyordur. Eve gelirken diş macunu almasını birkaç kez hatırlatmasına rağmen unuttuysa kesin yapmak istemediğiniz bir şeyin öcünü alıyordur. Kulağa başta garip gelse de bilimin de kanıtladığı bir gerçek var: Yaşımız kaç olursa olsun, hepimiz, az biraz çocuk kalıyoruz. Dışardan koca yetişkin bireyler olarak gözükebiliriz. Vücut, fiziksel değişimini, evresini tamamlasa da kafa değişmiyor.

BOŞANMAK DA EVLİLİK KADAR KUTLAMAYA DEĞER OLMALI

Alain de Botton: 'Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay'

Bir müessese olarak evlilik nasıl kurtulur?

- Ancak ve ancak evlilik öncesi söylenen yemin metnini yırtıp baştan, yeniden yazarak...

Eşini, sağlıkta hastalıkta, iyilikte kötülükte yalnız bırakmayacağına ve hep yanında olacağına dair yemin etmenin, söz vermenin neresi yanlış?

- Yanlış değil, gerçeklikten uzak. Fazla optimistik, aşırı iyimser. Maalesef hayat her zaman aynı iyimserlikte ilerlemiyor. “Evet” demeden önce sarf etttiğimiz büyük laflar, farkında olmadan bizde ağırlık yapıyor. Bu yüzden, sözünü yerine getirmediğinde yenilmiş hissediyorsun, boşanma eşiğine geldiğinde insan karşısına çıkamayacak kadar utanç içinde buluyorsun kendini. Oysa boşanmak da evlilik kadar kutsal ve kutlamaya değer olmalı. Evlilik öncesi verilen yeminler yüzünden boşanmak bir insanın başına gelip gelebilecek en kötü şeymiş gibi gözüküyor.

Nasıl olmalı ideal evlilik yemini?

- Çoğu zaman kavga edeceğiz, mutsuz olacağız, acı çekeceğiz, bu deliliği yaptığımız için pişman olacağız. Seks hayatımızın yavaş yavaş ölmesine tanıklık etmeyi de  kabul ediyor, ilk gün heyecanının kaybolacağına baştan razı oluyorum. Yıllar sonra, evlenmenin hayatta aldığımız en kötü karar olduğunu fark ettiğimde paniklemeyeceğimi kabul ediyorum. Amin.

DERİN SOHBET HER ZAMAN İYİ SEKSİ DÖVER

Sizden bir felsefe yazarı, aşk düşünürü gözüyle birkaç ‘ilk buluşma’ tavsiyesi vermenizi istesem..

- Karşınızdaki kişiyi bir an önce soymayı değil uzun ve güzel sohbet etmeyi hayal edin. Burnu, gözleri ne kadar ilgi çekici olursa olsun bir süreden sonra gözünüz alışacak, sıradan gelecek. Birbirinizi, saatlerce sıkılmadan konuşacak kadar enteresan bulmuyorsanız, o ilişkiden hayır gelmez. Çoğumuz farkında değiliz ama günün sonunda derin ve ilginç bir sohbet, her zaman iyi seksi döver. Tercihimiz, başta seks gibi gözükür. Ama asıl kazanan, sohbeti güzel olan olur.


Alain de Botton , aşk dersleri , modern filozof

Yayınlanma Tarihi : 07 Ekim 2016