28 Haziran 2015 Pazar

DİPLOMALI MESLEKSİZLER

DİPLOMALI MESLEKSİZLER

Çalışıyorduk, haftanın son iş günüydü. Çalışma saatinin bitmesine birkaç saat kalmışken bir müşteri girdi odamıza…
Genelde acil işleri olanlar çat kapı gelirdi randevusuz. Bunlardan birisiydi belli ki...
"Nasıl yardımcı olabiliriz?" diye sordu arkadaşım.
"Bir çocuk kitabı resimleteceğim, 16 sayfa" dedi telaşlı.
Gençten bir çocuktu, bir kez daha görsem tanır mıyım bilemem! Belirgin bir özelliği yoktu bende kalan.
Elindeki kağıt parçası alışveriş listesini andırıyordu. Üzerine birkaç satır not alınmış, kırış kırıştı..
Bir şeyler söylese de söylediklerinden hiçbir şey anlamamıştık. Anlayabilmek için anlatabilmesi gerekiyordu çünkü...
Kitap resimlemek, hele hele çocuk kitabı resimlemek her grafik tasarımcının yapabileceği bir iş olamazken ayrı bir yetenek ve ilgili gerektiriyordu.
"Nereden geldiniz?" diye sordu arkadaşım, hangi şirket anlamındaydı sorusu.
"Şirket değil" dedi.
"Bizi biri mi tavsiye etti size?" diye sordu diğer arkadaş.
"Evet, tavsiye üzerine geldim." dedi kararlı bir sesle...
Kim olduğunu sorsak da, tavsiye eden kişiyi bize söylemek istemedi.
"Siz bu tür işler yapıyormuşsunuz!" diye de ekledi.
Bunca yıllık meslek hayatımda böyle bir iş isteğiyle hiç karşılaşmamıştım. Genelde bu tür işleri, çocuk kitabı basan yayın evleri yapardı.
Zaten onun da demek istediği bu değildi. Öğrenci ödevlerini yaptığımızı söylemeye çalışıyordu.
Elindeki kağıda bakmak istedim, kendisini ifade edememesi karşısında.
Kağıtta, çocuk kitabı olacak, bilgisayarda çalışılacak, resimler internetten (vektör sitelerindeki hazır çizim olsa gerekti) bulunup yerleştirilecek, her resmin üzerine konuşma balonları konulacak. Oraya yazıları biz dolduracağız." yazıyordu." Başlığı siz bulacaksınız, 16 sayfa olacak." diye de yanlara doğru not alınmıştı. Konu neydi ki başlığını biz bulacaktık!..
Afallaşmıştık!.. Bu bir iş olamazdı. Sorduğumuz sorularla anlamaya çalışırken birbirimize bakar bulduk kendimizi.
Ağzındaki baklayı çıkarmıştı sonunda. Ya da biz almıştık. İşin ilginç yanı çocuk kitabı bir yana, yapılacak iş bir üniversite öğrencisinin bütünleme ödeviydi ve bunu kendi yapmayıp para karşılığı bir ajansa yaptıracak olmasıydı.

Arkadaşım, "bu tür işleri yapan kırtasiyeciler var, isterseniz oralara yaptırın, çünkü burası bir ajans" dedi.
"Oralar olmazmış, burası bu tür işleri yapıyormuş." diye kendinden emin bir şekilde ısrar ediyordu.
"Nasıl bu tür işler?" dedim.
"Öğrenci ödevleri" dedi.
"Kimin bu ödev?" dedim.
"Yeğenimin" dedi.
"Kendisi nerede?" dedim.
Sessiz kaldı, cevaplamadı.
"Hangi okul bu?" dedim.
Bir devlet okulu söyledi, inanasım gelmedi. Orada okuyan öğrencilerin yapacağı bir davranış olamazdı. O kadar kolay girilmiyordu bu bölümlere. Üniversite sınavından sonra, yetenek sınavı vardı, desen çizimi, imgelem, tipografi, sözlü sınavı derken birçok elemeden geçiliyordu. Orada okuyan öğrenci alnının teriyle de oradan mezun olurdu.
Sizi buraya yönlendiren kim diye sorduk ısrarla, söylemedi.
"İzninizle yaşım gereği bir şeyler söyleyeceğim!" diye konuşmaya başladım.
"Bu kişi bir üniversite öğrencisi, bütünleme ödevi ve sizi buralara bu ödevi için yolluyor ve bizden onun için ödevini para karşılığı yapmamızı istiyorsunuz, öyle mi?" dedim.
"Belki şöyle yapsa daha iyi değil miydi yeğeniniz," diye devam ettim konuşmama;
'Benim böyle bir ödevim var, altından kalkamadım. Bütün yıl yattım, bütünlemeye kaldım. Bu ödevi sizin yanınızda, sizin yönlendirmeleriniz doğrultusunda yapsam çok sevinirim.' dese, kendi bir zahmet gelse, daha iyi olmaz mıydı?" dedim.
"Eh!.." dedi.
Ezildi büzüldü.  İlk defa durumun rahatsızlığını üzerinde hisseder gibiydi...
"Yumurta kapı misali!" deyip durumu kendince kurtarmıştı.
Bu yumurta kapı değildi. Bu sahtekârlıktı, bu sorumsuzluktu, bu kendini kandırmaktı düpedüz...
Kendisine kartvizit uzatıp üzerindeki numaradan işverene ulaşabileceğini bildirdi arkadaşım...
O, yarın hafta sonu olsa da yarından ve işi yaptıracağından ümitliydi.
Kendi aramızda atıp tuttuk, inanamadık, yazıklandık, kınadık...
İş verene yine de durumu aktardık. Durumdan haberdardı belli ki...
"Yapı verseydiniz" dedi.
Bu iş bu çarşambaya yetişebilecek bir iş değildi. Ayrıca bu bir iş değildi. Yapılacak iş neydi o bile belli değildi. İnternet ortamından bulunan çocuk karakteriyle bir kitap resimlenemeyeceğini açıklamaya çalıştık. Konusu bile belli değildi. Bu bir çocuk kitabı ise bir hikâyesi olmalıydı. Hangi yaş grubu çocuklar için olacaktı? Ne anlatacaktık? Çocuklara ne mesaj verecektik, okudukları hikâyeden bir ders çıkarmayacaklar mıydı?
Birçok soru işaretleri ile karşı karşıya kalmıştık.
Ödev bile öğrenci tarafından henüz anlaşılmamıştı.
Bir öğrencinin ödevini iş olarak bize yaptırması hangi ahlaka sığardı.
Bu, işverenin ricası üzerine daha önce hatırı sayılır bir yakını için istemeden de olsa ödevini yaptığımız kişi tarafından yollanmıştı belli ki. Özel bir üniversitenin son sınıf öğrencisiydi. Daha önce ödevini yaptığımız kız öğrencinin, sevgilisi olduğunu ve yeğenim dediği kişinin de ta kendisi olduğunu çözmüştük.
"Diplomalı işsizler" diye bilinen bir gerçeğe, "diplomalı mesleksizler" diye bir yenisi ekleniyordu.

YENER BALTA, 26 Haziran 2015
X
Yener,
Baban tebrik eder…

Güzel bir öykü olmuş,
Sonuç: Bir öyküde olması gerektiği gibi sürpriz bitmiş.

Yeniden kutlarım,
Başarılar dilerim…
Hayri Balta, 27.6.2015

23 Mayıs 2015 Cumartesi

KENDİNİ FARKET MUTLU OL


KENDİNİ FARKET MUTLU OL

Tempo Dergisi/Füsun SAKA
İdeal insanın peşinde koşuyoruz. Bize verilen ideal ölçülere
uyamadığımızda ise yalpalıyor ve "kendimiz" olabilmeyi unutuyoruz. Dahası kendimizi görmezden geliyor, kaçırıyoruz. Bu da doğal olarak ruh sağlığımızı
ciddi bir biçimde bozuyor.
Kişisel gelişim uzmanları ve psikiyatrlara göre, aslında ideal insan diye bir ütopya yok. Çünkü kişinin kendisinin farkına varabilmesi, iyi ve kötü yönleriyle kendini tanıması, kötü yanlarını törpülemesi ve sonuçta kendisiyle barışık olması, ideal olanı tanımlıyor.
Duygusal zekâ ve mutluluk
"İnsanın kendisiyle barışık olması" üzerine çalışmalar yapan,
Psikiyatr Dr.Nevzat Tarhan''''a göre, insanın kendisiyle barışık olmasının ilk adımı,kendini fark etmekten geçiyor. Yani kişinin kendisini olumlu ve olumsuz
yönleriyle tanıması, kendisiyle barışmasının olmazsa olmaz adımı; çünkü
kişiliklerine ilişkin farkındalığı az olanlar, kendilerini kusursuz,
yeterli görürken, doğal olarak güçlü ve zayıf yönlerinin farkında olamıyorlar.
Kendisini tanıyanlar ise ruh hallerinin farkında oluyor ve neden, iyi
ya da kötü davrandıklarını, nelere sıkıldıklarını ya da kendilerini neden
güçsüz hissettiklerini çok iyi biliyorlar. Bu insanlar hayata olumlu bakıyor,
sınırlarını ve güçlerini iyi biliyor, savunma mekanizmalarını çok verimli
kullanıyorlar.
Kendilerine ilişkin farkındalıkları zayıf kişilerse, sorunlar karşısında,
daha çok başkalarını suçlamayı yeğliyor. Mesela sorundan kaçma, duygularını
bastırıp sorunu yok saymaya çalışma, olayları çarpıtıp sorumluluğunu
kendi dışındaki kişi ve olaylara yöneltme gibi tavırlara giriyorlar.
Özdenetim mekanizması
Psikiyatr Tarhan, bir kişinin kendini tanıması aşamasında, kişinin güçlü
olan ve gelişmesi gereken yanlarını listelemesi, olumlu yönlerini
görerek,özgüven sahibi olması ve bu güvenin geribildirimi ile hareket ederek,
kendini yönetebilmesi anlamına geldiğini belirtiyor ve şunları söylüyor:
"Örneğin bir kişi, sevdiği bir kalemi kaybettiğinde iki gün üzülüyorsa, o
kişinin duygusal becerisinin zayıf olduğu anlamını çıkarırız. Bir dönem,
psikolojide "Duygularını serbest bırak, istediğin gibi yaşa,hoşlandığın şey iyidir, hoşlanmadığın şey kötüdür, zincirleri kır, duvarları yık, özgür yaşa" gibi süslü sözler çok itibar kazanmıştı. Çağa hâkim olan görüş; kişinin duygularını serbest bırakmasını öğütlüyordu. Bunun sonucunda bencil,kendini beğenmiş, tüketici genç tipi ortaya çıktı. Sorumluluk istemeyen,zevki kutsallaştırmış bu insan tiplemesine çözüm olarak, duyguları dengeleme yöntemi gerekliydi.
Duyguların özgür olmasından önemlisi, duygulardan özgür olmaktı. Çünkü
insanda kötülük yapmaya da müsait bir genetik altyapı var. O nedenle
insanın duygularının denetimine girmesi değil, duygularını denetim altına alması gerekiyor. Vahşi güdü ve dürtülerini, bir atı ıslah eder gibi
eğitmeliydi.
Kişisel gelişimde; kişiliğin yönetilmesi, dengeli tutum ve davranışlar
büyük önem taşıyor. Ancak duyguların kontrolünde de denge gerekli. Fazla
bastırılmış duygular kişiyi depresif yaparken, denetlenmeyip kontrolden
çıkan duygular, hem kişilikte hem çevreyle ilişkide hasar oluşturur.
İnsanın her zaman mutlu olmasını beklemek mümkün değil; bu, doğru da değil
zaten."
Kendine güven duymak
İnsanın kendisiyle barışık olmasının önemli bir adımı da kendine güven
duymaktan geçiyor. Bir insanın kendine güven duyabilmesi için, öncelikle
kendisine ve hayata olumlu bir bakış ile bakabilmesi gerekiyor. Geçmişe,
bugüne ve geleceğe olumlu bakan insanlar, hem iyi hem yanlış şeyleri aynı
anda görüyor. Çünkü insanın doğasında önce olumuz şeyleri görme eğilimi var.
Kendilerini eğiten insanlar, hayatı aydınlık senaryolarla değerlendirebiliyor. Kişinin kendisini güvende hissetmenin gereklerinden biri de, o kişinin güvenmesi gereken insanların güvenilir olmasından geçiyor.
Psikiyatr Tarhan, "Güven bunalımı çeken insanlara önerdiğimiz birinci şey; ilişkilerinde açık, net ve dürüst olmaları. Şaka bile olsa yalan söylememeleri. Dikkat edilecek diğer bir husus da insanlarda korku duygusunu arttıran şartların ortadan kaldırılması. Kendisini yalnız
hisseden insan, kolaylıkla güvensizlik duygusuna da kapılabilir" diyor.
Kendisiyle barışık insanların portresi
Psikiyatr Dr. Özkan Pektaş, kendisiyle barışık insanın dışa vuran
özelliklerini şöyle tanımlıyor: "Özellikle duygulanımlarını dengeleyen,
tepkilerini kontrol edebilen, mümkün olduğunca, nerede, ne şekilde davranacağını iyi planlayan, mutlu, huzurlu ve insanların huzurunu
kaçırmayan, sorunlara takılıp kalmayan, aksine çözüm üretmeye çabalayan,
mutlu oldukları dışarıdan belli olan insanlar, kendileriyle barışık
oluyor."

KENDİNİ BİLME YOLUNDA, KENDİNİ BİLME BİÇİMLERİ


KENDİNİ BİLME YOLUNDA, KENDİNİ BİLME BİÇİMLERİ
Eğer bir insan kendini geliştirmek ve tekâmül etmek istiyorsa yapacağı en önemli şey “kendini bilme”çalışmasıdır. Asırlardır bir çok öğretide, dinlerde bu konu devamlı olarak işlenmiş, insanlara “Kendini bil”,“Kendini bilen, Rabbini bilir” denmiştir. Dolayısiyle kendini bilme çalışması, aynı zamanda insanın özüne doğru yaptığı bir yolculuktur da. Özüne ulaşan insan orada Yaradanın sevgisi ve bilgisi ile karşılaşır. Kendini bilme, gerekli değişim ve dönüşümü yapma ve öze ulaşma ise, ancak bilgilenmekle mümkündür. Çünkü bilgilenmek herşeyin başıdır.
Kendini bilme çalışması kişiye ruhsal bir gelişim sağlar. Dolayısıyla, hayatı daha bilgece yaşar. Kendini bilme, aynı zamanda tekamülün de gereğidir.
Kişinin kendini bilmesi, gerekli değişim ve dönüşümü yapabilmesi için önce kendini görmesi gerekir. İnsanın kendini görme biçimlerini üç başlık altında toplayabiliriz.
1- Bilgilenmekle kendini görmek.
2- Olayların içinde kendini görmek
3- Başkalarının diliyle kendini görmek
1- Bilgilenmekle kendini görmek: Bilgilenmek herşeyin başıdır. İnsan bilgilendikçe “farkındalığı” artar. Kendini ve çevresini daha iyi görmeye başlar. Düşüncelerini ve duygularını tanımaya çalışır. Onlara hakim olabilmek için devamlı kontrolden geçirir. Düşüncelerinde ne kadar çok yargı taşıdığını farkeder. Bulduğu olumsuz düşünce kalıplarını değiştirmeye çalışır. Doğru ve yanlışı ayırd etmeyi öğrenir. Kısaca, düşünce ve duygularının ne yönde olduğunun farkındalığını yaşamak, ona değişim ve dönüşüm imkanını hazırlar. Bu da düşüncelerin ve duyguların devamlı olarak kontrol edilmesiyle mümkündür. Farkedilen bir yanlış düşünce veya duygu, eyleme dökülmeden önce düşünce planında değişime uğratılmış olur. Bu da kişiyi doğru eyleme götürür. Onun için bilgilenmenin getirdiği farkındalık kişinin kendini görmesinde çok önemlidir.
2 – Olaylar içinde kendini görmek: İkinci bir yol ise, kişinin karşılaştığı olaylar içinde kendini görmesidir ki, bu da “farkındalık” isteyen bir olaydır. İnsan, duygu ve düşünce planında yakalayamadıklarını veya kontrol edemediklerini zaman zaman eyleme yansıtır. Dolayısıyla yaptığı herhangi bir eylemin doğru veya yanlış sonuçlarıyla karşı karşıya kalır. Eğer insan kendini bilme ve değişim arzusu taşıyorsa, yani bir farkındalık içinde ise, o eylemin içinde kendi durumunun nerede olduğunu, eksikliklerini, yanlışlıklarını görüp, gerekli değişim ve dönüşümleri yapar. Karşılaştığımız her olay, bize bizi gösteren bir aynadır. Aynaya bakıp kendimizi olduğumuz gibi görmeye çalışmak ve değişmek bizi yükseltir. Ayrıca Günlük yaşantıda  kendimizin nerede olduğunu ölçebilecek  evrensel değerler, yasalar vardır.  Bu değerleri kendimizi görmek için ölçü olarak kullanabiliriz.
3 – Başkalarının diliyle görmek: İnsan bazen yukarıda anlatılan bu iki yolla da gözünden kaçırdığı, kendini göremediği zamanlar olabilir. O zaman bizi çevremizdeki diğer insanlar uyarır. Dolayısıyla kendimizi görebilmek için çevremizden yapılan uyarılara da kulak vermemiz gerekir. Genellikle insan, bir başkasından gelen eleştiriye, hemen kendini kapama ve savunma eğilimindedir. Hatta egosundan dolayı eleştiriyi yapana alınabilir, darılabilir, kızabilir de. Ama kendini görmek ve geliştirmek isteyen bir insansa ve bunun farkındalığını yaşıyorsa, böyle bir kişi eleştiriye her zaman açık olacaktır. Ancak yapılacak olan eleştirinin yeri, zamanı, dozu ve sevgi ile yapılması, mesajın karşı tarafa ulaşması açısından çok önemlidir. O zaman kişi söylenen yanlışlıklar, eksiklikler üzerinde düşünecek, onları kabullenip değişime uğratacaktır. Bu durum, kişiye, kendini bilme ve yükselme yolunda kişiye hız kazandıracaktır.
Yukarıda anlatılan kendimizi görme biçimleriyle düşüncede, duyguda ve dolayısıyle davranışlarımızda yapacağımız gerekli değişim ve dönüşüm, bizi süratle arıtacak ve yükseltecektir.
Erol Yurderi

18 Nisan 2015 Cumartesi

MENEKŞELER

MENEKŞELER

Bakanı gittiğinde ardından ağlar mıydı çiçekler? 
Ağladılar!.. 
Tıpkı benim gibi, tıpkı sevenleri gibi... 
Ağladıkları yetmedi, gün gün soldular, can suyu yetmedi, kurudular. 

Uzun süre yas tuttu o mutfak penceresi!.. 
Hiçbir çiçeği kabul etmedi o pervaz...

Sıra sıra küçük saksılarda renk renk sıralardı annem menekşelerini... 
Alı, moru, beyazı... 
Sabah güneşinden sonra "günaydın" derdi onlara sıcacık... 
Konuşurdu onlarla.
Anlar mıydı çiçekler söylenenleri? 
Sevgi sözcükleriyle coşarlardı, yarışırcasına... 

Gelen giden pek severdi menekşelerini,
Gözü kalırdı beğenenlerin, nazar değecek diye titizlenirdi. 
Nazara inanırdı annem! 
Benim de olsun diyenler yaprağından aldıklarında, canından can koparırlardı annemin. 
Çok severdi menekşelerini...

Denedim olmadı, üzerine annemin!
Arkadaş olsunlar dedim, biri bile kök salmadı toprağına, 
İnatlaşırcasına...
Kuru ayaza, kızgın güneşe, esen rüzgara,
Dayanamadılar...
Hele ki yokluğuna, acısına hiç...

Annem olmasa da yeni gelen mor menekşeyi kabul eder miydi o pencere, o pervaz..
Güneş selamlar mıydı sabahları...

YENER BALTA, 17 Nisan 2015

15 Nisan 2015 Çarşamba

HIRSLARIN DANSI


Hırsların Dansı


Hırs, hakkı olmayanı istemektir. Hırslı olanın gözü açtır, doymak bilmez isteklerin emri altına girmiştir. İhtiraslı olan kişi tutkularındaki aşırılıklar yüzünden, benliğine dur diyecek cesareti kendinde bulamaz. Uzak düşünce ve uzağı görme yetenekleri felç olmuş gibidir. Kendi dertleri yüzünden etrafını ve daha uzakları göremez. Haris kişinin yüzü dost, gönlü haindir. Gözünün gördüğü her şeyi egemenliği altına almaya çalışır. Gönlü hep başkalarından daha yükseklerde uçtuğundan, en ufak bir alçalmada hırsını yenemez.
Hırs, hakkı olmayanı istemektir. Hırslı olanın gözü açtır, doymak bilmez isteklerin emri altına girmiştir. İhtiraslı olan kişi tutkularındaki aşırılıklar yüzünden, benliğine dur diyecek cesareti kendinde bulamaz. Uzak düşünce ve uzağı görme yetenekleri felç olmuş gibidir. Kendi dertleri yüzünden etrafını ve daha uzakları göremez. Haris kişinin yüzü dost, gönlü haindir. Gözünün gördüğü her şeyi egemenliği altına almaya çalışır. Gönlü hep başkalarından daha yükseklerde uçtuğundan, en ufak bir alçalmada hırsını yenemez.
Hırslı insanın tövbesi, hırsını tahrik edecek bir şey görünceye kadardır. Gözünü bürüyen hırs, onun doğru düşünüp doğru karar vermesini engellediğinden evreni at gözlüğüyle değerlendirmek zorunda kalır. Bir işe girişmeden önce sonunu düşünecek kadar bile kendine fırsat tanımaz. Gördüğünü, aklına geleni hemen ister. Bunun için yerine göre aşağılanmayı bile göze alır. Karga olduğunu gizleyerek kendini bülbül gibi de besletir. Çoğu kere dil ustası fakat iş hastasıdır; çalışmak işine gelmez, kendi akıl ve düşüncesinin herkesten üstün olduğuna inanmıştır. Aynı zamanda başkalarını sömürme ustasıdır.
Hırslı insan, kurtla beraber kuzuyu yedikten sonra, koyunla birlikte kuzunun yasını tutmayı da becerir. Akıttığı göz yaşları timsah göz yaşlarıdır. İnsanları şah damarından vurmak en sevdiği oyundur. Şeytandan ders aldıktan sonra, ona yol göstermeyi de öğrenmiştir. Terbiyeli maymun gibi davranarak, beklenmedik bir anda düşmanını zehirli yılan gibi sokup öldürür. Dün dost, bugün tanıdık olmayı çok iyi becerir. Kıskançlık ve hırsı, ona bu dünyada rahat yüzü göstermediğinden, o da başkalarına komplo kurma eylemlerinin yöneticisi olur. Kardeşinin saadet ve mutluluğunu kıskanacak kadar adileşmeyi erdemden sayar. Başkalarına verdiği öğütler, tohumsuz sözdür. Dünyaya kötülük satmak için gelmiş bir görevli gibi davranır. Çok çabuk duygudaş olduktan ve karşısındakinin dil kodlarını öğrendikten sonra, başkalarını iğnelemek ve sokmaktan çekinmez. Ahlak yoluna iğne alarak girip, çuvaldız olarak çıkan haris, şeytana bile külâhı ters giydirecek iş içinde işler, oyun içinde oyunlar çevirme ve oynama ustasıdır. Hırsı, ona her türlü dansı yapmasında yol gösterir.
Gül ağacına bağlanmış köpek gibi, bulunduğu yere yakışmayan biridir. Öfke ile yüzünün sararması, yaptığı işten sonra yüzünün kararmasının sadakası bile olamaz. Hırsından dolayı bulanan aklıyla güçlü olduğunu kabul ettirme derdine düşer. Kendinde olanlarla hiç yetinemez. Komşunun civcivi ona tavuk, tavuğu kaz gibi görünür.
Hırslar, akılla desteklendiğinde, kişi gönlünün isteklerini yerine getirebilir. Hırs fazla, akıl az olduğunda ise, gülünç durumlar, trajik olaylar cereyan edebilir. Aklın kontrolündeki hırs, insanlık ve toplum için faydalı olabilir. Aklın kontrolünden kurtulan hırs, sahibini rezil eder. Onu ahlâken zillete düşürür. Niyet ve maksadını gerçekleştirebilmek için, her yola başvurabilir, müstahak olmayanlara iyilik yapar görünüp, yoldaşlık etmeye çalışır. Kendini alçaltmaktan çekinmez. Rekabet etmekten çok hoşlanır. Kendisiyle yüzleşmekten çekinir. Bu sebeple başkasının meramının gerçekleşmesine engel olmak için elinden geleni yaparak kendi çıkarını temine çalışır. Arkadaşlarına üstünlük sağlamak, en büyük dileğidir. Bütün işi gücü, onlara üstünlük sağlama çabasıyla yanıp tutuşmaktır. Aciz durumlardan yararlanarak arkadaşlarına sözlü ve fiili hakaretlerden çekinmez. Hiç bir delile dayanmadan kötü zanla onları suçlandırmaktan hoşlanır. Düşünce ve inançları dedikodu, fitne ve fesatla doludur. Erdemlilik, bilgi ve beceri alanında başkalarına örnek olmaktan korkar. Elini verenin alınca, kolunu bırakmaz. Yerine göre batıl ve yanlış çıkarımları bile doğru diye pazarlamaya kalkar. Kendi maksadını, arzusunu başkalarının maksat ve arzusuna tercih ederek yaşar.
Rekabet toplumu bu tür insanlara hayrandır. Onların bencilliklerini kutsayan rekabet toplumu bir yerde kendi kuyusunu da kazar gibidir. Rekabet toplumunun uzmanları kendi düşüncelerinin başkalarınkinden aşağı olduğunu kabul etmeye hiç de gönüllü değillerdir. Karşılarındakini “benden ne kadar fazla biliyorsun?” diyerek susturmak çok hoşlarına gider. Kişisel sorumluluk ve hırslarıyla ortaya çıkan düşüncelerinin doğru ve herkes için yararlı olduğunu ileri süren demagoglar olarak etrafta boy gösterirler. Bireysel, toplumsal, evrensel, siyasal vb. gerçekliğin çarpıtılmış algılarıyla yorumlamaktan da zevk alırlar. Bulundukları kurumun, diğer insanlardan, genel amaçlardan ve bu amaçlara ulaşmak için gerekli ilkelerden oluştuğunu bilerek, olağanüstü bir insan modeli olarak kabul edilmek isterler. Yoksa kurum bile onlar için bir araçtır. Kuruma bağlılıkları hırslarını tatmin edinceye kadardır.
Toplum içinde daima baş aktör olmak isterler. Figüranları aşağı görürler. Altın kalpli insan rolünde oynamayı her şeye tercih ederler. Oysa görünüşteki altın kalbin dışında taş gibi katı bir erkek gizlidir. Kibir ve ihtirasları yüzünden intikam, şehvet, isyan, ikiyüzlülük, kontrolsüz ve dizginlenemeyen arzulara geçit vererek kendi üstünlük ve rahatlarını herkese kabul ettirmekten hoşlanırlar. Hırslarını doyurma ve çıkarlarını gözetirken, bazen beklemedikleri veya önleyemedikleri acımasız sonuçlarla yüzleşmek zorunda kalabilirler.
Rekabet toplumunda hırslı liderler de zaman ve mekân koşullarının dışında hareket edemez. Önemli olan doğru zamanda, doğru yerde, koşulların uygunluğu içinde bulunabilmektir. Olayları görmek istediği gibi görüp değerlendirdiğinde, çarpıtılmış algı ve yorumu başına iş açabilir. Anlık hevesler, maymun iştahlılık vb. davranışlar, ihtirasları yolundan çeviremez. Rekabet toplumu, kendi çıkarı için çok çabuk gelişip değiştiğinden, hırslı olanların da bu değişime göre kendilerini ayarlayabilmeleri gerekir. Hırslı insanlar, başkaları üstünde gereğinden fazla etki sahibi olmak isterler. Hatta bu istekleri, kıskançlık ve haset duygularını daha da artırır. Hırslı insanlardan oluşan guruplarda öfke, hiddet, dargınlık, kıskançlık, açgözlülük, ikiyüzlülük, düzensizlik ve şiddet eğilimleri daha çok görülür. Bu guruplarda tutkular, akıl üzerindeki baskıları iyice artırır. Sanki bir cahiller ordusu kurulmuş olur. Kurnazca söylenen yalanlar, yanlış yönlendirmeler boy göstermeye başlar. Hırslı insanların ortaya koydukları dansı seyretmek gerçekten hayret verici ve çok şaşırtıcıdır.
Tarih, hırsları yüzünden hem kendilerini hem toplumlarını felakete sürükleyen insanların örneklerini sunuyor. Kontrolsüz hırs, dizginsiz at, freni patlamış otomobil veya kamyon gibidir. Eğitim, aklı disipline ettiği gibi ihtirasları da dizginlemeyi amaç edinmelidir. Mevcut insanlardan daha iyi ve daha kaliteli insan yetiştirmeyi hedefleyen eğitim kurumları, akıl, tutku dengesini sağlayacak uygulamalara da önem vermelidir. Bireysel ahlâk alanında geçerli olan değerler, toplumsal, siyasal, evrensel vb. alanda geçersiz olabileceğinden, bu alanları da göz önünde tutan bir eğitim yaklaşımına ihtiyacımız vardır. Türk’ten daha iyi bir Türk yetiştirme ülküsünü gerçekleştirmek için eğitim sistemimizi bir daha gözden geçirmeliyiz.
Eğitim, yeteneksiz insanlarda yetenekler oluşturacak bir simya değildir. Eğitim amaç uzmanları kadar, araç uzmanları da Türk’ün iyiliğini istediklerini davranışlarıyla göstermelidir. Türk toplumunun ortak iyilik ve çıkarları için çok çalışan insanları bu millet unutmaz. Topluma şiddet için şiddet ve terör fermanı çıkaranlar veya buna alet olanlar, toplumun huzurunu istemeyenler, hırslarını başkaları yardımıyla tatmin etmeye çalışan hizmetlilerdir. Nefsi körelterek, çile odalarına girerek, dua ederek iyi insan olunmaz. Çağımız girişimci, atılgan, cesur, çalışkan, hareketli, cömert ve kahraman insanlar istiyor.
Hırslı insanlar, dost guruplarda da hizip oluşturur, gurubun hizip başları olurlar. Düşman guruplardakilerle işbirliği bile yapabilirler. Çıkarları doğrultusunda hareket ettikleri için herkesle ve her gurupla ilişkiye girmekten hoşlanırlar. Bir çeşit bukalemundurlar. Her renge, her boyaya girebilirler. Tarihin kanunlarını görmezden gelirler. Tarih mahkemelerini inkâr ederler. Başkalarının husumetini tahrik etmemek ve onları gücendirmek için palyaçoluğa bile razı olurlar.
İnsanların hırslarını tahrik ederek milleti kargaşa ve şaşkınlığa iterek çıkar sağlamaya çalışanlar, kendi kazdıkları kuyuya kendileri düşeceklerdir. Kontrolden çıkan öfkeyi durdurmak çok zordur. Farklılıklar içindeki birliğimizi bozmak isteyen muhterisler gereken cevabı alacaklardır. Hırs bombası ellerinde patladığında, yaptıkları dansın ne olduğunu o zaman anlayacaklardır. Türklük bilincini yozlaştırmak isteyenler, bu bilincin sağlamlığı ve örgütlenme başarısı karşısında yenilgiye uğrayacaklardır. Dünyayı yorumlayıp değiştirmek değil, değiştirip dönüştürüp yorumlamak önemlidir. Uzanılmayacak yere uzanmaya çalışmak değil, yapabileceği kadarını yapmak gerek... Doğru olan ne ise, onu yapmalı, hırsları zihnen öğrenerek sorularla ezip, aklın kontrolü altına vermeliyiz.

Hırsların ve muhterislerin dansı, hayra alamet bir dans değil. Bu dans, sonucunda verilen emek, harcanan zaman bakımından elde edilen başarı, dans edene pahalıya patlayan bir başarıdır. Esas olan akıl-hırs dengesinin yapı ve işlevlerini bağlamlara göre kurabilmektir.

Prof Dr. Ali Osman Özcan
www.ufukotesi.com

14 Nisan 2015 Salı

Mazeret Üretim Fabrikaları




Mazeret Üretim Fabrikaları


Mazeret ileri sürmek, amaca ulaşmamış veya ulaşamayacak olan davranış için sebepler bulmaktır. “Aklımızın mazeret bulmak için sonsuz imkanları vardır.” sözü de sebeplerin sonsuzluğuna işaret eder. İleri sürülen sebep ne kadar yanlış muhakemeye dayanırsa da yapılan eylem ve etkinlik için davranışlara yüklemleme yapılır. Bir işin gerçekliği ve sonucu hakkında temelsiz temellendirmeler yapılmaya çalışılır. İşin yapılması veya terki konusunda görev ve sorumlulukların gereğini yapmamak için sudan sebepler ileri sürmek, gayret yerine zihni tembelliği tercih etme anlamına gelir. Yalandan gerçeklik uydurmadır.
“Mağlubiyet mazeret kabul etmez.” sözü ise başarısızlığın, yenilgilerin sorumsuzluğunu cesaretle kabul edebilmenin önemine gönderme yapar. Mazeret bir amacın, maksadın gerçekleşmesini sağlamak için elden gelen çabanın sarf edilmesi yerine söz ustalığını tercih ederek iş hastası olmak, görevi yapmak yerine diline yüklenmeyi ifade eder. Başarısızlık ve yenilgiler karşısında gerçeklikle yüzleşme yerine sahte gerçekliğe sığınmayı benimsemektir. İradi olarak görev ve sorumluluğu canı pahasına yapma yerine, yapmamak için sahte gerekçeler bulma çabası içinde bulunmaktır. Görev ve sorumluluğun ortaya çıkaracağı sıkıntı, acı ve ıstıraplara katlanmamak için yan çizmeyi amaç kabul etmektir. Benliğimi korumak için başarısızlık, yenilgi ve üzüntüleri hafifletmek amacıyla teskin edici çareler ve nedenler arama çabasıdır. Tembelliği, işten kaçmayı akıl silahıyla donatmaya çalışmaktır. Emir ve buyrukların gerektirdiklerini savuşturma için sebepler üreterek sonucundan kaçınmayı akıllıca bir davranış olarak sunabilme becerisidir. Yaptığı ve yapacakları hakkında başarısızlığı ve yenilgileri kendi dışındaki sebeplerle açıklama yoludur.

Bir işin sorumluluğunu almak yerine, sorumluluğu başkasının üzerine atarak keyif çatmak istemektir. Mazeret üreten insanları bu çerçevede çok kolay tanıyabiliriz. Hal ve hatır sormaya gitmeyip de işlerinin çokluğunu ileri sürenleri, kadir ve kıymetlerini azaltıcı davranışlar yapıp da yaltaklananlara, düşman olup da dost olduğunu iddia edenleri, bile bile görev ve sorumluluktan kaçanları, koca yalanlar söyleyenleri hepimiz biliriz. Mazeret, bir görev ve sorumluluğun yapılmasındaki bir eksikliği belirtme iken, kasıtlı olarak başkasını aldatmaya yönelik bir davranışa kolayca dönüşü verir. Bazıları da kuruntu ve kuşkularını mazeret olarak ileri sürüp işin yapılmasını engelleyici bir tutum sergileyebilirler.

Aşırı mazeret gösterenler, tembellik zehriyle zehirlenmiş tilki huylulardır. Kendilerini akıllı zanneden, fakat akıllıca davranmayan tembellerdir. Mazeret bazen birisi aleyhinde gizlice kötüleyici bilgi verilerek de gösterilir. Bu gammazların çok iyi bilinmesi gerekir. Başkalarını çekiştirmekten hoşlananlar işlerini aksatınca, binbir dereden su getirerek çok çalıştıklarını da ispat etme derdine düşerler.

Toplumumuz mazeret üreten insanlarla değil, iş üreten ve çalışkan insanlarla insanlık alemindeki saygın yerini alabilir. Gerçek özür ile sahte özrü birbirinden ayırt edebilecek nitelikte, çalışkan ve dürüst insanlara ihtiyacımız vardır. başarısızlık ve yenilgilere kılıf uydurmaya çalışanlar yerine, görev ve sorumluluklarını canları pahasına, alın teri pahasına yapmaya çalışanları yüceltelim. Köşe dürümcülere pirim vermeyelim. Tembelliklerine tembelce sebep bulanlara da gülüp geçelim. Mantık oyunuyla kendini akıllı zannedenlere de acıyarak bakalım... yaptığı işin sonuçlarıyla ilgili olarak bilgi, beceri, yetenek, ehliyet ve dirayetlerini ortaya koyarak açıklayanlarla işin zorlukları, şanssızlık, hastalık ve imkânsızlıkları sebep olarak gösterenleri iyi tanıyalım.

Aldığı görev ve sorumluluğu “başüstüne” diyerek yerine getirmeye çalışanlara “ama efendim, lâkin efendim, nasıl olacak efendim” diyenleri iyi ayıralım. Görevini “görev şehidi” olma inancı ve aşkıyla yapanlara saygı duyalım. Oyun adavet edilen gelinin yaptığı gibi “yerim dar, yerim dar” diyenlerin başkalarına vereceği bir şey yoktur. “Rabbena, hep bana” demek, “benden kimseye fayda yok” demektir. Bu huyda olanlar başkalarının sırtından geçinmeye alışmış, verici olmayan hep alıcı ve bağımlı kişilerdir. Güçleri, güçsüzlüklerindedir. Mazeret üreterek iş ve sorumluluk kaçkını olduklarını gizleyen bu insanlara, uyudukları bu mazeret denizinde “güle, güle” diyelim...

On kişi bir yumurtayı yerine sağlam ulaştıramadığında, her biri bir mazeret bulacaktır. Gönülsüz köpeğin ava gitmediği gibi, mazeret üretenlerin de işin, görevin gereğini ifa ve icra etmemek için bin dereden su getirirler. Bu mazeret üretim fabrikalarının, toplumun geleceğini tehdit ettiğini ve tehlikeye attığını söylemek de gereksiz... İş ve görevi yapmamak için her türlü kul uydurmaya çalışmanın da anlamı yok... kulp uydurma ustalarının ahlâki bir kişiliğe sahip olup olmadıklarını sorgulamak gerek... vicdani olgunluğu olmayan, vicdanındaki değerlere de kulp takmaya hazır bir kişiliğin örnek alınacak neresi vardır ki!... iş ve görevlerin yapılması hususunda nutuk atmaların, iş ve görevlerini nasıl yaptıklarını gözlemlemek yeter de artar bile... Lakırdı şampiyonları ile gerçekten çalışanlar arasındaki ürün kalitesine bakalım...

Prof Dr. Ali Osman Özcan

Ufuk Ötesi, Köşe Taşı

29 Mart 2015 Pazar

FLAMENKO DANSI

FLAMENKO DANSI

Rüzgar sıcağı ve nemi okşayarak esti geçti. Birden ortalık gecenin rengine büründü. Seyircilerin uğultusu kesildi. Önce yuvarlak beyaz ışık sahnenin ortasında belirdi. Uzun kuyruklu kostümü kan kırmızısıydı. Işık onu karanlık sahnede parlattı. Tüm bedenini saran kırmızı kostümü, kat kat olan etek uçları arkasından nazlı nazlı süzüldü.

İki elini birbirine vurdu, sessizliği elinin ritmi bozdu. Sert bir hareketle döndü, elbisesinin uzun eteği tüm bedeninin kıvraklığı ile savruldu. Alto sesi süzülerek havada yankılandı, müziksiz, melodisiz... Ayaklarını yere vurmasıyla çıkan tak tak sesleri ellerinin ritmiyle buluştu...

Açık havada, karanlık sahnede, beyaz ışık dansçıyla raks ediyordu.
Ürpermiştim, atmosfer büyülemişti beni, sahneyle bütünleşmiştim.

Sahnenin arkası birden aydınlandı, sıra ile dizilmiş dansçılar birazdan baş dansçıya eşlik edecekti. Müzik sadece gitardı, kadının o büyülü sesine eşlik eden, el çırpmaları ve ayak sesleri bir orkestrayı andırıyordu...

Bir an sessizlik oldu, sessizliği bir köpeğin havlaması, ardından seyircilerin alkışları bozdu. Bodrum Kalesi tıklım tıklım doluydu. Sanki tüm tanınmış yüzler sözleşmiş gibi oradaydılar.

O gece Flamenko dans topluluğunun gösterisi vardı, aynı zamanda Kadir gecesiydi. İslam dinine göre, Kur'an'ın vahiy yoluyla İslam Peygamberi Muhammed'e gönderilmesine başlanan gündü!

Beni gecenin diğer yanı ilgilendiriyordu! Kaçırmadığım için mutluydum, görebildiğim için şanslıydım. Sanat benim için bir ibadetti!..

Bodrum Kalesi'nin hemen arkasındaki camide Mübarek Kadir gecesi yadediliyordu. Hoparlörden çıkan hoca efendinin sesi sahnedeki sesi bastırıyor, bazen de sahnedeki coşkulu sesten baskın çıkıyordu. İki ayrı sesin birbirine karıştığı da oluyordu. Sanatçılar İspanyol'du, dinleri katolikti. Bu gecenin İslam alemi için önemini biliyorlar mıydı? Festival boyunca bir kez sahneye çıkan topluluk bu mübarek geceyle çakışmıştı. Sanat ve din birbirine karışmıştı!..

Flamenko bu, bazen hüzünlü, bazen coşkulu, bazen romantik, bazen de hırçın ve kavgacı olabiliyordu, sesleriyle, danslarıyla, müzikleriyle... Bodrum Kalesi'nin açık havasında bin beş yüz kişiye yakın seyircisinin ayakta alkışları beğeninin göstergesiydi.

Huzur içerisindeydim, gösteri beni büyülemişti. Kaleden ayrılırken, köşelerde yerlerini almış dilenciler verilecek sadakalarla Kadir gecesinden nemalanacaklardı.

Sokak köpekleri havlıyordu!.. Denizin suyu her zamanki gibiydi, boğucu yaz sıcağı, ara sıra esen rüzgarın değip geçmesiyle ferahlatıyordu.
Güneş yine yarın sabah kızıl doğacaktı, tıpkı diğer günlerde olduğu gibi...
Yener Balta, 25 Mart 2015

X
Yener,
Bu da güzel bir anlatı olmuş.
Baban,  bundan mutluluk duymuş…

Yazdıkça daha güzel yazıyorsun.
Babanı kıskandırıyorsun.

En büyük arzum: Yaşam boyunca yazmandır…
Yaza yaza büyük bir yazar olmandır…

Şimdi kal sağlıcakla,
Sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 27.3.2015

21 Mart 2015 Cumartesi

NALBANT’IM…



NALBANT’IM…

Bir şehirden başka bir şehre göçmek!.. Kendi memleketini, kendi toprağını, çocukluğunu, tüm anılarını, acılarını, sevinçlerini, hüzünlerini, mutluluklarını, geçmiş hayatını geride bırakarak... Bırakmak zorunda kalarak!.. Neden? Onlardan biri gibi olmadığından, onlar gibi düşünmediğinden, seni anlayamadıklarından, senin onlar gibi yaşamadığından...
Bizim gibi düşünmeyeni yaşatmayız diyerek. Herkes aynı fikirdeyken onun farklı bir fikri savunmasını, inanmamasını, ifade etmesine izin vermeyerek, onun olan yerde onu yaşatmayarak...
İşte, bir şehir dolayısıyla bir insana dar gelir, sığdırmazlar... Hayat mücadelesi yeni bir şehirde yeniden başlayarak, belki daha da zorlanarak... Onca çilenin, onca acının, onca suçlanmanın yıldırmadığı insan olarak, yeni bir şehirde yeni bir hayata başlamak... Belki de her şeyin çok daha iyi olacağı yeni bir şehir...

Yıllar geçse de memleketinden kopamadı. Hep bir neden için Gaziantep'e gidip gelmişti. İşte yine bir nedenle Gaziantep yollarına düşmüştü bile... Derin düşüncelere dalacağı, belki onca saat gözüne uyku bile girmeyeceği uzun yolculuğa...
Her zaman okuyacak bir dergisi, kitabı, günlük gazetesi yanında olurdu. Gece yolcuğu olduğundan kitabından bir iki sayfa okusa da zorlanmıştı, ışık yetersizdi. Kapadı, çantasına koydu. Arkasına yaslanıp bedenini koltuğa yerleştirdi, hafif gerindi ayaklarını ön koltuğun altına uzatarak...
Yanında oturan adam kendinden yaşça büyüktü. Gece de olsa kasketini başından çıkarmamış, ellerini önünde birleştirmiş ayaklarını uzatmıştı. Başını hafif ona doğru çevirerek;

"Nerelisin hemşerim? diye sordu.
Bu sorunun istenmeyen bir sohbetin başlangıcı olduğunu çok iyi biliyordu.
"Gaziantepliyim." demişti. O sormadı ona, onun nereli olduğunu.
"Neresinden?"  diye ikinci soru gelmişti ardından,

"Evli misin?" demişti.
"Evet." demişti ve devam etti.
"Çocuğun var mı?"
"Var." demişti.
"Kaç çocuğun var?" diye devamı gelmişti sorunun.
"Dört." demişti sıkılarak...”
“Oğlan mı, kız mı?” demesin mi…”

Sorudan çok ne vardı. Zaman öldüren boş insan sorularıydı bunlar... İyice sıkılmıştı gelen sorularla... Anlamıyordu da, kendi bir soru bile sormamıştı karşısındakine...
Biraz sessizlik olmuş, çaylar ikram edilmiş, muavin koridordan gelip geçmiş, sorulara kaldığı yerden devam etmek için, can alıcı soru sorulmuştu işte...

"Mesleğin ne?" demişti. Bu sorular sohbete dönüşmediğinden sabaha kadar sürebilirdi. Bir yerden yakalayıp, sohbete dalmak istiyordu. Bundan önceki yolculuklarından dolayı tecrübeliydi.
"Nalbant’ım!.." demişti.
Sohbet burada kendince bitmişti. Eğer gerçek mesleği olan avukatlığı söyleseydi, kırk yıllık davaların, danışacağı soruların ardı arkası kesilmeyeceğinden emindi. Nalbant’ım diyerek gelecek soruları noktalamıştı.

Bir an nalbantlıkla ilgili sorular gelir mi diye aklından geçirse de, başını cama yaslayıp gözlerini kapamıştı.



YENER BALTA, 18 MART 2015

X
Yener,
Çok güzel olmuş, ne desen değer…

Ben yazsam bu kadar güzel yazmazdım
Sendeki bu yaratıcılığa hayran kaldım…

Umarım bu yetini ömür boyu kullanırsın.
Böylece beni de hatırlatırsın…

Şimdi kal sağlıcakla,
Yürekten sevgiler sana…
Av. Hayri Balta, 20.3.2015

12 Mart 2015 Perşembe

KÖŞE YAZISI


KÖŞE YAZISI

Ben küçükken, babam işe giderken her sabah Cumhuriyet gazetesini aksatmaz alırdı. Babam o zamanlar Gaziantep'in yerel gazetelerinden birinde günlük köşe yazısı yazardı. O gazeteler de bir iki gün sonra iş adresine postalanırdı. Her iki gazete de akşam eve geldiğinde çantasında olur, bizlerden biri okumak istediğinde çantasından alır, almasak da okumamızı istediği için çıkarır masaya bırakırdı.
Saklayacağı bir yazı varsa keser, tarihini not alır, sarı samanlı kağıtlara yapıştırır, telli pembe dosyasında biriktirirdi. Geri kalan gazeteler, kimi zaman annemin üzerinde sebze ayıkladığı, nane kuruttuğu, kışın bizim ve komşuların sobalarını tutuşturmak için kullanılırdı.
Her ikisi de renksiz gazetelerdi! O zamanlar pek ilgimi çekmeyen gazeteler siyaset, ekonomi ve köşe yazıları ile doluydu. Sanat ve kültür sayfasındaki ilgimi çekerse şöyle bir bakardım.
Hele hele babamın köşe yazısını yazdığı yerel gazete, pek sevimsizdi. Ofsete geçildiyse de hala klişe ile basılan teknikleydi. Daha da bir karamsardı. Yine ön sayfa gündemdeki konular, hükümetin aleyhinde ya da lehinde haberler olarak düzenlenmiş olurdu.
Babamın yazısına gelince!.. En çok zorlandığım şeydi o gün için. Minicik harflerin eğri büğrü dizilişleri, yer yer daha koyu, ya da silik oluşları... Okumak zül gelirdi bana. Hiç ilgimi çekmezdi. Bazen okur ama anlamazdım. Çünkü ardından babamın sorusu gelecekti. Nasıl bulduğumu soracaktı, beğenip beğenmediğimi soracaktı, fikrimi soracaktı!.. Bir fikrim yoktu o zaman, sadece okurdum... İstemeyerek de olsa, zorlansam da...
Bazen daktilo ile yazdığı sarı samanlı kağıdı, gazeteye yollamadan önce bana uzatır; "bak bakalım, nasıl olmuş?" derdi. Büyük harflerle başlığını yazdığı, paragraf boşluğu ile giriş yaptığı, yer yer yanlış yazdığı bir kelimeyi ya da harfi daktilo merdanesini geri sarıp büyük X harfi ile üzerlerine ardı ardına sıraladığı... Bir sayfayı geçmezdi. Çünkü o bir sayfa yazı, gazetedeki köşesinin alacağı kadar yazı demekti.
Sarı samanlı kağıt da mutsuzdu, renksizdi, tatsızdı! Belki de okumaktı bana öyle gelen!.. Babam örnek olamamıştı bana o sıralar, örnek almayı çok istediysem de... Onun bilgisi karşısında kendimdeki bilgisizliğin belki de yükü ağır geliyordu!
Dedim ya küçüktüm!..
Şimdi, okumak bir yana, onun yazılarının kovalayanı oldum. Her yazdığı yazısını ilk bana yolladığı zamanlar olur, düzeltmelerini kırmızı ile belirler tekrar ona yollarım. Bazen üzerinde yorum yapar fikrimi belirtirim. Yeni kitabının hazırlığındaki heyecanı onunla yaşarım. Mesleğim gereği kitaplarının hazırlayıcısıyım. Bu konuda sağ koluyum babamın. Ne büyük mutluluk benim için...
Hem benim hem onun için mutluluğun en büyüğü de sanırım benim de yazmam. Hatta şu an benim de yerel bir gazetede köşe yazmam!.. Yazdığım yazıları ilk ona yollarım. Okur, bazen yazımın başlığını onun koyması beni mutlu eder, varsa gözden kaçan yanlışları düzeltir...
En heyecanlı yanı da, adımı ve tarihini yazdığım satırın altına bir X işareti koyar; "Yener, çok güzel olmuş, sanki ben yazmışım..." gibi alt alta şiir tadında beğenisini sıralar, kimi yazılarıma, "Yener, okudum. Hayran kaldım. Sen bu yeteneği nereden aldın? O kadar güzel anlatmışsın ki, değme öykücüler bile eline su dökemez. Umarım Yener, buna devam eder, tökezlemez..." gibi notlar yazarak, adını ve okuduğu tarihi de not düşüp sevgisini ve mutluluğunu belirtir...
Ne güzel bir yanı kalmış babamın bende, umarım tüm özelliğini alabilirim kendisinin...



Yener Balta, 11 MART 2015

8 Mart 2015 Pazar

MÜBAREK CUMA

MÜBAREK CUMA 

Yine günlerden cuma!.. Bana göre diğer günlerden farkı olmayan, haftanın son günü, sonrasında iki tatil gününün habercisi!.. 

İşte o günlerden bir gün, iş yoğunluğu ve yorgunluğuna ara vermek için dışarı çıkmaya karar verdim. Biraz da yalancı bahara kanmıştım. Özlemini duyduğum güneşe kendimi vermiş ellerim ceplerimde, yeni taşındığımız, öncesi gecekondu sonrasında daha çok iş yeri olan semtte yürüyordum.
Öğle tatili Cuma'ya denk gelmişti!.. 

İş yerimizin hemen önündeki Meydan Cami'nin yanından geçip, biraz ileride yürüyüş mesafesinde daha da büyük Merkez Cami'nin bulunduğu caddeye ulaşmış, bu mübarek günden nasibimi almış, huzura ermiştim!.. Megafondan çıkan yüksek ezan sesini hoca efendinin detone sesinden, hem de dibinden duymak zorunda kalmıştım.
Geniş caddenin asfaltı dökülmüş, kaldırım taşları döşenmiş, kalan toz toprak havaya yayılmış, o tozun dumanın arasından gördüğüm araba kalabalığına anlam verememiştim. Bütün Ankara Cuma namazı için bu camiye mi gelmişti? Yoksa son yıllarda camiye giden mi artmıştı? Koca yolun gidiş-dönüş yönünün sağ tarafı yetmemiş, refüj kenarına da yol boyu arabalarını park etmişlerdi. Burası caddenin ortası demekti, solu demekti, yolun solu yavaş ilerlemeyi bile kabul etmezdi. 

Bugün Cuma'ydı! Mübarek Cuma!.. Başka zaman değil park etmek, duraksamak, hatta yavaşlamak bile söz konusu olmazdı.
Ben mi bilmiyordum? Cuma günü arabaları yolun ortasına bırakıp camiye gitmek kural ihlalinden sayılmıyor muydu? İbadet ediyorsan her şey mubah mıydı? İbadet kural tanımıyor muydu? Park edilmez levhasının bulunduğu yere park edeni affetmeyen trafik polisleri bu durumu nasıl görmezden gelebiliyorlardı?
Fahri trafik müfettişi olmak istemiştim. Başvuru için internete baktığımda talep çokluğundan başvuruları kabul etmediklerini bildirmişlerdi. Keşke o an o yetkiye sahip olabilseydim. Her birine yanlış parktan ceza kesebilmeyi isterdim. Tabi ben her bir araca ceza kesene kadar akşam olur, cemaat dağılmış olurdu. Öyle çoklardı ki!..

Yener Balta, 6 MART 2015

X
Yener,
Okudum. Hayran kaldım.
Sen bu yeteneği nerden aldın?
O kadar çok güzel anlatmışsın ki,
Değme öykücüler bile eline su dökemez.
Umarım Yener, buna devam eder, tökezlemez…
Sevgilerimle,
Hayri Balta, 6.3.2015